ÜRDÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÜRDÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2018 Salı

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü ÖĞretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI,

Giriş: 

   Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

   Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

   Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. 

Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir 
uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi, AVRASYA DOSYASI,

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacak lardı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. 

Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 
yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere 
inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’daolduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve 
uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin 
anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısında yız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankaları nın ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış 
görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a 
karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa 
Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere 
girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer 
güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 
Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servis
lerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 
1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi 
bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucusevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 
Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. 
Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasınıetkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, 
yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır.

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 
Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların 
yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasındazaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “Komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur.” demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliği nin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40.
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46.
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995.
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin yaşadıgını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların flimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204.
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10.
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7.
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3.
20 Martin Kramer, "Islam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East International, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216.



***

2 Nisan 2017 Pazar

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ( BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ ) BÖLÜM 2


SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ( BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ )  BÖLÜM 2



Ç. Büyük Orta Doğu Projesi’nin Kapsamı 

1. BOP, geniş bir coğrafyada kaynaklara ulaşma çabasıdır. 

Uzmanlara göre toplam küresel enerji talebi 2025’e kadar yüzde 54 oranında artarken alternatif enerji kaynaklarının ve bu amaçla yeni teknolojilerin geliştirilmesi ile ilgili gayretler devam edecektir. Artan enerji ihtiyacının karşılanmasında petrol, önemini koruyarak sürdürürken doğal gaz tüketimi de artacaktır. Küresel üstünlüğün Avrasya enerji kaynaklarının kontrolüne bağlı olduğu uzmanlarca ifade edilen, kanıtlanmış petrol rezervi 30 milyar varilin altına düşen, dış kaynaklı petrole bağımlılığı giderek artan ABD ise enerji kaynaklarını kontrol gayretlerini devam ettirecek ve bu girişimler, XIX. Yüzyılın ilk yarısındaki çatışmaların asıl nedenini oluşturacaktır. İnternational Energy Agency’nin (EIA) “World Energy Outlook 2002” isimli raporuna göre 2000’de küresel enerji tüketimi içinde petrol tüketimi, yüzde 39 ile birinci sırayı almıştır. 2030’da ise petrol tüketimi, yüzde 38’lik pay ile küresel enerji tüketiminde yine birinci sırada olmaya devam edecektir. Küresel doğal gaz tüketiminin toplam enerji tüketimine oranı, 2000’de %23’tü ve doğal gaz tüketimi, kömür tüketiminden sonra üçüncü sırayı almıştır. 2030’da ise doğal gaz tüketimi %28’lik oranla petrol tüketiminden sonra ikinci sırayı alacaktır. 2030’da petrol doğal gaz tüketiminin toplam enerji tüketimine oranı %66 olacaktır. Bu tahmin, küresel ekonomilerin 2030’larda da büyük ölçüde petrole ve doğal gaza bağımlı olacağını göstermektedir. 

“BP Statistical Review Of World Energy 2003 Raporuna göre Orta Doğu ülkelerinden Suudi Arabistan 261,8; Irak 112,5; Birleşik Arap Emirlikleri 
98,7; Kuveyt 96,5 ve İran 89,7 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahiptir. Orta Doğu ülkelerinin toplam kanıtlanmış petrol rezervi ise 685,6 milyar varil olup, bu rezerv %65,4’ünü oluşturmaktadır. Orta Doğu petrol rezervlerine Kuzey Afrika rezervleri de ilave edildiğinde, bu oran %69,5’e yükselmektedir. Orta Doğu’nun önemli bir özelliği de petrol üretimini artırma yeteneğinin diğer petrol üretim bölgelerine göre daha yüksek olmasıdır. “Energy Informatıon Agency”nin tahminlerine göre; Orta Doğu’nun 2001‘de 22,4 milyar varil olan petrol üretimi, 2025’te 45,2 milyar varile çıkabilecektir. Buna Kuzey Afrika ülkelerinin kapasiteleri de eklendiğinde toplam üretim 

53,6 milyar varil olacaktır. Toplam üretim, küresel petrol ihtiyacının % 43’ünü karşılayabilecektir. Gaz rezervlerinin % 36’sını oluşturduğu görülmektedir. 
Kuzey Afrika Ülkeleri de buna ilave edildiğinde ise bu oran %40,8’e yükselmekte dir. 

Yukarıda belirtilen veriler ışığında, Orta Doğu enerji kaynaklarının küresel enerji ihtiyacının karşılanmasında yaşamsal bir önem taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Jeostratejik konumu da dikkate alınarak Kuzey Afrika Enerji Kaynakları ile değerlendirildiğinde bölgedeki enerji kaynaklarının önemi artmaktadır. 

Bu genel tablo içerisinde genel egemenlik tesis edilmemiş bölgelerde enerji ve ham madde kaynaklarına el atmak, stratejik harekat açısından üs ve kolaylık imkânı sağlayabilecek değerdeki noktaları ele geçirmek, deniz ve hava ulaştırma yollarını kontrol etmek, ABD’nin amaçları arasına girmiştir. ABD bu amaçlarına ulaşma yolundaki eylemlerini ‘’özgür ve demokratik bir dünyanın yaratılması’’ söylemi ardında gerçekleştirmektedir. Şimdi hedefte olan bölge Orta Doğu’dur. 

Çünkü dünyadaki en büyük işletilebilir petrol rezervleri Orta Doğu’dadır. Bu kaynak ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kontrol altına alınmalıdır. Orta Doğu’dan petrol akışının kesintisiz olarak sürdürülebilmesi için petrol nakliyatında kullanılan yolların güvenliğinin sağlanmasına ilave olarak Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na ulaşan enerji koridorunun da açık bulundurulması gerekmektedir. 

