ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2017 Pazartesi

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 3


AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 3



3.1960-1980 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ

1960 Anlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan garantör ülkeler olmuşlardır. Bu çerçevede Yunanistan, 950 kişilik bir Yunan alayını adaya konuşlandırma fırsatı yakalamıştır. Makaryos ise Kıbrıs’ın bağımsızlığını her zaman için Enosis’e ulaşma yolunda bir araç olarak görmüştür.  Yunan alayının Kıbrıs’a gelişi Rumlarda Enosis heyecanı yaratmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile bir süre yeraltına geçen EOKA, Yunan alayı aracılığıyla eğitilip yeniden harekete geçmiştir. 
Yunanistan’da Karamanlis’in iktidardan düşüşünden sonra yerine Londra ve Zürih Antlaşmalarını tanımayan Papandreu Başbakan seçilmiştir. Bunun üzerine Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını uygulamak istemeyen Makaryos Garanti ve İttifak Antlaşmalarının feshedilmesini önermiştir. Bu çerçevede Makaryos, 30 Kasım 1963’te Türkiye’ye 13 maddelik bir anayasa düzeltme teklifi sunmuştur. Türkiye’nin reddettiği bu teklif Kıbrıs Türklerini azınlık statüsüne sokan bir değişikliktir.  Bu değişiklik teklifini Yunanlıların desteklediklerini o dönemin Yunan Başbakan yardımcısı Sofokles Venizelos gizlememiştir. Makaryos bu teklifi Türkiye’nin reddedeceğini bilerek adada eğitilerek hazır hâle gelen EOKA ile Türkleri adada yok etmeyi hedeflemiştir.
1963 yılından itibaren Türklere yönelik saldırılar başlamıştır. Rum tarafı Türkler’in imhasını öngören Akritas Planını uygulamaya koymuş, sistemli şiddet politikasına geçilmiştir.  Aralık 1963’te tarihe “Kanlı Noel” adıyla geçen olaylar yaşanmıştır. Bu olaylar sırasında 21 sivil Türk katledilmiştir. 30 Aralık günü ise Lefkoşe’de İngiliz askerleri tarafından Yeşil Hat oluşturulmuştur. Türkiye ise adadaki bu katliamlara karşı Türk Hava Kuvvetleri’ne ait uçakları Lefkoşe üzerinde havalandırmıştır. 

 1 Ocak 1964’te Makaryos 1960 Antlaşmalarının tek taraflı feshedildiğini açıklamıştır. Rum saldırıları daha fazla artmıştır. Türkiye ise saldırıların durdurulması için 13 Şubat 1964’te BM Güvenlik Konseyine başvurmuştur. 4 Mart 1964’te BM bir “Barış Gücü” oluşturma kararı almıştır. Ayrıca BM işgalci Rumlara “ Kıbrıs Hükümeti” ifadesini kullanarak bir mektup göndererek tarihi bir hataya imza atmıştır. Yapılan bu hata sonucu Rumlar, fiilen bir hükümet gibi kabul edilmişlerdir.
Yeşil Hat’tın çizilmesi ve BM’nin sözde barış gücü çatışmaları durduramamıştır. Bu nedenle Türkiye, Garanti Antlaşması’nın dördüncü maddesinin verdiği hak ile Haziran 1964’te adaya müdahale kararı almıştır. Ancak “Johnson Mektubu” ismiyle literatüre geçen ABD Dışişleri Bakanı’nın İsmet İnönü’ye ilettiği mektupla Türkiye müdahale fikrinden vazgeçmiştir.
Grivas’ın adaya dönmesiyle Türklere yönelik saldırılar artarak devam etmiştir. 1964 yılında Erenköy olayları yaşanmıştır. Garanti Antlaşması uyarınca NATO ve BM’ye başvuru sonrası Türk uçakları Kıbrıs üzerinde 7 Ağustos 1964’te ihtar uçuşu yapmış, 8 Ağustos’ta ise Rum mevzilerini vurmuştur. 
15 Temmuz 1964’te ABD, Acheson Planı’nı devreye sokmuştur. Planda Karpas’da Türkiye’ye bir üs verilecek, buna karşılık Türkiye ise Enosis’i kabul edecek ve de Türkler adada azınlık olacaktır. Acheson planı, Makaryos tarafından şartsız Enosis olmadığı için reddedilmiştir. Zaten Türkiye’de bu planı reddetmiştir. Ağustos’ta sunulan ikinci Acheson Planı ise yine aynı gerekçelerle reddedilmiştir.
1964 yılından sonra Barış Gücü’nün de çabalarıyla adada çatışmalar bir süre duraklamıştır. Fakat 3 yıl sonra çatışmalar geri alevlenmiştir. 1967 yılında Rumlar yeniden silahlanmaya başlamışlardır. 21 Nisan 1967’de ise Yunanistan’da askeri cunta bir darbe yapmış, Yorgi Papandreu iktidara getirilmiştir. Eylül 1967’de Demirel ile Kollias arasında Dedeağaç’taki görüşmelerde pazarlığa kalkışılmış, ama sonuç alınamamıştır. Bunun üzerine Kıbrıs’ta Boğaziçi ve Geçitkale köylerine karşı saldırılar düzenlenmiştir.  Türkiye’nin adaya askeri müdahale kararı sonucu ABD araya girerek bir kısım Yunan askerinin ve Grivas’ın geri çekilmesini sağlamasıyla Yunanistan’ın adadaki etkinliği hem askeri olarak azaltılmış, hem de cunta yönetiminin prestij kaybetmesine yol açmıştır.  Geçitkale saldırılarının ardından 28 Aralık 1967’de Geçici Türk Yönetimi ilân edilmiş, daha sonra Türk Yönetimi adını almıştır. Yönetimin başına ilk kez Dr. Fazıl Küçük getirilmiş, 1973seçimleri ise Rauf Denktaş seçilmiştir. 
Bu arada EOKA içinde görüş ayrılıkları belirmiş, Türkiye’nin müdahalesinden çekinip Türkiye’yi ekonomik yollardan alt etmeye çalışan Makaryos ile eski cuntacıların yer aldığı EOKA-B karşı karşıya gelmiştir. 15 Temmuz 1974’te Yunan cuntasının desteğini alan EOKA’cı Nikos Sampson, Makaryos’a darbe yapmıştır. Türkiye ise bu durumda Garanti Antlaşması gereği İngiltere’ye müdahalede bulunmayı teklif etmiş, olumsuz yanıt alınca adanın güvenliği için 20 Temmuz 1974’te Barış Harekâtını başlatmıştır. Böylece Sampson’un isteği olan Yunanistan’a ilhak gerçekleşmemiş, adadaki Türklerin can güvenliği güvence altına alınmıştır. Bu harekât Yunanistan’daki askeri cuntanın da sonu olmuştur. Harekâtın ardından Rum toplumunun liderliğine Klerides gelmiştir.
Türkiye harekât ile beraber adadaki güvenliği sağladıktan sonra bu durumu muhafaza etmek istemiştir. İlk barış harekâtının ardından BM’nin 353 sayılı kararı ile ateşkes çağrısında bulunması ile 25 Temmuz 1974’te Cenevre görüşmeleri başlamıştır. Sonuç olarak ateşkese uyulması ve Yunan Kuvvetlerinin bölgeden çekilmesine karar verilmiştir. 8-13 Ağustos’ta ki Cenevre Konferansı’nın ikinci ayağında ise Rauf Denktaş federal bir yapı içerisinde iki kesimli otonom bölgelerin oluşturulacağı bir anayasa talep etmiş, fakat bu durum Klerides tarafından reddedilmiştir.  1974’ten sonra Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyon sistemini savunan politikaların savunucusu olmuştur.

II. Cenevre Konferansı sırasında görüşmelerden bir uzlaşmanın çıkamayacağı anlaşılınca ise Kıbrıs’a ikinci harekât yapılmıştır. Harekâta uluslararası toplum ve ABD tepki göstermiştir. Türkiye kendine uygulanan silah ambargosu kararının üzerine ise 5 Şubat 1975’te cevap olarak Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD)’ni ilân etmiştir.  BM Genel Kurulu ise bu durumu 12 Mart 1975’te 367 sayılı karar ile rahatsızlığını belirtmiştir. Güvenlik Konseyi ise arabuluculuk aracılığı ile görüşmelere çağırmıştır.
İkinci harekât sonrası BM Genel Sekreteri gözetiminde Denktaş ile Klerides arasındaki görüşmeler başlatılmıştır. Sadece Nüfus Mübadelesi konusunda uzlaşmaya varılmış, Kuzeydeki Rumlar ile Güneydeki Türkler yer değiştirmiştir. 
12 Şubat 1977 yılında Denktaş ile Makaryos arasında 4 maddeden oluşan İlk Zirve Antlaşması kabul edilmiştir. Bu antlaşma ile iki toplumlu federal yapı üzerinde karar birliğine varılmıştır. 19 Mayıs 1979’da yapılan Denktaş-Kiprianu görüşmeleri sonucu 10 Nokta Antlaşması imzalanmıştır. 15 Haziran’da yapılan görüşmelerde ise Rumlar, Türk tarafının ambargosunu kaldırmayarak 10 Nokta Antlaşmasının 6. Maddesini ihlâl etmişlerdir. Makaryos’un ölümü üzerine liderliğe geçmiş olan Kiprianu ise Papandreu’dan aldığı destekten dolayı meseleyi iki taraflılıktan çok taraflılığa getirmenin yollarını aramıştır. 
Rumların uzlaşmaya varamaması, federal devlet statüsünün bir çözüm getiremediğinin anlaşılması ve Rumlar’ın Mayıs 1983’te BM Genel Kuruluna başvurmaları üzerine ise Türk tarafı self determinasyon hakkını kullanarak 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’ni kurmuştur.

4.1980-1990 DÖNEMİ TÜRKİYE YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ

15 Kasım 1983’te Rauf Denktaş’ın bağımsızlık bildirisini okuması ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilân edilmiştir. Rumlar, Yunanistan ve BM ilâna tepki göstermiştir. BM Güvenlik Konseyi tepki olarak 541 sayılı karar ile Türk tarafının kararından vazgeçmesini istemiştir. Türkiye ve KKTC ise BM’nin bu çağrısına uymamıştır.

Türkiye’deki hükümet ise KKTC’yi tanımıştır. KKTC Kurucu Meclisinin hazırladığı anayasa 12 Mart 1985’te kabul edilmiştir. Ardından yapılan seçimler sonucu ise Rauf Denktaş KKTC’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Ve sonuç olarak kuzeyde Türk, güneyde Rum devletli, iki toplumlu bir ada oluşmuştur. Kurulan KKTC’yi ABD’nin baskılarından dolayı hiçbir ülke tanımamıştır. Yunanistan ise konuyu hemen uluslararası platforma taşımıştır.
Kıbrıs Rum tarafı, tüm dünyada “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanınmanın rahatlığından dolayı hiçbir anlaşmaya yanaşmamıştır. KKTC’nin ilânından sonra 2 Ocak 1984’te Denktaş, Rum yönetimine Maraş ve Lefkoşe havaalanının açılması, Kayıp Kişiler Komitesi kurulmasını içeren iyi niyet önerilerinde bulunmuştur. Fakat Rumlar bu iyi niyet önerisini reddetmiştir. Ayrıca Rumlar BM Genel Sekreteri tarafından sunulan iki toplumlu iki federasyonlu Ocak 85 belgesini de Türk tarafının kabul etmesine rağmen reddetmişlerdir.
29 Mart 1986 tarihinde BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar taraflara “Kıbrıs Üzerine Anlaşma Taslağı” adlı federal çözümü öngören bir belge sunmuştur. KKTC’nin kabul ettiği bu belgeyi Rum tarafı reddetmiş, bunun üzerine Genel Sekreter Rum tarafını uzlaşmaz taraf olarak nitelendirmiştir.
Rum tarafında yapılan 1988 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucu Kipriyanu’nun yerini Yorgo Vassiliu almıştır. Denktaş’ın 3 Mart 1988’de sunduğu iyi niyet önerileri diğerler öneriler gibi reddedilmiştir. Vassiliu’da Kiprianu’dan farklı bir davranış sergilememiştir.
25 Temmuz 1989’da BM Genel Sekreteri Cuellar taraflara yeni bir tasarı sunmuştur. Ancak Türk tarafının görüşünün alınmadığı gerekçesiyle Denktaş tarafından reddedilmiştir. Ardından yapılan görüşmelerde ise Vasiliou’nun adada Türk tarafının self determinasyon hakkını kabul etmemesi üzerine kesilmiştir.

5. SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDEN 1999 YILINA KADAR YAŞANAN GELİŞMELER

1989’da taraflar arasında kabul görmeyen tasarılar nedeniyle kesilen görüşmeler 1990’lı yılarda tekrar başlamıştır. 27 Mart 1991 tarihinde BM Genel Sekreteri Cuellar tarafların üzerinde anlaşılan noktalar Güvenlik Konseyine sunmuştur. Turgut Özal ise “Dörtlü Konferans” (Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs Türk Tarafı, Kıbrıs Rum Tarafı) önerisinde bulunmuştur. Buna karşılık Yunan tarafı “Dokuzlu Konferans” (Güvenlik Konseyinin beşlisi de dahil) önermiştir. Fakat tarafların isteksizliği nedeniyle bu toplantı yapılamamıştır.
1992’te Rauf Denktaş Güzelyalı’nın dahil olduğu, Türk tarafının %29+ payı olan bir harita ortaya çıkarmıştır. Buna karşılık BM Genel Sekreteri Boutros Gali ise Güzelyalı’yı Rumlara veren, %28,2’lik Türk toprağı olan bir haritayı ortaya çıkarmıştır. Gali’nin “Fikirler Dizisi” adlı çözüm planını sunmuştur. Bu harita 26 Haziran 1992’de BM’nin 774 sayılı kararı bu harita resmileştirilmiştir. Ardından yapılan görüşmelerden bir sonuç alınamamış, BM Güvenlik Konseyi bir önceki karara benzeyen 789 sayılı kararına almıştır.
1993 yılına gelindiğinde ise Rum tarafında yapılan Başkanlık seçimlerini Fikirler Dizisine karşı olan Klerides kazanmıştır. Klerides bu diziyi müzakere etmeyeceğini bildirmiş, Avrupa Birliği üyeliği çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Yunanistan’da Rumlar’ı üyelik konusunda desteklemiştir. 
Mayıs 1993’te BM Genel Sekreteri’nin önerisi ile “Güven Arttırıcı Önlemler” paketi üzerinde durulmuştur. Fakat Temmuz 1994’te Avrupa Birliği Adalet Divanı, Rumlar’ın isteği ile KKTC’nin AB’ye ihracatını yasaklayan bir karar alması ile güven arttırıcı paketin Kıbrıs Türk Tarafına getireceği faydalar ortadan kaldırılmıştır. 30 Mayıs 1994’te Gali Güvenlik Konseyi’ne sunduğu raporda Türk tarafını sonuca ulaşamamadan sorumlu tutmuştur. Bu sırada AB Korfu Zirvesi yapılmış, zirvede GKRY’ni temsil eden Kıbrıs AB genişleme programına dahil edilmiştir. KKTC’de buna peki olarak Demirel-Denktaş Deklarasyonu imzalamıştır. Böyle KKTC ile Türkiye arasındaki ilişkiler derinleştirilmek istenmiştir. 
20 Ocak 1995’te Rauf Denktaş’ın ortaya koyduğu Rum tarafını görüşmelere davet eden 14 maddelik barış planı yine Klerides tarafından çözümden önce AB üyelik sürecinin tamamlanması stratejisi doğrultusunda görüşmeyi reddetmiştir. Türk tarafı ise buna tepki göstermiştir.
1996-1997 arası dönem ise oldukça gergin geçmiştir. Bu gergin süreçte sınır gösterileri, çatışmalar, Kıbrıs’a konuşlandırılması düşünülen Rus S-300 füzeleri meseleleri, Rum kesinin bitmek bilmeyen AB üyelik çabaları, bir Rum askerinin BM bölgesinde bir Türk askeri tarafından vurulması, Türk bayrağını direkten indiren Rum göstericinin öldürülmesi, Rum motosikletlilerinin sınır delme girişimleri v.s.  gibi olaylar dizisi yaşanmıştır.
24 Şubat 1997 tarihinde AB’nin Kıbrıs Sorununa bakışında bir değişim yaşanmıştır. AB, Kıbrıs’ın tam üyeliği için öncelikle adada siyasi bir çözümün olması gerektiğini şart koşmuştur. Yunanistan Dışişleri Bakanı Theodoros Pangalos ise bu açıklamanın ardından AB’nin Doğu’ya doğru genişlemesini veto edeceklerini bildirmiştir. Aralık 1997’ye gelindiğinde ise AB Lüksemburg Zirvesi’nde AB çerçevesinde Kıbrıs Rum tarafı tüm Kıbrıs’ın temsilcisi sıfatıyla tam üyelik görüşmelerine başlanılması kararı alınmıştır. Türkiye’nin bu karara tepkisi KKTC-Türkiye Ortaklık Konseyi kurmak olmuştur.
1997’de BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafların arasında kapsamlı bir çözüme yönelik müzakereler için yoğun çabalarda bulunmuştur. Bu çerçevede Newyork’ta görüşmeleri başlatmıştır. Annan’ın aracılığı ile gerçekleşen görüşmelerde Rum tarafının AB’ye tam üyelik başvurusu nedeniyle Denktaş ile Klerides’in görüşebilmesi söz konusu dahi olamamıştır.
31 Ağustos 1998 yılında soruna kalıcı bir çözüm amacıyla Denktaş adada iki devlet arasında bir konfederasyon tezini açıklayarak Kıbrıs konusundaki tutumunu net bir şekilde ortaya koymuş ve yeni bir dönem başlamıştır.
Konfederasyon tezninin açıklanmasının ardından bir süre durgunluk dönemi yaşanmış, daha sonra Kofi Annan’ın çabalarıyla yeniden görüşmelere başlanmıştır. 3-14 Aralık 1999 tarihleri arasında Klerides ve Denktaş arasında Newyork görüşmeleri başlamış, sonrasında Cenevre’de görüşmelere devam edilmiştir. Görüşmelerden pek bir verim alınamamasının ardından 12 Eylül 2000’de Annan’ın konuşmasında yeni bir ortaklık kurulmasının hedeflendiği, iki tarafın eşit temsili ve statüsünün doğru bir çözüm olacağını belirten açıklamalar yapması Rum yönetimin tarafından sert şekilde eleştirilip, boykot edilmiştir. Bundan sonraki aşamalarda ise BM Rum tarafının durumunu güçlendirip, Türk tarafını göz ardı eden davranışlar sergilemiştir. 1-10 Kasım’da Cenevre’deki görüşmelerden de bir sonuç alınamamıştır. Bunlara ek olarak 8 Kasım 2000’de AB’nin yayınlamış olduğu Katılım Ortaklığı Belgesinde Kıbrıs Türkiye’nin üyeliği önünde bir önkoşul olarak açıklanmıştır. 
2001 yılında AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi'nin Kıbrıs Sorunu çözülmeden Güney Kıbrıs'ın üyelik başvurusunun değerlendirilebileceği açıklaması Türk tarafı için sarsıcı bir gelişme olmuştur. Denktaş ise Klerides ile BM gözetiminde Yeşil Hat'ta görüşmelerde bulunmuşlardır. Bu görüşmeler sonunda liderler 2002 Ocak'ta yeniden bir araya gelip, tüm konuların masaya yatırılacağı bir görüşme yapmaya başlayacaklarını bildirmişlerdir.
Görüldüğü üzere 1990’dan başlayarak ilişkilerde Rum tarafının AB üyelik süreci, dönem dönem -yaşanan çatışmalar ve sonuçsuz kalan sayısız müzakere ve görüşmeler gerçekleşmiştir. Bu süreçte Yunanistan, Rum tarafının destekçisi olmayı hiçbir zaman ihmal etmemiştir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 2


AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 2


BÖLÜM 2: 1923’TEN 1999’A TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

1.1923-1950 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve uluslararası alanda tanınmıştır. Bu antlaşmanın 16. , 20. , 21. Maddeleri doğrudan Kıbrıs ile ilgilidir. 
Antlaşmanın 16. maddesi adanın hukuki durumuyla ilgili bir madde olup, Türkiye'nin antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar ile adalar üzerindeki sıfatlarından, Hak ve Egemenliklerinden vazgeçtiğini belirtmektedir.
Lozan’ın 20. Maddesi ile Türkiye adanın İngiliz Mülkü olduğunu kabul etmiş ve adadaki haklarından vazgeçmiştir. 

Söz konusu antlaşmanın 21. maddesine göre ise 5 Kasım 1924 tarihinde İngiliz tabiiyetinde kalanlar, Türk tabiiyetini kaybetmiş olacaklardır. Bununla beraber antlaşmanın yürürlüğe girdiği andan itibaren iki yıl içinde Türk tabiiyetinde kalmakta serbesttirler. Ayrıca bu haklarını kullanmaya başladıkları andan itibaren 12 ay içinde Kıbrıs adasını terk edeceklerdir.

Adanın İngiltere’ye ilhâkını içeren hususun 6 Ağustos 1924’te İngiltere tarafından onaylanmasının ardından çok sayıda Kıbrıslı Türk, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmiş ve birçoğu adadan ayrılmak zorunda kalmışlardır. 10 Mart 1925’te ise ada İngiltere tarafından Taç Koloni İlân edilmiştir. Bu tarihten önce Yüksek Komiser ile yönetilen ada, bundan sonra atanan Vali ile yönetilmeye başlanmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Lozan Antlaşması ile uluslararası alanda tanınan Türkiye modernleşme ve inkılâplar yoluna gitmiş, İngiliz toprağı olan ada ile ilgili herhangi bir tavır içinde olmamaya özen göstermiştir. Bunun nedeni ise Lozan’da çözülemeyen Musul sorunu, mübadele sorunu gibi sorunlara bir yenisini eklememektir. Fakat Türkiye gerek Kıbrıs’ta ki Türk varlığı, gerekse de adanın stratejik konumu nedeniyle yine de ada ile bağlantısını kesmemiş ve Kıbrıs ile olan bağlarını hiçbir zaman koparmamıştır. Adaya açılan Türk Konsolosluğu aracılığıyla Türkiye her zaman Kıbrıs Türk toplumunun yanında olmuştur. Misak- ı Milli sınırları dışında dahi kalsa Atatürk her zaman Kıbrıslı Türklere karşı duyarlı ve ilgisini kaybetmemiştir.

1923-1928 yılları Yunanistan’ın askeri darbeler ve ekonomik sorunlarla başa çıkmaya çalıştığı yıllar olmuştur. 1928'de Venizelos'un iktidara gelmesi Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır. Venizelos'un, Megali İdea hedefleri çerçevesinde gerçekleştirdiği yayılmacı politikasından vazgeçmesi Atatürk tarafından memnuniyetle karşılanarak, bir süre için Türk-Yunan dostluk sürecini beraberinde getirmiştir. Venizelos'un Türkiye'ye 1930 yılındaki resmi ziyareti ile Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan antlaşmalar ile ilişkilerin gelişmesine büyük katkı sağlanmıştır.  Venizelos'un Megali İdea politikalarına geri dönmemesi ise 1933 yılında iktidarı bırakmasına yol açan nedenlerden biri olmuştur.

