20 Aralık 2018 Perşembe

Geçmişten Günümüze Tek Millete Ulaşmak.,

Geçmişten Günümüze Tek Millete Ulaşmak.,


Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Yönetim Kurulu Üyesi 


Batı Avrupa devletleri entegrasyonu en ciddî problemleri arasında sayıyor. Onlara göre farklı diller konuşan, kendi mensubiyetlerinden farklı bir mensubiyet hisseden insanların kendi ülkelerinde sürekli yaşaması kabul edilemez. Bunlar bir an önce ana topluma “entegre” edilmeli. Entegre 
edilmek ne demek? Meselâ Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly’nin 2002 yılında Süddeutche Zeitung’a verdiği röportaja göre şu demek: “İki dilli bir Almanya istemiyorum. En iyi entegrason metodu asimilasyondur. Almanya’da Türkçe eğitime izin verilmemelidir.”

Almanya’nın Merkel’inin, İngiltere’nin Cameron’unun çok kültürlülüğün öldüğüne dair beyanlarını da geçen yazımda özetlemiştim. 
Merkel’in koalisyon ortağı Horst Seehofer’in göçmenlerin yalnız sokakta değil, kendi evlerinde de Almanca konuşmaya mecbur edilmeleri gerektiği konusundaki fikirlerini okuyucularım hatırlayacaktır.2 

Biz gideriz tersine 

Avrupa Birliği ülkelerinde bu gelişmeler sürerken Türkiye âdeta başka bir gezegende yaşamaktaydı. O sırada Türkiye’nin Başbakanı, “Asimilasyon insanlık suçudur” diyordu. 

Demek ki biz hâriç bütün dünya, bu arada Alman Başbakanı, Alman İçişleri Bakanı, İngiliz Başbakanı ve Fransa’nın tamamı insanlık suçu işlemektedir. Otoyola ters giren Temel için, polisin “delinin biri ters yönde gidiyor, dikkat” anonsuna karşı, Temel’in, “kaç biri… kaç biri…” demesi gibi. 

Başka gezegende yaşayan sadece yöneticilerimiz değildi. Çağdaş, uluslararası, yüksek insanlık idealleri uğruna Soros, NED gibi kaynaklardan destek alan kuruluşlarımız da bize Avrupa’nın gittiği yolun tam aksini göstermekteydiler. Cameron, Merkel ve Seehofer “Bizim kültürümüz, bizim dilimiz!”der; Fransa, Korsikalıların ana dilde eğitim taleplerini anayasaya aykırı bulup reddeder, “Tek 
bir Fransa vardır ve o Fransa’da yaşayan herkes Fransızdır, Fransızca konuşur!” derken bizim STK’larımız bize bunun tam zıddını anlatıyorlardı. 

Ve bu anlattıklarının bazen medeniyetin, bazen Avrupa Birliği’nin bazen de Müslümanlığın gereği olduğunu söylüyorlardı. 

Çok ahlâklı ve medenî ve dindar STK’lardı vesselam. 

Onlar millet, biz İbrahimî millet! 

Onlar kendi milliyetlerine yaptıkları vurguyu arttırdıkça bizimkiler tam tersini yapıyor, TESEV, 2010’da HDP’li, İHD’li ve Brüksel Kürt Enstitüsü mensup ve sempatizanlarından oluşan heyete bir anayasa şablonu hazırlatıyor ve onlar da anayasada Türk’ten ve egemenlikten bahsedilmemesi gerektiğini söylüyorlardı. Şimdi aynı şablon “darbe anayasasına karşı Yeni Türkiye’nin anayasası” sloganı ile servis edilmektedir. Başbakanımız Türk’ten bahsetmemenin dâhiyane bir yolunu bulmuş, “asil milletimiz”in adını değiştirivermişti. Üçbin yıllık Türk Milleti, İbrahimî Millet oluvermişti! Bu büyük strateji de muhakkak ki sıfır sorun gibi, stratejik derinliklerde hak ettiği yeri bulacaktır. 

AB ve dünya bir yöne, Türkiye ters yöne gitmektedir. Fakat ne AB ne de dünya Türkiye’nin Türklükten uzaklaşmasından rahatsız değil. Hatta teşvik ediyorlar; hatta bundan mutlular! 

Avrupa ülkeleri kendilerinden olmayan insanlarla birlikte yaşamaktan hoşlanmamaktadır. Onları bir an önce kendileri gibi konuşur, kendileri gibi davranır hâle getirmek istemektedir. Buna asimilasyon diyorlar ve canı gönülden asimilasyon istiyorlar. Çok kültürlülüğü gömdükten sonra ellerinde başka bir strateji de kalmadı. Türkleri ve diğerlerini ya asimile edecekler yahut da sürecekler. 
Yoksa kimsenin Almanya’da bir Türk kantonu, Fransa’da bir özerk Arap bölgesi görmeye tahammülü yok. Ne de olsa onlar millet gibi millet. Bizim gibi ne idüğü belirsiz İbrahimî millet değil. Peki bu asimilasyon nasıl olacak? 
Asimilasyon nasıl olacak? Pek az yazan, fakat her yazdığı hâdise olan siyaset bilimci ve Milliyetçilik Araştırmaları alanının kurucularından Walker Connor 1972 yılında yayınlanan uzun bir makalesinde bunu incelemiş. Makalenin ismi “Millet inşası mı, millet tahribi mi?”.3 Connor gösteriyor ki millî birliğin temini için birçok şart yerine getirilmelidir. Yoksa bölücülük kazanır. 
Sosyal bilimlerde “gösteriyor ki” dediğimizde kastettiğimiz, bir tezin düzinelerce ve düzinelerce ülkede doğru olduğunu o ülkelerin tarihini inceleyerek tek tek göstermektir. 

Bu da yetmez, tezimize karşı şeytanın avukatlığını yapıp aklımıza gelen gelmeyen bütün istisnaları, bütün farklı izahları da yine birçok misal üzerinde denemek ve her birini tek tek çürütmektir. 

Bizdeki bazı insanların sandığı gibi bilimde ispat, yukarılara bakıp şiirler okumakla yapılmaz. Ağlamakla da bilim yapmış olmazsınız. 
Sonuçta Connor, siyaset bilimcilerin ve sosyologların etnik milliyetçiliği incelerken yanılmalarına sebep olan on hatayı tek tek sayıyor. Saydıkları arasında “millet ve devlet kelimelerinin kafa karıştırıcı bir şekilde birbirinin yerine kullanılması” var. Bizde buna bir de millet kelimesinin ümmet yerine kullanılmasını eklemek lâzım. Hattâ yeni tanıştığımız İbrahimî Millet’i. “Maddeciliğin insan ilişkileri üzerindeki etkisinin gereksiz şekilde abartılması” da bir başka yaygın hata. Duble yol yaparsak Kürtler dağa çıkmaz anlayışı… 
Öyle görünüyor ki duble yolu kullanarak dağa daha kolay çıkarlar! Hadi asimile olun, elinizi çabuk tutun diyerek, “Vatandaş Almanca, İngilizce konuş!” diye bağırarak da asimilasyon sağlanmıyor. Cameron ve Merkel’e biraz Connor okumaları tavsiye edilebilir… 

ABD bu işi nasıl başarıyor? 

Peki bizimkilere ne tavsiye edelim? Connor, asimilasyonun hangi şartlarda başarılamayacağını sayıyor. Öyle olmaz, böyle olmaz; peki nasıl olur? Bu sorunun cevabı yine Connor’un maddeleri arasında gizli. Tersten almış: Amerika Birleşik Devletleri’nde asimilasyon başarılıdır ama bu başarıya yanlış benzetmeler yapılıyor diyor… 

Çağımızın en başarılı asimilatörü, kendi tabirleriyle “eritme kazanı” Amerika Birleşik Devletleri’dir. 

Nedir bu başarıyı sağlayan? Anahtar âmil diyor Connor, ABD’de asimilasyon isteğinin çoğunluktan değil, asimile olacaktan gelmesidir. 
Amerika’da azınlıkta olanlar bir an önce ana Amerikan toplumuna entegre olmayı talep eder, çünkü: 

Kendisi ve soyundan gelenler geleneklerinin ve dillerinin devam ettiği bir etnik gettoda yaşamış olsalar bile o getto, ekonomi, prestij veya güç yönlerinden, 
onun cesur hayallerinin gerçekleşmesine müsaade edecek çapta değildi. Her zaman gettonun içine çeşitli şekillerde tesir eden ve onu saran daha büyük bir kültürel kimliğin parçası olduğunun sürekli farkındaydı4 ve isteklerini sınırlayan görünür engellerin aşılabilmesi için kültürel asimilasyonun gerekliliği ortadaydı. Bunun bir sonucu olarak Birleşik Devletler’de önde gelen etnik problem azınlıkların asimilasyona direnmeleri değil, hâkim grubun asimile olmamışların asimilasyon taleplerine yeter hızda cevap vermemesi veya verememesidir. 

Tercümesi: Gettoda olmasalar daha iyi ama gettoda bile bulunsalar dışarıda geniş kültür, sanat, ekonomi ufukları vadeden bir dünya varsa, bu dünyaya girişin şartı bir an önce ana kültüre asimile olmaktır. Siz tersini yapar, oy almak gerektiğinde entegre olacak gruplara ait yüksek kültürler uydurur ve “Türkmen’e Kürtçe konuşmak ne güzel de yakışır” gibi sadece size makul gelen laflar 
ederseniz, ayrılıkçılık yapmış olursunuz, birleştiricilik değil. Fransız Cumhurbaşkanı Francois Hollande’ın Arap gettosuna gidip, “Bizim 
Fransızlara da Berberice konuşmak ne güzel yakışır…” dediğini düşünebiliyor musunuz? Herhalde adamı sağlık gerekçesiyle azledip psikiyatri kliniğine yatırırlardı. Fransa bazen bize benzer Entegrasyona mecburuz. Entegrasyonun alternatifi bölünmektir. Peki nasıl? Bu nasılın kısmî cevabı, yine tersinden, geçen yazımda bahsettiğim Kerim Malik’in yazısında, Fransa incelenirken veriliyor.

2013’te gerçekleştirilen ve üzerinde çok konuşulan bir anket vardır. Anketi Fransız araştırma grubu Ipsos ve Institut d’ Études Politiques de Paris (Sciences 
Po diye de bilinir)’deki Centre de Recherches Politiques birlikte yaptılar. Anket, Fransız nüfusunun yüzde 50’sinin ülkenin ekonomide ve kültürde gerilemesinin kaçınılmazlığına inandığını gösteriyordu. Fransız demokrasisinin iyi işlediğini düşünenlerin sayısı üçte birin altındaydı ve yüzde 62 “çoğu” siyasînin “yozlaşmış” olduğu kanaatindeydi. Anketçilerin raporu parçalanmış, kabile hatları üzerinden bölünmüş, ana akım siyasetine yabancılaşmış, millî liderlerine güvenmeyen ve Müslümanlardan ikrah getirmiş bir Fransa’yı anlatıyordu. Raporun sonucuna göre Fransız toplumunu süren asıl duygu “korku” idi. 

İşte diyor Malik, kendi hakkındaki düşünceleri böyle olan bir cemiyet kimseyi entegre filan edemez. Kendini aşağılayan, kendini tanımayan bir millet başkalarına hiç mi hiç çekici gelmez. Fransa’nın önce etnik Fransızları—asırlar sonra yeniden— entegre etmesi gerekiyor. 

İşin daha kötüsü Fransa, içinde bulunduğu psikoloji ile kendini tarif etmenin sağlıklı bir yolunu bulamıyor ve kendini öteki düşmanlığı üzerinden tarif etme kolaylığına kaçıyor. Bu öteki de sözde asimile edeceği Afrikalılar! Meselâ burkayı yasaklıyor… Bu tutum ve korkunun Fransızları değil ötekileri birleştireceği açıktır ve öyle de oluyor. Bir nevi tersine asimilasyon. 

Entegrasyonun gerçekleşebilmesinin üç şartı Malik entegrasyonun gerçekleşebilmesi için üç şart sayıyor: 

1. Çeşitlilikle çok kültürlülüğün bir birinden ayrılması gerekir. Çeşitlilik yaşanan bir gerçektir. Çok kültürlülük ise bir siyasî süreçtir. Kültür farklılıklarının resmen tanınarak kurumsallaştırılmasından kaçınılmalıdır. Tercüme: TRT Kürdî ayrılıkçılığı teşviktir. Tarihî Türk düşmanlarının heykellerinin şehirlerin ortasına dikilmesi ayrılıkçılığı teşviktir. “Ne mutlu Türküm diyene” yazılarının sökülmesi ayrılıkçılığı mükâfatlandırmaktır. 

2. Renk körlüğü ile ırkçılığa karşı körlük bir birinden ayrılmalıdır. Herkese karşı eşit vatandaşlar olarak davranmak övgüye lâyıktır. Fakat ister “çok kültürlülük” gerekçesiyle, ister ırkçılıktan ötürü farklı davranırsanız vatandaşlığın bir anlamı kalmaz. Tercümesi: “Burada Kürt var, Türk var, Çerkez var, Laz var…” nutukları atmak— hangi niyetle yapılırsa yapılsın— ırkçılıktır. Ayrılıkçılığı teşviktir. 

