28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU.,BÖLÜM 1



KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU., BÖLÜM 1






KENDİ ÜLKESİNİ  İŞGAL EDEN ORDU,
Cemile Bayraktar 





Bu kitap Derin Düşünce Fikir Platformu’nun okurlarına armağanıdır. 

www.derindusunce.org 

İçindekiler 

Önsöz ...................................................................................................................................................................... 5 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi...................................................................................... 6 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(1): İhtilal’e Doğru ........................................................ 8 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi(2): Dayatılan Son, İhtilal! ........................................... 13 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi (3): İhtilal Sonrası ....................................................... 18 
Devlet Kurabilirsiniz, Millet Kurgulayamazsınız! ................................................................................................... 22 
Devlet Kuranların Millet Kurgusu(4):Milleti Kıracaklardı, 12 Mart Muhtırası ....................................................... 26 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(1) ........................................................ 30 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(2)M. Nazım Öztürk ............................. 37 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(3):Osman Yurt .................................... 47 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(4):Mehmet Şahin................................ 54 
Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(5):Sonuç ............................................. 58 
15 yaşında işkence gördüm 12 Eylül’de!… Cafer Solgun ile Ülkenin Toprağından Acı Sökmek............................. 60 
Şeriat Nerede? 28 Şubat’ın Post’unun Altında ...................................................................................................... 66 
Laiklik Tehdit Altındaysa Halkı Tehdit Etmek Teferruattır: 27 Nisan ..................................................................... 70 


Önsöz 

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Normal bir ordu kaynaklarını emrinde olduğu milletten sağlar... Efendisi olan bu milletin gönüllü katkısıyla silah alır, asker toplar, YABANCI DÜŞMANLA savaşır. 

Normal ordular efendilerini yani milleti, o milletin vatanını korurlar ya da ganimet getirebilecekleri ülkeleri işgal ederler. Yine efendilerinin emri ve izniyle yaparlar bunu. 

Anormal ordular ise üniformalı eşkıyalardır. Disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. Üniformalı eşkiyalar ülkenin zenginliklerini tüketirler, geleceğini mahvederler. 

Kendisini ülkenin sahibi zanneden üniformalı eşkıyaların hakim olduğu ülkeler yabancı orduların işgali altında gibidir. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. 

Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. 

Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. 

Mehmet Yılmaz 



Devlet Kuranların Millet Kurgusu; 27 Mayıs 1960 Darbesi 

Sunuş: Tarih üzerine konuşabilmenin ön koşullarından biri de, objektif değerlendirmelerdir. Bazı toplumlar güdüleri ile değil, güdü(l)meleri ile varışlara ulaştırılmaya çalışıldığı için resmi tarihleri objektif olmaktan uzaktır. Sadece varış noktaları ya da varış süreçleri üzerindeki değerlendirmeleri değil sonuç üzerindeki değerlendirmeleri de bu güdülmelerden nasiplenmiştir. 

Ancak bu toplumlarda dahi toplumu oluşturan insanlar, biz onlara millet diyelim- güdülmelerine kendi içlerinden cevaplar üretirler. 
Yaşadığımız son 10-12 yılı göz önünde bulunduracak olursak; bir atasözü olan tarih tekerrürden ibarettir sözü, yahut İbn Haldun’un buyurduğu gibi suyun suya benzediği kadar, tarihin tarihe benzer sözü aslında bugün yaşadıklarımızın hemen hemen hepsinin 50 yıl önce de yaşandığının, en azından yoğun benzerlikler olduğunun kanıtıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti tarihi, gerçeği yaşayanlar ile yalanı yazanlar arasında gidip gelirken, aslında en büyük zararı 
yine Türkiyeli vatandaşlar görmüştür. Maddi olarak gerileyen ülkenin vatandaşları da manevi olarak daha doğrusu zihnen gerilemiş, irade bir türlü milletin eline geçmemiş, geçtiğinde zorla elinden alınmıştır. Halkın lehine(!) söylemleri ile yola çıkan darbe niyetleri, halkın aleyhine sonuçlar ile noktalanmıştır. 

Cumhuriyetin ilanından önce yeni Türk devletinin ilk siyasi partisi ‘ Halk Partisi ‘ 23 Ekim 1923'te resmen kurulmuştur. Daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi adını almıştır. Bu dönemden 1945 yılına kadar alternatif bir parti kurmak maalesef mümkün olmamıştır. Ancak yıllar sonra 18 Temmuz 1945'te Milli Kalkınma Partisi ardından 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti kurulmuştur. 


    14 Mayıs 1950'de yapılan seçimde Demokrat Parti iktidara gelmiş, 24 yıl kesintisiz tek başına iktidarda kalan CHP’yi yerinden etmiştir. Ülkenin darbeler tarihinin ilk adımı ise millete rağmen, milletin seçimi olan Demokrat Parti üzerinden kendine zemin hazırlamıştır. 

Devlet kuran zihniyet aynı kararlılık ile milleti de kurmayı, millet bu kurgunun dışına çıktığına şeklen belirli ölçülerde kalması için her türlü eylemi gerçekleştirmeyi meşru bilmiş bu nedenle bazı çevrelerce her zihnin kınaması gereken darbeler övülmüş, darbeciler alkışlanmıştır. Ancak millet geleceğim kaderimdir, kaderim seçimimdir vurgusunda ısrar etmiş, her darbe girişimi sonrasında darbecilere kapının yönünü sandıkla dahi olsa göstermiştir. 

İnsanların ekmek almak için dahi kuyruğa girdiği sefalet dolu yıllardan sonra millet, Tek Parti Döneminde yaşadıklarının acısını Demokrat Parti’yi iktidara getirerek çıkartmıştır. Bu refah ve demokrasiden kargaşa anlamı çıkartan, kendini devletin ve milletin efendisi sanan darbecilere, 27 Mayıs 1960 Darbesinin hemen ardından kapatılan partinin ardılı olan bir partiyi iktidara taşıyarak gereken cevabı vermiştir. Ancak gereken cevap gelene kadar kurgunun anlık vurgusunda; bir başbakan asılmış, milletin iradesi kılıçtan geçirilmiş, halen 
yürürlükte olan ve demokrasiye geçişimizin önündeki en büyük engel olan 1982 Darbe Anayasasının zemini hazırlanmıştır. 

27 Mayıs 1960 Darbesinin 50. yılında, devlet kuranların millet kurmasına muhalif bir duruşla, darbecilere yargı yolunu açacak, halen darbe arzusu taşıyanlara bir sonrakinin 

olmayacağını tebliğ edecek ve tüm bunları kanuna bağlayacak bir anayasanın yapılması gerektiği vurgusunda bulunarak bilinmeyenleri ile 27 Mayıs Darbesini konuşmaya açıyoruz. 



***



27 Ocak 2015 Salı

YİNE VE YENİDEN '' ATATÜRK ''





                        YİNE  VE  YENİDEN  
                                 '' ATATÜRK ''