Bu dönemde yaşanan olaylardan biri de 1931 İsyanı olmuştur. Rumlar buldukları her fırsatta Enosis isteklerini İngilizlere bildirmekten geri kalmamış ve her defasında olumsuz yanıt almışlardır. 1929’da İngiliz yönetimine Enosis isteklerini bildiren Kıbrıs Rum Delegasyonu yine olumsuz yanıt ile karşılaşmış, bu istekleri gerçekleşmeyince ise Kition Piskoposu Nikodimos Milanos ve Kyrenin Piskoposu’nun liderliğinde 1931 yılında İngiliz İdaresine karşı ayaklanmışlardır. Bu fiili ayaklanmaların başlamasının bir nedeni de Yunanistan’ın kışkırtmaları ve İstanbul Rum Ortodoks Kilisesi’nin desteği olmuştur.  İsyanlarda Rumlar Enosis çığlıkları ve ilhak sloganları atmışlardır. Rumlar’ın çıkardığı bu isyanlar sonucu bölgedeki Türkler de etkilenmişlerdir. 1943’e kadar süren bu terör dönemi sert müdahaleler ile bastırılmıştır. 1931’den II. Dünya Savaşı’na kadar adada baskı dönemi devam etmiştir. 

1941 yılına gelindiğinde ise İngiliz yönetiminin adada siyasi örgütlenmelere izin vermesiyle beraber bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Rumlar, AKEL ( Çalışan Halkın İlerici Partisi) Partisi’ni kurarak örgütlenmeye başlamışlardır. Kilise ise komünist olarak gördüğü AKEL’e karşı Kıbrıs Ulusal Partisi’ni kurmuştur. Böylece Rumlar kendi içlerinde ideolojik bir bölünme yaşamışlardır. Kıbrıs meselesine Türkiye’nin duyarsızlıkları nedeniyle ve kendilerini korumak için Kıbrıs Türkleri adada KATAK( Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu) Milli Parti, Kıbrıs Milli Türk Talebe Birliği, Kıbrıs Türk Kurumları Birliği ve Milli Cephe Partisi’ni kurarak örgütlenmeye gitmişlerdir.

Kıbrıs konusundaki Atatürk dönemindeki Lozan’da belirlenen statüko tek partili dönemde de sürdürülmeye çalışılmıştır. II. Dünya Savaşı sonrası ise çok partili hayata geçen Türkiye, Kıbrıs konusunda Batılı devletlerin yanında yer almıştır. Bu dönemde de Kıbrıs Türk Dış Politikasında fazla bir yer işgal etmemiştir. Türkiye’nin bu yıllardaki yaklaşımlarına karşın Yunan Hükümetleri ise Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhâkı için Enosis çalışmalarından vazgeçmemiştir. Buna rağmen Türk Hükümeti, Yunanistan ve İngiltere’yi karşısına almamaya özen göstermiştir. 

II. Dünya Savaşı’nda sonra Rumların Enosis çabaları artarak devam etmiştir. Türkiye ise Lozan statüsünü bozmamak ve Soğuk Savaş ortamında müttefik İngiltere’nin içişlerine karışır vaziyette olmamak için adaya ilişkin gelişmelerle pek fazla ilgilenememiştir. Bu durumdan endişe duyan Kıbrıs Türkleri ise Rum girişimlerine karşı örgütlenmeye başlamışlardır.

II. Dünya Savaşından zaferle çıkılması ve On İki adaların Yunanistan’a verilmesi Enosis hayallerinin tekrar canlanmasına neden olmuştur. Yunan Parlamentosu 27 Şubat 1947’de Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi için bir karar almış ve bunu dünyaya açıklamıştır. Ve Yunan Hükûmeti adanın kendilerine verilmesi karşılığında ABD’ye ve İngiltere’ye adada üs verebileceğini açıklamıştır.
1947 yılında Kıbrıs’ta İngiltere’nin desteğiyle, adada bir Kurucu Meclis çalışması yapılmıştır. Bu çalışma esnasında AKEL, ada halkının kendi kendini yönetme yani özerk siyasal yönetim hakkının verilmesini isterken, Türkler bu fikre karşı çıkmışlardır. İngiliz Vali ise self-goverment hakkı olmayan bir anayasa taslağını tartışılmak üzere Kurucu Meclise getirmiştir. Bu durumda AKEL kurucu meclis çalışmalarını terk etmiş ve 12 Ağustos 1948’de meclis feshedilmiştir. Bunun üzerine AKEL ise İngiliz yönetimine sert tepki vererek Enosis’i desteklemeye başlamıştır. Ve böylece Rumlar adada self-determinasyon hakkını tek yol olarak seçmişlerdir. Kilise ise AKEL ile mevcut rekabetinden dolayı Enosis çabalarını arttırmıştır.
Türkiye, 1948’den itibaren Kıbrıs ile tekrar ilgilenmeye başlamış, yine de hükümet konuyu doğrudan ele almamıştır. Örneğin; 17 Aralık 1949’da Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın yaptığı açıklamada, İngiltere’nin Kıbrıs’tan çekilmesinin söz konusu olmadığını, Yunan Hükümeti’nin de resmen sorunu ele almadığını ve endişeye gerek olmadığını söylemekteydi. 
1948’de ise Makaryos’un Kition Başpiskoposu olarak adaya dönmesiyle yeni bir dönem başlamıştır.  Rum toplumunun lideri olan Makaryos’un çabaları neticesinde adada Enosis faaliyetleri büyük ivme kazanmıştır. 25 Aralık 1948’da Kıbrıs’ta 15.000 Türk’ün katılımı ile Enosis karşıtı bir miting yapılmıştır. Buna karşılık 29 Ocak 1948’de ise Yunanistan Üniversite gençliği Enosis yanlısı gösteriler yapmıştır. 
21 Kasım 1949’da Rumlar Birleşmiş Milletlere Enosis için self determinasyon başvurusunda bulunmuşlardır. Ve bu doğrultuda plebisit çalışmalarına başlamışlardır. Bu esnada kilise Rum halkına plebisite katılmaları çağrısında bulunmuştur.  Türkler’in Rumların artan Enosis çabalarına karşı tepkileri ise 11 Aralık 1949’da Lefkoşa’da Ayasofya Meydanında düzenlenen mitingler ile olmuştur. Mitingden kısa süre sonra ise 15 Ocak 1950’de plebisit gerçekleşmiştir.  

2.1950-1960 DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

1950-1960 dönemi Türk Dış Politikasında Demokrat Parti’nin etkisi görülmektedir. 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelmiş, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1950’li yıllar ile Kıbrıs Sorunu Türk Dış Politikası’nın ana konularından biri hâline gelmiştir. Demokrat Parti, Kıbrıs Meselesi’ne dönem dönem farklılaşan şekillerde politika üretmiştir. 
Demokrat Partinin yönetimde olduğu bu yıllarda Mayıs 1950-Nisan 1955 Dönemi arası Statükonun devamı niteliğinde politikalar güdülen yıllar, Nisan 1955-Aralık 1956 arası Türkiye’nin ada üzerinde hak iddia ettiği yıllar, Aralık 1959-Mayıs 1960 arası dönem ise Taksim tezinin savunulduğu yıllar olmuştur. 
Ocak 1950 plebisitinden sonra Rum kiliselerinde hareketlenmeler başlamıştır. 8 Ekim 1950’de Başpiskoposluk görevine seçilen Makaryos, Enosis faaliyetleri için yoğun çaba sarf etmiştir. Makaryos’un görevi devralmasıyla Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta Enosis çığlıklarının sesi çok daha fazla duyulmaya başlamıştır. Bu nedenle 1950’li yıllar Kıbrıs Sorununun alevlendiği yıllar olmuştur. Bu arada 16 Şubat 1951’de Sofokles Venizelos, Yunan hükümetinin Enosis isteğini açıklamıştır. 23 Eylül 1953 tarihinde Yunan Başbakanı Papagos İngiliz Dışişleri Bakanı A.Eden ile görüşerek yeniden adanın Yunanistan’a ilhakını istemiştir. 30 Temmuz 1954’te Yunanistan’daki tüm partiler Enosis’i ulusal dava ilân etmişlerdir. 

Bu yıllar Türkiye’de ana muhalefet partisi CHP’nin tepkileri olmuştur. 10 Ekim 1953’te Genel Sekreter Kasım Gülek bir demecinde “Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili olduğunu ve Kıbrıs’ta yapılacak her değişiklikte söz sahibi olacağını” söylemiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü ise 1 Nisan 1954’de TBMM’de yaptığı bir konuşmada  “Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin de söz sahibi olduğunu, adanın Yunanistan’a verilmeyeceğini” söylemiştir. 31 Ağustos 1954’te bir açıklama yapan Menderes ise, Türkiye’nin Yunanistan’a ilhâkını hiçbir zaman kabul edemeyeceğini belirtmiştir. 

Yunan Başbakanı Papagos’un sorunu 1954 yılında Birleşmiş Milletlere götürmesiyle ise mesele uluslararası bir boyut kazanmıştır. Türkiye ise doğrudan taraf hâline geldiği sorun karşısında uluslararası sistemin gerektirdiği gibi davranmıştır. Türkiye, NATO dışında bir politika benimsememiş, yani politikasızlığı tercih etmiştir. Dolayısıyla Türkiye, Kıbrıs Sorununda İngiliz politikalarını desteklemiş, statükocu bir anlayışı savunmuştur. 
15 Aralık 1954’te BM Genel Kuruluna getirilen Yunanistan’ın self determinasyon isteği reddedilmiş, ada Yunanistan’a bırakılmamıştır. Birleşmiş Milletler’in kararından sonra Yunanistan, Kıbrıs’ın kendine verilmeyeceğini anlamış, adada terör faaliyetlerini tırmandırmaya başlamışlardır. Bunun için 1954 yılında EOKA adlı bir yeraltı örgütü kurulmuş ve örgütün başına Albay Grivas getirilmiştir. EOKA'nın kuruluş amacı; Silâhlı eylemler gerçekleştirmek, adayı Türklerden temizleyerek Enosis hayaline ulaşmaktır. Türkler ise bu örgütün saldırganlığına karşı 1957 yılında Türk Mukavemet Teşkilâtı adlı bir karşı örgüt kurmuşlardır. 
EOKA'nın kuruluş sürecine bakarsak; ilk gizli görüşmeler 2 Temmuz 1952 yılında Makaryos'un başkanlığında yapılmıştır. Bir ihtilal konseyi kurulmuş ve Enosis için gizli yeminler edilmiştir. 1954 yılından başlayarak Yunanistan hükümetinin bilgisi dahilinde adaya gizli silah sevkiyatı başlamıştır. Ve 9 Kasım 1954'te Grivas'ın adaya gizlice ayak basması gerçekleşmiştir. 1 Nisan 1955'te ise EOKA'nın ilk saldırıları Yunan Dışişleri Bakanı Stefanoplus'un direktifleriyle yapılmıştır. Amaç; önce adadan İngilizleri çıkarıp, ardından Türkleri yok ederek Enosis hayallerini gerçekleştirmektir. Fakat bir süre sonra örgüt adadan İngilizlerin gitmesini beklemeden Türklere saldırılar yapmaya başlamıştır. Makaryos'un EOKA'nın siyasi lideri olduğu İngilizler tarafından öğrenilince ise Makaryos, 9 Mart 1956'da Seyşel adalarına sürgüne gönderilmiştir. EOKA ise eylemlerinde yüzlerce Türk'ü bunun yanı sıra birçok Rum ve İngiliz'i de katletmiş, köyleri yakıp yıkmış, adadan Türklerin göç etmesine neden olmuştur. Saldırılarına 1963'te yeniden devam eden örgüt 103 Türk köyünü yakıp, insanları göçe zorlamıştır.  15 Temmuz 1974'e gelindiğinde ise EOKA B adı altında silahlarını Rumlara çevirmiş, 2000 Rum'u katletmiştir.