3. İnsanlar ve değerler ayrı şeylerdir. Tercümesi: Çeşitliliği seviyorsunuz ya… Size haberimiz var… Kürt diye tek tip insan yoktur. Bütün Kürtlerin başına bir eşkıya geçirirseniz onlara hürriyet vermiş olmazsınız, onları bir eşkıyaya teslim etmiş olursunuz. Alevi diye tek bir insan da yoktur. Onların başına bir kiliseye benzer bir teşkilât geçirirseniz onları mutlu ve hür yapmış olmazsınız, onları bir cins mafyaya teslim etmiş olursunuz. 

DİPNOTLAR;

1 Meselâ: http://www.hri.org/news/turkey/trkpr/2002/02-10- 10.trkpr.html (31.03.2016’da görüldü.) 
2 İskender Öksüz, “Millet ve Milliyetçilik”, Panama Yayıncılık 2015, sayfa 194 ve oradaki atıflar. 
3 Walker Connor, “Nation building or nation destroying?”, World Politics / Cilt 24 / Sayı 03 / Nisan 1972, 319-355 sayfalar, 
http://journals.cambridge.org/action/displayAbstract?fromPage=online&aid=7545684 (01.04.2016’da görüldü.) 
4 Walker Connor’un notu: Devlet kurumları ve hizmetleri (özellikle okullar), gettolar üstü iletişim, medya, reklamlar ve seçimler 
gettoyu etkileyen dış güçlerden bazılarıdır. 
5 Kenan Malik, “The Failure of Multiculturalism- Community Versus Society in Europe “, Foreign Affairs, 94 2, Mart-Nisan 
2015, sayfa 21- 32. 



***

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı?

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı? 





Dr. Dilek YİĞİT
* Dr., Hazine Müsteşarlığı. Makalede ifade edilen görüşler yazara ait olup, görev yaptığı kurumla ilişkilendirilemez. 

    Tunus’ta 2010 yılının sonunda başlayan ve Arap coğrafyasının tamamına hızla yayılan “Arap Baharı”, Rusya tarafından başlangıçta Batı’nın Ortadoğu’yu kendi 
çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için yarattığı bir komplo, kısaca Batı tezgâhı olarak okunmuştur. 

Rusya’nın bakış açısıyla, “Arap Baharı” adı verilen “Batı komplosu” sadece Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye değil aynı zamanda Rusya’nın Ortadoğu’daki siyasi ve ekonomik etkinliğini yok etmeyi hedeflemekteydi.













Putin’in ifadesiyle Rus şirketlerinin Arap piyasalarında  yıllarca süren çabalarının sonunda  elde ettiği pozisyonun “Arap Baharı” ile zayıflaması,1 Rusya’nın bölgedeki ağırlığının bu süreçte nasıl yıpratılmakta olduğunun ilk somut işaretleri arasındaydı. Aslında “Arap Baharı”nı “Batı’nın komplosu” olarak okuyanlar sadece Rus siyasiler değildi. Bazı akademik ve medya çevrelerinde de, “Arap Baharı” ABD’nin Ortadoğu’daki kartları yeniden dağıtmak ve Ortadoğu’da Afganistan ve Irak’a yönelik müdahaleler sonrası bozulan Amerikan imajını düzeltmek için hazırlanmış bir proje olarak nitelendirilmiştir. 


Akademik ve medya çevreleri ile Rus yönetiminde gördüğümüz bu “Arap Baharı” okuması aslında şaşırtıcı değildir. Zira genel bir perspektiften bakarsak, 
bu okumaların “Büyük Ortadoğu Projesi”ne yönelik eleştirilerin ve şüphelerin bir uzantısı olduğunu görürüz. Zira “Büyük Ortadoğu” kavramına “yapıcı kaos” kavramının eşlik ettiğini, bu kavram ile bölgede oluşacak kaos ve savaş halinin, Batı ve İsrail’in jeostratejik çıkarları doğrultusunda Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi için fırsat yaratacağına yönelik iddiaları hatırlayalım.2 Rusya’nın bakış açısından baktığımız taktirde, bu okumaların Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren Batı’nın Rusya’nın yeniden güçlenmesini istememe, Rusya’nın küresel bir rol edinmesini engelleme ve tek kutuplu dünyayı oluşturma ve kalıcı kılma çabalarına işaret eden yorumların bir uzantısı olduğunu görürüz. 
Üstelik Rusya’nın “Arap Baharı”nın başlangıcında yaptığı okuma, süreçte radikal İslamcı terör örgütlerinin bölgede güç kazanması neticesinde hem güçlenmiş hem de yeni bir boyut kazanmıştır. Özellikle kontrol altına aldığı bölgeleri genişleten IŞİD, bu okumanın güçlenmesinin ve oluşan yeni boyutunun asıl nedenidir. “Arap Baharı” bir “Batı komplosudur” okuması güçlenmiştir, zira Rusya IŞİD ve diğer radikal İslamcı örgütleri, Batı’nın bölge politikalarının sonucu olarak görmüş ve sorumluluğunun Batı’ya ait olduğunu ileri sürmüştür. Diğer taraftan Batı karşıtı okuma yeni bir boyut kazanmıştır; zira Rusya açısından “Arap Baharı” şimdi ayrıca nedeni Batı’nın politikaları olan “radikal İslamın baharı” olarak görülmeye başlanmıştır. 3 



Bu koşullar altında, IŞİD’in kontrol altına aldığı coğrafi alanı genişletmesi, 2014 yılının Haziran ayında kendisini halifelik, lideri Baghdadi’yi ise halife olarak ilan etmesi, “halifelik” ve “halife” kavramlarını kullanmak suretiyle bölgedeki devletlerin ulusal sınırlarını kaldırarak, ulus aşan bir “devlet” kurma iddiasına işaret etmesi, bölgesel aktörler kadar, küresel aktörlerin ve küresel aktör olma iddiasındaki Rusya’nın bölge politikasında öncelikli mesele haline gelmiştir. IŞİD’e karşı ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası koalisyona, Suriye ülkesinde yapılacak saldırılarda Esad yönetiminin izninin alınmadığını gerekçe göstererek katılmayan Rusya, 30 Eylül 2015’te Suriye’deki IŞİD mevzilerini bombalamaya başlamıştır. Rusya’nın asıl hedefinin IŞİD değil, Esad rejiminin korunması ve devamlılığının sağlanması olduğu yönünde savlar yüksek sesle ifade edilirken, şu soruyu sormak gerekmektedir: “IŞİD Rusya için gerçekten bir tehdit midir yoksa fırsat mıdır?” 




IŞİD: Rusya İçin Tehdit 

IŞİD Rusya açısından başlıca dört farklı kanaldan tehdit oluşturmaktadır. Bu kanallardan ilki IŞİD’in Esad karşıtlığının, Rusya’nın Esad yanlısı pozisyonu nedeniyle, dolaylı olarak Rusya karşıtlığı anlamına gelmesidir. Bu noktada IŞİD Rusya nazarında Esad karşıtı tüm diğer unsurlardan sadece birisidir. Dolayısıyla Esad’ın iktidarının korunması ve Suriye’nin geleceğinde radikal İslamcıların rol almaması adına mücadele edilmesi gereken bir unsurdur. Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesinde ISİD hedeflerinin yanı sıra Esad’a muhalif tüm unsurları hedef aldığına yönelik eleştiriler, Rusya’nın IŞİD karşıtlığının temelinde IŞİD’in Esad’a muhalif olmasının yattığı yönündeki görüşü haklı çıkarmaktadır. Ancak bu görüş, “IŞİD Esad yanlısı olsaydı Rusya tarafından tehdit olarak algılanmazdı” şeklinde bir yorumu imkânlı kılmamaktadır. Zira IŞİD’i Rusya için tehdit kılan ikinci kanal, IŞİD’in Rusya’da yaşayan Müslümanlar ile görsel, yazılı medya ve sosyal ağlar aracılığıyla bağlantı kurması/kurmaya çalışması ve Rusya’da propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırmasıdır. 



Bu propaganda faaliyetlerinin de etkisiyle radikal İslamcı unsurlara katılarak Irak ve Suriye’de savaşan Rusya vatandaşlarının sayısının 2,200’e ulaşmış olduğu sanılmakta4 ve savaşmak için Ortadoğu’ya giden her bir kişinin geride kalanlar için örnek teşkil etmesinden kaygılanılmaktadır. IŞİD’in Rusya’daki propagandasının başarısı ise mesajlarının basitliğine, Irak ve Suriye’de kontrol altına aldığı coğrafi alanı genişletmek gibi somut girişimlerine ve eylemlerini kamuoyuna duyurma konusundaki yetisine bağlanmaktadır.5 

Rusya IŞİD’in büyük çoğunluğu Sünni olan Rusya Müslümanları üzerinden Kuzey Kafkasya bölgesinin istikrarını tehdit ettiği görüşündedir ve bu kişilerin Rusya’ya dönerek şiddet eylemlerine başvurması ile Rusya Müslümanlarını radikalleştirme si ihtimalleri radikal İslamın yükselişinin Rusya’nın iç meselesine dönüşebileceği nin işaretidir. Dolayısıyla Rusya’nın hedefi, IŞİD’in faaliyetleri Rusya’ya ulaşmadan, IŞİD’i doğduğu yerde yok etmektir. Üçüncü kanal, Sovyetler dönemini canlandırmak istercesine Rusya’nın etkisini artırmayı ve hatta kontrolü altında tutmayı hedeflediği Orta Asya’nın da IŞİD’in faaliyet ve etki alanına dönüşmesi riskidir. Doğruluğu tartışmaya açık olmakla beraber, Kazakistan’dan 250,6Tacikistan’dan 200’den fazla, Özbekistan’dan 200-300 arası, Türkmenistan’dan 300’den fazla kişinin IŞİD saflarına katıldığı tahmin 
edilmektedir.7 Bu rakamlar bazı okuyuculara çok ciddi rakamlar olarak görünmeyebilir ancak Orta Asya halklarının radikalleşmeye açık olduğuna işaret etmektedir. 

Üstelik Orta Asya’da IŞİD’i örnek alan IŞİD benzeri girişimler bölgenin güvenliği ve istikrarı açısından ciddi bir risktir. 
Radikalleşmenin yayılma etkisi dikkate alındığında bu risk, Rusya adına dış politika açısından Ortadoğu’daki uzak tehdit olan IŞİD’in Orta Asya’daki 
yakın tehdide dönüşmesi demektir. 
Dördüncü kanal, Ortadoğu’da yaşayan Hıristiyanların IŞİD’in hedefi haline gelmeleridir. IŞİD’in bölgede yaşayan Hıristiyanlar üzerinden Rusya için tehdit oluşturması Rusya’nın imajına tehdit oluşturmasından kaynaklanmaktadır zira Rusya kendisini, bölgedeki Hıristiyanların koruyucusu, hatta tek koruyucusu ilan etmiştir. Dolayısıyla IŞİD Hıristiyanlara zarar verdiği müddetçe, Rusya’nın Hıristiyanlarının koruyucusu imajı da zarar görecektir. 

<   Rusya IŞİD’in büyük çoğunluğu Sünni olan Rusya Müslümanları üzerinden Kuzey Kafkasya bölgesinin istikrarını tehdit ettiği görüşündedir.  >

IŞİD: Rusya için Fırsat 

Bir terör örgütü uluslararası aktörler açısından fırsata dönüşmeyi hedeflemiyor olabilir ama bir uluslararası politika aktörü, özellikle de küresel aktör olma gibi hırsları var ise bir terör örgütünü kendi adına fırsata dönüştürmeyi başarabilir. İster aktörün rasyonel olması ile ister faydacılık söylemleri ışığında açıklansın, neticede aşağıda belirteceğimiz hususlar Rusya ve IŞİD örneğinde, bir terör örgütünün bir devlet adına nasıl fırsata dönüştüğü hakkında fikir verecektir. 

Birincisi, “Arap Baharı” süreci içinde IŞİD gibi radikal İslamcı unsurların güçlenmesi, radikal İslamcı unsurların Batı’nın politikalarının ürünü olduğunu iddia eden Rusya’nın Batı karşıtı söylemlerini güçlendirmiştir. 

Üstelik Rusya Batı’nın IŞİD ile mücadele eden Esad karşıtlığını da, IŞİD’in Batı tarafından güçlendirilmekte olduğu savına destek olarak sunmaktadır. 
Bu söylem, Rusya’nın IŞİD ile mücadele ederken, aynı zamanda Batı’nın yanlış politikalarının sonucu ile de mücadele ettiği anlamını taşımaktadır ki, Rusya IŞİD sayesinde kendisini adeta “Batı’nın yanlışlarını düzeltmek zorunda kalan aktör” olarak konumlandırmıştır. 