Yine ve yeniden Atatürk
Düşkırıklıkları, üzüntüler ve kuşkularla bir yılı geride bıraktık. Ben, yeni yılı neş’eyle karşılamaya biraz da şaşıyorum. Aslında bir yıl daha yitiriyor, bir yıllık daha eski oluyoruz, zamanımız azalıyor. Gençler yenilendiklerini sanıyor. Kutlama, olsa olsa olumsuzlukları geride bırakıp can sıkıcı her şeyi unutarak umutla yeni yıla başlamak, kendine çeki düzen vererek geleceğe hazırlandığı kanısıyla, umutlanmaktır. “Umut imanın anasıdır” derler. Umutsuz yaşanmaz. Düşün ve ilke bağlamında, olumsuzluklar ne düzeyde ve ne ölçüde olursa olsun, umutsuzluğa düşmeden, karamsarlığı atarak, çabaları sürdürmek gerekir. Yılmak, yorulmak, hattâ dinlenmek bilmeden.
Ülkemiz, medyanın besleme bölümünün şakşakçılığının, pompalamasının, enflasyon rakamlarıyla oynamanın, yabancılar ve goygoycularla oynaşmanın tersine her alanda ağır sorunlarla karşı karşıyadır. İçerden yıkma, dışardan kuşatma girişimleri, günümüz iktidarının takiyyeci tutumu nedeniyle onur kırıcı olaylarla gelişmektedir.
Sanık topluluğu yasama organıyla yönetimde
Yerel seçimlerde daha çok oy toplayarak çoğunluk ve lider diktasını iyice pekiştirmek isteyen iktidar, ekonomik bağımlılığı siyasal uyduluğa dönüştüren davranışlarıyla yeni yeni çirkinlikler sergilemektedir. İstanbul Belediyesi ekibi devleti ele geçirmiş, dünyanın hiçbir demokrasisinde görülmemiş bir sanık topluluğu yasama organıyla yönetimde ağırlık sağlamıştır. Seçim öncesi verilen sözler unutulmuş dokunulmazlık zırhına sımsıkı sarılanlar rejimle sistemi biribirine karıştırarak böbürlenmeye hız vermişlerdir. Yeterli bilgi, eğitim ve deneyimleri olmamasına karşın demokrasi, devlet, din, lâiklik konusunda ancak tutucu, gerici, siyasal İslamcı kimi yazarları sevindiren güldürücü konuşmalar yapmaktadırlar. Halk dalkavukluğunun en kötü örnekleri kömür dağıtımı ve başka aldatmacaları, inanılması olanaksız partisel doğrultularını açıklamaları izlemiştir. “Uluslararası Muhafazakâr Demokrasi” toplantısında din konusundaki söylemleriyle çatışan eylemleri apaçık ortadadır. Dine siyaseti, siyasete dini katarak iktidar gücüyle şeriat düzenini gerçekleştirme çabaları sürmektedir. Siyasal islâmcı, köktendinci olmaktan başka bir özelliği bulunmayanları göreve getirerek kadrolaşma, YÖK, TÜBİTAK, TRT, sıkmabaş, Belediyeler, orman, vergiler konusundaki direnmeler, hukuka, Anayasa’ya, Cumhurbaşkanlığına, yargıya, Atatürk’e, lâikliğe, cumhuriyetin kurucusu Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne dış destekli, demokrasi kılıflı karşı çıkışlarıyla kendi kendilerini yalanlamaktadırlar. “Dinsel simge” saydıkları sıkmabaşı “türban” göstererek lâik devlete dayatmaları, kravatın da simge sayılabileceği savları, karagüldürünün yeni sayfalarını oluşturmaktadır. Bizim yıllardır söyleye yaza usandığımız gerçekleri şimdi kendileri saptamış gibi öğretmeye kalkışmaları gülünçtür. Lâikliğin değerini, önemini ve ülkemiz için yararını kavramış görünerek başvurdukları söylem, dış ve iç çevreleri kandırmaya yöneliktir. Gerçek olsa, içtenlikli olsalar Ürdün Kraliçesinden sonra Suriye Cumhurbaşkanının eşini de gördükten sonra sıkmabaşlı eşlerini yanlarına alırlar mıydı? Devlet adına AİHM’ne verilen savunmayı kişisel nedenle geri çekerek hem dâvacı hem tanık durumuna düşerler miydi? Önceki bağlantıları, yerleri, konumları, lâik cumhuriyet ve Atatürk karşıtlığı bilinenleri müsteşar, genel müdür, daire başkanı, vali, kaymakam yaparlar mıydı? Kimi vakıf üniversiteleri başta, yükseköğrenim kurumlarında, yargıda, yönetimde aşiret, tarikat mezhep yoğunlaşması tehlikeli açılımları çağrıştırmaktadır. Bir disiplin olan demokrasiyi kötü kullanıp devletin tek’liğini, ülkenin tüm’lüğünü, ulusun bir’liğini yıkmak isteyenler siyasal iktidara özenip öykünmekte, iktidarın sakıncalı hoşgörüsünden ve suçluluk duygusundan yararlanıp saygısızlıklarını biribirine eklemektedir. Çoğunluğun asıl öğesi kürt kökenli yurttaşlarımızı kürtçülük güdüsü ve yeni Sevr’ci yabancıların kışkırtmasıyla azınlık yapmaya uğraşmakta, yeni ayrılıkçı akımları yüreklendirmektedirler. Irak olaylarında savaş isteyen medya tetikçileri, ulusal onurumuza saldırıyı sindiren iktidarla birlikle pısırıklığı seçmiş, AB ve Kıbrıs konusunda “ver kurtulcu” aymazlıktan vazgeçmemiştir. Şimdilerde Türkiye karşıtı bir liderin AB’ye yamanma çabasını, Çankaya zirvesi sonunda yayımlanan bildiriyi değerlendiren gerici basın hiçbir çekinme duymadan, âdeta övercesine yanlış yansıtarak “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti kesin biçimde Annan Plânı’nda belirlenen çözüm iradesine sadakatini ilân etmiş oldu” diye vermekte, bağımsızlığı, güvenliği, anlaşmaları yadsıyıp sevinçle karşılamaktadır.
Muhafazakarlıkla demokratlık
birbiriyle bağdaşmaz
Muhafazakârlıkla demokratlığın, demokratlıkla muhafazakârlığın birbiriyle bağdaşmayacağı, bağdaştırma çabasının bir kandırmaca olduğu açıkken tersini savunup benimsetmeye çalışanlar, siyasal getiriler için dini bir araç kullanmakla inanç sömürüsünü yeğlemekte, dine düşmanlık yapmaktadırlar. Ne acı bir gerçek ki 80 yıl önce yıktıklarımızı, attıklarımızı yeniden edinmeye çalışıyor, gereksiz konuları tartışıyor, batı Mars’a yerleşmeyi tasarlarken tutucuların akıllarını inançla örtüp safsatalarla gündemi doldurmaları yüzünden dışlanıyor, horlanıyoruz. Yurdu kurtarıp devleti kuran, bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü, ulusal egemenliğimizi kazandıran, aydınlanma ile tüm çağdaş gerekleri sağlayan Atatürk’ün Sakarya Savaşı sonunda TBMM’nce verilen “mareşal” rütbesiyle “gazi” ünvanından rahatsızlık açıklayanlarla utanmadan onu destekleyenler çıkmıştır.
İncirlik Üssü’nün kullanımı Anayasa’ya aykırıdır
Anayasa’ya aykırı biçimde, tıpkı Irak’la ilgili “mutabakat tutanağı”nda olduğu gibi İncirlik Üssü’nün yabancı silâhlı güçler için kullanılması olayı yaşanmaktadır. Kendini anayasa yerine koyan, her şeyi koşullandığı yanlış din anlayışıyla ölçüp biçen siyasal iktidar, ABD’nin deneme tahtasına dönmüştür. Hiçbir kurula, hiçbir organa aldırmamakta, aklına estiği ya da ABD’nin ve AB’nin istediği gibi davranmaktadır. ABD’nin Irak’ta kürt devletinin oluşumuna kol-kanat germesi ya da oluşturma çabaları, sözcülerinin “Irak’ta halklarının kendi yönetimlerini kurma çalışmalarını destekliyoruz” açıklamasıyla belirginleşmişken tepkisiz duruş, Bush’un buyruklarının yerine getirilmesini isteyerek Washington’a koşullu gelinebileceği uyarısına boyun eğiş, hepimizi düşündürmelidir.
Köktendinciler için sıkmabaş bağımsızlıktan daha önemli
Öyle anlaşılmaktadır ki “Siyasal İslâm”ın ayırdında olmayanlar “Ilımlı İslâm”ı uydulaştırma aşısı olarak benimsendiğinden onlar için Kur’an kursu, İmam-hatip okulu, sıkmabaş, arsa zenginliği, bağımsızlıktan, özgürlükten, Türkiye’nin güvenliğinden ve geleceğinden, Kıbrıs’tan daha önemlidir. İnsanlık demokrasi, hukuk, onur, başka bir şey bu kesim için hiçbir anlam taşımamaktadır. Lâik Atatürk Cumhuriyeti’ni yabancıların ayağına düşürenlerin düşkünlüğü güç tanımlanır.
Köktendincilerle önyargılı ve koşullanmış sözde aydınların benzer yanları çoktur. Köktendincilerde terbiye yoktur. İnsanlığın en sağlıklı, en gerçekçi göstergesi insana, kişiliğe, onura, ada ve soyadına, göreve saygı yoktur. Kalemleri, dilleri pistir (Yüreği, duygu ve düşüncesi temiz olanın eli ve dili pis olmaz). Saldırır, yalan söyler, görev yapmayı suç sayar. Siz ulusa, ülkeye, bu varlıkları kapsayan devlete hizmet edersiniz, onlar inancı sömürerek her kötülüğe hizmet eder, teröre araç olur, hattâ terörist olur. İnsanları inancıyla değil, tutumlarıyla değerlendirmez, kendilerine hiç bakmazlar. Sözde aydınlar da değişik aşağılık duygularıyla küçülür, alçalır, halkın sevdiği kişileri “allerjik buluyorlar” diye karalarlar. Köktendinciler adlarını duydukları yandaşlarıyla buluşup birbirlerini kollayıp gözetirler, önemli görevlere en olmadık kimseleri getirmekten kaçınmazlar. Kendini aydın sanan ya da öyle sanılanlar da tüm bağları gözardı edip birbirlerini çekiştirir, karalar, engeller, yıpratır ve yıkar.
Köşesinde oturanların çalışan gençleri eleştirmesi acıdır
Toplumumuzda giderek yaygınlaşan bir umutsuzluk ve aldırışsızlık seziliyor. Gelecek için en tehlikeli belirti budur. Ekonomik, siyasal, hukuksal iç ve dış sorunların kaynağında toplumsal karakterimiz yatmaktadır. Bu değerdeki bozulma kaygı verir. Atatürk ve lâik cumhuriyet karşıtlarının dayanışmasıyla oluşan iktidarın karşısında özveriyle çabalayanların, hiçbirşeye karışmak istemeyen, çekici olanaklar ve koruma önlemleriyle yaşamlarını sürdüren kimi emeklilerce eleştirilmesi, ortamın köktendincilere bırakılmasının ilgisizlikle karşılanması acıdır. Siyaseti “öcü” gösterip tribünde oturanlar, binbir güçlükle savaşıp bir şeyler yapmaya çalışan gençleri, sağlıklarını, mutluluklarını, güvenliklerini düşünmeden çalışan, varlıklarını hiçe sayan insanları kınayıp köşelerinde oturdukça aydınlığa çıkılamaz.
Aklın gücü, bilginin yararı, bilimin atılımları, uygarlığın olanakları zamanı durdurup mesafeleri yok ederken, yaratıcılığın ürünleri kapışılırken, inanç bağımlılığı, tutuculuk, yazgıcılık, küf, pas, karanlık, kan ve ölüm getiriyor. Çelişkili sav ve savunmalarla, abartı, yalan ve bahanelerle köktendinciliği “demokratikleşme, bireyselleşme, uygarlaşma” diye dayatıp devletin yapısını ve yönünü değiştirmeye çalışan sabıkalı-sabıkasız medya ve siyaset simsarlarına kanılmamalıdır.
İlke için özveri büyüklüktür