EOKA'ya karşı örgüt olarak kurulan Türk Mukavemet Teşkilatı ise 27 Temmuz 1957'de Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısevdi tarafından Lefkoşa'da kurulmuştur. 1 Nisan 1955'ten beri adadaki Türklere saldırmaya başlayan EOKA'ya karşı Türklerde adada çeşitli mukavemet grupları oluşturmuştur. Fakat bu gruplar EOKA gibi askeri yapıda ve destekli değil, küçük, dağınık ve eğitimsiz gruplardı.  

Kısacası 1950’li yılların temel politikası olan statükoculuk ve sorunu İngiltere’nin iç meselesi olarak görme anlayışı, EOKA’nın terörü tırmandırmasıyla son bulmuştur. Adnan Menderes’in bu yıllardaki politikalarında 1952 yılına gelene kadar NATO’ya üyelik sürecindeki temkinli davranışlarının da payı bulunmaktadır.

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra İngiltere sorunu çözmek için çeşitli planlar yapmıştır. Bunlar sırasıyla 1947 Lord Minster Planı, 1948 Jackson Planı, 1955 MacMillan Planı, 1956 RadCliffe Planı, 1958 II. MacMillan Planı, 1958 NATO Genel Sekreteri Spaak Planı olmuştur.

İngiltere’nin 29 Ağustos 1955 tarihinde düzenlediği Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meseleleri konusu ile Londra Konferansı’nı toplanmıştır. Konferansta İngiltere Dışişleri Bakanı MacMillan görüşlerini açıklamıştır. Konferansta Yunanistan self-determinasyon ve Enosis isteğini yinelemiştir. Macmillan İngiltere’nin Nato ve Bağdat Paktı içinde üstlendiği görevleri yerine getirebilmesi için Kıbrıs’ın tümünün İngiltere’nin elinde kalması gerektiğini öne sürmüştür.  Konferansta Türkiye’yi temsil eden dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise ilhaka karşı çıkarken adanın Anadolu yarımadasının bir uzantısı olduğu ve adadaki Türk varlığını öne çıkaran tezleri ileri sürmüştür.  Zorlu adada statükonun korunmaması hâlinde Türkiye’ye verilmesi gerektiğini savunmuş ve ileriye dönük kendi kendine yönetim şeklini önermiştir.

Fatin Rüştü Zorlu’nun Londra görüşmelerinde iki halkın eşitliğini savunmasının ardından konferans devam ederken 6-7 Eylül olayları gerçekleşmiştir. Ve Londra konferansından bir sonuç alınamamıştır.  6-7 Eylül olayları ise Türk-Yunan ilişkilerindeki gerginliğin daha fazla artmasına neden olmuştur.

Türkiye’nin konferansta ilhaka karşı çıkması sonucu İngiltere ve Yunanistan alternatif çözüm arayışlarına girişmiştir. Bu arayışların sonucu ise “taksim” fikri akıllara gelmiştir. 28 Aralık 1956’da TBMM’de bir konuşmasında Adnan Menderes Türkiye’nin çıkarlarını en iyi koruyacak çözümün taksim olacağını beyan ederek taksime olumlu yaklaştığı göstermiştir. 

Londra Konferansı sonrasında uzlaşma sağlamak isteyen İngiliz Hükümeti 1955-1956 yılları arasında Makaryos ile görüşmeler gerçekleştirmiş, ancak görüşmelerden sonuç alamayınca Makaryos’u Şeyşel Adaları’na sürgün etmiştir. Bu sürgün sonrası çatışmalar daha da şiddetli bir hâl almıştır. Makaryos’un sürgününden sonra iyice başıboş kalan EOKA eylemlerini arttırmıştır. Türk toplumu ise bu saldırılar karşısında Türkiye’ye yardım çağrısında bulunmuştur. 
Aralık 1956 ile Mayıs 1960 arası yıllar Türkiye’nin adanın taksimi tezini savunduğu yıllar olmuştur. Demokrat Parti’nin iktidarının ilk yıllarındaki politikalarında ciddi değişiklikler yaşanmıştır. Bu değişikliklerin bir nedeni de İngiltere’nin 1956’da yumuşayan politikası ile self determinasyona yanaşması olmuştur. İngiltere ilk kez self determinasyon hakkını veren bir anayasa önerisinde bulunmuştur. Bu öneriye göre 6 Türk, 30 Rum temsilcilerden oluşan 36 kişilik bir meclis kurulacaktı. Sürgündeki Makaryos ise bu önerileri yeterli bulmayarak karşı çıkmıştır. Çünkü Makaryos’un isteği sömürge düzeninin tamamen sona erdirilmesidir. Türkiye ise adanın bölünme olasılığını olumlu karşılayarak, anayasa önerisini kabul etmiştir.

28 Mart 1957 yılında Makaryos’un sürgünü sona ermiştir.  Sürgünün sona erdirilmesi ise Türkiye’nin tepkisini toplamıştır. Başbakan Menderes ise sürgün kararından dolayı Yunanistan’a verdiği demeçlerle tepkisini sert bir şekilde dile getirmiştir.

İngiltere 1957 yılından sonra peş peşe yeni plan önerilerinde bulunmuştur. 1957 yılındaki Foot Planı bunlardan biridir. Foot Planı, Makaryos’un sürgününü bitiren, Rumlar ve Türkleri eşit taraf kabul eden bir süreci planlıyordu. Türkiye ve Yunanistan bu planları kabul etmemiştir. Bu plan kabul edilmeyince Macmillan’ın yeni geliştirdiği plan devreye girmiştir. Fakat bu planda da uzlaşma sağlanamamıştır. 

1957 yılında yeniden self determinasyon ve Enosis isteği ile BM Genel Kuruluna başvuran Yunanistan’a karşı, İngiltere BM’ye başvurarak Yunanistan’ın Kıbrıs’a uyguladığı şiddet ve terörizmi şikâyet etmiştir. 26 Şubat 1957’de sorunu görüşen BM ise barış görüşmeleri çağrısında bulunmuştur. 
Planlar üzerinde bir anlaşmanın sağlanamaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri devreye girmiştir. İki NATO üyesinin anlaşmazlığını çözmek için ABD,1958’de Kuzey Atlantik Paktı toplantısında çözüm arayışlarına katılmıştır. Bu toplantıda Türkiye taksim politikasından, Yunanistan ise Enosis’ten vazgeçtiğini açıklamıştır. Ve 1959 yılından itibaren bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde çalışmalara başlanılmıştır. 
11 Şubat 1958’de Zürih Antlaşması ve 19 Şubat 1959’da da Londra Antlaşması imzalanmıştır.  Kıbrıs Cumhuriyeti’nin doğuşu ise Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre oluşturulan Kuruluş, İttifak ve Garanti Anlaşmalarının yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilmiştir. Kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti tamamen bağımsız olmamakla birlikte, ek olarak yapılan Garanti Antlaşması ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğü altında özel bir statüde kurulmuştur.
Londra ve Zürih Antlaşmalarının ana hatları ise şu şekildedir; bu antlaşmalar toplumların birbirleri üzerinde egemenlik kurmalarını önleyecek şekilde hazırlanmıştır. Cumhurbaşkanı Rum, veto hakkına sahip Cumhurbaşkanı yardımcısı ise Türk olacaktır. Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktır. Bu doğrultuda 14 Aralık 1959’da Makaryos Cumhurbaşkanı, yardımcısı ise Dr. Fazıl Küçük olmuştur. Zürih ve Londra Anlaşmaları sonucu geçici bir hükümet kurulmuştur. Kıbrıs Anayasası hazırlandıktan sonra imzalanan Lefkoşe Antlaşmaları ile 16 Ağustos 1960 tarihinde Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ilân edilmiştir.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu BÖLÜM 1

AKP Hükümeti Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu,




Yıldız ÇELİKTAŞ


BÖLÜM 1: KIBRIS SORUNUNUN TARİHİNE BİR BAKIŞ

1.1.Kıbrıs’ın Coğrafi Konumuna ve Tarihine Bir Bakış
1.2.Adanın Osmanlı’nın Hâkimiyetine Geçmesi
1.3.Kıbrıs’ın İngilizlere Devredilmesi
1.4.Megali İdea
1.5.Filiki Eterya ve Etniki Eterya
1.6.1821 Yunan İsyanı ve Bağımsızlığı
1.7.İngilizlerin Adayı İlhâkı ve Enosis

BÖLÜM 2: 1923’TEN 1999’A TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

2.1. 1923-1950 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu 
2.2. 1950-1960 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu
2.3. 1960-1980 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu
2.4. 1980-1990 Dönemi Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Kıbrıs Sorunu
2.5. Soğuk Savaş Sonrası Dönemden 1999 Yılına Kadar Yaşanan Gelişmeler

BÖLÜM 3: 1999 SONRASI YUMUŞAYAN İLİŞKİLER VE AK PARTİ HÜKÜMETİ DÖNEMİ TÜRKİYE-YUNANİSTAN İLİŞKİLERİNDE KIBRIS SORUNU

3.1.1999 Sonrası Türkiye-Yunanistan İlişkilerinde Yakınlaşma Çabaları
3.2. Annan Planına Zemin Oluşturan Doğrudan ve Dolaylı Görüşmeler
3.3. AK Parti’nin Yeni Kıbrıs Politikası, Annan Planına Giden Süreç ve KKTC Siyaseti
3.4. Referandum Sonrası ve Güney Kıbrıs’ın AB Üyeliği Ardından Adadaki Durum
3.5. Annan Planının Ana Hatları ve Kıbrıs Politikasının Şekillenişi
3.6. Tarihten Günümüze Kıbrıs Sorununun “Avrupalılaşması” ve Bu Bağlamda Yunanistan İle İlişkiler
3.7. Doğu Akdeniz’deki Yetki Alanı Sorunu
3.8. KKTC’de Lider Değişikliği: Derviş Eroğlu Dönemi

KISALTMALAR

AB: Avrupa Birliği
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
AKEL: Emekçi Halkın İlerici Partisi (Anorthotikó Kómma Ergazómenou Laoú) 
AKP: AK Parti
AT: Avrupa Topluluğu
BDH: Barış ve Demokrasi Hareketi
BG: Birleşik Güçler
BM: Birleşmiş Milletler
CTP: Cumhuriyetçi Türk Partisi
DİSİ: Demokratik Seferberlik Partisi
DP: Demokrat Parti
GKRY: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi
İKÖ: İslâm Konferansı Örgütü
KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
MEB: Münhasır Ekonomik Bölge
ÖRP: Özgürlük ve Reform Partisi
PASOK: Panhelenik Sosyalist Hareket Partisi (Panhellinion Sosialistiku Kinema)
TPAO: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı
UBP: Ulusal Birlik Partisi
YDP(ND): Yeni Demokrasi Partisi (Nea Dimokratia)



Giriş:

Kıbrıs. Her şey kıtaların birbirinden ayrılmasıyla başladı. Tarih boyunca, yeryüzünde çok fazla stratejik önemi olan coğrafyalar çıkmıştır. Hemen her tahlilde Türkiye hattı dünya için en önemli bir kuşak oluşturmuştur. Kara, deniz hâkimiyet teorileri başta olmak üzere, her türlü değerlendirme ve teoride bizim de içinde yer aldığımız bu hat; dünyanın strateji tahtasında devletlerin gıpta ile baktığı ve büyük hesapların döndüğü bir alanın adıdır.
Kıbrıs; tarihsel arka planda kuzeyin güneyle, doğunun batıyla bütünleşmesi arasında bir üs olmuştur. Türkiye’nin tarihte iki kıta ile kurduğu köprü görevi göz önüne alındığında Kıbrıs’ın bu stratejik önemi daha da artmaktadır. Hititlerden Cenevizlilere, Venediklilerden Osmanlılara, İngilizlere kadar uzanan tarihsel arka planda Kıbrıs, ticari koridorun en önemli merkezi noktasındadır.
Bölgenin otokton halkları olan Türklerin ve Rumların çok eski tarihlere kadar götürülebilen bir aradalığı, adanın taşıdığı ticari önem sebebiyle bölge üzerinde çeşitli emelleri olan ülkelerce sömürülmüştür. 1800’lü yıllarda isyanlarla başlayan olaylar, Yunan milliyetçiliğinin yarattığı Megali İdea ile de bütünleşmeye başlayınca Kıbrıs, çok uzun yıllar acının ve savaşın coğrafyası olmuştur.
Lozan Antlaşması ile adanın İngiliz toprağı olduğu kabul edilince, Türkiye’nin stratejik hamleleri genellikle Londra ve Atina hattında gerçekleşmiştir. Kıbrıs bu süreçte, diplomasiden sıcak savaşa, isyana kısacası insana dair ne varsa her şeyle karşılaşmış ve bulunduğu yerde dünya ile entegrasyon kurmaya çalışmıştır. Lozan’daki tavrın üzerinden yürütülen mekik diplomasisi Türkiye’nin çağdaşlaşma hamleleri ve Musul sorununun arkasında kalmıştır. Buna karşın Venizelos’un Yunanistan’da göreve gelmesi ile ilişkilerin yumuşaması görülmüştür. Bu tavrın uzun süreli olmadığı, bir anlamda iki ülke arasında yalancı bahar yaşandığını söylemek, sonraki döneme bakınca zor değildir.
İngilizlerin 1960 Antlaşmasıyla Türkiye ve Yunanistan ile birlikte adada garantör ülke olmasıyla ilişkilerin boyutu daha da karmaşık hal almıştır. Makaryos yönetiminin yarattığı gerginlikle birlikte adada Türklere yönelik şiddet olaylarının artması 1970’lere kadar süregiden politikaları etkilemiştir.
Barış Harekatı olarak bilinen 1974 müdahalesi, adadaki Türkleri korumak için Türkiye’nin 1960 antlaşmasından doğan garantörlük hakkı çerçevesinde gerçekleşirken, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere dünyanın bu harekata karşı takındığı tavır izolasyonu arttırmaya yönelik olmuştur. Bu tarihten sonra diplomasi süreçleri çok daha fazla öne çıkmıştır. Kıbrıs dışında, Cenevre’de, NewYork’ta, Camp David’de, Londra’da, Ankara’da bu soruna ilişkin müzakereler yapılsa da net olan tek şey Kıbrıs sorununun hala çözümsüz olarak devletlerin önünde durduğudur. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle ada ikili devlete dönmüştür. Rauf Denktaş’ın konfederasyon önerisine karşı çıkılması çözümsüzlüğün bir politika olarak benimsenmesi algısını doğurmuştur. Avrupa Birliğinin referandum sürecinde Türk tarafına verdiği sözü tutmaması ve adanın güney kesimini birlik üyesi yapması da fiilen tecridin olduğu izlenimini kuvvetlendirmektedir.
1999'dan itibaren iki taraf arasında birçok doğrudan ve dolaylı görüşme yapılmış, bu görüşmeler Annan Planına zemin oluşturmuştur. Kasım 2002'ye gelindiğinde ise Türkiye'de AK Parti hükümeti iktidara gelmiş ve Türkiye'nin Kıbrıs Politikasına yeni bir bakış açısı getirmiştir. Değişen dış politika çerçevesinde ise Denktaş'ın konfederasyon tezinden ayrılarak Annan Planına destek vermiştir. 1 Mayıs 2004'e gelindiğinde ise Güney Kıbrıs'ın bütün ada adına AB'ye üye olmuştur.
Bu çalışmada tarihsel süreç tahlil edilerek Kıbrıs sorunun geçmişine bakılacak, 1999’dan itibaren sorun daha detaylı olarak gözlemlenerek Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetiyle beraber farklılaşan politikalar analiz edilerek, bunların Türkiye-Yunanistan İlişkilerini hangi yönlerde etkilediği değerlendirilecektir. 


BÖLÜM 1: KIBRIS SORUNUNUN TARİHİNE BİRE BAKIŞ

1.KIBRIS’IN COĞRAFİ KONUMUNA VE TARİHİNE BİR BAKIŞ

Sicilya ve Sardunya’dan sonra Akdeniz’deki üçüncü büyük ada olan Kıbrıs’ın yüzölçümü 9.251 km² dir. Ada Türkiye’ye 65, Yunanistan’a ise 965 km uzaklıkta bulunmaktadır. Jeolojik dönemin birinci zamanında Anadolu’nun Hatay Bölgesine bitişik vaziyette olan Kıbrıs, ikinci ve üçüncü zamanlarda oluşan çökmelerle Anadolu’dan kopmuştur.
Kıbrıs tarihin ilk dönemlerinden günümüze kadar jeopolitik ve jeostratejik konumu nedeniyle büyük güçlerin oyun alanı olmuştur ve hâlâ da olmaktadır. Doğu Akdeniz’in ortasında bulunan ada Ortadoğu’ya yakınlığından dolayı askeri bir üs niteliğindedir.  Mahan’ın ortaya attığı Deniz Hâkimiyet Teorisi açısından düşünürsek dünya imparatoru olmak isteyen bir devlet deniz ticaret yollarına hâkim olacağı görüşü de Kıbrıs’ın önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. 
Adanın Türkiye için önemine bakarsak; Kıbrıs, Türkiye’nin Akdeniz’e açılan bütün kapılarını kapatmakta, İskenderun Körfezi ve Mersin Limanı’nın güvenliğini sağlamaktadır. Adanın yabancı bir devletin elinde bulunması Anadolu’nun güneyini tehlikeye sokabilir ve Yunan kuşatma çemberinin tamamlanmasına neden olabilir. 
Mısır ve Doğu Akdeniz ticaret yollarının üzerinde bulunması nedeniyle ada farklı medeniyetlerin ilgisini çekmiştir. Osmanlı, 1571 yılında Kıbrıs’ı fethedene kadar ada tarihsel sırasıyla; Hititler, Mısırlılar, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Ptolemiler, Romalılar, Araplar, Bizanslılar, Templer Şövalyeleri, Lüzinyanlar, Cenevizliler ve Venedikliler’in elinde olmuştur. 


2. ADANIN OSMANLI’NIN HÂKİMİYETİNE GEÇMESİ

Osmanlı’nın fethinden önce adada Venedikliler hüküm sürmüşlerdir. Adada yaşayan yerli halk Venedik yönetiminin ağır vergileri ve baskıları altında ezilmiş, Ortodokslar zorla Katolik yapılmaya çalışılmıştır.  
1571 Yılına gelindiğinde ise Osmanlı, Kıbrıs’taki korsanların Akdeniz’den geçen gemilerine saldırmasını önlemek için ve adanın Venediklilerin elinde olmasını kendisi için sürekli bir tehdit unsuru olarak gördüğü için Kıbrıs’ı Venediklilerin elinden almıştır. Böylelikle Kıbrıs Osmanlı’nın hâkimiyet alanına girmiştir.  Ardından Kıbrıs’ın Türkleşmesi için İç ve Güneydoğu Anadolu’dan göçler yapılmış, bu göçler 18.yy’ın sonuna kadar sürmüştür.  Bu tarihten sonra ada fiilen 307 yıl, hukuken 352 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Süreç içerisinde Osmanlı, Venedik’in baskıları altında ezilmiş olan Rum halkına dini özgürlükleri tanınmış, Ortodoks Kilisesini yeniden bağımsızlığına kavuşturmuştur. Kıbrıs’taki bu huzur ortam Osmanlı’nın egemenliğinde 1571-1878 yılları arasında sürmüştür. Var olan barış ortamı Yunanlılar “Megali İdea” fikrini ortaya atıncaya kadar devam etmiştir. 

3.KIBRIS’IN İNGİLİZLERE DEVREDİLMESİ

18. yy’ın sonuna doğru İngiltere, Kıbrıs ile ilgilenmeye başlamıştır. Bunun nedeni 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılması ve adanın Hindistan yolu üzerinde bulunmasıdır. İngiltere’de bu fırsatı 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucu imzalanan Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması sonucu bulmuştur. İngiltere, Rus ilerleyişini durdurmak için Osmanlı’ya Kıbrıs’ın kendisine devredilmesine karşılık yardım etmeyi önermiştir.  
4 Haziran 1878 tarihinde Türk-İngiliz “İttifak Antlaşması” imzalanmıştır. İttifak Antlaşması ile ada İngilizlere devredilmiştir. Antlaşmaya göre Rusya, Kars ve civarında ele geçirdiği yerleri geri verirse İngiltere’de Kıbrıs’ı boşaltacak ve yapılan antlaşma hükümsüz kalacaktı. Fakat Ruslar, Kars’ ı Türklere geri verdiği hâlde, İngilizler Kıbrıs’ı iade etmemiştir. Böylece adada 85 yıllık İngiliz hâkimiyeti dönemi başlamıştır. Rus ilerleyişini bahane ederek İngiltere çıkarları doğrultusunda adayı egemenliği altına almıştır. I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın İttifak Devletleri arasında olmasını fırsat bilen İngilizler 1914’te adayı ilhak etmiştir. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye adadaki İngiliz egemenliğini resmen tanınmıştır.. Osmanlı adayı geçici olarak İngiltere’ye verilmişse de, İngiltere 1959’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilân edilinceye kadar adayı elinde tutmuştur.

4. MEGALİ İDEA

Büyük Fikir, Büyük Ülkü anlamına gelen Megali İdea Fatih Sultan Mehmet'in 1453 yılında İstanbul'u fethederek Bizans İmparatorluğu'na son vermesinden itibaren oluşmuştur. Megali İdea’nın temel fikri Bizans İmparatorluğu ile Pontus Rum devletinin yeniden canlandırılması, Makedon olmasına karşın Yunanlı saydıkları Büyük İskender’in fethettiği tüm yerleri içine alan “Konstantinopolis” (İstanbul) diye bahsettikleri başkentleri ile Büyük Helen İmparatorluğunun kurulmasıdır.
1791-1796 yıllarında Rigas Ferreros isimli milliyetçi Yunanlı bir şair tarafından ilk Megali İdea haritasının yayınlanmasıyla bu harita Büyük Ülkü’nün temel belgesi hâline gelmiştir. Rumlar bu tarihten itibaren Kıbrıs'ı bir Yunan Adası hâline getirmek ve Yunanistan ile birleştirmek (ENOSİS) için çalışmışlardır. Bu çerçevede Rumlar 1878'de adanın İngiltere'nin egemenliğine geçmesini, 1914'te İngiltere'nin adayı ilhak etmesini, Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan Paris Barış Konferansını, Lozan'da Türkiye'nin adadaki İngiliz varlığını hukuken kabul etmesini kendileri için Megali İdea ve ENOSİS düşünceleri yönünde büyük gelişmeler olarak görmüş ve bu fırsatları değerlendirmeye çalışmışlardır.