İkincisi, IŞİD Hıristiyanları hedef alırken, IŞİD’e karşı saldırılara başlayan Rusya, böylelikle Ortadoğu’daki Hıristiyanların tek koruyucusu olduğu yönündeki söylemini eylemleri ile destekliyor konumuna gelmiştir. Rusya’nın IŞİD ile mücadelesinin de bölgedeki Hıristiyanlar tarafından memnuniyetle karşılandığı, hatta Putin’in “21. Yüzyılın Constantine”i olarak tanımlandığına ilişkin haberler ve yorumlar8 dikkate alınırsa, IŞİD’in, Rusya’nın Hıristiyanların koruyucusu olduğu savının Rusya tarafından ileri sürülmesinde olmasa bile, Ortadoğulu Hıristiyanlar tarafından kabul görmesinde rol oynadığı yadsınamaz. 

Üçüncüsü, Rusya’nın İran, Hizbullah ve Hamas ile ilişkileri küresel kamuoyu nezdinde daha savunulabilir hale gelmiştir. Özellikle Rusya’nın İran ile ilişkileri 
ve Hizbullah’a yaklaşımı, Rusya’nın “Arap Baharı” ile yükselen radikal İslamı dengeleme politikası adı altında servis edilebilir olmuştur. 
Bu noktada ABD’nin terörist örgütler listesinde olmasına rağmen, Rusya’nın Hamas ve Hizbullah’ı terör örgütü olarak kabul etmemiş olduğunu ve Rus yetkililerin ağzından, IŞİD, El-Kaide ve El- Nusra ile mücadele konusunda ABD ile işbirliği yapan ve yapmaya hazır olan Rusya’nın Hizbullah ve Hamas’ı asla tartışma konusu yapmayacağının açıklandığını bu noktada hatırlatmak gerekir.9 Rusya adeta “IŞİD gibi radikal İslamcı örgütler varken, Hizbullah ile Hamas’ı tartışmanın zamanı da değildir, yeri de” mesajı vermektedir. 

<  Bir terör örgütü uluslararası aktörler açısından fırsata dönüşmeyi hedeflemiyor olabilir ama bir uluslararası politika aktörü, özellikle de küresel aktör olma gibi hırsları var ise bir terör örgütünü kendi adına fırsata dönüştürmeyi başarabilir.  >

Dördüncüsü, Rusya IŞİD’i Esad rejimine verdiği desteği meşrulaştırmak adına araçsallaştırmıştır. Demokrasilerde ve demokrasi olduğu iddiasındaki yönetimlerde, iktidarın iç politika kararlarını olduğu kadar dış politika kararlarını da meşrulaştırmaya ihtiyacı vardır ki, böylelikle iktidarlar bir sonraki seçimleri kendileri adına riske atmış olmasınlar. Dolayısıyla Suriye’de iç çatışmalar yoğunlaşmışken, bu koşullarda sorumluluğun ne kadarının Esad rejiminde olduğu tartışılabilse de, Esad yönetiminin sorumluluğu olmadığı gibi bir iddia kabul edilemez. Bu noktada Rusya, hem iç hem de uluslararası kamuoyu nezdinde Suriye’de yaşananlardan sorumlu olan Esad’a verdiği destek nedeniyle şiddetli eleştirilerin hedefi olurken IŞİD Rusya tarafından, kendisine yöneltilen eleştirileri yumuşatıcı bir faktör olarak devreye girmiştir. Bu durum kısaca “Esad 
rejimi IŞİD gibi radikal unsurlardan daha iyidir” söylemi şeklinde özetlenebilir. Hatta IŞİD’in Rusya’nın Esad’a verdiği desteği meşrulaştırıcı bir araca dönüştürülmüş olmasının yansımaları Batı ülkeleri nezdinde de gözlemlenmekte dir. “Esad İŞİD’den iyidir” söylemi, Batı’Suriye’nin içinde bulunduğu koşullarda Esad ile görüşülebileceğine ve Suriye için öngörülen bir geçiş sürecinde Esad’a da yer verilebileceğine ilişkin yorumlara temel sağlamıştır. 

Beşincisi, Rusya, Orta Asya devletleri hükümetlerinde IŞİD’in yarattığı kaygıyı/korkuyu, IŞİD’in Orta Asya’da yayılmak gibi bir amacı olduğunun 
altını çizerek, Orta Asya’da güvenliği sağlayabilecek tek devletin Rusya olduğunu imajını yaratmak için kullanmaktadır. Dolayısıyla IŞİD, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini artırmak için de araçsallaştırılmıştır. Kısaca IŞİD Rusya için tehdit oluşturduğu ölçüde fırsat da olmuştur. Rusya IŞİD’i bir tehdit olarak algılamaya devam ederken, rasyonel bir aktör olarak IŞİD’in yarattığı fırsatı da kullanmaktadır. Ancak Rus yönetimi, IŞİD’in Rusya için oluşturduğu “tehdit-fırsat” dengesinin çok hassas olduğunun ve bölgesel ile uluslararası gelişmelerin 
seyrine bağlı olarak her an bozulabileceğinin farkında olmalıdır. 

DİPNOTLAR;

1 Alexey Malashenko, Russia and Arab Spring, Carnegie Moscow Center, Ekim 2013. 
2 Reza Akhlaghi, The Arab Spring: Conspiracy Theory or National Will, 
http://foreignpolicyblogs.com/2013/05/11/thearab-spring-conspiracy-theory-or-national-will/, 11 Mayıs 2013 
3 Maxim A. Suchkov, Russia and the Arab Spring: Changing Narratives and Implications for Regional Policies, Arab Center for Research and Policy Studies, 2015 
4 2,200 jihadists from Russia fight in Syria, Iraq – Russian Foreign Ministry , 
https://www.rt.com/news/272299-russia-jihadists-syria-iraq/ 7 Temmuz 2015 
5 Neil MacFarquhar, For Russia, Links Between Caucasus and ISIS provoke Anxiety, www.nytimes.com, 20 Kasım 2015 
6 ‘Our People in an Alien War’: Kazakhstanis Fighting for the Islamic State, 
http://www.jamestown.org/programs/edm/single/?tx_ttnews%5Btt_news%5D=43096&cHash=6ec59c9254 
22345378cea503708bad9e#.VwIkpJyLRMw, Kasım 2014 
7 P. Stobdan, ISIS in Central Asia, IDSA Issue Brief, Ekim 2014 
8 “Russia – a game changer for global Christianity”, 
https://www.rt.com/op-edge/321447-christians-isis-religionputin/, 11 Kasım 2015 
9 Kremlin official: Russia will not put Hamas and Hezbollah on list of terror groups, 
http://www.jpost.com/Middle-East/Kremlin-official-Russia-will-not-put-Hamas-and-Hezbollah-on-list-of-terror-groups-439466, Ocak 2016. 

IŞİD: Rusya İçin Tehdit Mi Fırsat Mı? 

Dr. Dilek Yiğit 
21. YÜZYIL Nisan’16 • Sayı: 88

***

15 Aralık 2018 Cumartesi

ORTADOĞU PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN YENİ BOYUTU BÖLÜM 2

ORTADOĞU PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN  YENİ BOYUTU BÖLÜM 2



ABD’de Seçimler ve Obama’nın Türkiye Ziyareti 

Seçimlerden Obama’nın, galip çıkması, başlı başına bir başarıydı. Çünkü “WASP” olmayan, yani beyaz, Anglo Sakson ve Protestan olmayanların bu pozisyona çıkabilmelerine ihtimal verilmemesine rağmen, üstelik babası zenci olan Barak Obama’nın Demokrat partinin adayı olması önemli bir gelişmeydi. Bu gelişme her şeyden önce, ABD’deki demokrasinin durumu, insan haklarının eriştiği boyut, etnik fark gözetmeksizin toplumsal entegrasyonun eriştiği seviye bakımlarından ABD imajına katkıda bulanan olumlu bir gelişme olmuştur. Başka bir değişle, ABD modeli bir bakıma Barak Obama’nın seçilmesi ile rüştünü ispat etmiştir. Bu 
gelişme, hukuksal anlamda olduğu gibi sosyolojik, psikolojik ve politik olarak insanların farklı etnik kökenden gelmesinin, farklı renklere sahip olmasının önemini büyük ölçüde yitirdiğinin, ortak Amerikan kimliğinin oturduğunun bir göstergesi olarak da yorumlanabilir.18 

Bu durum genelde ABD içinde ve dünyada da olumlu algılandığı için küresel krize rağmen, ABD ekonomisi ve dünya ekonomisinde olumlu küçük kıpırdanmalar oldu ve dünyada neredeyse dibe vuran Amerikan imajı da olumlu yönde etkilendi. ABD’de hem iktidar değişimini, hem de algılamalardaki değişimi hazırlayan birçok faktör bulunmaktadır. Her ne kadar Obama’nın donanımlı olması, başarılı bir kampanya yürütmesi önemli olsa da, özellikle iki dönem devam eden ABD’deki Bush iktidarının ekonomi, dış politika, savunma gibi 
alanlarda başarısız politikaları seçim sonucu üzerinde belirleyici etkiye sahip olmuştur. Doğal olarak ekonomik krizden dolayı yeni yönetimin önündeki en büyük sınav ekonomiye dair olacaktır. Fakat dış politikada da, başta Afganistan ve Irak’ta devam edene işgaller, İran’a dair politikalar gibi çözülmeyi bekleyen sorunlar bulunmaktadır.19 Şurası bir gerçektir ki, ABD Soğuk Savaş sonrası tek süper güç olarak kaldı. ABD’nin partiler ötesi temel stratejisi, ABD’nin bu pozisyonunu güçlendirmek ve mümkün olduğunca devam ettirmektir. Fakat bu 
amaca ulaşma bağlamında farklı iktidarların kullandığı metotlar değişmektedir. İki dönem, dörder yıldan toplam sekiz yıl iktidarda olan Cumhuriyetçiler bu amaca varmak için Amerika’nın askeri üstünlüğüne dayalı, diğer dost veya rakip güçlerin görüşlerine itibar etmeyen, “ben güçlüyüm yaparım” diyen bir mantıkla hareket etmişlerdir. Bunun sonuçları iç açıcı olamadığı için, Obama yönetiminin yumuşak güce dayalı, bölgesel ve küresel güçlerle, uluslararası teşkilatlarla diyaloga, işbirliğine dayalı bir siyaset takip edeceği beklenmektedir.20 
ABD’nin hem dış politikası, hem de iç politikası dünyanın geri kalanı tarafından ilgi ile takip edilmektedir. Obama’nın başkan seçilmesi sadece Amerikan kamuoyunun ilgi odağı olmakla kalmamış, dünya tarafından da ilgiyle takip edilmiştir. Dünden bu güne yeni ABD başkanlarının ilk demeçlerine, ilk ziyaretlerine önemli anlamlar yüklenmiştir. Obama’nın da ilk demecinde ne dediği ilgi ile izlenmiş, İslam dünyasına yönelik sıcak mesajları, diyaloga 
vurgu yapması özellikle İslam ülkelerince takdirle karşılanmış, ilk ziyaretini de hangi ülkeye yapacağı merakla beklenmiştir. Obama ilk denizaşırı ziyaretini Türkiye’ye yapacağını açıkladığında, bir taraftan dünya kamuoyunun merakı giderilirken, diğer taraftan Türkiye bu gelişmeyi sevinçle karşılamış, Türkiye ile sorunu olan çevreler, devletler ise kıskançlıkla karışık rahatsızlıklarını ortaya koymuşlardır.21 Başkan Obama’yı bu ziyareti gerçekleştirmeye teşvik eden birçok faktör bulunmaktadır. Takip ettiği komşuları ile sıfır sorun politikası 
sonucu Türkiye Ermenistan hariç tüm komşuları ile ilişkilerini düzeltmiş ve bölgede saygın bir konuma gelmiştir. Ermenistan ile de günümüzde devam eden bir diyalog süreci bulunmaktadır. Sınırın açılması, diplomatik ilişkilerin kurulması ve sorunların diplomatik yollarla çözülmesi gündemdedir. İç istikrar ve tek partinin iktidarda olmasının yardımı ile Türkiye bölgesel ve küresel istikrarın sağlanması için olumlu roller oynamaya başlamıştır. Türkiye’nin bölgedeki saygın, şahsiyetli duruşu bölgesel ve küresel dengeleri muhafaza etme 
ve yönlendirme arayışında olan ABD’nin gözünden kaçmamıştır. Ayrıca ABD Türkiye’nin artık bir “küçük kardeş” değil, bir “arkadaş” olduğunu kabul etmiştir.22 Diğer önemli bir boyut ise, dünyada medeniyetler çatışmasından bahsedilmekte iken, sanki bu iddiayı teyit edercesine ABD’ye yönelik 11 Eylül saldırıları gerçekleşti. Bunu takiben özellikle Batı’da Müslümanlar düşman, İslam ise tehlikeli bir ideoloji olarak algılanmaya başlandı. Bu durum ise dünya barışına katkı sağlamadığı ve sağlayamayacağı gibi, ne Batı’nın, ne de İslam dünyasının çıkarına olacaktır. Bunun farkında olan başkan Obama hem kampanyası sırasında, hem de daha sonra İslam dünyasına olumlu mesajlar vermiş ve el uzatacaklarını, işbirliği yapacaklarını vurgulamıştır. Bu bağlamda ilk ziyaretini de halkının yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye’ye yapmaları önem arz etmektedir. Obama’nın Türkiye ziyareti ile bir bakıma Türkiye nezdinde İslam dünyası onure edilmiştir. Türkiye, ileri demokrasiyle İslam’ın bir arada bulunabileceğini gösteren bir ülkedir. Türkiye’nin bu özelliği de, hem dünya barışı, hem de ABD dış politikası bağlamında anlam ifade etmektedir.23 ABD’nin Bush döneminde Afganistan’da, Irak’ta savaşa girmesi ve günümüzde Irak’tan çekilme sürecine başlaması, diğer taraftan Afganistan’da ise ABD’nin istikrar sağlama bağlamında yardıma ihtiyacı olması, Türkiye’nin de her iki durumda gerek askerlerin çekilmesinde Türk topraklarının kullanılması, gerekse Afganistan’da ek askeri güç ihtiyacı bağlamında ABD için yardım edebilecek bir ülke olarak anlam ifade etmesi, Obama’nın ziyaretinde bir nebze de olsa etkili olmuş olabilir. Amerikan Başkanı’nın ziyareti bir taraftan Türkiye’nin kültürel, 
tarihsel, coğrafi açıdan öneminin altını çizerken, diğer taraftan dış politikada takip ettiği şahsiyetli politikanın bir başarısı ve belki de gerçekten bölgesel güç olduğunun ve ufukta küresel güç olabilme vizyonu bulunduğunun bir teyidi de kabul edilebilir. 