Gericiyi sevindiren, ilerici olamaz. Kavgayı gericiliğe karşı verecek yerde kendi kendisiyle, ilericilerle kavgaya tutuşan, gücünü ilericilere karşı kullanıp gericileri mutlu ve başarılı kılan aymazlar var. Atatürk düşmanlarının medyada, üniversitelerde, yargıda, yönetimde, siyasette, her yerde dayanışmasına karşı Atatürkçülerin dağınıklığı, değişik nedenler yaratarak birbirlerine karşıtlığı, yalan-yanlış yazılarla güç kırıcılığı ve güven yıkıcılığı, selâm vermekten kaçınma, yüze bakmaktan utanma durumu ibretlik görünümlerle sürüyor. Hele kimi çocukların yetişmelerine katkı verenleri karalamaya araç olmaları bozulması. Gerçekdışı savlarla, iftiralarla karalama aşağılıkları, kişiliklerini, düzeylerini gösteriyor. İlkelere verdikleri zarar, öbür yana kazandırdıklarıdır. Siyasal partilerin işlerini, niçin kurulmak zorunluluğu doğduğunu, gerçek sorumluların, bölücülerin kim olduğunu öğrenip saptamadan gelişigüzel suçlamalar duyuluyor. Önerip öncülük yapanların dönüşü kişilik çözülmesidir. Birleşip güç kazanma çabalarını anlamayanlar, işin kolayına kaçanlar, ilkesizler, dâvanın önemini kavrayamayanlar, nefesi tükenenler, birer bahane bulup kaçıyor. Yerel seçimlerde işbirliğini, partisine bakmadan ilerici adayı desteklemeyi yanlış değerlendirip “ittifak” sayanlar da var. Program ve tüzük düzeniyle birleşerek büyüyüp güçlenmek, yasa kurallarına uyum zorunluluğuyla “katılma” yöntemi küçük düşürmez. İlke için özveri, başlıca büyüklüktür. Ülke yararı önceliklidir. Bireysel davranmamalı, ortak sorumluluk, paylaşma, katkı yeğlenmelidir.
Hukukun gücü değil
güçlünün hukuku geçerli
“Değişim”in mumu bırakınız yatsıyı, ikindiye varmadan söndü. İktidardakilerin hangi sözüne güveniliyor? Değişenler, sakıncalıları, lâik cumhuriyet karşıtlarını etkin yerlere getirir, orada tutar, korur, savunur, cumhuriyetçilerin hedef gösterilmesine katlanır, bu yoldaki kalkışmalara olur verir mi? Kimilerinin, beslemelerin, önceki dönemde başlayan önlemleri, sıkıntıları, yoksunlukları, yolsuzlukları unutturup “ekonomik başarı” dan sözetmesi tepkiler almaktadır. Yurttaş, yalnızlık içindedir, yokluk çekmektedir. Alım gücü düşmüş, hattâ bitmiştir. Memur, işçi, emekli perişandır. Hekimler, öğretmenler, teknik adamlar geçinecek ücreti alamamaktadır. İlâçlar pahalıdır. Öncekinden ucuz, fazla bir şey alınmamakta, ekmek ve et zamlanmakta ama siyaset giderek paralanmaktadır. 12 Eylûl’ün Anayasa yargısı dışında bıraktığı siyasal partilere Hazine yardımı olmasa, kaynak için üniversitelerin araştırma giderlerine el konulmasına gerek kalmazdı. 2004 yılında AKP’ne 52.6, CHP’ne 29.6, Genç Parti’ye 11, DYP’ne 7.3, MHP’ne 6.4 trilyon verilmesi büyük bir katkıdır. Devletin verdikleriyle bu partilerden aldığı karşılaştırılırsa katkının gereksiz olduğu daha iyi anlaşılır.
AKP ilk Büyük Kongresi’ni, Siyasal Partiler Yasası’nın 14. maddesinin yedinci fıkrasının öngördüğü iki yıllık sürede yapmadığı için dağılmış durumdadır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ile Yüksek Seçim Kurulu’na bunu anlatamamak üzücüdür. Hukukun gücü değil, güçlünün hukuku geçerli olursa yarınlarda daha büyük aykırılıklar yaşanır. Gerçekte AKP kimlik arayışında, dincilik dışında siyasal ilkesizliğin bocalaması içindedir. Suçlu bulunan eski ustalarını kimileri gibi kurtarma hazırlıkları yapmaktadır. Karşıdevrimciler çığ gibi büyürken bizlerin azalması acıdır.
“Uyum” yasaları “uyuşturma, uyutma” düzenlemeleridir
AB’ne girme umudu ve telâşıyla çıkarılan uyum yasaları çoğunlukla bir şey getirmemiştir. Bir tür “uyuşturma, uyutma” düzenlemeleridir. AB yetkili ve sözcülerinin açıklamaları ülke güvenliği ve bütünlüğüne, devlet yapısına kadar uzanan öldürücü ödünleri gündeme getirmektedir. Başta Siyasal Partiler ve Seçim Yasaları olmak üzere birçok antidemokratik kurala, dokunulmazlığa dokunmayan iktidarın, tersine, kötüye doğru değişikliklerle kendini güvenceye alması, kafasındaki düzeni gerçekleştirme çabası gözden kaçmamaktadır. Seçimleri kazanmak, belediyeleri almak için her şey yapılıyor. Özellikle büyük belediyelerin kaynakları çok yarar getiriyor, iktidara oralardan geliniyor. Kimsede, bütçe açıkları, ödenecek faizler, iç ve dış borçlar, kapanan girişimler, özelleştirme donanımları ve elden çıkarılacak varlıkların doğuracağı boşluk, yaratacağı yoksunluklarla ciddi bir ilgilenme görülmüyor. Herşeyi bırakan iktidar militanları Atatürk’e ve Silâhlı Kuvvetler’e karşı güç gösterisine girişip olmadık söz ve eylemlerle gündemi değiştirip yol alıyorlar. Çoğunluk da izliyor, hattâ mutlu olduklarını söyleyenlere rastlanıyor. AB’ni aş ve iş kapısı sanarak aldanan niceleri de ayrı. İktidarın ulusumuza, devletimize yaraşırlığı tartışılmaktadır.
Yeni YÖK Başkanı’nın
olumlu belirtileri
Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nu siyasal iktidarın eline bırakılacak kural değişikliğine karşı çıkmamız yargı kararıyla doğrulandı. Karar yayımlanmadığı için TÜBİTAK atamaları gibi Kızılay yönetimi de değiştirildi. Zamanında duygusal davrananlar şimdi kendilerini özeleştiriye bağlı tutmalı bu nedenle yitirilenler anılmalıdır. Tıpkı yıllar önce “Demokrasinin mezarı demokrasiyle kazılıyor” sözünü unutup bugünkü yinelemelerin yeni sanılması gibi.
İktidarın başı lâiklik konusunda mantığa aykırı görüşler ileri sürmekte, çelişkili sözler etmektedir. Suskunluktan güç alan tehlikeli gidişi ilgili çevreler değerlendirmelidir. Üniversiteler miskinler tekkesi, yeni dergâhlar değildir. Yeni YÖK Başkanı’nın öğrencilerle ilgisi, ilkelerden ödün vermeme sözü geleceğe ilişkin olumlu belirtilerdir. Çağdaş ve özerk üniversite özlemi, anlayıştan uygulamaya değin yanıt bulmalıdır.
Batı’nın Sevr özlemi
Yasamadaki ve yönetimdeki soydaşları ile yandaşlarına güvenen kürtçülerin tutumu, Irak’takilerin “Meclis’te 260 kişi bizden” sözünü anımsatmaktadır. Toplumsal barış, ulusal dayanışma yıkılırsa hiçbirşey tutulamaz. Osmanlı’nın son dönemini hayal eden Batı’nın yeni Sevr özlemini unutanlar sakıncaları göğüsleyemezler. Yayılmacı, sömürgeci, emperyalist batı küreselleşme avutmasıyla her yeri avucuna almaya çalışmaktadır. Magazin medyası bu oyunun ülkemizdeki oyuncağıdır. “Irak’ı böldürtmeyiz” diyenler Türkiye için ne diyorlar? Ses çıkarırlar mı? Yıllarca PKK’yı, Apo’yu silâhlandırıp besleyenler, teröre omuz verenler? Kürt devletinin desteklenmesi için yazılan mektuplar, ABD’nin PKK ile pazarlığa zorlaması, aynı anda ve aynı masada medeni nikâhla dinî nikâh aykırılığı, Atina Başpiskoposu Hristodulos’un sözleri, Türkiye’deki Rum Patriğin istekleri, Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’in “Kıbrıs’ın elen zaferi”nden söz eden Noel Mesajı ile 1930 Türkiyesi’ni karalama saçmalıkları birbirine eklenince yıkım izlencesi somutlaşıyor.
Eğitime, bilgiye, ahlâka gereken önem veriliyor mu? Öğrencilerini kurtarmak için yaşamlarını yitiren Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesi Ortadirek Köyünün genç öğretmenleri Burçin Uysal ve Aysun Kayalar’ı kaç kişi biliyor? Görev şehidi bu eğitim kahramanlarının anıları önünde saygı ile eğilip benzer olayların önlenmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Bu arada PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da yalnız 1980-1990’da 400’e yakın okul yakıp 150’ye yakın öğretmeni öldürdüğü unutulmamalıdır.
Atatürkçülük tam uygulansa
bu durumlara düşmezdik
Nakşibendilerin 1900’ün başından bugünlere değin yaptıkları, kimler ve nerelerde oldukları da unutulmamalıdır. TÜBİTAK’ın “Vizyon 2023” çalışmalarını ABD dayatmasıyla engelleme, Genelkurmay Başkanı’nın konumu gereği doğal tutumunu işlerine gelince özel bulup övme, Denktaş’ı etkisizleştirip dışlama oyunları, yaşam gerçekleriyle alay edercesine, %16’ya ulaşan işsizliği unutup ulusa seslenme, şeyhlerin sakalını, siyasetçilerin elini öpme kuyrukları, kreşlerde şeriat eğitimi, eş-dost için yasa çıkarma, kimi illerde karakollara saldırı ve teröristlere övgüler, Başbakan’ın “Ulusun Anayasa’dan memnun olduğu” söylemi, şirket ortaklığı, sıkmabaş zorlamaları, işçileri azarlaması, asgari ücret oyalaması, Türkçeyi doğru dürüst konuşamayan Bakanlar, seçilmek için parti değiştiren çıkarcılar, oy için dinsel söylemlere ağırlık verilmesi, İBDA-C bombacılarının şehit sayılması önerisi, kimi milletvekillerinin “Şeyh” denilen tarikatçılara bağlılığı (aslında bağımlılığı) ve TÜSİAD’ın Anayasa taslağı birlikte düşünülürse AKP’lilerde kılık, biçim, görünüm, yöntem değişikliği sözkonusu olabilir ama anlayış, amaç, kafa değişikliği asla. Kadrolaşmaya, gidişe bakarak bunlar hakkında yargı, kanı, yeterince oluşur. Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’nın içeriği “niyet” lerinin göstergesi değilse, bilgisizliğin ve yetersizliğin belgesidir. Gericilik gerilemiyor, ilerliyor. Benim görevdeyken yaptığım tören konuşmalarında değindiklerim doğrulanıyor. 1950 sonrasını yöneticilerin yanlışlık ve kusurlarını bırakıp “Faturayı Kemalizm’e kesmek gerektiğini düşünmeliyiz” hinliğini seslendiren “aklı evvel” ler yetişmiş. Kemalizm-Atatürkçülük tam uygulansaydı bu durumlara düşmezdik. Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşıtlığı beceri sayan aymazlık ve sapkınlık giderilmez sayrılık durumunu aldığından saçmalıklar yaygınlaşıyor. Yine de Atatürk, yeniden Atatürk!.. Bağımsızlığın, özgürlüğün, barışın, bilimselliğin, cumhuriyetin simgesi, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşan Atatürk!...