5. FİLİKİ ETERYA ve ETNİKİ ETERYA

Megali İdea haritasında yer alan bölgelerin ele geçirilmesi için bazı gizli yeraltı örgütleri kurulmuştur. Bunlardan biri 1814 yılında Emmanuoil Ksantos, Nikolaos Skoufas ve Athanasios Tsakalof tarafından kurulmuş olan Filiki Eterya adlı gizli örgüttür.  Daha sonra örgütün başına Rus Çarı I.Alexander’ın yaveri Alexander İpsilanti’nin getirilmiştir. Megali İdea’nın hedefleri Filiki Eterya’nın programında yer almıştır.
Filiki Eterya örgütünün faaliyetlerinde kilisenin büyük etkisi bulunmaktadır.  İstanbul’daki Patrik Grigoryas’ın da üyesi olduğu örgüt kilise ile ortak çalışmış, Rumları silahlandırmış, isyan için hazır hâle getirmiştir. Megali İdea fikrinin yaşatılması ve nesilden nesile aktarılması görevini Rum Ortodoks kilisesi ve İstanbul'daki Patrikhane beraber üstlenmiştir. Bu amaçlar çerçevesinde kilise Osmanlı İmparatorluğu'nun hoşgörüsünden faydalanarak eylemlerini gerçekleştirmiştir. Kilisenin çalışmalarına büyük devletlerde destek vermiştir.
Büyük Ülkü için silahlanan Rumların önünde bir engel olarak 1788’den beri Yanya Valiliğinde olan Tepedelenli Ali Paşa bulunmaktadır. İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin entrikaları ile Tepedelenli Ali Paşa 1820 yılına gelindiğinde ortadan kaldırılmış ve Megali İdea’nın eylem aşamasının önü açılmıştır. Ve ilk hedef olan “Yunan İsyanı” başlatılmıştır. 
Filiki Eterya’nın çalışmaları sonucu Rus Çarı’nın da desteği ile 1821 yılında Mora İsyanı çıkmış, Yunan bağımsızlığının kazanılmasından sonra Megali İdea haritası içinde bulunan toprakların ele geçirilme faaliyetleri başlamıştır.1821 Yunan İsyanı Avrupa Devletlerinin yardımları ile hedefine ulaşmış, Yunanistan’da Osmanlı egemenliği sonra ermiştir. Bu şekilde Megali İdea’nın ilk hedefi gerçekleşmiştir.
 Filiki Eterya’nın 1876’da dağıtılması sonrasında örgüt değişik şekillerde devam ettirilmiştir. Yabancı ülkelerin yardımlarını alan bu örgüt 1894 yılında Etniki Eterya adını almıştır. Etniki Eterya Atina’da Yunan ordusu içinde kurulmuştur. Temel hedefi ise Girit, Trakya ve Batı Anadolu’nun işgali olmuştur. Etniki Eterya, Girit’in ilhakı konusunda başarı elde etmiştir. 1919’da kurulan Mavri Mira adlı örgütte Etniki Eterya’nın faaliyetlerini devam ettirmiştir. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın başarı ile kazanılması sonucu ise bu örgüt dağıtılmıştır.

6.1821 YUNAN İSYANI VE BAĞIMSIZLIĞI

Rumlar, 1821 Mora İsyanından önce çok sayıda başarısız isyan girişiminde bulunmuştur. 1821 yılında Alexander İpsilanti önderliğindeki başarısız Eflâk ve Boğdan ayaklanma girişimlerinden sonra Mora'da isyan başlatılmıştır. Mora'da isyan fitilini ateşleyen Filiki Eterya ve beraberinde Fener Rum Patrikhanesi olmuştur. Mora isyanı Yunanistan'ın bağımsızlık kazanmasında oldukça önemlidir. Bu isyanlar sonucu çok sayıda Müslüman, hatta Ortodoks olmayan Hristiyanlar katledilmiştir. 
Yunanistan'ın uyguladığı yayılmacı politikalar Kıbrıs'a barış yüzü göstermemiştir. Yunan isyanından sonra Kıbrıs içerisinde milliyetçi çevreler kilise ortaklığında isyan hazırlıklarına girişmişlerdir. Filiki Eterya'nın liderlerinden Konstantin Kanaris 1821'de Kıbrıs'ta isyan propagandası yapmış, Yunanistan isyancılarına götürmek üzere Kıbrıs'tan para, silah ve yiyecek desteği almıştır. Ayaklanma hazırlığı çalışmalarını ayrıca Başpiskopos Kiprianos'ta kiliseleri silah deposuna çevirerek, kilise mensuplarını kışkırtarak destek olmuştur. Fakat Ayanni köyündeki bir Rum'un Osmanlı Valisi Küçük Mehmet Paşa'ya ihbar mektubu ile isyan ortaya çıkmıştır. Mehmet Paşa ise isyanı başlamadan bastırmış, Başpsikopos ve isyancıları idam ettirmiştir, bazılarını ise sürgüne göndermiştir. Paşa'nın sürgüne yolladığı bazı isyancılar Roma'da toplanarak 1821 yılı sonlarında İlk Enosis bildirisini yayınlamışlardır. Bu bildiri ile Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı için Hristiyan Krallara yardım çağrısında bulunmuştur.
 1821-1829 yılları arası süren isyanlar sonucu Yunanistan Osmanlı'dan ayrılarak bağımsızlığını kazanmıştır. Yunanistan’ın bağımsızlığı sonucunda Megali İdea Yunanistan’ın açık ve milli bir politikası olarak dile getirilmeye başlanmıştır. Yunan Başbakanı Ioannis Kollettis 15 Ocak 1840’ta Mecliste yaptığı konuşmada“ Hedefimiz, Türkleri Avrupa’dan söküp atmaktır”.sözlerinde açıkça ortaya koymuştur.


7.İNGİLİZLERİN ADAYI İLHÂKI ve ENOSİS

Enosis, ilk Megali İdea haritasının 1796 yılında yayınlanmasıyla beraber Kıbrıs'ı bir Yunan Adası hâline getirerek Yunanistan ile birleştirmek ülküsüdür.
1571-1878 yılları arasında tam 307 yıl boyunca Müslümanlar ve Rumlar Osmanlı yönetiminde barış içinde yaşamışlardır. Fakat Megali İdea iddiaları ile Osmanlı’nın zayıflaması ve Yunan bağımsızlığı sonucu Kıbrıs’ta Megali İdea ve Enosis faaliyetleri hız kazanmıştır.
 Adanın 1878 yılında İngilizlere devredilmesi ile adadaki Enosis faaliyetleri daha fazla hız kazanmaya başlamıştır. Bunun bir nedeni de İngilizlerin Yunan dostluğu ve bağımsızlığına sempati ile bakması olmuştur. 
Adanın kiralanmasıyla beraber Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar yaşanmış, Yunanistan’ın tahrikleriyle ilhak faaliyetleri artmıştır. Hatta Rumlar İngiltere’nin Ege adalarını olduğu gibi Kıbrıs’ı da kendilerine vereceğini düşünerek adaya gelen İngiliz Yüksek Komiserini sevinçle karşılamışlardır. 
 Adada yaşayan Türk halkı ise adanın Yunanistan’a verilmesinden endişe duymaktaydı. Bu nedenle İngiliz yönetiminde itibaren adadan Türkiye’ye çok sayıda göç hareketleri oldu. Bugünkü adadaki Rumların nüfus fazlalığının da nedeni budur. 
Yunanistan ile Rumlar, Enosis doğrultusunda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışmışlardır. Bunlardan biri de 1878 anlaşmasını feshederek, 5 Kasım 1914 yılında Kıbrıs'ın İngilizler tarafından tek taraflı ilhakıdır. I.Dünya Savaşı başladıktan sonra Osmanlı'nın Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun yanında savaşa girmesi üzerine İngilizler adanın tek taraflı ilhâkını gerçekleştirmişlerdir. Türkiye’nin bu ilhâkı tanıması ise 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile mümkün olmuştur. 
Böylece ada İngilizler’in mülkü hâline gelmiştir. İlhâktan hemen 3 gün sonra Başpiskopos, İngiliz Yüksek Komiserine bir mektupla Enosis isteklerini ve İngiliz yönetiminden memnunluğunu dile getirmiştir. Hatta coşku ile Türkleri taciz edici hareketlerde bulunmuşlardır.  Rumlar, Kıbrıs’ın ilhâkını Enosis yolunda atılan ilk adım olarak görmüşlerdir ve son adım ise kuşkusuz adanın Yunanistan’a katılması düşüncesi olacaktır. 
Rumların tutumları doğrultusunda adadaki Türk halkı yaşananlardan oldukça fazla endişe duymuşlardır. Bu endişe nedeniyle Kadı Efendi, Müftü Efendi, Evkaf Murahhası İrfan Bey, Kavanin Meclisi üyesi Mehmet Şevki Bey Türk halkı adına endişelerini bildiren ve Enosis’e karşı güvence talep eden bir mektup ile İngiliz Yüksek Komiserine başvurmuşlardır. Mektupta adanın Yunanistan’a bağlanmasının nasıl bir felakete yol açacağını anlatılmıştır. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

17 Eylül 2016 Cumartesi

12 EYLÜL ...,



12 EYLÜL ...,




12 Eylül 2016 Pazartesi


“…Türkiye’deki gelişmeler öyle bir noktaya gelmiştir ki, Türk Silahlı Kuvvetlerinin müdahalesinden başka bir çıkış noktası görülmemek tedir. Türk Silahlı Kuvvetleri müdahale edecek,  ama gelişmeleri uzun vadede ordu da düzeletemeyecektir.”

(Haziran 1980 tarihli ABD Silahlı Kuvvetler dergisinden aktaran Mehmet Ali Birand, 12 Eylül 04:00, Karacan Yay., İstanbul, 1984, s. 33- 35)

***

“12 Eylül akşamı ABD Başkanı Carter, Washington’daki Kennedy Center’da “ Damdaki Kemancı ” müzikalini seyrediyordu. Oyunun yarısında locanın hemen dışındaki telefonu sinyal verdi. Beyaz Saray santralı, Dış işleri Bakanı Muskie’nin Başkan ile görüşmek istediğini söyledi ve bağlantıyı kurdu: ‘Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimler müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti’ 

(Mehmet Ali Birand, 12 Eylül 04:00, Karacan Yay., İstanbul, 1984 s.33-35)

***

“Türk Silahlı Kuvvetleri, Ülkenin ve Milletin bütünlüğünü, milletin hak, hukuk ve hürriyetini korumak, can ve mal güvenliğini sağlayarak korkudan kurtarmak, refah ve mutluluğunu sağlamak, kanun ve nizam hâkimiyetini diğer bir deyimle devlet otoritesini tarafsız olarak yeniden tesis ve idame etmek gayesiyle Devlet yönetimine el koymak zorunda kalmıştır.

(Org. Kenan Evren, Genelkurmay Başkanı, 12 Eylül 1980, Saat 13:00’da yaptığı radyo-TV konuşması)



Sayın Evren şunun hesabını vermek zorundadır. 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü neden akıyordu. Hayır efendim! Verdiği cevaplar da kurtaramaz kendisini. Kendileri daha iyi biliyor niye durmadığını o kanların. Kanlar akıyordu, çünkü Sayın Evren’in Çankaya’ya çıkması gerekiyordu. Bu ithamla karşı karşıyadır.”

(Süleyman Demirel ile söyleşi: “Kanlar Evren’i Çankaya’ya taşımak İçin Akıyordu”, Nokta, 18.11.1990)

***

“Artık vatandaş öyle bir hale gelecekti ki, ‘lanet olsun, cumhuriyet geleceğine, ne gelirse gelsin, yeter ki sokağa rahat çıkalım, rahat gezelim, rahat ticaret yapalım’diyecekti

(Kenan Evren, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı Org. Kenan Evren’in Söylev ve Demeçleri (12 Eylül 1980- 12 Eylül 1981), Ankara, 1981, s.22- 23)

***

“Komuta heyeti, bir taraftan sureti haktan görünüp, diğer taraftan tertip içinde olmuştur. Bu tertibi de iyi kamufle etmiştir. Elinizdeki yetkileri kullanıp devleti koruma ve kollama görevi yerine, devletin dibine dinamit koyanların akıttıkları kanları ikbalinizin merdivenlerine basamak yaptınız. Anarşiyi, terörü, vurgunu, soygunu önleme çağrılarına kulağınızı tıkayıp yangını seyre daldınız. Akan kanlar, yanan canlar, göl olan yaşlar karşısında darbenize meşru zemin yarattınız.