Türkiye ne Yapmalı? 

Türkiye maalesef kendi Kürt sorunun rehini haline gelmiştir. Bu sorun Türkiye’yi bölgede güçsüz bir hale getirir ve Kürt sorununu manipüle etmek isteyen düşmanlarının yönelimlerine karşı daha savunmasız kılar ve bu Türkiye’nin Irak, İran ve Suriye ile ilişkilerinde elini bağlayan bir unsur olur. Bunun yanında İran, Iraklı Kürtleri Bağdat'la hesaplaşma aracı olarak görmüş ve defalarca faydalanmıştır. Ancak Saddam'ın devrilmesi ve Şiilerin etkinlik kazanmasıyla birlikte Kürtlerin bu çerçevede önemi kalmamıştır. Ülkelerindeki Kürt nüfusu 
Türkiye’dekine oranla daha küçük olan Suriye ve İran, Irak Kürtlerinin bağımsızlığı konusunda Türkiye kadar doğrudan ve büyük bir tehdit algılamıyorlar. Dolayısıyla Kuzey Irak, Suriye ve İran için ABD ile ilişkilerindeki en önemli kalem değildir. Türkiye bu noktada Kuzey Irak’ın bu ülkeler için de öncelikli tehdit olduğuna ikna edebilmelidir. Bunun ardından da Irak’ın tüm komşularının ABD’nin Irak’ın bölünmesini hazırlayan politikaların dan  vazgeçmemesi halinde ödenecek bedelin ne olduğunu ABD´ye net bir şekilde göstermeleri gerekir.24 Türkiye’nin hızla Irak’ta elini güçlendirmesi gerekiyor ve kendisinin ne kadar önemli, gerekli ve güçlü olduğunu sadece Obama ya değil, Irak’lı ve bölgesel unsurlara da kanıtlaması gerekiyor. Irak’ta eli güçlenmemiş, pratikte uygulanabilir planları olmayan, sadece PKK ve Barzani saplantısı ile hareket eden bir Türkiye’nin belirleyici ülke olmasını beklemek gerçekçi olmaz.25 Eğer tüm saha ABD’de şekillenecek ki bu aynı zamanda İsrail ve 
İngiltere etkisinde şekillenecek demektir, planlara kalacak ise Türkiye’ye biçilen rol hiçbir zaman onun lehine olmayacaktır. Türkiye olayların içine çekilmek ve sürüklenmek yerine Irak’ta güven ve istikrar inşa eden bir ülke rolüne bürünmelidir. Kuzey Irak’ın Türkiye’ye ekonomik ve toplumsal uyumunu sağlanamaz ise bölge Türkiye’yi rahatsız eden bir yer olmaya devam edecek. ABD´ye kurulacak bir Kürt devletinin stratejik bir yük olacağı her 
fırsatta vurgulanmalıdır. ABD’nin; denize çıkışı olmayan, izolasyonlar nedeniyle doğal zenginliklerini pazarlayamayan Kürtleri askeri, siyasi ve ekonomik açıdan uzun yıllar desteklemek zorunda kalacağı anlatılmalıdır. Bu şartlarda ABD kamuoyu Kürt devleti projesi´ne çok sıcak bakmayabilir. 

İçinde yaşadığımız dünya yerinden oynayan taşları yeniden yerlerine yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'nin bu yenidünyada birçok manevra ve işbirliği alanları vardır. Sadece süper güce bağımlı politikalar yerine, Balkanlar´da, Doğu Avrupa´da, Ortadoğu´da, Orta Asya´da ve Kafkaslarda yeni imkânlar ortaya çıkmıştır.26 Belirtilen bölgelerde yürütülen ABD politikaları, Türkiye'nin uzun vadeli bölge politikaları ile örtüşmemekte, aksine çoğu yerde karşı karşıya gelmektedir. Türkiye, ABD ve AB ile iyi ilişkiler içinde olarak ama tam 
teslimiyet içine girmeden, Rusya, Orta Asya, Uzak Doğu gibi birbirinden çok farklı ama Türkiye ile doğrudan ve yakından ilgili bölgelerle daha yakın ve daha sıkı işbirliği arayışı içinde olmalıdır. Türkiye, Kafkaslar, Orta Asya ve Akdeniz'de Rusya ile birlikte önemli roller üstlenebilir. Diğer yandan Orta Asya'daki devletler ve Ortadoğu'daki komşularımızla yapılabilecek bölgesel ekonomik ve siyasi işbirlikleri, hem bölgeye hem de dünyaya istikrarın ve barışın gelmesine katkı yapabilir. Bu tür bölgesel işbirlikleri ne AB'ye ne de ABD'ye karşıdır. Ayrıca bu tür işbirlikleri bu ülkelere karşı alternatif de değildir. Türkiye bu çok yönlü 
yeni oluşumlar ortasında, kendine daha çok güvenerek, kendi genç nüfusuna, eğitimli insanlarına, girişimcilik ruhuna daha fazla ağırlık vererek yeni ve milli politikalar yürütmek zorundadır. Bunun içinde hedeflerimizin net bir şekilde ortaya konmasına, kalıcı ve akılcı bir strateji belirlenmesine ve izlenmesine ihtiyaç vardır. 

Sonuç ;

Türkiye, 1991’den sonra uzun süre Kuzey Irak’taki en aktif ve etkin güç konumunda idi. Fakat bu güç zamanla erozyona uğramaya başladı. ABD Türkiye’yi yavaş yavaş devre dışı bırakmayı denedi ve Türkiye’nin bölgedeki etkisi oldukça sınırlandı. ABD´nin Irak’ın genelinde olduğu gibi Kuzey Irak’a yönelik politikasının da, iyi düşünülmüş ve uygulanan bir plandan çok güncel gelişmelerin ve tartışmaların seyri büyük önem taşıyor. Ancak yine de, 
ABD Kuzey Irak’ta uzun süreli askeri güç bulundurarak çevre ülkelerinin iradelerinin kırılmasını beklemeyi planlıyor olabilir.27 Türkiye, ABD’nin Kuzey Irak politikasını daha köklü biçimde etkileyebilecek bazı adımları henüz atmamıştır. Türkiye, bir Kürt devletinin kurulmasının ABD’ye yarardan çok zarar getireceği konusundaki ikna çabalarını her şartta sürdürmelidir. Ancak bu ikna çabaları, sözlü mesajlarla sınırlı kaldığında yeterli olmayabilir. 
Türkiye ABD aleyhine adımlar atma isteğinde olmadığını ama gerektiği zaman bunu yapmaya kapasitesi ve cesareti olduğunu Amerikalı karar alıcılara gösterebilmelidir.28 

ABD’nin Irak’tan ve Ortadoğu’dan hemen çekileceğini düşünmek zor fakat söz konusu olan ABD de olsa bölgenin şartları tek aktörün belirleyiciliğine izin vermiyor. Türkiye’ye olan ihtiyaç her geçen gün artıyor. Türkiye bu ihtiyacı görebilir ve içini doldurabilirse şu ana kadarki kayıplarını giderebileceği bir zemine kavuşabilir. Kürt devleti gibi korkularına hapsolmuş bir Türkiye ise ne bu korkusundaki tehdidi ortadan kaldırabilir, ne de olayların önünde sürüklenmek ten kurtulabilir. Ortadoğu’nun istikrara ve barışa kavuşması, bölgenin 
demokratikleşmesi, ekonomik olarak kalkınması Türkiye’nin yararına olur. Ortadoğu, dünyada demokratikleşmeden nasibini alamamış son bölgedir. İşbaşındaki rejimlerden ve ABD’nin politikalarından hayal kırıklığına uğrayan insanlar İslamcılara yöneliyor. Ne İslamcı rejimlerle yönetilen, ne de istikrarsızlık ve karışıklık, mezhep veya etnik çatışma içinde olan komşularla çevrili olmak Türkiye’nin işine gelir. Türkiye’nin paylaştığı görüş, bölgenin reformlara ihtiyacı olduğudur. Ancak, bunun ABD’nin yöntemleri ile gerçekleşemeyeceği ortada. Ortadoğu’da değişim yavaş olacak. Kalıcı olması için bunun esas olarak iç 
dinamiklere dayalı bir değişim olması gerekmektedir. 

Dünyamız şuan itibariyle beş yıl önce olduğundan daha tehlikeli bir görünüm arz etmekte ve de geleceğe yönelik beklentiler hiç iç açıcı değil. Belki de Birleşmiş Milletler içindeki siyasi değişikliklerin ortaya çıkaracağı yapıcı bir yaklaşım, güvenlikte geçtiğimiz yıllarda ki azalmayı önümüzdeki yıllar da tersine çevirebilir. Temennimiz, Türkiye’nin bölgede ılımlı ve uzlaşmayı sağlayacak daha bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasıdır. Türkiye, jeopolitik bağımsızlığını ancak mücadele ederek kazanabilir. Bunun kolay, bedelsiz ve sınırsız olması 
beklemek doğru olmaz. ABD’den bağımsız olmak adına onun her politikasına, hemen ve tamamen karşı çıkmak da doğru değildir. Türkiye’nin ABD’den ayrı düşebileceği ve hatta düşmesi gereken konuları olmasına rağmen bunların sayısı ve şekli sınırlıdır. Dolayısıyla Türkiye, ABD’ye karşı tutum alması gereken konuları çok iyi belirlemelidir. Bu konular seçilirken dikkate alınması gereken kriterler insani, dini ve duygusal değil, milli ve somut olmalıdır. Demek ki, Türkiye bir yandan Batı ittifakı içinde yer aldığı için ABD ile ilişkilerine özen göstermek zorundadır. Diğer yandan da, 11 Eylül sonrasında ABD’nin Ortadoğu’da uyguladığı politikalar karşısında, kendi çıkarlarını korumalıdır. Bu, çok iyi düşünülmüş, iyi ayarlanmış bir diplomasi ve güvenlik politikası gerektirir. Türkiye bu yeni sistemde, şayet dersini iyi hazırlanır ve yetenekli insan sermayesini akıllı, gerçekçi bir strateji çerçevesinde bu işe seferber ederse bu defa treni kaçırmayız. Sistemde önemli bir bölgesel siyasi, ekonomik ve askeri güç olarak yerimizi teminat altına alırız. Aksi halde, “ böyle gelmiş böyle gider”  senaryosuna dâhil edilip son zamanlarda hızlanan yoğun dünya mimarisini yeniden yapılama çabalarının dışında kalırız.29 

DİPNOTLAR;