http://www.turksolu.com.tr/48/ozden48.htm

..

3. CÜ MEŞRUTİYET İLAN EDİLDİ,


3. CÜ  MEŞRUTİYET  İLAN EDİLDİ,



Erkin Yurdakul 

12.08.2002

Üçüncü Meşrutiyet’in saray entrikaları Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur:
Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.Üçüncü Meşrutiyet yasalarını ilk kutlayon Apo’nun ailesi oldu. Üçüncü Meşrutiyet, Apo’nun kurtulması için kesilen kurbanlarla kutlandı. Apo’nun ailesi çıkan yasaları alkışlıyor.


3. Meşrutiyet darbecilerin sevinç çığlıklarıyla ilan edildi,


3 Ağustos’ta tüm Batıcı, liberal, gerici odakların sevinç çığlıkları arasında Üçüncü Meşrutiyet ilan edildi. Diğer iki Meşrutiyet dönemi gibi darbeli, entrikalı, komplolu bir sürecin sonunda, “tarih yazdık” sloganları eşliğinde, Meclis’te toplanmış bulunan ‘265 adam’ın imzasıyla, Türkiye bir kez daha Avrupa’nın dikte ettirdiği yasaları anayasası haline getirdi. 

Meşrutiyet’in tarihsel anlamı şudur: Türkiye kesintisiz bir bölünme sürecine girmiştir. Her türlü emperyalist müdahaleye açıktır ve milli irade ortadan kaldırılıp yerine Avrupa’nın iradesi konmuştur. Bu sürecin sonu bölünme ve çöküştür.

Çıkarılan yasalar Cumhuriyet’in tüm siyasal dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır. Artık ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan Türk halkına Türk milleti’ denemeyecektir. Emperyalistler bunu kabul etmemek için çıkarılan yasaları göstereceklerdir. Bu yasalarla milli iradenin meşruiyeti, azınlıklara bölünmek suretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Yaşanan sadece birkaç olumsuz yasanın çıkmasıyla sınırlı değil. Bu yüzden her şey olağanmış gibi bir ruh halinden kurtulmak gerekiyor. Bugüne kadar yaşananlar belki “olağan” karşılanabilirdi ama bu sefer çok ciddi şeylerin değiştiğini görmemiz gerekiyor. Ciddi bir stratejik saldırıyla karşı karşıya olduğumuzu ve düşmanın kazanması için ona her türlü olanağı verdiğimizi görmeliyiz. 3. Meşrutiyet’le beraber artık Cumhuriyetsiz yaşadığımızı bilelim.

Meşrutiyet’in Temeli azınlık Politikasıdır,


Darbenin örgütçüsü TÜSİAD AB’nin bizden ne istediğinin farkındadır: Batı, Türkiye’den yeni bir Islahat Dönemi istiyor. Islahat’ın iktidarını bulmuş hali Meşrutiyet’tir. Islahat’ın anlamı, azınlıkları kullanarak ulusu bölmektir. Bugün Kürtçe eğitim ve yayının tüm siyaseti belirlemesi bundan kaynaklanmaktadır. Buna ek olarak, bu 3. Meşrutiyet’te Hıristiyan ve diğer “azınlıklar” da unutulmamıştır.

Tanzimat’ın ilanından 1. Meşrutiyet’e kadar olan süre, bu politikanın temelinin yaratılması ile geçen süreydi. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve 1854’teki ilk borçlanma tüm Meşrutiyet dönemine kaynaklık eder. Bunun günümüzdeki paraleli, darbeci TÜSİAD’ın elindeki ekonomik kriz silahıdır.

Azınlıklara verilen ayrıcalık, Meşrutiyet dönemlerinin tüm toprak kayıplarının, emperyalist anlaşma ve müdahalelerinin gerekçesi olmuştu. Bunun paraleli 3 Ağustos’ta çıkarılan yasalardır.

Her Meşrutiyet İlanını bir Toprak Kaybı izledi


Meşrutiyet dönemlerini Türkiye’nin parçalanması takip eder. İlk Meşrutiyet sonrasını Balkanlar’ın parçalanması, İkinci Meşrutiyet sonrasını ise batıda Çatalca’ya kadar toprakların kaybedilmesi oluşturur. Aynı dönem, doğuda Musul’a kadar Osmanlı egemenliğinin fiilen bitmesi anlamına gelir. Artık doğunun sahibi, İngiliz ve Fransız emperyalistlerdir.

Zaten tüm Türk siyaseti de Batının eline geçmiştir. Avrupa taleplerini yerine getirmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmasına, Avrupa Konseyi’ne girilmesine ve hatta toprak bütünlüğünün Avrupa Devletler Hukuku’nca garanti altına alınmasına karşın sonuçta Tanzimat ve iki Meşrutiyet’in yarattığı Osmanlı ortadadır.

Kıbrıs’ın elimizden çıktığı tarih, 1. Meşrutiyet’in ilanından iki yıl sonraya rastlar. Toprak bütünlüğümüzü kurtarmak için Avrupa’nın dikte ettiği yasaları kabul ettikçe toprak kaybeder dururuz. 3. Meşrutiyet Meclisi’nin Kıbrıs’ı kurtarmak için AB yasalarını çıkarttığını iddia etmesi ilginç ve acı bir rastlantıdır. Görünen o ki, 1. Meşrutiyet’le elden çıkan ve ancak Cumhuriyet’le yeniden kazandığımız Kıbrıs’ın kalan kısmı bu sefer de 3. Meşrutiyet’le elden çıkacaktır.

Bugünkü Meşrutiyet politikası bir öncekilerle aynı sonuçları verecektir. Aynı gerekçelere, aynı güçlere dayanan aynı politika, aynı sonuçları doğuracaktır. Tek farkla ki: Dün Meşrutiyet’in sonuçlarını Türk olmayan topraklardan başlayarak görmüştük ve 1. Dünya Savaşı sonunda Türk topraklarının parçalanmasına kadar en azından elli yıllık bir süreç geçmişti. Bugün Meşrutiyet’e Türk topraklarından başlıyoruz.

3. Meşrutiyet’in kahramanları ,


Bu yeni Meşrutiyet bir öncekiler gibi kahramanlarını da yaratmıştır. 7 Haziran liderler zirvesini toplayan AHMET NECDET Sezer, DSP’yi bölen HÜSAMETTİN Ö
zkan ve İSMAİL Cem, yasalar görüşülürken sabahlara kadar uyumayıp müdahale eden Mesut Yılmaz, kriz silahını hükümet kanadında elinde tutan Derviş Meşrutiyet’in kahramanlarıdır, ‘evet’ oyu veren 265 milletvekili kahramanların neferleri, medya ve Tuncay Özilhan başta olmak üzere “sivil toplum” ise ‘gizli’ kahramanlardır.

Üçüncü Meşrutiyet’in kahramanları diğer kahramanlardan çok daha zavallıdır. İkinci Meşrutiyet’in kahramanı Enver en azından halkın arasına çıkıp sevinç gösterilerine katılabiliyordu. Şimdikiler ise Cem’in Kayseri gezisinde görüldüğü gibi halkın arasına çıkma denemesi yaptıkları anda bozguna uğruyorlar.

Hepsi bu Meşrutiyet’in en ufak bir halk desteğine sahip olmadığının da bilincindeler. Bu yüzden seçim bu Meşrutiyet kahramanlarının hepsini birden korkutmaktadır. İttifak tartışmaları bunu gösteriyor. Gerçi seçimin Meşrutiyet’i engelleyebileceğini düşünmek yanlış olur. Seçimli seçimsiz darbe süreci Batının yeni talepleri ile birlikte ilerleyecektir.

Bir parlayıp bir sönen tüm bu kahramanlara rağmen, bu Meşrutiyet’in gerçek kahramanı Bülent Ecevit’tir. O, Türk siyasetindeki klasikleşmiş görevini yine bu kritik anda yerine getirerek Meşrutiyet sürecinin değişmez kahramanı olduğunu göstermiştir. Meclis’ten o ihanet yasalarının bir günde çıkarılabilmesi Ecevit’in eseri olmuştur. Tüm bu darbe sürecinde kendisi hedef tahtasında olduğu koşullarda dahi, süreci Avrupacıların inisiyatifine sürüklemeyi bilmiştir.

DSP’ye yönelik operasyondan sonra herkesin ihtiyatlı durmasını beklediği Ecevit, inanılmaz bir iradeyle darbenin Meclis üstünde sallanan kılıcını, tüm düğümlerin çözümünde kullandı. Düne kadar, bağımsızlık, HADEP tehlikesi, AKP tehlikesinden bahsederek, Şükrü Sina Gürel gibi bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirerek AB konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilediği izlenimini yaratmıştı. Ancak Şükrü Sina Gürel ve Ecevit tüm yasaların inanılmaz bir hızla geçmesi için ellerinden geleni yaptılar.

3. Meşrutiyet Yasaları Misak-ı Milli’nin ortadan Kaldırılmasıdır


Siyasetçilere ve medyaya göre çıkarılan yasalar sonrasında AB’ye üyelik için müzakere tarihi alınabilecektir. Vermezlerse veya başka koşullar da önümüze sürerlerse ne yapılacağını Ecevit söylemektedir: “Onların da gereğini yaparız”. Darbenin gizli kahramanı medya, ilave etmektedir: “Kopenhag bitti sıra Maastricht’te”. Öncekiler gibi 3. Meşrutiyet’in kahramanları da Avrupa’dan daha Avrupacı olma geleneğini sürdürmektedirler.

Ancak Türkiye’nin AB üyeliği veya bu doğrultuda tarih alınması gibi herhangi bir gelişme ne daha önce verilmiş üyelik takvimini ne de AB’nin Türkiye’ye yönelik bakışını etkilemektedir. Türkiye’nin bu yasalarla yapmış olduğu tek şey, AB’nin Türkiye üzerindeki siyasetini teyid ederek, ona anayasal bir meşruiyet sağlamış olmaktır.

Yasaların anlamı Batının yüz yıllık Kürt politikasına ilk kez Türkiye Cumhuriyeti devletince onay verilmesi ve bir Kürt nüfusunun tanınmış olmasıdır. İstenildiği kadar, bu haklar azınlık değil, özel hukuk çerçevesi içinde verildi denilsin. Dilin tanınması nüfusun da tanınması anlamına gelmektedir.

Bugüne kadar Türkiye’nin siyaseti bir Kürt azınlık nüfusun olduğunu tanımamaktı. Bunun en önemli unsurlarından biri de “tek dil” politikasıdır. Kürtçe eğitim ve Kürtçe yayına ilişkin yasa bu politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. AB’cilere bakarsanız yapılan düzenlemeler neredeyse önemsiz bir lehçenin öğretimiyle eş tutulmaktadır. Hayır, sözkonusu olan “dil”dir. Dil, nüfus öğesidir.

Gerek Avrupa’nın başka ülkeler üzerindeki politikalarını takip edenler, gerekse PKK’nın bu doğrultudaki siyasetlerini takip edenler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Bir dilin özel veya kamusal, ülke içindeki eğitimi, öğrenim ve yaygınlaştırılması kabul edildiği anda özerk veya ayrı bir nüfus da tanınmış olur.

Cumhuriyet’in temeli Misak-ı Milli ve Atatürk milliyetçiliğidir. Devletin temeli olan ulus, Atatürk tarafından çok net bir şekilde tanımlanmıştır. “Cumhuriyet’i kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir”. Bu ulus tanımı etnik, ırksal ve dilsel bir nitelik taşımaz. Aynı vatan toprağında yaşayan ortak bir kültür, ortak bir kader, ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek projesine sahip halkın birliğini ifade eder. Bu birliği ırk, etnik köken ve dile bağlı olarak bölmek Cumhuriyet’in temellerinin ortadan kaldırılmasıdır.

Tarih bir ulus içindeki farklılıkların artmasına değil, gitgide azalarak ortadan kalkmasına tanıklık etmiştir. Bir ulus içindeki farklı diller, uluslaşma süreci içinde ‘tek dil’ haline gelerek silinir. Bu doğal bir süreçtir. Doğal olmayan, emperyalistlerin müdahale ederek bu süreci kesintiye uğratmasıdır.