Bu kadar geniş bir coğrafyada sadece kendi askerî gücünü kullanmak yerine, yeni müttefikler edinmek, yeni üsler tesis etmek ve yeni güvenlik sistemleri oluşturmak, ABD açısından daha ekonomik bir hareket tarzı hâline gelmiştir. 

Bu hareket tarzı ışığında ABD’nin genel amacı; kısa vadede Irak’tan başlayarak Orta Doğu’yu şekillendirmek ve Körfez bölgesine hâkim olmak, orta vadede Avrasya’yı kontrol etmek, uzun vadede ise dünya egemenliğini tesis etmektir. Bu amaç içerisinde; petrole kavuşmak, güvenliğini pekiştirmek, ekonomisini geliştirmek, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırmak, dünyada tek egemen güç olma özelliğini devam ettirmek, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya ve Orta Doğu’da; AB, Rusya, Çin ve Japonya’nın ABD ulusal çıkarlarını etkileyecek ölçüde gelişmesine engel olmaktır. 

Dünya egemenlik mücadelesinde ABD’nin kendisine olası rakip olarak gördüğü ülkeler Fransa ve Almanya’nın merkez güçlerini oluşturduğu Avrupa 
Birliği, Japonya ve Çin’in merkez güçleri oluşturduğu Uzak Doğu koalisyonu, “yakın çevresini” gücü altında yeniden birleştirme potansiyeline sahip Rusya 
ve bu güçlerle ittifakı ABD’nin dünya egemenliğini sarsabilecek Hindistan’dır. 


2. BOP, silah üreticileri, petrol devleri ve finansal şirketler koalisyonunun eseridir. 

Petrol başta olmak üzere doğal kaynakları yakından denetleme stratejisi ve politikaları, çok uluslu petrol şirketleri ve ABD yönetimi arasındaki ilişkilerin ele alınmasını gerektirmektedir. Mevcut durumda 4 büyük şirket uluslararası piyasaya hâkimdir. Bunlar: İngiltere kökenli British Petroleum- Amocco ve Royal Dutch/ Shell ile ABD kökenli Exxon-Mobil ve Texaco- Chevron'dur. Anglosakson kökenli petrol devlerinin çıkarları ABD ve İngiltere'nin tavrında dikkate alınması gerekli etkenlerdir. 70 ve 80'li yıllarda ABD'nin ulusal çıkarı silah üreticisi büyük şirketler, petrol şirketleri ile finansal şirketler arasında yapılan bir iş birliğine dayanmıştır. Yani silah satıcılarıpetrol satıcıları koalisyonu yapılmış, finansal şirketler de bu koalisyonda yer bulmuşlardır. 

3. BOP, petrol üreten ülkeleri ABD'ye daha fazla ve uygun şartla petrol satmaya ikna yöntemidir. 

ABD Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubunun, 17 Mayıs 2001'de yayımlanan raporunda, ABD'nin yabancı petrole bağımlılık oranının 2001'de %52 iken 2020'de %66 olacağı öngörülmüştür. Toplam tüketimin artmasına bağlı olarak ABD'nin 2020'de mevcut duruma göre ithalatını %60 artırması söz konusu olacaktır. Bunun anlamı, günlük 10,4 milyon varillik ithalatın 16,7 milyon varile ulaşmasıdır. Bu nedenle, petrol ihraç eden ülkeleri üretimlerini artırmaya ve ABD'ye daha fazla petrol satmaya ikna etmek gerekli görülmektedir. Bu doğrultuda dünya enerji rezervlerinin üçte ikisine sahip olan Körfez ülkelerinin ve özellikle Suudi Arabistan'ın ABD şirketlerinin modernizasyon çalışmalarını sağlamaları için ikna edilmesi gereklidir. Ayrıca, ABD petrol ithalat kaynaklarının bölgesel olarak çeşitlendirilmesi de gereklidir. Bu doğrultuda ABD şirketleriyle iş birliği yapılarak Hazar yöresi (özellikle Azerbaycan, Kazakistan), Sahra Altı Afrika (Angola, Nijerya) ve Latin Amerika'dan (Kolombiya, Meksika, Venezüella) ithalatın artırılması önerilmektedir. Dikkat edilecek olursa bu yöreler beklenen istikrara sahip gözükmemektedir ve hükûmetler değil; fakat yöre halkları genelde ABD karşıtıdır. Bu durumda sürekli askerî güç bulundurmanın yanında yöredeki ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak yeniden yapılandırılmaları gerekli 
gözükmektedir. Bu yeniden yapılandırma, yeni bir Pax Americana'ya uygun olarak tasarlanmaktadır. 

4. BOP, ABD ekonomisindeki sıkıntılara çare arayışıdır. 

 ‘’XXI. yüzyılı şekillendirme düşüncesi”, Amerikan halkının temel yaşam kaygılarının yok edilmesi ve sahip olunan refah düzeyinin sürdürülmesi yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımla Orta Doğu, Orta Asya ve Hazar Bölgesi ABD’nin yaşam sahası olarak görülmektedir. ABD anılan bölgelerde kalıcı bir egemenlik tesis etmeyi, kendi varlığını sürdürmekle eş değer görmektedir. ABD’nin dünya egemenliğini sürdürebilir kılması için korunma maliyetleriyle üretim maliyetlerini dengede tutması gerekmektedir. Her ikisi de egemen güç üzerinde yıpratıcı etkileri olan bu değişkenlerin maliyetlerinin düşürülmeleri, kaynakların ucuz elde edilmesi, savaş teknolojilerinin geliştirilmesi ve korunma önlemlerinin kendi ülke kaynakları kullanılarak karşılanması yerine başkalarına ihale edilerek karşılanması ile azaltılabilir. 

Ancak ABD, cari açıklar, bütçe açıkları ve dış borç yükü giderek artan, askerî harcamaları ise 500 milyar doları bulan bir güç hâline gelmiştir. 