1 Karakuş, Hakan Alexander: Die Außenpolitik der Republik Türkei im Zeitraum 1990 bis 2000, Diplomarbeit, Wien 2005, S. 12-15 
2 Arı Tayyar; Türk - Amerikan İlişkileri: Sistemdeki değişim sorunumu?, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 4, No:13, ss. 17–35, 2008. S. 25-26 
3 Brauns, Nikolaus - Tsalos, Dimitri; Naher und mittlerer Osten. Krieg Besatzung Widerstand, 2007, S. 96 
4 Larry Everest; Öl, Macht und Empire. Der Irak und die globale US-Politik (Globale Analysen), 2007, S. 67 
5 Yılmaz M. Ercan; Soğuk Savaş Sonrasında “Yeni Dünya Düzeni”, Akademik Bakış Dergisi, Temmuz - Ağustos – Eylül Sayı: 17, 2009, S.23 
6 Gözen, Ramazan; Amerikan Kıskacında Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası. Ankara 2000, S. 25–31 
7 Yılmaz M. Ercan; Soğuk Savaş Sonrasında “Yeni Dünya Düzeni”, Akademik Bakış Dergisi, Temmuz - Ağustos – Eylül Sayı: 17, 2009, S. 16 
8 Dippel Horst; Geschichte der USA, 8. Auflage 2007, Beck`sche Reihe, S. 65 
9 Seufert Günter, Kubaseck Christopher, Die Türkei – Politik Geschichte Kultur, München, Beck Verlag, 2004, S. 94 
10 Andrea K. Riemer; Petroimperialismus und Freiheit? Frankfurt am Main 2008, Peter Lang Verlag, S. 45-50 
12 August Pradetto; Sicherheit und Verteidigung nach dem 11. September 2001, Frankfurt am Main 2004, Peter Lang Verlag, S. 85-89 
13 Andrea K. Riemer; Petroimperialismus und Freiheit? Frankfurt am Main 2008, Peter Lang Verlag, S. 45-50 
14 Irak: Das geteilte Böse, Der Spiegel, (24/2007), 11.06.2007 
15 Obama kündigt harte Politik gegenüber Teheran an, DerStandart, 07. Dezember 2008 
16 Obama verspricht Iraks Regierung „verantwortungsvollen“ Truppenabzug, DerStandart, 04. Dezember 2008 
17 Andrea K. Riemer; Petroimperialismus und Freiheit? Frankfurt am Main 2008, Peter Lang Verlag, S. 45-50 
18 Clinton besuchte erstmals seit Nominierung US-Außenministerium, DerStandart 09. Dezember 2008 
19 Kalnoky Boris; Barack Obama sieht Türkei als „Modell für die Welt“, Die Welt 06.04.2009 
20 Erdurmaz Serdar; 11 Eylül Sonrası Dünya: Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak, 
    http://www.turksam.org/tr/a1786.html (20.06.2009) 
21 Kalnoky Boris; Barack Obama sieht Türkei als „Modell für die Welt“, Die Welt 06.04.2009 
22 aynı yer. 
23 Erdurmaz Serdar; 11 Eylül Sonrası Dünya: Artık Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak, 
    http://www.turksam.org/tr/a1786.html (20.06.2009) 
24 Arı Tayyar; Türk - Amerikan İlişkileri: Sistemdeki değişim sorunumu?, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 4, No:13, ss. 17–35, 2008. S. 18 
25 aynı yer, S. 25–26 
26 Seufert Günter, Kubaseck Christopher, Die Türkei – Politik Geschichte Kultur, München, Beck’sche reihe, 2004, S. 48 
27 Henner, Fürtig; Deutsche Experten geben USA Schuld für religiöse Konflikte, Der Standart, 14. Juni 2007 
28 Uslu Nasuh, 1980´lerden Günümüze Türk Amerikan İlişkilerinin Genel Seyri ve Temel Boyutları, “1980– 
    2003 Türkiye´nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari Politikaları”, Göksu Turgut, Şen Ali, Baharçiçek Abdulkadir, Hasan H. Çevik (Edt.), Siyasal Kitapevi, 
    Ankara, 2003, S. 184–186 
29 aynı yer, S. 184–186 


Kaynakça;

• ABROMOWİTZ Morton; (2001) Türkiye´nin Dönüşümü ve Amerikan Politikası, 
(Çeviri: Faruk Çakır ve Nasuh Uslu), Liberte Yayınları. 
• ARI Tayyar; (2008) Türk - Amerikan İlişkileri: Sistemdeki değişim sorunumu?, 
Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt 4, No:13, ss. 17–35. 
• ANDREA K. Riemer; (2008) Petroimperialismus und Freiheit? Frankfurt am Main, Peter Lang Verlag. 
• AUGUST Pradetto; (2004) Sicherheit und Verteidigung nach dem 11. September 
2001, Frankfurt am Main, Peter Lang Verlag. 
• BIERLING Stefan; (2007) Geschichte der Amerikanischen Aussenpolitik „von 1917 bis Gegenwart“, Verlag C.H. Beck, Nördlingen. 
• Clinton besuchte erstmals seit Nominierung US-Außenministerium, DerStandart 09. Dezember 2008 
• Der Krieg im Irak und seine Folgen: Analysen und Hintergründe, Die Zeit 30/ 2006 
• DIPPEL Horst; (2007) Geschichte der USA, Beck`sche Reihe, 8. Auflage. 
• GÖZEN Ramazan; (2000) Amerikan Kıskacında Dış Politika: Körfez Savaşı, Turgut Özal ve Sonrası. Ankara. 
• HENNER Fürtig; Deutsche Experten geben USA Schuld für religiöse Konflikte, Der Standart, 14. Juni 2007 
• KALNOKY Boris; Barack Obama sieht Türkei als „Modell für die Welt“, Die Welt 
06.04.2009 
• KARAKUS H. Alexander: (2005) Die Außenpolitik der Republik Türkei im Zeitraum 1990 bis 2000, Diplomarbeit, Wien. 
• KÖNI Hasan; (2007) Amerikanın Uluslararası Politikası, Ekim Yayınları. 
• LARRY Everest; (2007) Öl, Macht und Empire. Der Irak und die Globale US-Politik (Globale Analysen). 
• Nahost: Die Gefahr der drei Bürgerkriege und das Ende der US-Dominanz, Die Presse 30.12.2006 
• Obama kündigt harte Politik gegenüber Teheran an, DerStandart, 07. Dezember 2008 
• ROWLAND Morgan - IAN Henshall; (2006) Amerikan Yalanları „11 Eylül ve 
Medeniyetler Çatışması“, (Çeviri: Güneş Ayas ve Bora Alioğlu), Salyangoz Yayınları. 
• SEUFERT Günter - KUBASECK Christopher, (2004) Die Türkei – Politik Geschichte Kultur, München, Beck Verlag. 
• USLU Nasuh; 1980´ler den Günümüze Türk Amerikan İlişkilerinin Genel Seyri ve Temel Boyutları, “1980–2003 Türkiye´nin Dış, Ekonomik, Sosyal ve İdari 
Politikaları”, Göksu Turgut, Şen Ali, Baharçiçek Abdulkadir, Hasan H. Çevik 
(Editörler), Siyasal Kitapevi, Ankara, 2003, S. 184–186 
• YILMAZ M. Ercan; (2009) Soğuk Savaş Sonrasında “Yeni Dünya Düzeni”, 
Akademik Bakış Dergisi, Temmuz - Ağustos – Eylül Sayı: 17, ss. 11–24. 


***

ORTADOĞU PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN YENİ BOYUTU BÖLÜM 1

ORTADOĞU PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİNİN  YENİ BOYUTU BÖLÜM 1





Ali AYATA* 
* Yrd. Doç. Dr., Bilecik Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi , 
ali.ayata@bilecik.edu.tr 

AKADEMİK BAKIŞ DERGİSİ 
Sayı 22, Ekim – Kasım – Aralık – 2010 
Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi 
ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası 
Kırgız- Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat- KIRGIZİSTAN 
http://www.akademikbakis.org 

Özet 

Bu çalışmada, ABD’nin bugünkü İslam dünyasında izlediği politik strateji dikkate alınarak Ortadoğu özellikle de Kuzey Irak’a yönelik ABD politikalarını, Obama yönetimi altında, Amerika’nın Ortadoğu’daki siyaseti açısından ne gibi değişiklerin olacağı ve bunların Türkiye’nin çıkarları üzerindeki etkisini tahlil ve tahmin etmeye çalışacaktır. Obama’nın özellikle Ortadoğu coğrafyasına askeri bir yaklaşımdan ziyade diplomasi ve ekonominin ağırlıklı olduğu bir dış politika tavrını benimsediği görülmektedir. 
Bu çerçevede, ABD’nin muhtemel bir Kürt devleti, Kerkük, bölgedeki askeri varlığının geleceği, kuzey Irakta  gerçekleştirilen askeri harekâtlar ve PKK’nın bölgedeki varlığı gibi konulardaki çıkarları, politikaları ve seçenekleri irdelenecektir. 

GİRİŞ 

1990'lardan sonra uluslararası sistem büyük değişikliğe uğramıştır. 

Bu değişiklikle birlikte özellikle Türkiye için çok sayıda yeni imkânlar ve bunlara paralel olarak da yeni problem sahaları ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş döneminde sadece güvenlik argümanlarından dolayı önemli kabul edilen Türkiye’nin, Soğuk Savaş sonrası dış politikada manevra alanı genişlemiş, özerk politikalar takip edilmeye başlanmış, bölgesel güç haline gelinmiştir. Bir bakıma Türkiye kendi yakın çevresini, Balkanları, Kafkasları, Orta Asya’yı, Ortadoğu’yu, 
Kuzey Afrika’yı keşfetmiş, bu bölgelerin kendisi için birinci derecede ekonomik, güvenlik, siyaset, kültür, etnik bağlar bakımlarından önemli olduğunu anlamıştır. Diğer taraftan başta ABD olmak üzere dünya da Türkiye’yi bu yeni hali ile keşfetmiştir. Artık Türkiye sadece güvenlik argümanlarından dolayı önemli olan bir ülke değil, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’nun ortasında tüm buralarla ilgili gelişmelerde anahtar rolü oynayan bölgesel bir güçtür.1 ABD ise temel politikasını, dünya enerji kaynaklarının kontrol edilmesi üzerine kurduğu strateji ile yürütmektedir. Bu stratejisini de açık açık bütün dünyaya bildirmekte ve 
gereğini de yapmaktadır. Petrol ve diğer enerji kaynaklarının, ABD ve onun müttefiki olan gelişmiş ülkelerin ekonomilerine zarar vermeyecek şekilde çıkarılması, işletilmesi ve uygun fiyatlarla kesintisiz bir şekilde çıkarılmasının ve işletilmesinin devamı diyebileceğimiz bu temel politika gereği, ABD, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya gibi petrol ve doğalgaz bakımından çok zengin ülkeleri ve bu ülkelerin yer aldığı coğrafyayı daimi bir şekilde kontrol etmek istemekte ve bu bölgedeki güç dengelerinin hep kendi ulusal çıkarlarına uygun biçimde 
şekillenmesine çalışmaktadır. 

Sekiz yıllık George Bush döneminde Türk-Amerikan ilişkilerindeki bozulmanın en önemli nedeni Irak savaşı olmuştur. İlişkilerdeki düzelmenin de, başka şeylerin yanında, bu ülkede yaşanan olumlu gelişmelerle ilişkili olduğu söylenebilir.2 Ülkede düzelen güvenlik durumu, Şiiler ile Sünniler arasındaki uçurumun daralması, ülkenin bütünlüğüne sahip çıkan unsurların güç kazanması, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecine girmesi, K. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık taleplerinden vazgeçmeye ve Türkiye’ye daha fazla ihtiyaç duymaya başlamaları ve PKK’nın 
da kendini giderek daha sıkışmış hissetmesi ve örgüte yönelik Türk-Amerikan işbirliğinin daha da gelişebileceğinin düşünülmesi Irak’ın Türk-Amerikan ilişkilerinin üzerindeki ağır yükünü hafifletmeye başlamıştır. Bu yükten kurtulmaya başlayan ilişkinin önünde artık daha bereketli işbirliği alanlarının yeşermesi mümkün olabilir. Aksi durumda Türk-Amerikan ilişkilerinin onarılması zor bir yara alması, işbirliği alanlarının daralması, Türkiye’nin İsrail’le 
ilişkilerine olumsuz yansımaları dâhil olmak üzere, bölgesel ve ülke içi dinamiklerin de etkisinde Türkiye’nin komşu ülkelere, Orta Doğu’ya ve İslam dünyasına yaklaşımlarında bazı değişiklikler yaşanması gibi olasılıklar gündeme gelebilecektir.3 

ABD´nin Ortadoğu ve Türkiye Politikası 

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, ABD merkezli geliştirilen “soğuk savaş” stratejisinin 1980’li yıllara kadar olan sürece etkileri ile İslami akımların gelişmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Özellikle Ortadoğu, Avrasya ve Balkanları kapsayan “soğuk savaş” stratejisinin, jeopolitik bakımdan en önemli merkezlerinden biri olan Türkiye, ABD için vazgeçilmez bir ülkeydi. Bu önem halen devam etmektedir. Türkiye dâhil bütün Ortadoğu’nun siyasal, dinsel ve tarihsel yapısı dikkate alınarak, Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılan İslam, “soğuk savaş” sürecinin en önemli ideolojik silahlarından biri oldu. 