Kürtçe eğitim ve yayın AB’nin askeri müdahalesinin önünü açacak

Tartışılan dilin Kürtçe olması daha da önemlidir. Çünkü Türkiye içinde Kürt azınlık yaratma politikası AB’nin Türkiye için öngördüğü temel politikadır. Bunun bir paranoya olduğunu ileri sürenler ilk iki Meşrutiyet’in azınlık yaratma politikasının hangi sonuçlara yol açtığını izleyebilirler. Cumhuriyet döneminin her iki büyük Kürt ayaklanmasının arkasında İngiltere’nin oluşu hatırlanmalıdır.

Bu da yeterli olmadıysa son on yılda Yugoslavya’nın NATO’nun silahlarıyla nasıl paramparça edildiği ortadadır. On yılın bütün savaşları azınlık yaratma politikası temelinde gerçekleşmiştir ve hepsinde Avrupa başroldedir. Türkiye’ye benzer ülkelerde azınlık haklarının kabul edilmesinin ilk sonucu birkaç yıl içinde Batının ülkeye müdahale etmesi olmuştur. Son birkaç yıl içinde 10’un üzerinde devletin kurulması bölünmenin ne kadar hızlı gerçekleşebileceğini gösterir.

Yugoslavya’da yaşananların Türkiye’de de yaşanmaması için hiçbir neden yoktur. Bugün Kürtçe eğitim ve yayını kabul eden Türkiye yarın Kürtlerin azınlık statüsünü kabul etmek zorunda kalacaktır. Türkiye’nin bölünmesi Türklerin ve Kürtlerin iyiniyetiyle engellenebilecek basit bir sorun değildir. Aynı zamanda sorun salt PKK’nın örgütlenmesi sorunu da değil, AB müdahalesinin tanınması sorunudur. Gerçekleştirilen yasal düzenlemeler AB müdahalesine davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Tüm bu yasaların mantığı, Lozan’a ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırı olarak azınlık olgusunun tanınmasıdır. Azınlıkların varlığı kabul edildiği andan itibaren bundan doğan haklar uluslararası hukukun koruması altına alınmış olur. Bunun anlamı ise ‘uluslararası toplum’ maskesi altında emperyalistlerin azınlık haklarını koruma adına yasal müdahale hakkının doğmasıdır. Bir darbe iradesiyle, fiilen çökmüş bir hükümetle bu yasalar devreye sokularak bu yasalar çerçevesinde en geniş bölücü müdahaleye olanak tanınmaktadır.

Apo Milletvekili bile Olabilir ,


İdamın kaldırılması ve Kürtçenin yasalaşmasıyla birlikte PKK sorunu da büyük önem kazanmaktadır. Kürt nüfusun tanındığı yetmezmiş gibi, bölücü siyasal hareketin lideri de kurtarılmış olmaktadır. İddia edilenin aksine Apo’nun ne zamana dek ‘içerde’ olacağına dair hiçbir güvence yoktur. Yarın bir başka 265 kahraman gelir ve Apo’yu tümden kurtarır. Hatta Ömer İzgi’nin açıklamasına göre şu an bile kimsenin bir şey yapmasına gerek kalmadan Apo 12 yıl yatıp çıkabilir. Mevcut yasal düzenleme buna izin vermektedir.

Şimdiden HADEP, Apo’nun yakınları ve avukatları aftan sözetmeye başlamışlardır. Kardeşi, Apo’nun seçimlere girip milletvekili olmasından bahsedebilmektedir. Bugünkü parlamenter yapı içinde öne sürülenlerin gerçekleşmesi olanaklıdır ve bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan bir gazetenin genel yayın yönetmeninin yazılarında Kürtçe sloganlar attığı bir ülkede her şey olanaklıdır. Türkiye, Başbakan Yardımcısı’nın HADEP’le seçim ittifakı düşlediği bir ülkedir.

Kaldı ki Apo’nun siyaset yapması için cezaevinden çıkmasına da gerek yoktur. Yakalandığından beri fiilen PKK’yı yönetmektedir. Hatta böylesinin çok daha güvenli olduğu söylenebilir. İstihbarat örgütlerinin cirit attığı ülkelerde kaçak yaşayacağına devletin koruması altında örgütünü yönetmesi daha kolaydır. İdamın kaldırılmasıyla mülteci gittiği hiçbir ülkenin göstermeyeceği kolaylık da sağlanmış, can güvenliği de devletin koruması altına geçmiştir.

HADEP’in Meclis’e girmesiyle birlikte Apo’nun, hem de Türk devletinin koruması altında, politika yapmasına izin verilecektir. Avrupa “Kürt nüfusunu” bir parçalama aracı haline getirmek için siyasal araçlara da sahip olmuş olacaktır. Bu süreçte açılacak Kürtçe eğitim kurslarına vatandaşın ne kadar ilgi göstereceği şüphelidir ama bunların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı resmi PKK büroları olacağı açıktır. Bu yönden de PKK’nın siyasallaşmasının önü açılmıştır.

Yeni Tanzimat’ın Azınlık Sevdası


Diğer yasalar da önceki iki Meşrutiyet’in ve onları hazırlayan Tanzimat’ın kelimesi kelimesine bir tekrarıdır. AİHM’nin tazminatı yeterli bulmadığı koşullarda yargılamayı tekrarlatabileceği hükmü yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılmasıdır.

AB sürecinin doğal sonucu olarak hukukun bütünleştirilmesi olarak açıklanan bu değişiklik özünde kapitülasyon mahkemelerinden faksızdır. Çünkü yasalardan yararlananların kimler olacağı açıktır. Şimdiye dek AİHM’nin önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğu ya ‘Kürt azınlık’ sorunuyla ilgilidir, ya da ‘işgalden zarar gören Kıbrıslı Rumlar’la. Bu değişikliğin kabul edilmesiyle birlikte Avrupa’nın isteği üzerine tazminat ödemekle kalmayacağız, beğenmedikleri yargılamaları tekrarlamak zorunda kalacağız.

Bu yasayla birlikte Meşrutiyet Cumhuriyet’in ikinci temeline de dinamit koymuş olmaktadır. Misak-ı Milli, azınlık yasalarıyla ortadan kaldırılırken yargı bağımsızlığı da AİHM kararıyla ortadan kaldırılmaktadır.

Azınlık vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı tanınması ise Tanzimat’ın temel maddesi olan ‘can ve mal güvenliği’ni hatırlatmaktadır. Azınlık vakıfları Osmanlı döneminden beri Türk ulusuyla bütünleşmemiş, aksine hep emperyalistlerin uzantısı işlevini yerine getirmişlerdir. Osmanlı toprakları Batı tipi özel mülkiyete açıldığında bundan ilk faydalananlar azınlık vakıfları olur. Türkiye’nin ilk kompradorları bunlardır.

Yerine getirdikleri diğer iki işlev ise belki daha da önemlidir. Açtıkları okullarda misyoner faaliyeti yürüterek Türk ulusal kültürünü yıkmayı hedeflerken bir yandan da Ermeni ve Rum terör örgütlerine destek olurlar. Mülk edinme haklarının ellerinden alınmasının nedeni de budur. Şimdi ise bu hakka yeniden kavuşmaktadırlar. Bu hak geriye doğru da yürüyecek ve kaybettiklerini bir bir geri alacaklardır.

Bunların elindeki varlık hiç de küçümsenecek türden değildir. 165 Rum, Ermeni ve Musevi vakfının elinde 91 okul, çoğu Beyoğlu ve Şişli’de bulunan yüzlerce gayrimenkul bulunmaktadır. Bu yasayla birlikte emperyalistlerin uzantısı niteliğindeki azınlık vakıflarının Türkiye’deki ağırlığı artacaktır. Bunun büyük devlet olmanın gereği olduğunu savunanların bu politikanın Osmanlı’yı nereye götürdüğüne bakması yeterlidir.

3. Meşrutiyet, Orduyu safdışı Ediyor ,


Bu yasaların Türk siyaset tarihinde, Avrupa’nın Islahat’la azınlıkları palazlandırma politikasının paraleli ve günceli olduğunu görmeden Türk halkı için gelecek vaadeden bir siyaset üretmek mümkün değildir.

Bu yasaları çıkaran hükümet bitmiştir. Geçtiğimiz dönemin tüm sorumluluğu onlar üzerine atılacaktır. Ancak bu yasalar kalıcıdır. Geri dönüşü zordur. Yasalar kalksa bile şu anki rejim azınlık olgusunu ve Lozan’ın reddini tanımış olmaktadır. Seçimden sonra parlamento çok daha AB’cidir, çok daha teslimiyetçidir.

Bu sürecin darbeciler dahil herkesi şaşırtan bir yönü ordunun sürece ses çıkarmamasıdır. Yasaların bu kadar kolaylıkla geçirilebilmesinde bunun da etkisi olmuştu. Bugüne kadar ordu, hem Kürt sorununda, hem de idamda ve Apo’da taraftı. Gelişmelere yönelik tavrını “biz tarafız” diyerek gösteriyordu. Ancak bu yasaların geçmesi artık bu konuda inisiyatifi AB’cilerin eline vermiştir. Kürt sorununu ve idamı bir parlamenter sorun haline getirmiştir. Ordunun ülke kaderi üzerindeki inisiyatifi büyük ölçüde kırılmıştır.

Zaten AB’ye uyum sürecinin önemli bir maddesi de ordunun siyaset üstündeki etkisinin kaldırılması değil miydi? Batının Türkiye ile ilgili siyasetlerinde esas sorun da ordu olarak gözüküyordu. Parlamentonun Cumhuriyet iradesinin devamı konusunda bir tavrı hiç olmadı ancak siyaset üstündeki ordu etkisi Cumhuriyet’in esasları olan ulusal-devlet prensiplerinin devlet politikasının temeli olarak kalmasını sağlıyordu. Ordu da özellikle 28 Şubat’tan beri parlamenter siyasetin orduyu safdışı bırakma politikalarına direnmişti.

Şimdi 3. Meşrutiyet darbesi ile ordunun üzerinde çok daha güçlü bir baskı oluşturulmuş bulunuyor. Darbecilerin sevinçleri de esasen bundan kaynaklanıyor.

Bu darbe sürecini yalnızca ordu engelleyebilirdi. Ordunun her ne sebeple olursa olsun, böyle bir sürece sessiz kalması ciddi bir stratejik zaaftır. İçinde bulunduğumuz an Çanakkale’de “düşmanın boğazı gördüğü an”dır. Bu an ise hiçbir bahane kabul etmez bir şekilde tüm kuvvetlerin toplanarak, yabancı müdahalesine direnmesi gerektiğine işaret eder. Sessizlik, geri dönülmesi çok zor durumlar yaratacaktır. Yaratmıştır. Beklemek her ne sebeple olursa olsun, büyük bir zaaftır.