ABD'nin iç ve dış borç toplamı (hane halkı, ipotek borçları artı özel sektör borçları türevler, devlet borçları vb.) 37 trilyon dolar, GSMH'nin yaklaşık üç 
katıdır (A.G. Frank, The Asia Times, 06/01/05,). Borç sarmalından kurtulmak bir yana ABD’nin ekonomisini yürütmek, yıllık büyüme hızını koruyabilmek, 
enflasyonu önlemek ve refah düzeyini sabit tutabilmek için her yıl 900 milyar dolarlık bir dış kaynak elde etmesi gerekmektedir. Araştırmacılar bunun 
ancak “sürdürülebilir net ihracat” ile karşılanabileceği görüşünü öne sürmekte dirler.6 

Borçların ödenmesi, dış açıkların kapatılması, bütçe denkliğinin sağlanması ise ya ülkeye sıkı para girişleriyle sağlanmak zorundadır (ki çok uzun yıllardır doların dünya değişim birimi olması nedeniyle mali yıl sonundaki dolar girişlerinden edindiği birikim bunu sağlamaktaydı) ya da ABD ekonomisinin dış kaynak gereksinimini kapatacak çapta ihracatı gerçekleştirebileceği dış pazarların yaratılması gerekmektedir. Bununla birlikte hem ulusal üretimin gelişmesi hem de 280 milyonluk bir nüfusun gündelik gereksinimlerinin karşılanması için sanayinin en temel girdisi olan (ve ABD ekonomisinin dışa bağımlılığını sağlayan) enerjinin ucuza elde edilmesi gerekmektedir. Ancak ihracat pazarları da sınırlı durumdadır. ABD ekonomisinin motor gücü hizmet sektörü (finans, ticaret vb.), sanayi üretimi GSMH'nin ancak %13'ünü oluşturabilmektedir. Bilişim teknolojileri ve silah sanayiinde Çin, Hindistan ve Asya ekonomilerinin rekabetiyle mücadele etmek zorunda bulunmaktadır (ancak bu ihracat, teknoloji transferi anlamına da gelmekte ve ulusal güvenlik açısından riskli olarak görülmektedir). 

ABD ekonomisinin karar vericileri, doların dünya piyasalarında düşen değerini artırmak ve Euro’nun dolar yerine giderek daha fazla kullanılmasını engellemek için faiz oranlarını yükseltmişlerdir; ancak bu (son çeyrek yüzyılda ülkemizin de başından geçtiği gibi) durum yüksek oranlı enflasyon ve ekonomik kriz anlamına gelmektedir. Faizlerdeki artış, resesyon, yabancı yatırımcıların daha ucuz iş gücü sağlayan pazarlara kaçması, yatırımcıların Euro’yu tercih etmeleri, ellerindeki ABD menkul kıymetlerini satmaları, ABD ekonomisi ile dünya mali sistemini de krize sokabilecektir. Bu krizin aşılması ise Ergin Yıldızoğlu’nun tabiriyle “La machine infernale” (Cehennem Makinasının) kullanılmasıyla mümkün görülmektedir.7 Yani Neoconların önerileriyle ABD elindeki askerî güce dayanarak: 

- Tüm enerji kaynaklarına el koyup dünyanın geri kalanını teslim alacak, 
- Büyük Orta Doğu bölgesini kendi denetiminde, ihracata, yatırıma açacak bir biçimde düzenleyecek (sömürgeleştirecek), 
- Gerektiğinde ABD pazarını da gümrük tarifeleriyle koruyacak, bunları da dünyanın geri kalanına kabul ettirecek, 
- Yabancı yatırımcıları ve merkez bankalarını tehdit ederek ABD mali piyasasını batırmalarını engelleyecektir. 

ABD, bizzat Başkan Bush'un ağzından açıklandığı biçimde bu bölgeye, aynen İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ve Japonya'ya götürdüğü gibi demokrasi götürmek istemektedir. Oysa unutmamak gerekir ki Almanya ve Japonya yeterince endüstrileşmiş ülkeler olarak demokrasiyi kurmaya  ve geliştirmeye elverişli bir ortama sahiptiler. 


D. “Büyük Orta Doğu Projesi”nin Hedefi ve Projenin Gerçekleştirilmesi İçin İzlenmesi Öngörülen Strateji: 

Soğuk savaş sonrası yeni Amerikan stratejisinin oluşma döneminde yaşanan kararsızlık ve belirsizliklerden sonra seçilen yeni Amerikan stratejisi 
“uygarlıklar çatışması”na dayanmaktadır. Avrupa ve Avrasya’da yeni güç oluşumlarının, Amerikan egemenliğini tehdit etmesi üzerine, süper gücün 
gösterdiği tepkinin tıpkı Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi “Çağdaş bir Monark”ın davranışlarına benzediği gözlenmektedir. 

SSCB’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan dünya düzeni, Soğuk Savaş sonrası Balkanlar’da ve Asya’da oluşan stratejik boşluklar nedeniyle alevlenmiş olan mikro ulusalcılığın etkisiyle Müslümanların yaşadığı alanlarda savaşların ve katliamların yaşanmasına yol açmıştır. 

SSCB’yi güneyden hapsetmek amacıyla yeşil kuşak stratejisini uygulayarak Türkiye dâhil birçok ülkede kökten dinci unsurun çıkışını destekleyen, daha sonra da bunları tehdit olarak gösteren Amerikan stratejisindeki dönüşüm, aslında “Pax Americana”nın sürmesini hedeflemektedir. AGSK ile hızlanan süreçte, NATO’nun zaten sorgulanan anlamının azalmasına yol açacağı açık olduğundan, söz konusu yeni tehdit algılaması hızla oluşturulmuştur. Yeni tehditler, “terörizm” ve kitle imha silahları”dır. ABD, bu tehditlerin birçok İslam ülkesinde bulunduğunu öne sürmektedir. 