Ekonomik ve coğrafik bakımdan dünyanın en stratejik bölgesi olan Ortadoğu’da ve Türkiye’de, din olgusu çok daha ciddi boyutlarda kullanıldı.4 
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, ABD kendini dünya’nın tek süper askeri gücü olarak ilan etti. Özellikle Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını bir bütün olarak denetim altına alarak rakiplerine karşı tam bir üstünlük sağlamayı planladı.5 Bunun içinde, öncelikli olarak Ortadoğu’da gelişen İslamcı hareketin tasfiyesini gündemine aldı. ABD’nin 1990’lardan sonra, bölge coğrafyasında gelişen ve Müslüman toplumunu ciddi oranda etkileyen antiamerikancılığa karşı geliştirdiği askeri politika öncelikle saldırı stratejisi oldu. Bu nedenle ABD’nin askeri gücünü kullanarak süper güç olduğunu göstermek için yeni düşmanlara ihtiyaç duyması bir zorunluluk haline geldi. Bunlara da “İslami teröristler” denildi. Kimilerine 
göre Ortadoğu çatışmasının ana unsuru medeniyetler çatışmasıdır. Bunun içinde radikal İslam’ın yok edilmesi, bölge coğrafyasının sınırlarının yeniden çizilmesi ve ABD’nin ihtiyaçlarına yanıt veren ılımlı İslam devletleri’nin kurulması gerekmekte dir.6 ABD’nin bugünkü İslam dünyasında izlediği politik strateji dikkate alındığında hem radikal İslam’ın etkisizleştirilmesi gerekçesiyle bölgenin işgaline ve askeri şiddetin kullanılmasına politik bir zemin hazırlanmakta hem de bölge ülke devletlerinin siyasal rejimlerinin yeniden biçimlendirilmesi amaçlanmakta dır.7 Son yıllarda gündemden düşmeyen Büyük Ortadoğu  Projesi’nin arka planında da bu politikalar bulunmaktadır. 
   ABD Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışırken bölge haritasını da değiştirmeyi amaçlıyor mu? Bu son derece önemli bir konudur. Amerikan hükümeti, amacının sınırları değiştirmek olmadığını söylese de bu konuda fikir jimnastiği yapıldığı biliniyor. Sınırlarla oynanacaksa, bunun ilk kurbanı işgal 
altındaki Irak olacaktır. 

Soğuk Savaş döneminde, uluslararası güç dengelerinin özellikle ABD ve Sovyetler Birliği arasında yaşanmış olması, Sovyetler Birliği’ne sınır olan Türkiye’nin jeopolitik konumunu son derece önemli kılıyordu. ABD’nin bölgedeki hâkimiyet gücünü koruması bakımından özellikle Ortadoğu’nun ekonomik ve sosyal tarihsel ilişkilerini kullanarak geliştirdiği politikaların ekseninde daha önce ifade ettiğimiz gibi, İslam dini vardı. Jeopolitik konumu, toplumun dinsel yapısı ile tarihsel kültürel özellikleri bakımından ön plana çıkan Türkiye, ABD’nin Avrasya ve Ortadoğu politikasının uygulanma sahasının en önemli merkezlerin den birini oluşturuyordu. Sovyetler Birliği’ne karşı desteklenerek ekonomik ve politik olarak bir güç haline getirilen Ortadoğu ülkelerindeki radikal İslamcı güçler düşman kategorisinde görülürken, Türkiye’nin stratejik konumu, değişen uluslararası güç dengelerine ve bölgenin ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden planlandı. Göze batan en önemli iki husus: NATO’nun değişen rolüne bağlı olarak Türkiye’nin jeopolitik konumunun artması ve Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne uyumuydu. Yani soğuk savaş’tan sonrada, Ortadoğu ve Avrasya üzerindeki güç ve egemenlik çatışması kesintisizce devam ettiğine göre, Türkiye’nin bölgedeki konumu değişmeyecektir. Belki de ABD ile AB’nin üzerinde anlaştıkları en önemli konulardan biri Türkiye’nin AB üyeliğinin fiili olarak başlatılmasıdır.8 Çünkü Ortadoğu’da yaşanan politik gelişmeler sadece ABD’nin değil aynı zamanda AB devletlerinin en önemli sorunlarından birini oluşturmaktadır. Afganistan’daki ve Irak’taki gelişmeler AB sürecinin en önemli politik gündem maddelerinden biri olmaya devam ediyor. Ortadoğu kökenli radikal İslami hareketlerin uluslararası alanda başlattığı şiddet eylemlerinin yaygınlaşması ve aynı şekilde AB içerisinde bulunan birçok devletin doğrudan hedef haline gelmesi, AB devletlerini yeni 
çözümler bulmaya zorlamaktadır.9 

Kimilerine göre 11 Eylül 2001’de ABD topraklarında yapılan eylemlerle İkiz Kulelerin ve Pentagon’un vurulması, Afganistan’ın ve Irak’ın işgali ile çatışmaların çok daha geniş bir alana yayılması ile İslamcı hareketlerin şiddet eylemlerinin uluslararası bir boyuta dönüşmesi, Türkiye’nin AB’ye alınması sürecini bir bakıma hızlandırdı. Bu mevcut durum hiçbir ülke tarafından kabul edilmese de, bu faktörün ciddi oranda etkili olduğunu birçok stratejiysen, 
araştırmacı ve politikacı kabul etmektedir. Çünkü dinsel temelde gelişen İslami terör ABD ve AB dâhil olmak üzere batı dünyasına yöneliktir tezi ciddi olarak benimsenmektedir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi ya da saldırıların etkisizleştirilmesi için Türkiye’ye ihtiyaç vardır. Türkiye’nin bu süreçten dışlanması, köktenci İslamcılığın gelişme eğiliminin çok daha hızlı olacağı ve genç nüfusun hızla radikal İslam’ın etkisine gireceğini ve bu da, hem ABD’nin ve 
AB’nin bölgesel politikalarını çok ciddi oranda etkileyecek hem de radikal İslam’ın Batı’ya doğru çok daha hızlı gelişmesine nesnel bir zemin hazırlayacak tır. Bütün bu olasılıkların engellenmesi için de, Türkiye gibi bir ülkenin AB sürecine dâhil edilmesi kaçınılmaz ve zorunludur.10 Öte yandan Ortadoğu toplumları açısından Batı tarihsel ve düşünsel bir sorundur. 

   11 Eylül sonrası ABD´nin bölgeye yönelik çatışmacı politikası, kamuoyunda derin öfkeye neden olmuş ve Batı karşıtlığını arttırmıştır. Ancak Batı, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi artık tekil değil. AB'nin İsrail’in politikalarını açıkça eleştirmesi, Irak krizine diplomatik çözüm arayışları, AB ve ABD dış politikalarında farklılaşmayı göstermektedir. 

Trans-Atlantik ilişkilerdeki ayrışma, Ortadoğu'nun da Batı'yı tekil algılayan bakışını değiştirmesine neden olmaktadır. Müslüman halklar ile ABD´nin bölgedeki uzlaşmaz konumu, AB'yi bir çekim merkezi yapmaktadır. Ayrıca, AB'nin Türkiye üzerinden Ortadoğu'ya doğru genişleme olasılığı ve bölgede istikrarın ancak AB güvenlik alanına dâhil olunarak sağlanacağı beklentisi, dikkatlerin Türkiye-AB ilişkilerine yönelmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla, hangi Batı sorusuna karşılık olarak ABD değil, yumuşak bir güç olarak AB öne çıkmakta ve Ortadoğu toplumlarında Batı Avrupa ülkelerine ilişkin genel kanı 
yumuşamaktadır. 

Türkiye ve ABD'nin Irak ve Ortadoğu Politikaları 

Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu bölgesinde artık iki kutuplu dünyaya uygun politikalar değil, bir yandan küresel dünya düzeni tarafından yönlendirilen diğer yandan da ülkelerin kendi ulusal politik, ekonomik, stratejik ve etnik yapılarının gerektirdiği çıkarları doğrultusunda politikalar oluşturulacaktır. Yıllarca Ortadoğu bölgesinde kendi çıkarları doğrultusunda ya pasif ve bölgeye müdahil olmak istemeyen ya da Batı bloğunun politikaları doğrultusunda politika geliştiren Türkiye, 1980'li yıllarda İran-Irak savaşında aktif tarafsızlık politikasıyla 
başlayarak özellikle Soğuk Savaş sonrasında kendi çıkarları doğrultusunda genelde Ortadoğu özelde de Suriye, Irak ve İran´a yönelik daha aktif ve müdahaleci bir politika izlemeye başlamıştır.11 Bu bağlamda son yıllarda Türk-Amerikan ilişkilerinin yüklü gündemindeki en önemli konu; Irak’ta yaşananların Türkiye’yi etkileyebilecek olmasıdır. Irak'a Amerikan saldırısının söz konusu edildiği 2001 yılı sonlarından itibaren Türkiye, Irak'ın toprak bütünlüğünün korunması, Irak'ın kuzeyinde yeni bir devlet oluşumuna tahammül  edilemeyeceği ve Irak Türklerinin can ve mal emniyetiyle birlikte haklarının korunması gibi konuları sık sık dile getirmiştir. ABD ve Türkiye, birçok konuda benzer çıkarlara sahip olmalarına rağmen bu konuda ayrı düşmüşlerdir. 

  Eğer Türkiye, ABD´nin Irak’ın bölünmesini amaçlamadığına ya da bu yola başvurmayacağına emin olsa aradaki problemlerin büyük bölümü kolaylıkla çözülürdü. Ama ABD, bu güveni bir türlü verememektedir. Türkiye’nin 
Irak konusunda telaşlandığını iddia edenler büyük bir yanılgı içindedirler. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması, Türkiye için yarattığı tehlikeler gerçek, büyük ve yakındır. İlişkilerin tekrar istikrara kavuşması, Irak’ın geleceğinin Türkiye’nin varlığına tehdit olmaktan çıkmasıyla mümkündür.12 ABD’nin Irak’taki tüm başarısızlığına rağmen Kuzey Irak’ın geleceğini belirleme gücü hala vardır. ABD, Iraklı Kürtlere geleceklerini kesinlikle Irak’ta aramaları gerektiğini belli ederse Türk-Amerikan ilişkileri eski haline yakın olarak devam edebilir. 

ABD'nin Irak'a saldırısı 20 Mart 2003´de başladı ve Irak'ın kuzeyindeki Peşmergeler bölgedeki ABD askerinin azlığından ve Saddam rejiminin çekilmesi sonucu oluşan otorite boşluğundan yararlanarak önce Kerkük´e daha sonra Musul´a girdiler. Türkiye'nin büyük bir hassasiyetle Peşmergelerin girmemesini istediği bu iki Türk şehrine girmekle kalmayıp, şehirdeki resmi binaları yağma ve talan ettiler. Her iki şehirde de ilk yağmalanan yerlerin tapu ve nüfus dairelerinin olması Peşmergelerin bu iki şehirdeki Türkmen nüfusunun kayıtlarını yok ederek onları resmi evrak üzerinde de azınlık durumuna düşürmek olduğu açıktır. 
Türkiye, Irak Türklerinin can ve mal güvenliğinin ihlalini ve Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin oluşumuna zemin hazırlayacak gelişmeleri Irak'ın kuzeyine girmesini gerektirecek sebepler arasında saymıştır.13 

Yaşanan bütün bu gelişmelerden sonra Iraklı Kürtlerin kendisine muhtaç olduğunu bilen ABD neden onlara güçlerinden ve haklarından fazla ilgi gösteriyor olabilir diye bir soru geliyor akıllara? ABD, Kürtleri her zaman kendisine bağımlı olmaya mahkûm, gerektiğinde bölgede kendisine bazı imkânlar yaratan, hasım ülkeleri baskı altında tutmasına yardım edebilecek bir araç olarak görüyor denilebilir. ABD, Irak’ta kurulacak bir Kürdistan’ı hedefliyor mu bilinmez ama bu seçeneği bir ihtimal olarak enine boyuna düşünüyordur. ABD şimdilik “Kürt 
sorununun” çözülmeden öyle kalmasını kendisi için en doğru tercih olarak görüyor olabilir. 

Bu belirsizlik ABD’ye bölgedeki ülkelere karşı birçok stratejik imkânlar sunabilir. Şu aşamada bir Kürt devletinin kurulması ya da bu ihtimalin kapanması ise ABD’ye değişik sorumluluklar ve bedeller yükleyebilir. Örneğin Kürtleri koruma zorunluluğu!14 Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmasının Türkiye için ne tür sonuçları olabileceği henüz yeterince ayrıntılı ve titiz şekilde tartışılmamıştır. Bazı evhamlar ve temenniler politika pozisyonları olarak sunulmuştur. Kendi ayakları üzerinde duracak bir Kürt devletinin yabancı güçlerin politikalarına alet olması kuvvetle muhtemeldir.15 Iraklı Kürtler şu anda ticaret, dış dünya ile 
iletişim, elektrik, işlenmiş petrol gibi birçok konuda Türkiye’nin iyi niyetine ihtiyaç duymaktadır. Buna rağmen zaman zaman izledikleri dostane olmayan politika, Kürtlerin, devletleştikten sonra daha da talep kar olacakları endişesini yaratmaktadır. 