Ordu 15 yıl boyunca savaştığı PKK terörizmini, giderek ciddi bir tehdit haline gelen Kürt devleti politikasını parlamenter iradeye bırakmakla ciddi bir kıskaç içine alınmıştır. Çünkü artık ordunun müdahale edebileceği bir parlamenter yapı bile yoktur. Meşrutiyet darbesi ile birlikte fiilen parlamento da ortadan kalkmıştır.

Bir bakanının istifasını bile sağlayamayan fiilen çökmüş bir hükümete rağmen, her bölücü yasa tıkır tıkır geçmektedir. Türkiye tarihinin en ciddi siyasal krizinin yaşanması gerektiği durumda, rekor sayıda yasa geçebiliyor. Çünkü parlamento devreden çıkarılmıştır. Türkiye’nin yönetimi, sermaye öncülüğünde darbecilerin elindedir.

Gelen seçim de bu durumu değiştirmeyecektir. Parlamento üzerinde Meşrutiyet kanunları, darbeci müdahale giderek artan bir şekilde geçerli olacaktır. Kürt sorunuyla savaşa çekilen Türkiye, Kıbrıs’ta da aynı kıskaca alınacaktır. Meşrutiyet dönemi orduya da Batıcı müdahalenin mümkün olduğu bir dönemdir.

Mevcut siyasal yapı içinde bölünme saldırısına direnme olanağı kalmamıştır


Türkiye’nin içine girdiği dönem mevcut kurumlar içinde yapılabilecek bir şey bırakmamaktadır. Çok somut bir parçalanma, çok somut bir savaş durumuna doğru sürüklendiğimizi görebiliyoruz. Sorun, kesinlikle yasal bir sorun olarak algılanmamalıdır. Buna Meşrutiyet dememizin sebebi budur. Sadece bir takım fermanların ilanı değildir ortadaki. Bölünmeyi fiilen yürürlüğe koyacak irade de darbeyle iktidardır ve inanılmaz olanaklara sahiptir.

Devrim yaparak vatanı kurtarmak


Çıkan bu yasaları ve darbeci AB iktidarını tanımak vatanın bölünmesi ve Türk halkının ezilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yasaları onaylamak anlamına gelecek her türlü siyaset terkedilmek zorundadır. Bu ne seçim işidir, ne de bunlar üzerinde yaratılmaya çalışılacak bir baskı işidir. Bu siyasal yapı çerçevesinde atılacak her adım ihanete ortak olmak anlamına gelmektedir. Ulusal-devleti yeniden meşru, halk iradesini yeniden hakim kılacak kuvvetler ülkenin kaderini almalıdır.

Bu yeni Meşrutiyet dönemiyle birlikte Türkiye’nin ordusuz çözemeyeceği sorunlar yaratılmıştır. ABD’nin Irak operasyonu bir Kürt Devleti yaratmak içindir. Buna parlamentonun yeni yasalarının yarattığı siyasal tehlikeler de eklenmiştir. Türk parlamentosunun ilan ettiği AB yasalarıyla ABD müdahalesi ayrı düşünülemez. Kıbrıs sorunu Türkiye’yi savaşa mecbur kılacaktır. Ordunun savaş durumuna göre tavrını belirlemesi kaçınılmazdır.

Savaşa ve parçalanmaya direnecek bir halk kuvveti yaratmak zorunludur. Böyle bir kuvvetin ne zaman yaratılacağı ve nasıl bir biçim alacağını zaman gösterecektir. Ama ortada olan tek gerçek, Türkiye’nin yeni bir Meşrutiyet döneminde olduğudur. Cumhuriyet, 3. Meşrutiyet’in ilanıyla tasfiye edilmiştir. 1839’da başlatılan Meşrutiyet süreci ve parçalanma ancak 1920’de bir devrimle engellenebilmiştir. Ancak bu sefer 80 yıl beklemek düşünülemez. Çünkü bu kadar sürede üzerinde devrim yapabileceğimiz bir vatanın kalacağı bile şüphelidir. Cumhuriyet’i yeniden kurmanın yolu Meşrutiyet’i yıkmaktan geçmektedir ve devrim ihtiyacı hiç olmadığı kadar acildir. Karşılaşacağımız sorunlar da, yapılacaklar da buna göre oluşacaktır. Atatürk’ün dediği gibi “kahredici bir istibdata karşı ancak ihtilalle cevap vermek” zorunluluğu vardır. Enerjimizi bundan başka bir iş için harcamak abestir. Hazırlık devrim yaparak vatanı kurtaracak bir Kuvayı Milliye örgütü için yapılmalıdır.

http://www.turksolu.com.tr/10/kapak10.htm

..

UYUM YASALARI NI '' BÜYÜK TOPRAK KAYIPLARI '' TAKİP EDECEK,


UYUM YASALARI NI  ''  BÜYÜK  TOPRAK  KAYIPLARI  ''  TAKİP EDECEK,




Yekta Güngör Özden 


 09.09.2002/Sayı


TÜRKSOLU: 3 Ağustos’ta çıkarılan AB Uyum Yasaları Anayasa’ya uygun mu? 

 Türkiye’de Oynanan Demokrasi Oyunu 


Y. Güngör Özden: Türkiye’de bir demokrasi oyunu oynanmaktadır. Kanımca demokrasiyi içtenlikle benimsemeyenler, kendilerine kimi kazanımlar getireceklerini sananlar halkı aldatmaktadırlar. Bu, hukuksal alanda daha büyük boyutlarda yaşanmaktadır. Örneğin, uyum yasaları denilen yasalardan bir bölümünü daha 3 Ekim 2001 gününde 4709 sayılı yasayla kabul ettiler. 

 Bu 4709 sayılı yasanın büyük ölçüde getirdiği anayasa değişiklikleri içerisinde göze çarpan aykırılıklar da vardı. Örneğin, Anayasa’nın 67. maddesine bir fıkra eklendi. Bu fıkrada şöyle diyor: “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz.” Bu 4709 sayılı yasanın Anayasa’nın 67. maddesine getirdiği bir fıkra. Ama bu fıkra yine 4709 sayılı yasanın geçici maddesiyle açık açık ortadan kaldırıldı: “Anayasa’nın bu kanunun 24. maddesiyle Anayasa’nın 67. maddesine son fıkra olarak eklenen hüküm bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra yapılacak ilk genel seçimde uygulanmaz.” Anayasa’da uygulanmaz dediler. 

 Yasada Anayasa maddesi uygulanmaz diyerek maddeyi böylece uygulanır kıldılar. Bir büyük yanlışlık var: Anayasa’nın özüyle ilgili bir değişiklik yasada kaldı. Geçici maddeyi Anayasa’ya da koymaları gerekirdi. Bunu bile yapamadılar. 

 Bu yıl içerisinde 9 Nisan 2002 gününde Resmi Gazete’de yayınlanan bir yasa değişikliği daha yapıldı. 26 Mart 2002 günlü ve 4748 sayılı yasa. Bu yasanın içtenlikli olmayan kısımlarını anlatmak için söylüyorum. Türkiye’yi belli bir yere taşımaya çalışıyorlar, bana göre iyiye değil. Ve halkı kandırdıkları gibi Batıyı da kandırmaya çalışıyorlar. 

 Uyum yasalarıyla Türkiye’ye demokrasi geldiğini, Türkiye’nin hukuksal, ekonomik ve siyasal ufkunun açıldığını göstermeye çalışıyorlar. Kesinlikle doğru değil. 4748 sayılı yasanın 5. maddesi Dernekler Yasası’nda belli değişiklikler gerçekleştirdi. Örneğin, derneklerin yurtiçinde ve yurtdışında şubeler kurmaları için Bakanlar Kurulu’ndan izin alma gerekliliği 4748 sayılı yasayla kalkmıştı. Dernekler Yasası’na demokratik bir hava vermişti. Ama ne oldu? Derneklerin toplantılarında istediği gibi afiş ve yazı kullanma yasağı da kalktı. Böylelikle bölücü ve gerici faaliyetler daha kolay yapılacak. 

 Bunlar sanki demokratik bir açılımmış gibi getirildi. Şimdi en sonuna geliyorum. 9 Ağustos 2002 günlü Resmi Gazete’de yayınlanan 3 Ağustos 2002 günlü 4771 tarihli Uyum Yasaları ile birlikte bu verdikleri hakların çoğunu da geri aldılar. 

İdam cezasının kaldırılması Anayasa’ya aykırı 


Uyum yasalarına sırasıyla bakalım. Bu kanunun 1. maddesiyle savaş ve yakın savaş hallerinde öngörülen idam cezaları dışındaki bütün yasalardaki idam cezalarını kaldırdılar. 

 Bu Anayasa’nın 38. maddesine açıkça aykırı. Bunu idam cezalarından yana ya da idam cezalarına karşı olduğum için söylemiyorum. Demokrasinin altyapısının hukuk olduğunu ve hukukun demokrasi ve siyasi kültürünün mayası olduğunu düşündüğüm için söylüyorum. Anayasa’nın 38. maddesinde 3 Ekim 2001’de 4709 sayılı yasayla aynen şunu getirdiler: “Savaş, çok yakın savaş ve terör suçları dışında idam cezası verilemez” 10 ay sonra 3 Ağustos’ta yapılan değişikliğe bakın bir de. Sormazlar mı 10 ay gibi kısa bir sürede ne değişti? Kendi yaptıklarının bilincinde değiller. Anayasa’ya aykırı bir şekilde ölüm cezasını terör suçları için de kaldırdılar. Bunu bugünkü Cumhurbaşkanı, kimi hukukçular ve bilim adamları, “Anayasa’yı değiştirmeye ne gerek var. Ceza Yasası’nı değiştirmek yeterlidir” dediler. Dünyanın hiçbir ülkesinde Anayasalar yasalara uyumlu yapılmaz, yasalar anayasalara uyumlu yapılır. 

 Peki neden böyle yaptılar? Çünkü Anayasa’nın şimdi okuduğum 38. maddesinde terör suçlarına getirilen idam cezasını kaldırmaya siyasi güçleri yetmeyecekti. Yeterli çoğunluğu sağlayamayacaklarını gördüler ve Anayasa’yı ihlal pahasına terör suçlarından da idam cezasını kaldırdılar. 

 Yabancı Derneklere Türkiye’de Özgürlük var, Türk Derneklere yurtdışında özgürlük yok., !!!! 

 Dernekler Yasası’ndan 3 Ekim’de kaldırılan kimi maddeleri yeniden düzenlediler. Örneğin, Türkiye’de kurulan derneklerin yurtdışındaki faaliyetlerinde yeniden sınırlamalar getirdiler. Halbuki 3 Ekim’den itibaren derneklerin yurtdışı faaliyetlerine belli serbestlikler gelmişti. 