Batılılarca Orta Doğu bölgesinin hedef olarak seçilmesi, bölgede radikal ve militan İslamcıların var olması, bölge ülkelerinin bazılarının uyuşturucu
üretmesi, nükleer ve kitle imha silahlarının aşırı grupların eline geçmesi kaygısıdır. 8 

Büyük Orta Doğu Projesi’nin hedefinin; demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, yönetimde bulunanlar için sınırlı iktidar, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, insan hakları, ferdiyetçilik ve hukukun üstünlüğü gibi Batı değerlerini, Müslüman halkların çoğunlukta yaşadığı ülkelerde tesis etmek olduğu öne sürülmektedir. Diğer bir deyişle Protestan Hristiyanlık felsefesinin bir yaşam felsefesi olarak bu ülkelerde tatbik edilmesini sağlamaktır. Protestan Hristiyanlık felsefesinden, Hristiyanlaştırma gibi bir yanlış anlam çıkarılmamalıdır. 

ABD'nin bölgesel anlamda ve kapsamda Büyük Orta Doğu Projesi ile ilgili dört temel stratejik amacı vardır. Bunlar: 

- İsrail’in güvenliğini sağlama, 
- Doğal kaynaklara kesintisiz ve kısıntısız olarak ulaşmak, 
- Kökten dinci terörün önlenmesi, 
- Bölgenin demokratikleştirilmesidir.9 

ABD’nin Büyük Orta Doğu’da aşağıdaki hususların ele geçirilmesini hedeflediği kıymetlendirilmektedir: 

- “Siyasi ve iktisadi kontrolü” sağlamak üzere “ulus devlet” yapılarının zayıflatılması ve çok parçalı yapıya yönelik olarak küçük devletler oluşturulması, 
- Bölgeyi çok parçalı yapılandırma hedefinin bir tepki oluşturarak ABD karşıtı bir ittifak oluşumunu tetiklememesi maksadıyla bu stratejinin uzun vadeye yayılması, 
- Bağımlı demokrasiler kurularak istikrarın tesis edilmesi, yeni kaynaklar ve tüketici kitleleri sağlayacak serbest pazarların kurulması, 
- Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Avrasya’da yarattığı jeopolitik boşluk doldurularak AB, RF ve ÇHC’nin kontrol edilmesi, 10 
- Sonuç olarak “Avrasya’nın kalbi”nin kontrol altına alınarak “Avrasya hâkimiyeti”nin ele geçirilmesidir. 

Büyük Orta Doğu Projesi aşağıdaki ana stratejiyi kapsamaktadır: 

- Orta Doğu’da Siyasal Dönüşüm: Mevcut coğrafyadaki yönetimlerin Batı standartlarına göre yeniden formatlanması ve “demokrasi”nin bölgeye hâkim kılınması. 
- Orta Doğu’da Ekonomik Dönüşüm: Söz konusu coğrafyada serbest piyasa ekonomisinin teşviki, liberal ekonomik sistemin yerleştirilmesi, devlet denetimindeki alanların özel teşebbüse açılmasının hızlandırılması. Uzun vadede bölge ekonomilerinin Batı ekonomik sistemine entegrasyon unun sağlanması. 

- Orta Doğu’da Toplumsal/Kültürel Dönüşüm: Klasik din eksenli eğitim veren kurumların reformasyonu veya tasfiyesi, Batı kültürünü teşvik eden eğitim, medya ve benzeri kültür araçlarının teşviki. Batılı normlarının ve yaşam tarzının bölge insanının gündelik yaşamına nüfuz etmesinin sağlanması. 

- Orta Doğu’da Stratejik Dönüşüm: Batı’nın “tehdit” olarak kabul ettiği ve öne sürdüğü (terörizm, kitle imha silahları vb.) odakların yok edilmesi, bölgenin 
Batılı güvenlik norm ve konseptlerine uygun hâle getirilmesidir. 

ABD yetkililerin bu projeyi tanımlaması ise belirtilen amaçlarla örtüşmekle beraber 1995 tarihli “ABD Ulusal Stratejik İncelemeler Enstitüsü”nün bir raporuna göre daha değişiktir: 

- Enerji kaynaklarına sahip olan bölgelerin kontrolü, 
- Enerji ulaşım yollarının kontrol ve denetimi, 
- Asimetrik tehdidi oluşturan terörist eylemlerin önlenmesi, 
- Kökten dinci İslam zeminine ılımlı İslam’ın oturtulması, 
- ABD ulusal çıkarlarının Orta Doğu’da korunması, 
- Bölgede bölgesel güç konumuna erişmiş devletlerin bu etkinliğinin azaltılması,    askerî güçlerinin küçültülmesi ve bu güçlerden ABD çıkarlarına uygun şekilde istifade edilmesi, 
- Terörist eylemlerde kullanılabilecek olan kitle imha silahlarının yok edilmesi, 
- Mali ve ekonomik yardım suretiyle bölgede ABD nüfuzunun yaygınlaştırılması, 
- Batı karşıtlığına yol açan anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması. 


E. Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye 

Büyük Orta Doğu ve genişlemiş Avrupa coğrafyaları, ilgi ve etki alanları açısından birbirlerini etkilemektedirler. Akdeniz, Türkiye, Kafkaslar ve Orta Asya Türk dünyası coğrafyaları bu iki büyük gücün coğrafi açıdan kırılma noktalarını oluşturmaktadırlar. Türkiye, coğrafi konumu itibarı ile Büyük Orta Doğu'nun merkezinde yer almaktadır. 

BOP coğrafyasının büyük kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ve yukarıda belirtildiği özelliklere sahip istikrarsızlıkların hâkim olduğu bir alandır. Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya gibi dünyanın en sorunlu bölgelerinin arasında bir istikrar adası durumunda olan tek ülke Türkiye’dir. Türkiye, bir yandan tarihsel kültürel nedenlerle Orta Doğu’daki çıkarlarını korumakta, öte yandan da Atatürk’ün “Yurtta Barış Cihanda Barış” ilkesini izleyerek Batı ile Doğu arasında köprü işlevini sürdürmektedir. 