Irakta Yaşanan Son Gelişmeler 

Irak, etnik ve sosyal yapısı bakımından, Ortadoğu’nun pek çok özelliğini üzerinde taşıyan ve bu yönüyle de, küçük Ortadoğu olarak değerlendirilen bir ülkedir. Irak’ın bu önemli ve stratejik özelliği; petrol zenginliği, nüfus yapısı ve dini bakımdan çeşitlilik arz eden vatandaşlarının, komşu ülkelerdeki diğer etnik ve dini gruplarla olan irtibatından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, Irak’ta yaşanacak her türlü olumsuz gelişmenin başta komşusu olan ülkeler olmak üzere tüm Ortadoğu’yu ve hatta tüm dünyayı derinden etkileyeceği açıkça görülmektedir. Uluslararası teröre verdiği destek ve kimyasal silah üretmek iddiasıyla başlatılan ve “Irak’ı özgürleştirmek!” adına gerçekleştirilen müdahale; 
yapılan hatalar ve öngörülemeyen faktörler nedeniyle, bölgede şiddetin ve kaosun hakim olmasına sebebiyet vermiştir.Yaşanan gelişmeler neticesinde ABD, Irak’ta yaşanan şiddet ve kaos ortamının meydana gelmesinde kendi hatalarının da olduğunu kabul ederek, çıkış yolu arama çabasına girmiştir. Çünkü, kaos ve şiddet halinin Irak’ta devam etmesi durumunda; hem kendi vatandaşları nezdinde ve “küresel terörizmle savaş” adı altında yürüttüğü mücadelede prestij kaybına uğraması, hem de, Irak halkı, bölge ülkeleri ve tüm Ortadoğu 
açısından önemli sonuçlar doğurması kaçınılmaz olacaktır. 
Irak’ta şiddetli çatışmalar ve ABD’nin izleyecegi senaryonun tartışmaları sürerken, Irak Başbakanı Nuri Maliki ve ABD'li komutan General George Casey Irak silahlı kuvvetlerinin komutasının Amerikan kuvvetlerinden Iraklılara aşamalı devri anlaşmasına imza atmıştır. 

ABD kuvvetlerinin komutanı General George Casey’in “dönüm noktası” olarak niteledigi gelişme Irak’ın ulusal egemenligi ve güvenligi baglamında atılmış önemli bir adım olarak degerlendirilmektedir. Ancak, ordu içindeki etnik aidiyetler, ülkede hız kesmeyen çatışmalar ve Sünni, Şii ve Kürt taraflarının kendi silahlı güçlerini oluşturmaya yönelik çalışmaları Irak ordusunun başarısını uzun dönemde tartışmaya açmaktadır. Bütün bu gelismeler ABD´nin 

Irak’ın geleceğinde her halükarda güçlü bir şekilde var olmak istediginin göstergesidir. Askerlerini geri çekseler de çekmeseler de Irak kolay vazgeçilir bir yer değil hele İran’a bırakılabilecek bir yer ise hiç değil.16 İç savaş riski henüz ortadan kalkmış değil. Şii-Sünni, Arap-Kürt iç savaş olasılıkları en tehlikeli olanları. İç savaş dışında sokak çatışmaları, asayişin yeniden kontrol altına alınamayacak kadar bozulması, siyasi saldırılar ve sokak suçlarında patlama yaşanması gibi riskler de bulunmaktadır. Bir diğer sorun ise Irak’ın toprak 
bütünlüğünün çatlamasıdır. Kuzeyde bir Kürt devletinin, ortada Sünni ve güneyde ise bir Şii devletin ortaya çıkması ve bu duruma komşu ülkelerinde müdahale etme çabalarıyla sorunların bölgesel bir hal alması kaçınılmaz olur. Bölünmeyi ABD ve Irak için en ideal çözüm olarak görenler Irak’tan çıkacak küçük devletlerin kontrolünün daha kolay olabileceği, İran’ın etkisinin daha kolay kırılabileceği tezini savunuyorlar. İran’ın ABD’den boşalan güç sahasını doldurması olasılığı ise bir diğer risk. İran Şiiler yoluyla Irak’ta hep etkiliydi. 
ABD’nin şehirlerin dışına çıkışının İran’a bazı avantajlar sağlamasından çekiniliyor. Irak’ta, İran’ın nüfuzunu arttırması ise sadece ABD’yi değil pek çok Ortadoğu ülkesini de rahatsız eder ve bölgede ciddi bir kutuplaşmaya yol açabilir. Bölgede İran’a karşı her türlü mücadeleyi desteklemeye hazır bir Sünni bloğun bulunduğu unutulmamalı. ABD’nin daha kötü bir durumda geri dönmesi de bir diğer risk. Öylesine çok yakın tehdit var ki ABD’nin eski pozisyonundan daha güçlü bir şekilde Irak sokaklarına dönmek istemesi halinde yapması 
gereken çok az şey var. Bir diğer risk ise daha düşük bir olasılık olmasına rağmen, ABD’nin hızlı çekilmesi ve hızlı çekilme ile birlikte Irak’ın dengesinin işgal öncesinden daha kötü bir hale gelmesi.17 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Özgür Suriye Ordusu; PYD’nin Bir Kürt Devleti Kurmasına İzin Vermeyeceğiz.


Özgür Suriye Ordusu; PYD’nin Bir Kürt Devleti Kurmasına İzin Vermeyeceğiz.



Yücel Tünel  
04 Temmuz 2015

Suriye Geçici Hükümet Başbakanı Ahmet Salih Tuma, CNN Türk Televizyonuna verdiği mülakatta, Kürt devletine karşı olduklarını ve buna izin vermeyeceklerini belirtti. Başlangıçta saf Suriyelilerden oluşan ÖSO’nun içine zamanla farklı milletlerden farklı grupların, özellikle IŞİD’in sızdığını vurgulayan Tuma, onların bölgenin çocukları olmadığını, eski rejime karşı savaşanın da, rejimin saldırılarına maruz kalanın da yalnızca ÖSO olduğunu ifade ederek bu durumun IŞİD’in bu kadar güçlenmesine neden olduğunu ve bunun temel sebebinin ise uluslararası toplumun ÖSO’ya yeterli destek vermemesi olduğunu ileri sürdü. ÖSO'nun savaşın başlarında çok daha güçlü olduğunu, şimdi 4 cephede, İdlib, Halep, Dera ve Lazkiye’de savaştıklarını, bugün 70 bin dolaylarında silahlı güçlerinin olduğunu, belirten Tuma, Hafif silah ve mühimmatımız yeteri miktardadır ancak tanksavar mühimmatımız çok az uçaksavar mühimmatınız ise hiç yok diye konuştu. YPG'nin olası bir Cerablus saldırısını desteklemeyeceklerini, YPG ile ittifak kurmayacaklarını belirten Tuma bu konuda şunları söyledi: Biz PYD'nin amacını biliyoruz. Onlar Kürt devleti kurmak istiyorlar. Arap ve Türkmenleri dışlayacak bir devlet istiyorlar. Biz de buna izin vermeyeceğiz dedi. Burkan El Fırat güçlerinin OSÖ'dan ayrıldığını belirten Tuma, halihazırda Burkan El Fırat güçleri ile aralarındaki ilişkinin sınırlı da olsa devam ettiğini, ancak bundan sonraki süreçte IŞİD’e karşı birlikte savaşabilmeleri için Burkan El Fırat’ın PYD'ye destek vermekten vazgeçmesi gerektiğini belirtti. Başbakan Ahmet Davutoğlu ile Tampon bölge konusunu daha önce defalarca görüştüklerini belirten Tuma şunları ifade etti: Tampon bölgeye destek vereceğimiz konusunda ittifak sağladık. Suriye Geçici Hükümeti Tampon Bölgenin Türkiye tarafından kurulması Suriyeliler tarafından yönetilmesi önerisini getiriyor. Yöneten de biz olalım, Türkiye’nin komşusu da biz olalım diyoruz. Eğer tampon bölge kurulursa ÖSO grupları orada Eğit-Donat kapsamında eğitim olarak güçlenebilir ve biz Suriye Geçici Hükümeti olarak oraya intikal edip halkımıza daha yakından hizmet götürebiliriz. Bunları detaylı olarak görüşmedik, ama net ve açık bir şekilde destekliyoruz. Uluslararası topluma ve Suriye halkı dostlarına çağrıda bulunan Tuma sözlerini, Esad’ın attığı varil bombalarını durdurmak için uçaksavara ihtiyacımız var. Çünkü Suriye halkının en büyük sıkıntısı varil bombaları dır diyerek noktaladı. 

//www.cnn.türk.com 


https://21yyte.org/tr/fikir-tanki/19838


***

Suriye İç Savaşında Pandoranın Kutusu, İdlib

Suriye İç Savaşında Pandoranın Kutusu, İdlib



 Erol Başaran Bural  
12 Ocak 2018

İdlib Açmazı.


TSK’nın İdlib Harekâtı ve İdlib’de Son Gelişmeler

Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) “İdlib Harekâtı” 07 Ekim 2017’de Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) bağlı grupların bölgeye girişiyle ve 09 Ekim 2017 tarihinde TSK unsurlarının bölgeye girmesi ile başlamıştı. 2017 yılı içerisinde; 13 Ekim’de 1’inci, 23 Ekim’de 2’inci ve 19 Kasım’da 3’üncü gözlem noktalarının tesis edildiği açıklandı.[i] Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu tarafından yapılan açıklamada ise “TSK’nın dördüncü gözlem gücünün İdlib’e yerleşmeye başladığı”[ii] belirtildi.

İdlib Harekâtının nihai hedefinin; Astana sürecinde alınan kararlara istinaden oluşturulan çatışmasızlık bölgelerinin etkinliğinin artırılması, İdlib bölgesinde yaşanan çatışmaların sona erdirilmesi, insani yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılması, yerlerinden edilen insanların geri dönüşü için gerekli şartların sağlanması, anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi için gerekli koşulların sağlanmasına destek verilmesi olarak kamuoyuna duyurulmuştu.

Birkaç aydır Türkiye gündemine düşmeyen İdlib, 2018 yılının ilk günlerinde yeniden gündem oldu. Rusya Savunma Bakanlığınca, 5 Ocak gecesi çok sayıda İnsansız Hava Aracı (İHA) ile gerçekleştirilen ve Rusya’nın Hmeymim ve Tartus’taki askeri üslerini hedef alan saldırıların, İdlib bölgesindeki muhaliflerce yapıldığının açıklanmasının[iii] ardından gözler yeniden İdlib’e ve dolayısıyla İdlib bölgesindeki TSK unsurlarına çevrildi. Rusya’nın üs bölgelerine yönelik düzenlenen ve sıradan bir saldırı olarak görülemeyecek eylemlerde, adını rahatlıkla “El Yapımı Patlayıcılı İnsansız Hava Araçları” koyabileceğimiz, patlayıcı ve havan mühimmatı yüklü insansız hava araçları kullanıldı. Bu saldırıların ardından Moskova basını Rusya Savunma Bakanlığı’nın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a İHA saldırısıyla ilgili uyarı mektubu yolladığını yazdı.[iv]  

İdlib’in yeniden ülke gündemine oturmasındaki ikinci neden ise Rusya destekli Suriye Rejim Güçlerinin İdlib’e yönelik hava ve kara harekâtı başlatması oldu. Esasen, Ekim 2017 sonlarından itibaren Suriye Ordusu Yüksek Komutanlığınca dile getirilen[v] bu harekât, İdlib’i El Kaide temelli terör öğütlerinde temizlemek üzere, yine geçen yılın Aralık ayı ortalarında başlatılmıştı.[vi]

Fiili duruma bakıldığında ise; 10 Ocak 2018 itibarıyla Suriye rejim güçlerinin 2015 yılından bu yana Heyet Tahrir Şam (HTŞ-El Nusra) terör örgütü elindeki, İdlib’e 40 km mesafede bulunan Ebu Duhur üssünün kontrol altına alınması[vii] dikkatleri çekti. Suriye rejiminin İdlib’e yönelik harekâtı askeri açıdan incelendiğinde; güney-kuzey hattında ilerleyen rejim güçlerinin İdlib bölgesini bu hat üzerinden ikiye bölme gayretinde olduğu, Halep-Hama karayolu istikametinde İdlib’i iki parçaya ayırarak İdlib merkeze doğru harekâta devam edeceklerini, aynı zamanda da bu karayolunun kontrolünü ele geçirerek bölgedeki muhalif grupların lojistik desteğini de sekteye uğratmak amacında olduklarını söylemek mümkün.     

Suriye rejiminin İdlib’e yönelik hava harekâtlarının yoğunlaşması üzerine İran ve Rusya büyükelçiliklerini Türk Dışişleri Bakanlığına çağırılmasının ardından bir açıklama yapan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu; “İran ve Rusya sorumluluklarını yerine getirmeli. Garantör olduysanız ki, oldular, rejimi durdursunlar. Bu, basit bir hava saldırısı da değil. Rejim ilerliyor İdlib içinde. Burada niyet farklı” ifadelerini kullandı.[viii]

İdlib’de Neler Yaşanabilir?