 10 aydır yürürlükte olan bu yasa nedeniyle dernekler Genel Kurulları’nda yurtdışı ve yurtiçinde yeni şubeler açmak için kararlar aldılar. Hazırlıklar yaptılar. Ama ne oldu? 10 ay geçti ve yasa yürürlükten kalktı. Peki bu kadar masrafa ve eziyete yazık değil mi? Yabancı derneklerin Türkiye’deki faaliyetlerine özgürlük getirilirken Türkiye’deki derneklerin yurtdışındaki faaliyetlerine kısıtlamalar getiriliyor. 

 Ayrıca yeni düzenlemeyle birlikte derneklere daha fazla denetim getirildi. Artık yalnızca İçişleri Bakanı denetlemeyecek, derneğin faaliyet alanı hangi bakanlıkların sorumluluğuna giriyorsa o bakanlıklar tarafından da denetlenecek. Örneğin turistik bir gezi düzenliyorsunuz, Turizm Bakanlığı sizi denetleyecek; spor karşılaşması yapacaksınız, Spordan Sorumlu Devlet Bakanlığı bile sizi denetleyecek. Böylelikle derneklerin eli kolu bağlanmış oluyor. “Dernekler, amaç ve faaliyetleri ilgili olan bakanlıklarca denetlenebilir.” Böylelikle bir derneğin kapısını her gün bir bakanlık çalacak. Kısacası, yeni uyum yasalarındaki derneklerle ilgili düzenleme kesinlikle demokratik değil. 

TÜRKSOLU: Cemaat vakıflarına gayrimenkul edinme hakkı verilmesi nelere yol açacaktır? 

“ Cemaat Vakıfları” nı gündeme getirmek hem ulusal bütünlüğe hem de laikliğe aykırı 

Y. Güngör Özden: Yeni yasanın 4. maddesiyle birlikte 1935 yılında çıkarılan 2761 sayılı Vakıflar Yasası’na bir fıkra eklendi. En tehlikeli bölüm bu. “Cemaat vakıfları Bakanlar Kurulu’nun izniyle dini, hayri, sosyal, eğitsel, kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve taşınmaz mal üzerinde tasarrufta bulunabilirler.” 

Bunun iki tehlikesi var. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus felsefesine aykırı bir biçimde, üniter devlet yapısını ve bu yapının harcı olan inanç ve ırk ayrımı gözetmeden toplumu birleştiren laiklik ilkesine aykırı olan “cemaat vakfı”nı gündeme getiriyor. Bu yasayı cemaat kelimesini kullanmadan da çıkarabilirlerdi. Ancak cemaat sözcüğünün gündeme taşınması Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş yapısına ve aydınlık yüzüne büsbütün ters düşen karanlık bir adımdır. 

İkincisi, bunların taşınmaz mal edinmeleri ne kadar denetlenirse denetlensin dün olduğu gibi zararlıdır. Şunu unutmamak gerekir ki, biz Cumhuriyet’le birlikte yeni bir devlet kurduk. Bu nedenle Cumhuriyet’ten önce zararlı olup kaldırılan azınlık vakıflarına yerlerini geri vermek yeniden tehlikeli bir sürece sokacaktır bizi. Bütün bunları düşünmeden sırf Avrupa Birliği’ne yaranmak için, sözde dostlara hoş görünmek için çıkarılmış olan bir yasadır. 

 Anadilde eğitim hakkıyla Türkiye’nin ulusal varlığı yok edilmek istenmektedir 


TÜRKSOLU: Anadilde eğitim hakkının tanınması Türkiye’de Lozan’da tarif edilenden farklı azınlık tanımının ortaya çıkmasını sağlıyor. Uyum Yasaları’yla Lozan fiilen geçersiz kılınmıyor mu? 

Y. Güngör Özden: Bizim yasama organımızda etkili ve egemen olan çoğunluk Avrupa Birliği’ne yaranmaktan başka bir amaca sahip değil. Avrupa Birliği de biraz önce bahsettiğim antidemokratik düzenlemeleri falan önemsemiyor. 

 Avrupa, azınlıkların izlediği vakıf mallarına kavuşma çabalarına bakıyor, Kürtçe öğrenime olanak tanımak için anadil adı altında yapılan dayatmaya bakıyor, bir de idam cezasının kalkmasına bakıyor. Diğer maddeler Avrupa’nın umurunda değil. Avrupa Birliği kendi istediğinin yapılmasını bekliyor. Kimi siyasetçilerin Türkiye’nin bağımsızlığını, onurunu, devingenliğini, Atatürk ilkelerine bağımlılığını, kuruluş felsefesini gözardı edip Avrupa Birliği ne derse onu yapıp Avrupa Birliği’ne girersek herşey çözülecekmiş, her sorun ortadan kalkacakmış gibi halkımızı aldatması beni acı acı düşündürüyor. 

 Lozan Anlaşması’nda sayılan azınlıklar vardır. Lozan’a göre, Müslüman olmayan vatandaşlar Türkiye’de azınlık olarak kabul edilir. Ayrıca Bulgaristan’la yaptığımız anlaşmada kabul edilen azınlıklar vardır. Onun dışında Türkiye’de azınlık yoktur. Kürtleri azınlık yapmaya çalışıyorlar. Gelecekte Güneydoğu’da Kürt devleti oluşumlarının toprak istemesi, Avrupa Birliği’nin sözde Ermeni Soykırımı tasarılarıyla önce tazminat sonra toprak isteklerini getirecekler. Peşinden başka topluluklar kendi anadillerinde konuşma ve eğitim görmek isteyecektir. 

 Kürtçe yasağı mı var Türkiye’de? 12 Eylül döneminden sonra getirilen yasak kaldırıldı. Devletin Anayasası da ortada. Avrupa Birliği’nin uluslarüstü hukuk kuralları bizim Anayasamızın üstünde değil. AB’nin üyeleri İspanya, Fransa, Avusturya bile kendi anayasalarının mı AB yasalarının mı üstün olduğunu tartışıyor. Yani AB ülkeleri bile bunu tartışırken bizim AB yasalarını Anayasa’nın üstünde görmemiz doğru değil. 

 Birincisi, Türkiye’de eğitim ve öğretim Türkçe’yle yapılmalıdır. İkincisi, devlet Türkçe’den başka bir dil üzerinden kimseye öğretimle yükümlü değildir. Anayasa’nın 2. ve 4. maddeleri açık açık ortaya koyuyor. Anadilde eğitim de bu nedenle Anayasa’ya aykırıdır. Ama evinizde, işyerinizde, bağınızda bahçenizde istediğiniz dili konuşmanızı yasaklayan bir Anayasa ya da yasa hükmü bulunmuyor. Büyük bir yalan ve kampanyayla Türkiye’nin ulusal varlığı, ulusal birliği bölünmek ve yok edilmek istenmektedir. 

TÜRKSOLU: Abdullah Öcalan yapılan Türk Ceza Yasası’ndaki değişiklikle birlikte idamdan kurtuldu. Peki Abdullah Öcalan mevcut yasalar yürürlükteyken dışarı çıkma şansına sahip midir? 

 Apo 12 yıl sonra salıverilecek 


Y. Güngör Özden: Apo’nun 12 yılda çıkabileceği söyleniyor. Tabii ki olabilir. 4771 sayılı yasanın Türk Ceza Yasası’nın ve Kaçakçılığın Yasaklanması ve İzlenmesine İlişkin Yasa’nın, Orman Yasası’nın getirdiği idam cezaları, yaşamboyu ağır hapis cezasına dönüştürülüyor. Yaşamboyu ağır hapis cezası da ölünceye kadar hapiste kalmanızı gerektirmiyor. Belli bir süreyle çekiliyor. O da 647 sayılı Cezaların Yerine Getirilmesine İlişkin Yasa gereğince ayda bir hafta, yılda 3 ay bağışlanıyor. 

Demek ki, cezanızı çekerken yılın yarısı gidiyor. Böylelikle 36 yıl yatacak bir hükümlü örneğin 36 yıl yerine 18 yıl yatar. Abdullah Öcalan ve diğerleri dışarı salıverileceklerdir. Çünkü ömrünü cezaevinde geçiren bir hükümlü ben hiç görmedim, bilmiyorum.

Türk yargısı, Avrupa yargısının kuyruğuna takılıyor. 


TÜRKSOLU: AİHM artık bir üst temyiz organı gibi çalışacak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

Y. Güngör Özden: Yasada deniyor ki: “AİHM’nin Avrupa Sözleşmesi’ne aykırı bulduğu veya uygun bulmadığı bir karar olursa bunun giderilmesi tazminatla mümkün olmuyorsa, kararın yeniden gözden geçirilmesi gerekir.” 

Bu ne demektir? Artık Türk Mahkemeleri AİHM’nin kabul edebileceği kararlar vermek zorunda kalacak. Böylece Türk yargısı Avrupa yargısının kuyruğuna takılacaktır. Tersinden bakalım. Benim bir Türk soydaşımın Almanya’da başına gelen bir eylemden dolayı başvuracağı AİHM’nin verdiği karar Alman Mahkemesi’nin kararıyla bağdaşmıyorsa, Alman Mahkemesi’nin kararının kaldırılması bize hiçbir şey getirmiyor. 

 Ben yıllarca Avrupalı hukukçuların içinde kalmış biriyim. Onlarla ortak toplantılar yaptım, karşılıklı tartışmalarımız ve görüşmelerimiz oldu. Avrupa ülkelerinin çoğu, abartmadan söylüyorum, Türkiye’nin aleyhinde, ve kendi organlarını tek yanlı çalıştıran hukukçular durumundalar. Tehlike de işte burada. Eğer gerçekten hukuka saygılı çalışsalar, hukuki yanlışlıkların önlenmesi bizi de mutlu eder. 

 Almanya Türkiye, Türkiye Almanya değil. Yaşadığımız sorunlar aynı olmadığı için Almanya’da hiçbir sakallı veya çarşaflı Almanya devletini ele geçirip yönetmek istemiyor. Onun için Almanya’da türbanlılar, sakallılar, çarşaflılar, burkalılar Almanya’nın umurunda değil. 

 Bizde şeriatçı terör hâlâ bitmiş değil. Hâlâ Hizbullahçılar yakalanıyor, PKK terörü de bitmiş değil. Hâlâ Güneydoğu’da şehit veriyoruz. O bakımdan Türkiye’de dinsel ve etnik terör yokmuş gibi bunların kışkırtıcılarını, öncülerini, önderlerini, başkanlarını sıkı kurallara bağlamak yönündeki Türkiye’nin önlemlerini geçersiz sayıyorlar. Tekrar ediyorum. Bu devlet yeni bir devlettir. Kendi varlığını, padişahlıktan, hilafetten cumhuriyete geçişini, bu ulusal varlığını korumak için önlem alması çok doğaldır. 