(Süleyman Demirel, “Demirel’den Evren’in Anılarına Yanıt”, Milliyet, 23.11.1990)

***

“Türkiye’yi her zaman hür dünyanın stratejik bir değeri olarak mütalaa etmişsizdir. Bu değerlendirme yalnız NATO çerçevesinde değildir. Netice itibarıyla NATO’nun gerçekleştirmesi gereken durumlar bellidir. Türkiye, NATO’nun ötesinde bir önem taşır. İyi bilirsiniz ki, Washington’da dostlarınız vardır. Başkan Reagan durumu gayet iyi kavramıştır. Başarınız için her desteği verecek. Sizin başarınız bizim de başarımız sayılır”

(ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in Org. Evren ile 14 Mayıs 1982’de yaptığı görüşme, Kenan Evren’in Anıları III, Milliyet Yay., 1991, s.28)

***

“Asıl zorlandığım konu, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına entegrasyonunu sağlamak olmuştu. Gerçi bu sorun sonraları daha kolay çözüldü. Biraz General Rogers sayesinde. Sayın Evren ile çok yakın dosttu. Sayın Evren’in, çok takdir ettiğim bu güçlü liderin iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı, bu sorun çözülemezdi. Yıllarca uğraşıp, vaatler yapıp, telkinlerde bulunup başaramamıştık, ama dostlukla oldu. 1980 Harekatı olmasaydı, bu mümkün olmazdı

(ABD Başkanı Jimmy Carter’ın 1985’in Temmuz ayında Cumhuriyet muhabiri Ufuk Güldemir ile söyleşisinden aktaran Hasan Cemal, 12 Eylül Günlüğü - Tank Sesi İle Uyanmak, Bilgi Yay., Ankara, 1986, s.105)

***

"... Seçimlere katılan üçüncü ve bizim hesaplarımıza en uygun parti ise eski Başbakan yardımcısı Turgut Özal'ın liderliğindeki Anavatan Partisi'dir.
... Amerikan diplomasisinin Türk generallerinden bilmelerini kesinlikle istediği nokta şudur: Toplumda bir gerginlik yaratılmadan, seçimlerde Özal'ın partisinin kazanması, demokrasiye erken dönüş için esen bir ümit rüzgarıdır. Amerikan Dışişleri Bakanlığı, bu işin üstesinden gelinmesini dikkatle izlemektedir. Ancak geçmiş dönemdeki olaylar Amerikan yönetimini bu konuda kaygılandırmaktadır. Olayların akışı içinde Amerikan dış politikası, herhangi bir bunalım ortaya çıktığında kendisine etkili taktikler bulabilir.  İnsan hakları üzerinde etkili konuşma sanatını kullanarak diplomasi taktiklerini geliştirebilir. Amerikalılar, bir ulusun gerçekten oluşumunu beklerken pek fazla sabırlı olmadıklarını da unutmazlar."

(Wall Street Journal, 27 Ağustos 1983'den aktaran Yalçın Doğan, Dar Sokakta Siyaset 1980-1983, Tekin Yayınları,1985) 

***

“6 Kasım seçimleri öncesi ABD eski Dışişleri Bakanı Alexander Haig Ankara’yı ziyaret etti. Alman Sosyal Demokratları Ankara’dan Amerika’ya dönüşünde Haig’i Frankfurt’ta akşam yemeğine çağırdılar. …Yemekte ağırlık taşıyan konu Türkiye ve Türkiye’de 6 Kasım’da yapılacak seçimdi. Almanlar Haig’e tepeden inme bir soru yönelttiler:
‘Amerika neden Turgut Sunalp’i destekliyor?’
Haig şaşırdı ve çok önemli bir şey söyledi:
‘Amerika, Sunalp’i desteklemiyor.’
Şaşırma sırası bu kez Alman Sosyal Demokratlarındaydı:
‘Peki, kimi destekliyorsunuz?’
Haig çok net bir karşılık verdi:
‘Amerika, Özal’ı destekliyor.’ …Benim Ankara’ya gidiş nedenim asıl seçimlerle ilgili. Son zamanlarda Turgut Özal’ın seçimlere sokulmayacağına dair sözler dolaşıyor. Engelleneceği bildiriliyor. Bize böyle raporlar geliyor. Ben Amerikan yönetiminin bir ricasını ilettim Cumhurbaşkanı Evren’e. Türk ordusuna hayranlığımızı ve kendisinin sayesinde Türkiye’nin yeniden demokrasiye dönmekte olduğunu anlattım. Demokrasiye dönmenin şartları arasında da seçimlere girmesine izin verilen partilerin engellenmemesi gerektiğinin bulunduğunu söyledim. Bu nedenlerle Özal’ın seçime girmesinde bir engellemenin olmaması gerektiğini, bunun demokrasi açısından şart olduğunu söyledim.” 

(Yalçın Doğan, Dar Sokakta Siyaset 1980-1983, Tekin Yayınları,1985) 
https://ulusalbellek.blogspot.com.tr/2016/09/12-eylul.html



BU HUSUSTAKİ  GÖRÜŞLERİM..;

Sayın Serdar bey.., 
ÖNCE BAYRAMINIZI KUTLAYAYIM ALLAH SAĞLIKLI SIHHATLİ NİCE BAYRAMLAR NASİP ETSİN..

   O dönemi bizler de yaşadık.. Metin Toker in 03-01-1980 tarihinde yanı İhtilalden 9 ay önce basına  ( Hürriyet Gazetesindeki yazısını  bulup okuyunuz..  ) TAVSİYE MEKTUBU..,

   MGK  yi   AKAN KANIN DURMASI İÇİN DÖNEMİN İKTİDARINA TAVSİYE MEKTUBU GÖNDERİYOR MGK 9 AY ÖNCE 27 ARALIK 1979 TARİHİNDE.. DİKKATE ALINMIYOR KARDEŞ KARDEŞİ ÖLDÜRMESİN DİYEDE YAPILMASI GEREKENLERİ SÖYLÜYOR..  BASINA BU TAVSİYE MEKTUBUNUDA SIZDIRAN '' METİN TOKER '' İSMET İNÖNÜ DAMADIDIR..GECE SIKI YÖNETİM VAR ASKERİN KANUNLARA UYMAYANLARI YAKALADIĞINI GÜNDÜZ POLİS POL-BİR Lİ  SAGCI YI  POL-DER Lİ  SOLCUYU  YİNE SOKAĞA SALIYORDU  SENDİKALAR BÖLÜNMÜŞ 365 GÜNÜN 200 GÜNÜ GREVDE.. EGİTİM BÖLÜNMÜŞ SAĞCI OKU SOLCU OKUL TÖB-BİR  TÖBDER  ÖGRETMEN AYRIŞMIŞ.SANAYAĞI YOK SİĞARA YOK BENZİN YOK TÜP YOK < VAR AMA YOK DENMİYORMUYDU.? >) 

<  http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdullahmuradoglu/27-aralik-muhtirasinin-hikayesi-31963 >

BURADA 12 EYLÜLÜN TEMELİNDE BENCE 1974 KIBRIS HAREKATI VE 2 Cİ ÇIKARTMA ÜZERİNE ABD 6 CI FİLOSUNUN ÜZERİMİZE GÖNDERİLMESİ EGE NATO TATBİKATINDA MUAVENET GEMİMİZİN VURULMASI.1974 DEN 1980 NE 6 SENEDE KARDEŞİN KARDEŞE DÜŞMAN EDİLMESİ ALTINDAKİ DIŞ GÜÇLERİN  ROLÜ BENCE DAHA ÖNEMLİ  ASKERİ VE EKONOMİK ANBARGO YU BİZE KİMLER KOYDU? BUNLAR TEMEL ETKENLERDİR..BENCE  SAYGIYLA

..

5 Nisan 2013 Cuma

Kafeste Son Tango


Kafeste son tango




5 Haziran 1999 / ERHAN BAŞYURT

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarıldığı, İtalya ile sıcak günlerin yaşandığı dönemde, Arap dünyasının saygın gazetelerinden al—Hayat'da ilginç bir makale dikkat çekiyordu.
Gazetenin Suriye muhabiri İbrahim Hamidi tarafından kaleme alınan yazıda, Abdullah Öcalan'ın daha önce Suriye'nin iddialarının aksine Şam'da ikamet ettiğini ima etmek için 1 Eylül 1998 tarihinde tek taraflı ateşkes ilanı ile ilgili basın mensuplarıyla yaptığı toplantı anlatılıyordu. Hamidi, toplantıdan bir de ilginç anekdot sunuyordu okurlarına: Öcalan'a, kendi geleceği ile Fransa'da yargılanmakta olan meşhur terörist Çakal Carlos arasında bir benzerlik kurup kurmadığını soruyor Hamidi. Öcalan ilk önce bu soruyu anlamıyor, PKK ile Çakal Carlos arasında bir ilişki bulunmadığını belirtiyor. Hamidi soruyu tekrarlayınca, bu defa neyin kastedildiğini anlıyor ve kesinlik ifade eden bir üslûpla "Türk yargıçları bizi asla yargılayamayacaklar" cevabını veriyor.

Öcalan, 31 Mayıs'tan beri "Bizi asla yargılayamayacaklar" dediği Türk yargıçlarının önünde, üstelik yargılanma metodu da en çok, Çakal Carlos'un yargılanmasına oranla daha özgür olduğu için takdir topluyor. Üstelik Sudan tarafından Hartum'da Fransız güvenlik güçlerine teslim edilen ve uçakla Paris'e getirilen Carlos ile Kenya'da Türk yetkililerine teslim edilen ve uçakla Bandırma'ya getirilen Öcalan'ın yakalanma süreçleri de garip bir şekilde birbirine benziyor.

Öcalan ve sempatizanları yakalanmanın şokunu yaşarken, bizler de Öcalan'ın daha uçaktayken başlayan rahat ve net açıklamalarının şaşkınlığını yaşıyoruz. 15 yılda 30 bin insanın ölümüne sebep olan Öcalan'ın adeta dili çözülmüş, uçakta söylediklerinin benzerini kurşun geçirmez cam kafesin ardından da pek farksız sözlerle tekrarlıyor: Pişmanım... Özür dilerim... Hizmete hazırım...

Aslında Öcalan duruşmanın ikinci gününden itibaren, ilk tutuklandığı günlerde İmralı'da sivil DGM savcılarına yaptığı açıklamalardan pek de farklı açıklamalar yapmıyor. O zaman da örgütün kurucusunun kendisi olduğunu, dolayısıyla bütün eylemlerin sorumluluğunu üstlendiğini söylemişti, duruşma salonunda da bunu tekrarladı. O zaman da her eylemin sorumluluğunu üstlenirken, örgüte tam hakim olamadığını, bir çok eylemin bölge sorumlularının kendi inisiyatifi tarafından gerçekleştirildiğini, aslında kendisinin buna karşı çıktığını, ama engelleyemediğini iddia etmişti, şimdi de.

Öcalan, örgütün yurt dışı bağlantıları ile ilgili olarak da DGM savcılarına verdiği ifadeden pek farklı bir şey söylemedi, duruşmalarda. Suriye ve Yunanistan PKK'nın baş hamileri arasında yer alırken, İran ve Ermenistan'ın örgütle ilişkilerinin sanıldığı kadar ileri olmadığını, buna karşılık bir çok Avrupa ülkesinin pasif destek sağlamakta bu ülkelerin çok ilerisinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Örgütün finans ve silah desteğinin nasıl sağlandığını da anlatan Öcalan, devletle aralarında kurulan temaslar hakkında da geniş bilgileri tekrarladı...