BOP uygulamalarının arka planında küreselleşme politikalarının yürütüldüğü “Yeni Dünya Düzeni” bulunmaktadır. Dünya egemenliği için araç olarak kullanılan küreselleşme süreci, “küresel terörizm” olgusu, geleceğin stratejik kaynakları ve bu kapsamda petrol başta olmak üzere enerjinin kontrolü süreci burada bulunmaktadır. Soğuk savaş öncesi ve sonrası uygulanan stratejileri birbiriyle ilişkilendiriliğinde, “Yeni Dünya Düzeni” ile sonuçlandırılmak istenen küresel resim ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, 11 Eylül küresel “terör” olayının ve sonrasında Afganistan’ın ve Irak’ın işgalinin birbiriyle bağlantılı bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. 

Türkiye’nin Atatürk’ten bu yana kazandığı 83 yıllık Cumhuriyet mirasının reddi söz konusu edilmektedir. Ülke içten çökertilmeye çalışılarak yozlaştırılmakta, IMF aracılığıyla 325 milyar dolar civarındaki borcu ile borç sarmalına sokulmakta, Avrupa Birliği hedefinin istismar edilmesiyle yaklaşık yarım yüzyıl daha sürecek bir macera içinde dönüştürülmek istenmektedir. Bunun için Türkiye’nin üniter ulus devlet yapısı, ulusal gücü zayıflatılmaya çalışılmaktadır. 

Türkiye Cumhuriyeti, stratejik bir biçimde, AB içinde içsellileştirilerek asimile edilme tehlikesi yaşarken Irak’ın kuzeyinde de harekete ulusçu bir 
yön verilmektedir. 

Dünya piyasalarının önde gelen spekülatörü Soros, Türk Ordusu konusundaki açıklamasında, aslında kendi fikrini olduğu kadar söz konusu güçlerin düşüncesi ni de “En iyi ihraç malınız Ordu” mesajıyla iletmiştir. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri doğal olarak böyle bir stratejiye geçit vermemektedir. İçeride ve dışarıdaki güçlerin destekçileri, karşılarındaki en önemli engelin de bu olduğunu görmektedirler. Bu nedenle bunların önemli hedeflerinden birisi de Türk Silahlı Kuvvetleridir. 

BOP içinde uygarlıkların buluştuğu bir ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik önemi, Soğuk Savaş döneminde bir kez daha gündeme gelmiştir. 11 Eylül’den sonra Türkleri gerçekten isteyip istemediğini tam olarak ortaya koyamayan; ancak Türkiye’ye jeostratejik açıdan ihtiyaç duyan AB, Türkiye’nin hassasiyet taşıyan iç sorunlarının derinleşmesi pahasına Türkiye’nin AB’ye girme sürecini manipüle etmeyi sürdürmeye devam etmektedir. Türkiye, bu kritik döneme borçlanmış, sıkıştırılan ve önemli sorunları olan bir ülke olarak girmiş bulunmakta dır. 

Bütün bu gelişmelerin ortasında ve tehditlerin odağında olan Türkiye üzerinde, bazı medya kuruluşlarının da yardımıyla yoğun olarak dezenformasyona dayanan bir bilgi savaşı cereyan etmektedir. 

Ülke ayrılıkçı etnik “terörizmin” ve irticai hareketlerin hedefi hâline getirilmeye ve ülkede laik-antilaik kutuplaşması yaratılmaya çalışılmaktadır. 

Ayrışma olarak nitelenen bu tür eylemler ile tüm süreçler, kısır döngüye itilmektedir. Kısır döngü içine sürüklenen devlet giderek enerji yitirmektedir. 
Devletin tüm kurumları, yasama, yürütme ve yargı süreçleri etki altına alınarak Türkiye “Sevr”e benzer bir ortama sürüklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, gelenekselleşmiş yapısı nedeniyle çoğu zaman kararsız bir durumda kalmaktadır. Halkın büyük bir bölümü AB propagandalarıyla yanıltılmaktadır. 

Küresel jeopolitik değişimler, algılama sınırlarını zorlayacak bir hızla sürmektedir. Türkiye klasik “müttefiki” durumundaki Amerika Birleşik 
Devletleri ve son zamanlarda ilişkilerini geliştirdiği İsrail ile geleneksel bağlantısını zaman zaman sorunlu da olsa hâlâ korumaktadır. 

Ancak bölgesel gerçeklere dayanan “Güneydoğu Sorunu” nedeniyle stratejisini uzun süre uyguladığı “Bekle Gör”den, proaktif girişimlere çevirmekte olan  Türkiye, kaynakları ve askerî gücü ile Batılı devletler tarafından tecrit edilmek istenen bir hedef durumunda bulunmaktadır. 

Günümüzde AB’nin, Türkiye’yi parçalayarak içine almak istediğini öne sürenler ve bunun karşısında olan düşünceler bulunmaktadır. AB’nin, bir yaklaşıma göre de İsrail’in güvenliği için misyonu olan Türkiye, ABD’nin çıkarları açısından ihtiyaç duyuldukça yararlanılacak bir ülke durumundadır. 

Kıbrıs, Ege Sorunu ve nihayet Güneydoğu sorunlarıyla çevrelenmiş olan Türkiye’nin, kendi yaşamsal çıkar alanlarına uzanması engellenmekte, 
Türkiye, içten ve dıştan kuşatılmaya çalışılmaktadır. Türkiye için federatif düzenlemeler düşlenmekte ve AB platformlarından dile getirilmektedir. 