2017 Ekim ayında İdlib’de TSK tarafından başlatılan “Gerginliği Azaltma Kontrol Gücü’nün” oluşturulmasına yönelik harekât, planlanan ve istenilen yönde gelişmemiştir. Açılması planlanan 12 gözlem noktasından dört ay içerisinde üçünün açılmış olması, harekâtın seyri süresince bir takım sorunların yaşandığına işaret ediyor. Gözlem noktalarının zamana yayılarak açılması TSK birliklerinin güvenliği açısından adım adım ilerleme ve emniyet tedbirlerinin dikkatlice alındığı izlenimini veriyor. Bununla birlikte bu noktaların açılmasında etkin rol oynayan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurlarının harekâta yaklaşımının, bu harekâtın yavaş seyretmesine yönelik en büyük etken olduğu da anlaşılabiliyor.

Bu çıkarımdan yola çıkarak; çok parçalı bir yapıya sahip ÖSO’nun bazen gönülsüz davrandığı, İdlib’deki diğer muhalif gruplar ve selefi radikal terör örgütleriyle ilişkilerini de dengede tutmak istedikleri, bu nedenle de TSK ile iş birliğini zaman zaman sekteye uğrattıkları görülebiliyor. 2018 yılı içerisinde, daha önceki dönemlerde Türkiye’nin desteklediği muhalif unsurların, Türkiye yerine diğer aktörlerle iş birliği içerisine girmesi, Türkiye’ye sahada verdikleri desteği kısmen de olsa kesmesi, gelişecek durumlara göre HTŞ gibi radikal örgütlerle iş birliği yapmaları muhtemel gibi gözüküyor.

2018 yılında yaşanması muhtemel en önemli hususlardan birisi de, Türkiye’nin İdlib bölgesinde konuşlu radikal selefi örgütlere yardım ve desteğini iddia eden algı yönetimi araçlarının daha aktif şekilde kullanılacağı şeklinde kendini gösteriyor. Uzun yıllardır dillendirilen Türkiye selefi örgütlere destek veriyor algısına yönelik yayınların, İdlib ve bölgede alanda yaşanan gelişmelere paralel olarak artabileceği, Türkiye’nin diplomasi alanında sıkıştırılmaya çalışılacağı, her fırsatta bu konunun Türkiye’nin önüne getirilebileceği anlaşılıyor. 

IŞİD terör örgütünün Suriye’de tamamen bitirilememesine rağmen oldukça dar bir alanda minimize edilmiş olması, Rusya ve Suriye’nin dikkatlerini, Mart 2015’den itibaren İdlib’i askeri nüfuz anlamında neredeyse tamamen kontrol altına alan HTŞ’ye yönlendiriyor. Fırat Nehri doğusunda ABD destekli PKK/PYD terör örgütünün elde ettiği bölgelerden şimdilik kendisine yönelik bir tehdit görmeyen Rusya ve Suriye’nin, Hama-Humus ve İdlib bölgesinde konuşlu radikal selefi terör örgütleri ve kendilerine muhalif diğer grupları saha dışına çıkarma çabalarına 2018 yılında hızla devam edeceği öngörülüyor. Rusya ve Suriye’nin bu yönde geliştireceği harekâta paralel olarak; HTŞ ve IŞİD terör örgütlerinin öncelikle Suriye rejim güçlerine ve uygun yer-zamanda Rus askeri birliklerine yönelik eylemler düzenlemeye bu yıl da devam edeceği de açıkça görülüyor.

Rusya destekli Suriye rejim güçlerinin İdlib’i kuzey-güney istikametinden ikiye bölmesi, ardından da büyük ihtimalle İdlib merkeze doğru yönelmesi sonucunda bu bölgede rejim güçleri ile başta HTŞ olmak üzere radikal örgütler arasında çatışmaların giderek artacağını öngörmek güç değil. Suriye rejim güçleri düzenlediği harekâtla bir yandan Kaide tabanlı terör örgütlerini temizlemeye çalışırken diğer yandan da ılımı muhalifler olarak adlandırılan grupları kendi saflarına çekmek, bunu başaramadığı takdirde en azından kendisine yönelik tehdit olmaktan çıkarmayı amaçlıyor.

Suriye rejim güçlerinin İdlib’de kontrolü sağlamaya başlamalarının ardından, 2018 yılı içerisinde Suriye devlet yetkililerinin TSK birliklerinin İdlib’den geri çekilmesi yönünde açıklamalar yapmaya başlayacakları anlaşılıyor. Bu yöndeki taleplerin artacağına ilişkin emareler geçtiğimiz yılın son günlerinde Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşar Caferi tarafından zaten verilmişti. Caferi yaptığı bir açıklamada; “Yabancı askerlerin derhal ve şartsız olarak bölgemizden çekilmesini talep ediyoruz” diyerek[ix], Rusya ve İran haricinde Suriye topraklarında bulunan diğer ülkelerin geri çekilmesi gerektiğine işaret etmişti.


Sonuç

29-30 Ocak tarihlerinde Soçi’de, Suriye’deki muhalif gruplar ile hükümet yetkililerini bir araya getirecek “Ulusal Diyalog Kongresine” kısa bir süre kala İdlib bölgesinde yaşanan gelişmeler; Rusya, Türkiye ve Suriye arasında gerginliğe neden oldu. İdlib’de çatışmasızlığın yaratılması maksadıyla çıkılan yolda, Suriye konusunda söz sahibi aktörler arasında kazalar yaşanıyor.  

Bölgede askeri harekâtın ve çatışmaların yoğunlaşması nedeniyle İdlib halkı kuzeye Türkiye sınırına doğru hareketleniyor. Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın verdiği bir bilgiye göre hareketlenen insan sayısı 64.000[x]. Açık kaynak bilgilerinde sayının 100.000’i geçtiği belirtiliyor. İdlib’de yaklaşık 2 milyon insanın yaşadığı bilindiğine göre çatışmaların seyrine göre hareketlenen insan sayısının daha da artabileceği anlaşılıyor. Göç akını başlaması halinde, çatışma bölgelerinden ülkemize doğru yönelen insanların, sınırlarımıza yakın ancak sınır ötesinde, Suriye tarafında kurulacak kamplarda tutulması önem arz ediyor.

Yaşanan gelişmeler gösteriyor ki, bazı “güvenlik uzmanlarının” 2017 Ekim ayında belirttiği gibi İdlib harekâtı sadece bir “intikal” harekâtından ibaret değil.İdlib Harekâtı, belki de son yıllarda TSK tarafından düzenlenen en önemli harekâtlardan birisi. Bölgedeki çatışmaların seyrine ve siyasi durumun nereye evrileceğine göre her gün ayrı bir rüzgara kapılan bölgedeki grupların, Rusya’ya ait üs bölgelerine düzenlenen “El Yapımı Patlayıcılı İnsansız Hava Araçları” saldırılarına benzer şekilde TSK unsurlarına yönelik kompleks saldırılar düzenleyebileceğinin dikkate alınmasında fayda var.

İdlib’deki gelişmeleri, Fırat Nehri doğusundan ellerini ovuşturarak izleyen bir grubun bulunduğunu da biliyoruz. Şayet Suriye rejimi, İdlib bölgesinde hâkimiyetini sağlar ve Türkiye’nin bu bölgeden çıkması hususunu dayatırsa, Fırat nehri doğusunda derinlemesine bir alan hâkimiyeti sağlayan ABD destekli PKK/PYD hem kendisini daha rahat hissedecek hem de Türkiye’nin bölgede etkisini kaybedeceğini düşünerek politikalarına yön verecektir.

Bir yanda Rusya ve Rusya ile ortaklık yapan sınır komşumuz İran, diğer yanda batılı “müttefikimiz” ABD, ABD’nin sınır boyumuza yerleştirdiği PKK/PYD terör örgütü, Suriye’de desteklenen muhalif gruplar, bu bölgedeki radikal selefi terör örgütleri, İdlib ve Suriye konusunda çok bilinmeyenli bir problem yaratırken, Türkiye’yi de açmaza itiyor. Problemin çözümü için Türkiye’nin; Suriye’de iş birliği yaptığı ülke ve aktörlerle yoğun bir diplomasi trafiği başlatarak, “İdlib açmazından” kendisini kurtarması, askeri-politik nihai hedeflerini ve planlarını gözden geçirmesi gerekiyor. 

[i]http://www.tsk.tr/BasinFaaliyetleri/BN_27
[ii]http://www.tgrthaber.com.tr/gundem/cavusoglu-rusya-ve-iran-esad-rejimini-durdurmali-219994
[iii]https://tr.sputniknews.com/columnists/201801111031772155-idlib-rus-hava-ussu-hmeymim-tartus-abd-amerika-iha-pyd-turkiye-cihatci-orgut-idlib-suriye-esad-yonetim-gorus-analiz/
[iv]http://www.hurriyet.com.tr/idlib-gerilimi-40706184
[v]http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/515202.aspx
[vi]https://turkish.aawsat.com/2017/12/article55369085/rejim-gucleri-idlib-kirsalindaki-ebu-zuhur-havaalanina-dogru-ilerliyor
[vii]https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201801101031758970-suriye-ordusu-idlibde-ilerliyor/
[viii]http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-42634141
[ix] http://www.hurriyet.com.tr/son-dakika-suriye-turk-ve-abd-askeri-cekilsin-dedi-40686830
[x] http://www.arabnews.com/node/1222656/middle-east


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/idlib-acmazi

***


Konferans: Çin'in Küresel Güç Mücadelesindeki Yeri

Konferans: Çin'in Küresel Güç Mücadelesindeki Yeri


Ercilasun: "Çin Ticaretle Hükmediyor"

Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Konuralp Ercilasun, Konya Türk Ocağı’nda Çin’in dünya ve Orta Doğu Politikasını anlattı.
23 Şubat 2016 Salı 14:52

Ercilasun: 
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Konuralp Ercilasun, Konya Türk Ocağı'nda Çin'in dünya ve Orta Doğu Politikasını anlattı. Konuralp Ercilasun, Çin'in çok büyük bir nüfus ve güçlü bir ekonomisiyle dünya politikasını etkilediğini, BM'de karar mekanizmasında etkili olduğunu, Avrupa ülkesi olmadığı halde Gümrük Birliğine üye olan Çinin Rusya ve Asya ülkeleriyle de ekonomik işbirliğine girdiğini söyledi. 

Ercilasun, Çin'in, dünyada hukukuyla göz ardı edilemeyecek bir ülke olduğunu belirterek "Çin deyince akla komünist Çin gelir. Komünizmi Çin, kendisine göre yorumluyor. Siyasiler Çin sosyalizmi diye bir terim ortaya atıyor, aydınlar da bunun içini dolduruyor. Çin tek parti ile idare edilen bir ülke olarak bilinir. Dokuz parti vardır. 8 tane partimsi vardır. Bunların ana görevi komünist partisine yapıcı muhalefet yapmak: Çin komünist partisi ülkeyi ne de güzel yönetiyor, demek. Çini esasen tek bir parti yönetiyor, o da komünist partisidir" dedi. 

Çin'in ekonomisiyle, nüfusuyla göz ardı edilemeyecek bir güç olduğunu anlatan Ercilasun, şöyle konuştu: 

"Takip ettiği dünya siyasetine gelince; 1945'ten beri Birleşmiş Milletlere daimi üye olan 5 ülkeden biri Çin'dir. Veto hakkı vardır. Veto hakkını kullandığı zaman o karar parlamentodan geçmez. 1970'li yıllara kadar hukuki Çin, Amerika'nın desteklediği Tayvan'dı. Toprakları büyük olan Çin'in hiçbir temsil hakkı yoktu. 1970'e kadar Çin, dünya sistemi dışında bir ülkeydi. Çünkü Amerika istemiyordu. Sovyetler Birliğinin desteğiyle kurulmuştu. Özellikle BM üye birçok Avrupa ülkeleriyle teması vardı. 1971'de bir oylama yaptırarak 'Çin'in meşru hükümetinin komünist patisidir' kararını çıkarttı. Sovyetler Birliği de destek verdi. Bu tarihten sonra Tayvan'dan üyeliği düştü, komünist Çin'in temsil hakkı tanındı." 

Çin'in dış politikada genellikle soğuk savaş döneminin söylemlerini devam ettirdiğine dikkat çeken Ercilasun, şunları söyledi: 

"Bir devletin iç işlerine karışmama, sınırların muhafazası, ülkelerin birbirine saygı duymaları gibi. 1990'dan sonra bu söylemleri gündemde tutan bir tek Çin oldu. Neden? Çünkü Çin'in nüfusunun yüzde 90'ını Çinliler oluşturuyorsa da yüzde 10'luk bir bölümü başka milletlerden oluşuyor. Onun için takip ettiği politikalardan birisi de başka ülkelerin iç işlerine karışmamaktır. Orta Doğu'daki politikasına gelince genelde denge politikası takip ediyor. Amerika 'özgürlük getirerek' enerji ihtiyacını gidermek istiyor, Çin ise ticaret yaparak Orta Doğu'dan petrol ve gaz ithal ediyor. Orta Doğu'da istikrarın hüküm sürmesini istiyor. Enerji ihtiyacının yüzde 40'ını Orta Doğu'dan gerçekleştiriyor. Orta Doğu'da istikrarın sağlanması için Esat rejiminin başta kalmasını istiyor." - KONYA


https://www.haberler.com/ercilasun-cin-ticaretle-hukmediyor-8187162-haberi/



***