Bütün bunlara rağmen, Öcalan'ın duruşmada dile getirdiği ama basına tam yansımadığı için pek irdelenmeyen çok daha önemli bir şey vardı duruşmalarda: Öcalan'ın yazılı savunması. Öcalan, ilk gün duruşmasının öğleden sonraki kısmında vermek istediği siyasal mesajı, bu yazılı savunmada toplamış. Ağır psikolojik durumu sebebiyle hafıza değişikliğinin olduğunu ve bu nedenle ifadelerinde bazı kopukluklar bulunabileceğini söyleyen Öcalan'ın, yazılı savunması bu sebeple daha da önem kazanıyor. İrticalen yaptığı sözlü savunması ile karşılaştırıldığında da daha oturaklı olduğu görülüyor.

"İsyan dönemi bitmiştir"

"Varılan en önemli sonuç; artık tarihi olarak isyanlar dönemi sona ermiştir ve ermek zorundadır... Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir" diyen Öcalan, "Demokratik bir toplumda yetişmiş ve büyümüş olsaydık, hiç böyle isyan olur muydu? Kendini bile yasaklanmış bulan, ağzından çıkan sözü ana dilinden suçluluk telaşı ile gizlemeye çalışan bir insandan her şey beklenir... Yaşadığım halk gerçekliği bu. Hatta bir alternatif olarak ezici bir kısmı Türkleşmişse bu halkın suçu olamaz. Kaldı ki bu yöntemin de çağdaş olmadığı, böyle zorla yürümeyeceği de ortaya çıkmıştır. O halde hatalar karşılıklı büyümüş..."

Öcalan, kendince başvurdukları yolun sebeplerini ve hata oluşunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, "İki halkın tarihini, siyasi, ekonomik durumunu anlayanlar, parçalanmanın olmayacağını bilirler. Etle—tırnak gibi iç—içe geçmişlerdir" yorumunda bulunuyor. Başlangıçta "Bağımsız Kürdistan" hayalinde olan Öcalan, bu görüşten çark etmesinde 1993 yılına kadar TSK'nın PKK'ya karşı yürüttüğü etkili mücadelenin de rol oynadığını ifade ediyor bir başka yerde. Israrla vurguladığı bölünmenin bir çözüm olmadığını ise, şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor :

"Bağımsızlık aleyhimize"

"Bağımsızlık ve özgürlüğün hem birey için hem de halk için koşullar gereği, ancak Türkiye'nin bütünselliği ve Cumhuriyet'in demokratik yapılanması içinde gerçekleşebileceğini belirttim... Bilimsel ölçüler içinde bakıldığında dört taraftan kabul edilmeyecek komşularla çevrili, ağırlıklı olarak dağlık bir coğrafyada, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi olarak çok bölünmüş, ağır feodal değer yargılarıyla ve daha bir alfabeye bile sahip olmayan, nüfusun daha büyük kısmı metropollerde çalışan Kürt toplumu için devlet iddiasında bulunmak bu nedenlerle gerçekçi olamaz. Kaldı ki gerek son iki yüzyıllık tarih tecrübesi ve en son PKK isyanı mevcut askeri güç dengesi altında da ayrılık yönünde sorunun daha da ağırlaşacağını ortaya koymuştur. Bu yöntemle taraflar zorlanır, büyük acı ve kayıp yaşarlar. Ama ne ayrılma gerçekleşebilir ne de sorun yok edilebilir. Hastalık daha da ağırlaşarak devam eder. Hastalığı ne hastayı yok ederek tedavi etmek mümkündür, ne de ana öğesi olduğu bütünden yani devletten ayrılmakla parça, tedavi şansına sahiptir."

Öcalan savunmasında "Bu bilince 1973'te sahip olmak isterdim. O zaman bu yöntem izlenmezdi" diyerek, "Tüm isyanlar içerisinde acımasızlıklar vardır, bastırmada da vardır. Ama, en büyük tesellimiz bunu gerçekten Cumhuriyetimizin sürekli ağrıyan bir hastalığı olmaktan çıkarmak, sağlıklı bir parçası ve barış gücü haline getirmektir. Halkımızın buna ekmek, su kadar ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Cumhuriyete karşı borcu, demokratik birlik dışında ödeme yolu yoktur" sözlerine de yer veriyor. Öcalan, yazılı savunmasını bu şekilde yaptıktan sonra da, özürle başladığı sözlü savunmasında, sorunun çözümü için de kendince bir formül öneriyor. Başka bir deyişle, kendi canının kurtarılması karşılığında, terörü bitirmeyi masaya yatırıyor ve yıllardır uğrunda verdikleri mücadelenin hedeflerini minimize ederek, şöyle formüle ediyor: "Bana bir kanal açın, PKK'yı üç ayda dağdan indireyim."

"Devletin de duyarlılığının bu yönde olduğunu biliyorum. PKK'nın dağdan indirilmesini istiyorum ve bu amaçla çalışmak istiyorum" diyen Öcalan, bunu yapmanın şartı olarak da "PKK'nın devlete karşı olmamasını, yasal bir konuma girmesini istiyorum. Bir af yasası, bir izin gibi şeylerin düşünülmesini istiyorum" şeklinde konuşuyor. Bunu da kendince, "PKK'ya sesleniyorum. Sizi yanıltan ben, hiçbir baskı altında kalmadan söylüyorum. Bizi koruyacak olan demokratik devletin çatısıdır. Ben bunu gördüm. Bu döneklik yaptığım anlamını taşımaz. PKK'lılara diyorum ki, niye silahla savaşıyorsun, düşünce varken" sözleriyle yorumluyor. Başka bir deyişle Öcalan'ın PKK'yı dağdan indirmesinin ilk şartı, bir af yasasının —pişmanlık yasası gibi— çıkarılması ve PKK'nın legalite kazanması.

Dil de önemli değil

Öcalan'ın pazarlık masasına sürdüğü ikinci şart ise, "kültür ve dil özgürlüğünün sağlanması". Türkiye'de düşünce ve siyasal özgürlüğün mevcut olduğunu belirten Öcalan, "Olan bir şeyi niye isteyeyim. Sadece dil ve kültürel varlık problemdir. Türkiye'nin bütünlüğü önemlidir" diyor. Bir uzman, Öcalan'ın kültürel varlık ile tv, radyo gibi şeyleri kastettiğini, dilin eğitim dili olması gibi hususlardan rahatlıkla taviz verebileceğini belirtiyor. Kaldı ki Öcalan, üçüncü gün sorgulamasında Kürtçe'nin yasaklanmasının yanlışlığının görülüp, bu yasağın kaldırıldığının hatırlatılması üzerine, "Doğru. Mesele çözüm yoluna girmiştir. Bundan sonra isyan yanlıştır" diyerek bu tavrı ortaya koymuştur.

Öcalan'ın bu teklifleri, değerlendirilir ya da değerlendirilmez. Ancak yıllardır bölgeyi kan gölüne çeviren bir örgüt liderinin tespit ve önerileri olması ve Öcalan'ın bilgi ve beyin arkaplanını göstermesi açısından önemli. Konuşurken karizmatik olmasa da, aslında istediği şeyleri formüle edebilmiş, savunmasını bir nevi siyasi platforma çekebilmiş durumda. Peki, Öcalan gerçekten de örgüt üzerinde hakim mi? İstese tüm örgütü üç ayda dağdan indirebilir mi? Kaldı ki, Öcalan bizzat kendisi bir taraftan örgüt üzerinde halen hakim olduğunu söylerken, diğer taraftan örgütün tüm faaliyetlerine hakim olmadığını söylüyor.

PKK'yı yakından takip eden akademisyen Doç. Dr. Ümit Özdağ, Öcalan'ın halen örgütte tek lider olduğunu belirtiyor. Özdağ, Öcalan'dan sonra PKK'nın Başkanlık Konseyi'nin toplandığını, yeni bir lider çıkarmak yerine, Öcalan döneminde aktif olmayan konseyi hayata geçirdiklerini, ancak Öcalan'ın "esir lider" olarak konumunu koruduğu iddia ediyor. Özdağ, Öcalan'ın ilk tutuklandığı dönemlerde yaşanan şiddet eylemlerini, avukatları aracılığıyla durdurmayı başardığını da belirtiyor. Avrupa kanadının Öcalan'dan gelen "şiddeti durdurun" direktiflerini hemen uygulamaya soktuğunu, Konsey'in ise buna başlangıçta ayak dirediğini, ancak gelen direktifler sebebiyle onların da uyduğunu belirtiyor.

Özdağ, Öcalan'ın yokluğunda toplanan 6'ncı PKK Kongresi'nde eyalet sisteminden, yeniden 13 kişilik timlerden oluşan saha komutanlıkları sistemine dönüldüğünü, bunun da örgüt içerisinde karizmatik bir lider alternatifinin bulunmamasından kaynaklandığını söylüyor. Konsey'in Öcalan'ın direktifleri doğrultusunda, saldırı tipi eylemlerini durdurduğuna dikkat çeken Özdağ, halihazırda "aktif savunma" olarak adlandırılan yöntemle ancak sıcak temaslarda çatışmaya girildiğini kaydediyor.

Öcalan'ın yaptığı bu silah bırakma çağrılarını da içeren savunma hakkında Konsey'in avukatlar sayesinde önceden haberdar olduğu, ancak şiddetle karşı çıkmalarına rağmen bunu Öcalan'a kabul ettiremediklerini vurguluyor, Özdağ. Devletlerin uzun vadeli yüksek çıkarlarının dikkate alınması halinde, Öcalan'ın kendi canı karşılığında ortaya sürdüğü bu pazarlığın, terörün bitirilmesi için "Berzenci Hadisesi"nde olduğu gibi kullanılabileceğini belirtiyor.

Özdağ'ın bu tespitlerini, PKK Başkanlık Konseyi'nin 3 Haziran'da örgütün yayın organı Özgür Gündem'de çıkan açıklaması da destekliyor. Konsey açıklamasında şöyle diyor: "Genel Başkanımızın büyük bir özveriyi yaşayarak Türkiye Cumhuriyeti devletine sunduğu bu çözüm imkanı Türk ve Kürt halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yoludur ve tüm dünya halklarının çıkarına olan da budur. Tüm parti örgütümüz yüksek bir birlik ve örgütlülük içinde Genel Başkanımızın yürüttüğü bu tarihsel çabalara bağlıdır ve bütün gücüyle desteklemektedir."

Bu durumda, "Bana bir kanal açın bütün bunları başarayım, ancak bunları yapabilmem için hayatta olmam lazım" diyerek, idamı halinde akan kanın durmayıp, daha da artacağı tehdidinde bulunan Öcalan'ın ortaya attığı bu "can pazarlığı" daha çok tartışılacak gibi. Ancak, bazı uzmanlar böyle bir pazarlığın hayata geçirilebilmesi için, mevcut hükûmetten daha iyi bir alternatifin olmayacağını belirtiyorlar. 28 Şubat kararlarının ancak RP'nin bulunduğu bir hükûmet döneminde çıkartılabileceğine atıfta bulunan uzmanlar, böylesi bir tarihi imkanın da ancak DSP ve MHP gibi milliyetçi partilerin yer aldığı bir hükümet döneminde hayata geçirilebileceğini belirtiyorlar. Bakalım "asrın davası" olarak nitelenen Öcalan duruşması, Öcalan'ın can pazarlığında "asrın dönemeci" haline getirilebilecek mi? Belki de Öcalan uçakta iken söylediği: "...devlete hizmete hazırım... büyük hizmetler göreceğimi hissediyorum" şeklindeki sözleri ile de daha baştan itibaren bunu kastediyordu!



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-5143-kafeste-son-tango.html

..