Bütün bunlar ile Türkiye’nin tarihî refleks göstermemesi için yıllarca gerekli önlemler alınmaya çalışılmış, ülke içerisindeki uzantılarla, kısır döngü 
içerisinde enerji kaybetmesi sağlanmıştır. Kimi zaman sağ-sol, kimi zaman bölücü, kimi zaman irtica sorunu ek olarak tesis edilen kültürel, sosyal, 
siyasal ve ekonomik bunalımlar ile kısır döngülerin içine sokulan Türkiye’nin, çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesine engel olunmak istenmektedir. 

Türkiye BOP kapsamında, Bilgi Harbi’nin, dolayısıyla da içinde ekonomik ve psikolojik harbin yer aldığı postmodern bir Haçlı Seferi’nin odağında ve 1815 Viyana Kongresi’nden bu yana resmen seslendirilen “ Şark Meselesi”nin hedefinde bulunmaktadır. Türkiye manipüle edilerek tüketilmeye ve dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Türkiye, içeriden ve dışarıdan, her yönden ve türlü yöntemler kullanılarak kuşatılmaktadır. 


Soğuk Savaş’ın hemen ertesinde, Avrasya’da, konjonktürün sunduğu fırsat ortamı, sığ zihniyet yüzünden 1990’lı yılların da heba edilmesine yol açmıştır. Türk Cumhuriyetler ile yakın ilişki stratejisi iyi belirlenememiştir. Reel politik sınırlar iyi çizilememiş, iç politikada konuyla ilgili ortak bir vizyon 
oluşturulamamıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti için jeopolitik durum gereği, ivedi çözüm bulunması gerektiren sorunlar katlanarak artmaktadır. Bu sorunların ancak bölgesinde güçlü, devleti milleti bütünleşmiş bir ülkeyle üstesinden gelinmesi mümkün olduğu değerlendirilmektedir. 

ABD, bölgenin etnik ve dinsel farklılıklara göre haritasını yenilemektedir. Bölgenin haritası değiştirilirken Türkiye açısından da önemli olan etnik gruplara verilmek istenen “kendi yazgısını belirleme hakkı” bölgeyi kanlı çalışmalara ve kaos ortamına sürükleyebilecektir. 

F. Sonuç ve Değerlendirme 

Katılımcı ülkeler açısından Büyük Orta Doğu Projesi'nin gerçekleşmesi durumunda; yaklaşık 15 milyon km2'lik geniş bir coğrafya üzerinde 25 ülke, 393 milyon nüfus ve 886 milyon dolarlık bir potansiyel güç müşterek bir jeopolitik oluşum meydana getirebilecektir. Dolayısıyla böyle bir oluşum; terör kaynaklı tehdit başta olmak üzere bölgeyi güvenli bir boyuta taşıyabilecek, totaliter rejimler izole edilerek modern yönetim uygulamalarına imkân ve zemin hazırlanabilecek, bölgenin doğal imkânları global sermayenin hizmetine sunulabilecektir. 

Washington yönetiminin ortaya atmış olduğu "Büyük Orta Doğu Vizyonu", ABD'nin Orta Doğu’da kapsamlı bir değişim ve dönüşüm sürecini başlattığına işaret etmektedir. Proje ile ilgili tüm olumsuz spekülasyonlara rağmen ABD bu proje kapsamında önümüzdeki dönemde bölgede ekonomik, siyasi, askerî, sosyal ve kültürel alanda atılmış olan adımların devam edeceği ortaya çıkmaktadır. Sonuçlarını şimdiden kestirmek zor olsa da atılan adımlar neticesinde bölgede ciddi değişimlerin devam edeceği değerlendirilmektedir. Ancak bu adımlarda başarı şansını da kestirmenin zor oluşu ve başarısızlığın daha yüksek gibi gözükmesi bölgede yeni kargaşaların ve sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktır. 

Bu proje ile: 

- Cebelitarık'tan Süveyş ve Hazar stratejik eksenlerine kadar uzanan Orta Doğu coğrafyası, Okyanus ötesi bir güç olan ve İngiltere ile hareket eden ABD'nin her bakımdan kontrolü altına girecek ve Kenar Kuşağı güneyden tamamlayan bu coğrafyadaki Anglosakson etkinliği daha da güçlenecektir. 

- Yalnız coğrafi alanla sınırlı olmayan bu proje, bölge devletlerinin jeopolitik bütünleşmesi, stratejik ve jeostratejik yönüyle de süper gücün ağırlıklı olarak etki ve ilgi alanına gireceğinden; özellikle Avrasya coğrafyasında mevcut veya oluşmakta olan diğer güç merkezleri için jeopolitik ve jeostratejik tecrit sonucunu doğuracaktır. 

- Bu boyutta oluşacak jeopolitik ve jeostratejik tecrit, hem Avrupa Birliği ve hem de tekrar süper güç olmak yönünde yeni bir jeopolitik görüşe sahip olan Rusya Federasyonu kadar Şanghay İş Birliği Teşkilatı ve özellikle de bu oluşum içinde yer almak arzusunda olmayan ulus devletler ve millî politikaları esas alan ülkeler üzerinde etkili olacaktır. 

Bu projenin hayata geçirilmesi ile bir taraftan Süper Güç durumunda olan ABD'nin kendisi için potansiyel tehdit olma riski gösteren mahalli, bölgesel ve genel mahiyetteki oluşumlara karşı durumu güçlenirken diğer taraftan Akdeniz, Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya coğrafyası üzerindeki etkinliği artarak devam edecektir. 

Bir başka boyutuyla, giderek Avrupa'daki varlığı ve etkinliği sıkıntıya düşen ABD ve İngiltere'nin bu proje ile ortaya çıkan sıkıntıları da bertaraf edilebilecektir. Diğer önemli bir husus da Büyük Orta Doğu Projesi ile Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus ve Hint Okyanusu’nda faaliyet gösteren ve hava gücü ile bütünleşen Anglosakson deniz gücünün, özellikle Süveyş ve Basra stratejik mihverlerindeki varlığı ve etkinliğiyle daha güvenli bir boyutta entegre edilebilme avantajı sağlanmış olacaktır. 

Bu projenin: 

- Petrol rezervleri azalan ABD’nin küresel üstünlüğünün, Avrasya, özellikle Orta Doğu Enerji Kaynakları’nın, kontrolüne bağlı olduğu, 
- Petrol ve doğal gaz rezervlerinin XXI. yüzyılın ilk yarısında en önemli enerji kaynaklarını oluşturacağı, 
- Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgesinin küresel enerji tüketimini karşılayan en önemli coğrafi bölge olacağı, 
- “Büyük Orta Doğu Projesi”nin aslında bölgenin sahip olduğu enerji kaynaklarını ve ulaştırma hatlarını kontrol amacı ile geliştirilmiş bir proje olduğu, 
- ABD’nin Orta Doğu enerji kaynaklarını kontrol girişimlerinin çatışmaların asıl nedenini oluşturacağı, ABD’nin, küresel terörü bu amaçla bahane olarak kullanacağı, 
- ABD’nin küresel terörü tahrik ederken durumun kanlı bir “Medeniyetler Çatışması”na dönüşebileceği, 
- ABD’nin Büyük Orta Doğu’daki muhtemel hedeflerini tahmin edebilmek için hangi ülkelerde önemli enerji rezervi olduğunun ve hangi coğrafi bölgelerin enerji  ulaştırma hatlarını denetlediğinin araştırılmasının yeterli olabileceği, 
- ABD’nin hedeflerini ele geçirmesi için yeterli askerî gücünün ve gerçekçi bir stratejisinin olmadığının Afganistan ve Irak’ta kanıtlandığı; bu gerçeğin mücadeleyi bugün geldiği nokta dikkate alındığında küresel bir kaosa dönüştürebileceği değerlendirilmektedir. 

Projenin geldiği bugünkü noktada bölgede neden olduğu değişimler şunlardır: 

- Küreselleşen kapitalizm, AB örneğinde olduğu gibi bloklaşırken, Orta Doğu’nun feodal yapısını siyasallaştırarak parçalamakta, böylece ulus devletlerin millî kalkınma stratejilerini, ulusal varlıklarını, askerî yapılarını imha etmektedir. 
- Feodalleşen Orta Doğu coğrafyası, Irak’ın kuzeyindeki oluşumlar örneği, bölgenin küresel kapitalizme entegrasyonunu hızlandırmakta; ancak 
söz konusu entegrasyon, Orta Doğu ülkelerinin periferileştirilmesini sağlamaktadır. Açık pazar hâline gelen bölgede, küreselleşen kapitalizm, 
ulus devleti engel olarak görmekte, parçalanma sürecini tetiklemektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti açısından sonuçlar ve yapılması gerekenlerle alınması uygun olacağı değerlendirilen tedbirler aşağıya çıkarılmıştır: 

- Uluslararası sistem, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük stratejik dönüşümle karşı karşıya bulunmaktadır. Böyle dönemlerde, uluslararası ilişkilerde ağırlığı zaten sınırlı olan hukuk/adalet kavramının etkisi iyice azalır; güç tek belirleyici etken hâline gelir. Dolayısıyla son dönemdeki BM zemininin iyice yıpranmış olmasına ve ABD’nin kaba gücünü ortaya çıkaracak şekilde uygulamalar yapmasını yadırgamamak gerekmektedir. Tehlikeleri fırsatlara dönüştürebilmesi için Türkiye’nin uluslararası sistem içindeki manevra alanını olabildiğince genişletmesi gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Atatürk döneminde uygulanan denge politikasını, abartılı, hatta biraz da maksatlı bir korku psikozuna girerek terk eden ve kaderini kayıtsız şartsız Batı’ya bağlayan Türkiye, gücünü sisteme yansıtabilmesine olanak sağlayacak adımlar 
atmalıdır. 

- Türkiye bir yandan Şanghay İş Birliği Örgütünün baş aktörleri olan Rusya ve Çin’le, bir yandan da AB’nin baş aktörleri olan Almanya ve Fransa ile ulusal çıkarlarımızı ön plana alan, dengeli ve ölçülü ilişkilere dayalı gerçekçi bir siyasi iş birliği zemini oluşturulmalıdır. Kuşkusuz bu ülkelerle siyasi ilişkilerin geliştirilmesi ABD’nin dışlanacağı anlamına gelmemelidir. Fakat bu ülkenin, Yahudi, Rum ve Ermeni lobilerini kullanarak Türkiye’nin ulusal çıkarlarını göz ardı eden politikalar üretip uygulaması karşısında sessiz ve tepkisiz kalınmamalıdır. Türkiye’nin Almanya ve Fransa ile gerçekçi bir iş birliği zemini oluşturması AB ile olan ilişkilerimizin de mevcut sağlıksız içeriğinden sıyrılmasını ve yıllardır süregiden onur kırıcı perspektifinin yerini, onurlu bir iş birliği perspektifinin almasını sağlayabilecektir. Böylece, Türkiye “demokratik leşme” kurgusuna dayalı ödünler vermekten kurtulacak; yıllardır verdiği ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan ödünlerden bir kısmını geri alabilecektir. 

- ABD’nin BOP çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği “cephe ülkesi” rolü, hem Avrupa hem Rusya, hem de bölge ülkelerinin gözünde Türkiye’yi, ABD’nin global çıkarlarını dayatmak için kullandığı bir araç konumuna getirecek ve tüm Avrasya bölgesinin tepkisine yol açacaktır. Türkiye, bulunduğu coğrafyada kendisine tavır alınması sonucunu doğuracak böylesine tehlikeli bir rolü asla kabullen memelidir. 

- Türkiye’nin; ekonomik sorunlarını köklü çözümler uygulayarak aşması; yaşanan dönüşüm sürecini gerektiği gibi izleyip değerlendirebilen, 
bilgi birikimine sahip insanları bir araya getiren bir beyin takımı oluşturması; içeride siyasal, ideolojik etnik, dinsel çatışmalara kesinlikle meydan 
vermemesi gerekmektedir. 

- Ulus devletimizi parçalamaya yönelik tuzaklara karşı uyanık olunmalı, ulusal birlik ve bütünlüğe yapılan vurgu artırılmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye’de son 60 yılda uygulanan liberal politikaların bu amaçları gerçekleştirmekte ve ne ölçüde yeterli olduğu sorgulanmalıdır. 
- Yakın tarihimizde, aynı zamanda devletimizin kurucusu olan Mustafa Kemal ATATÜRK gibi bir büyük strateji dehasının ne yaptığına bakmamız, 
Türkiye’nin bugün ne yapması gerektiğini anlamamıza yeterli olacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Sabah Gazetesi; 29 Şubat 2004, s. 22. 
2 Immanuel Walersteın; 21. Yüzyılda Siyaset, Aram Yayıncılık, Çev. T. DOĞAN-E. ABDOĞLU (İstanbul, Mart 2004 ),s. 102. )
3 Zbigniew Brezinski; The Grand Chessboard, New York: Harper Collins Publisers, 1997, s. 72. 
4 Dr. Sait Yılmaz; 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Alfa Yayınları, İstanbul 2006, s. 327. 
5 Abdullah Şahin; Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye, Truva Yayınları, İstanbul, 2004, s. 38-42. 
6 Wynne Godley, Alex Izurieta, Gennaro Zezza; ''Why net exports must now be the motor for U.S. growth'' , Cambridge Endowment for Research in 
   Finance - Levy Economics Institute – Bard College, Temmuz 2004. 
7 Ergin Yıldızoğlu; “Hurmalar ve Dr. Faustus Üzerine”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2005, s. 13. 
8 Irina Zvyagelskaya; What Strategy for the Greater Middle East?” (A Russian Perspective. 
9 Dr. Kur. Kd. Alb. (E) Veli Küçük; Jeo-astrol Politikalar s. 120. 
10 Turkish Military Representive (TMR); s. 22. 

Kaynaklar ;

AKAR, Atilla; Büyük Orta Doğu Kuşatması, Timaş Yay., 2. Baskı, Ekim 2004. 
ARI, Tayyar; Uluslararası İlişkiler Teorileri-Çatışma, Hegemonya, İş birliği”, 1. Basım, Alfa Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şirketi, İstanbul 2002. 
BREZINSKI, Zbigniew; The Grand Chessboard, New York: Harper Collins Publisers, 1997. 
BUSH, W. George; State of the Union, January 28, 2003 www.whitehouse.gov/news/releases/2003/01/20030128-19.html. 
Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye Çalışması, Harp Akademileri K.lığı, 2003. 
CSIS Orta Doğu Programı; www, csis.org/mideeast/online.html, 25 Ekim 2005. 
“Cumhuriyet Strateji”; İ.Yaşar HACISALİHOĞLU, BOP Avrupa, Rusya, Çin ve Hindistan’ın Yaşam Alanını Daraltıyor, ABD’nin Kalıcı Egemenlik Arayışı, 08 Kasım 2004. 
DOĞANAY, Şenol; “Çatışmanın Arka Planı”, 2003 Der., Ekim 2001. 
Dünya Enerji Kaynakları ve Politikaları; “Ağırlık Merkezi” Ders Notları, Hazırlayan; İsth. Alb. M. A. İKBAL, TSK İsth.Ok. Stratejik İsth.Ok. K.lığı 2005. 
EVCİOĞLU, Kemal; Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Orta Doğu Projesi, Umay Yay., Eylül 2005. 
GÜREL, Şükrü Sina; “Orta Doğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri”, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1979. 
GÜRSES, Emin; “ABD Dış Politikasında Realizm ve İdealizm”, Jeopolitik Dergisi, Sayı 7, Yaz 2003. 
HAN, Ahmet K.; “Tarafsızı Olmayan Savaş Yeni Muhafazakar Komplo ve Bush Doktrini”, Kartalın Kanat Sesleri-ABD Dış Politikasında Yeni 
Yönelimler ve Dünya, Der. Toktamış ATEŞ, 1. Baskı, Ankara: Ocak 2004. 
KAYNAK, Mahir; “Amerika; 11 Eylül, Afganistan, Irak”, 1. Basım, İstanbul, İlk Yayınları, Ekim 2003. 
KISSENGER, Henry; Diplomasi, Ankara, Tür.İş Bankası Kültür Yay., 2002. 
MAHALLİ, H.; Yeni Şafak, 11 Ağustos 2004. 
NYE, Joseph; The Paradox of American Power, Newyork: Oxford University Press, 2002. 
Metin; Osman ÖZTÜRK, “11 Eylül Sonrasında Orta Doğu ve Irak”, Jeopolitik. 
ŞAHİN, Abdullah; Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye, Truva Yay. 2004. 
ŞİMŞEK, Ayhan; “ABD’nin Yeni Küresel Savunma Stratejisi”, Cumhuriyet Strateji, Temmuz 2004. 
ULUĞBAY, Hikmet; “21 nci Yüzyılın Petropolitiği ve Türkiye”, Cumhuriyet Strateji, 19 Temmuz 2004. 
YILMAZ, Veli; Kur. Kd. Alb.(E), Jeo-Astral Politikalar, Harp Akademileri Basımevi, 2005. 
YILDIZ, Y. Gökalp; Akşam, 26 Mayıs 2004 Perşembe. 
Z. DOĞANAY, Fikret ATUN; “Orta Doğu’nun Jeopolitik ve Jeostratejik Yönden İncelenmesi”, Ankara-1994.