 Bunu doğal karşılamıyorlar. Üstelik, derin devletten bahsediyorlar. Halbuki bana göre Türkiye’de yüzeysel biçimde bile devlet yok ki derin devlet olsun, aslında Avrupa’da çok daha ağır biçimde derin devlet var. Baader-Meinhoff’un Almanya’da başına gelenleri bir düşünün. İngiltere’nin komandolarının Portekiz’e nasıl gidip geldiğini düşünün. Avrupalı kendi işine geldiği zaman olur, işine gelmediği zaman olmaz kanısında olan bir insan topluluğu. 

TÜRKSOLU: Uyum yasalarının kabul edilmesi bir anlamda 3. Meşrutiyet’in ilan edilmesi anlamına geliyor. 3. Meşrutiyet Türkiye’ye ne getirecek? 

Y. Güngör Özden: 1839 Tanzimat Fermanı da Batının dayatmasıyla olmuştur. 1856 Islahat Fermanı da. Birinci ve İkinci Meşrutiyet de zorlamalarla gelmiştir. Bunlar iç güçler yetersiz hazırlıklar yaptığından veya yeterli hazırlık yapamadığından dış güçlerin girerek ortaya çıkardığı gelişmelerdir. Bugün de aynı şey var. Bunun sonunda Türkiye’den Ege’de, Kıbrıs’ta ve Güneydoğu’da yeni büyük ve ağır ödünler isteyeceklerdir. Uyum yasalarını takiben Türkiye büyük toprak kayıplarına uğrama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Maalesef toplumumuz bunun farkında değil. 

 Kemal Derviş’le çözülebilecek bir şey de yoktur 


 Örneğin Derviş olayını ele alalım. Derviş bugüne kadar ne kazandırmış Türkiye’ye? Derviş’in Türkiye’de göreve gelmesinden sonra 5-10 bakanlığa bedel yetki verilmiş, herşeyi tek başına yapmıştır. Türkiye’de ekonomi kötüye gitmiştir, İflaslar, intiharlar, icralar, işsizlik almış yürümüştür. İşçinin, memurun, emeklinin durumu daha da kötüye gitmiştir. Yaşam darlığı artmıştır. Yoksulluk derinleşmiştir. 

 Peki Derviş Türkiye’ye ne yapmaya gelmişti? ABD’nin ve Avrupa’nın kendi alacaklarını daha çabuk tahsil etmek için içimize gönderdiği ve görevlendirdiği bir insandır. Nedir IMF? Borç verdiği ülkelerden parasını toplamak için kurulan bir kurum. IMF bize karşı nasıl davranıyor? Her ülkeye verdiğinden daha az para veriyor, herkesten aldığı faizden daha fazlasını bizden istiyor. Demek ki IMF’ye sarılan insanlarda hiçbir şey kalmamış ki Derviş’e sarılıp bir şey kazanmak istiyorlar. 

 Derviş nedir? Cumhuriyet öncesinden kalma bir sözcüğün halkta bıraktığı çağrışımdır. Ilımlı, acılara katlanan, yoksunluklara ve yoksulluklara göğüs geren derviş kılıklı adam. Derviş’in çözdüğü hiçbir şey yoktur, Türkiye’de çözeceği bir şey de yoktur ve Derviş’le çözülebilecek bir şey de yoktur. Beni acı acı düşündüren şey budur.

http://www.turksolu.com.tr/12/ozden12.htm


..

CHP, KEMAL Derviş’i değil Kemalizmi Seçse en az %40 oy Alırdı




CHP,   KEMAL Derviş’i değil  Kemalizmi  Seçse  en az %40 oy Alırdı,


  Gökçe Fırat

23.09.2002/Sayı 13



Ulusal ve sol güçleVatandaş açlıkla boğuşuyor, Baykal bisiklet turu atıyor!

1999 seçimlerinde CHP’nin oyu %10’un altına düşmüştü. CHP’liler bu seçim mağlubiyetinin nedeni olarak, sert muhalefet yapmalarını tespit ettiler. O nedenle geçen üç yıl boyunca CHP, ülke sorunları üzerine tek söz etmedi. Madem ki sert muhalefet oy kaybettirmişti, o halde susarak oy toplayacaktı CHP.

Ancak sorun şu ki CHP siyasi bir parti. Yani bu işin hem iktidarı var hem muhalefeti. Muhalefet yapmadan puan toplayacağını düşünen CHP, Türkiye’nin yaşadığı tüm yakıcı sorunlardan uzak durarak, sesini çıkartmayarak, sadece siyasi parti kimliğini yitirmedi, halkla olan tüm bağını da koparttı. O nedenle CHP’nin geçen yılki tüm faaliyeti Baykal’ın bisiklet turları, piknikleri, balık avları oldu.

Peki Türk halkı geçtiğimiz yıl neyle boğuştu? Türkiye’nin en büyük ekonomik krizi! Vatandaşın cebindeki para yarı yarıya azalırken, işsizlik ikiye katlanırken, televizyonlarını açanlar Baykal’ın bisiklet turları ile karşılaştılar! Ve eminiz bu yapıcı muhalefetinden dolayı Baykal’a oy vermeyi düşünmüşlerdir!

 Derviş’in CHP’ye üyelik günü Kemalizme ihanet günü olarak geçecek tarihe


 Türkiye’yi felakete götüren partiler arasında, “hiç günahı olmayan tek parti biziz” ucuz propagandası ile vatandaşı kandırabileceğini ve %10’u aşacağını düşünen CHP yönetimi, bunun rahatlığı ile siyasetten uzak durmaya devam eti. Mevcut partilere öfkeli yurttaş sandık başında onları cezalandırırken mecburen CHP’ye atacaktı oyunu ne de olsa! Vatandaşı aptal yerine koyan bu Baykal politikası, ilk siyasi çıkışını ABD memuru Derviş’i CHP’ye katarak yaptı. Demek ki bir yıl o bisiklet turundan bu balık avına koşturan Baykal, bula bula bu çözümü bulmuştu CHP için.

Balık avında, muhalefet yerine susma politikasını keşfeden Baykal, yine de CHP’nin Meclis’e girip giremeyeceğinden emin olamamış olacak ki, O’na göre CHP’nin Meclis’e girmesinin önündeki en önemli engeli aşmayı düşündü. O engel ABD’nin ve iş dünyasının CHP’ye olan mesafeli tavrıydı. Bu mesafeyi Derviş’ten daha iyi kapatacak bir ikinci insan elbette bulunamazdı, adam hem Dünya Bankası’ndan geliyor, hem ABD’den!

Derviş’in CHP rozetini taktığı gün Baykal, kendisini belki de Başbakanlığa taşıyacak adımı atmanın rahatlığı içindeydi. Üstelik zaten %10’u geçen CHP oyları Derviş’le birlikte en az %15’e ulaşacaktı. Baykal’ın kişisel tarihinin bizim için hiç önemi yok ama Derviş’in CHP’ye katıldığı gün, Türkiye tarihine Kemalizme ihanet günü olarak geçecek.

Şimdi eminiz pek çok CHP’li, Derviş’li bile olsa Meclis’e kapağı atmanın ne kadar önemli olduğunu söyleyecektir. Meclis’te hiç yer almamaktansa Derviş’le birlikte yer almak yine de daha iyi değil mi diye soruyor pek çoğu.

Ancak CHP’lilerin anlayamadığı bir şey var. Türkiye, çok önemli sorunlarla boğuşuyor, bir taraftan ekonomik kriz diğer taraftansa bölünme süreci. Ve bu tarihi koşullar nedeni ile bir süredir Kuvayı Milliye sesleri yeniden işitilmeye başlandı. Bu, 1960’lı yıllardan sonra ilk kez oluyor. Vatanın içinde bulunduğu durum, bir çözüm olarak Kuvayı Milliye’yi zihinlere getiriyor. Atatarkçülüğün, milliyetçiliğin son dönemki yükselişi böyle tarihsel koşulların bir sonucu.

Atatürk’ün CHP’si bu seçimlerde en az % 40 oy alırdı


Geçtiğimiz seçim sonuçlarını şu şekilde yorumlamak gerek: Halk IMF’ci ve AB’ci partilere oy vermedi. DSP ve MHP’nin büyük başarısı sadece bir Apo olayına bağlanamaz, kaldı ki Apo karşıtlığı da bugün AB karşıtlığının içindedir. Tablo bu kadar açıkken bu tablodan çok sert muhalefet yaptık onun için oy alamadık sonucunu çıkartmanın hiç bir mantıklı gerekçesi olamaz.

Şu üç yıllık iktidar açısındansa yine iki değerlendirme ölçütü var; AB’ye ve IMF’ye tavır. DSP-MHP-ANAP koalisyonu bu noktada IMF’ye ve AB’ye tam teslimiyeti seçerek büyük puan kaybettiler ve o puanı dolduracak başka bir IMF ve AB karşıtı parti de seçimlere girmiyor. AKP’nin güçlenmesini de IMF ve AB politikalarının vatandaşta yarattığı tepki ile ölçmek gerekli.

Bu noktada seçime gidilirken aklı başında bir CHP yönetimi vatandaşa açık açık şunu demeliydi: Ey Türk halkı! Biz Atatürk’ün partisiyiz. Bu ülkeye yeniden bir Kuvayı Milliye ruhu lazım. Tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi bizi bölmek isteyenlere karşı çıkacağız. Türk halkını açlığa mahkum eden modern Duyunu Umumiye IMF anlaşmalarını yırtıp atacağız. Şeriatı güçlendiren bu koşulları ortadan kaldırırken aynı zamanda Atatürk kadar kararlı bir laiklik savunucusu olacağız.

İşte vatandaşın CHP’den beklentisi buydu. Türkiye’nin Kemalizme ihtiyaç duyduğu bir anda CHP’nin IMF’yi değil Kemalizmi seçmesini beklerdi halk. Böyle Kemalist bir CHP’nin oyu ise abartısız % 40’lara yakın olurdu. Bu Atatürk’ün büyük birleştiriciliğiydi, vatanını seven her yuttaşı biraraya getirecek gerçek milliyetçi ve gerçek laik bir program! Yok bu tutmaz diyenler Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün her farklı siyasi görüşteki insanları böyle birleştirdiğini unutmasınlar.

Ama nerde o CHP yönetimi. Bir de Baykal’ın yaptığı çağrıya bakın: Ey insanlar! Biz artık IMF’ci olduk, AB’ye sonuna kadar evet diyoruz. İsterse türbanlılar da okula girebilir. Hadi Atatürk’ün partisine oy verin!

İşte bu iki CHP arasındaki oy farkı en az %20’dir. Biri Atatürk’ün, Kemalizmin CHP’sidir, diğeri Kemalize ihanetin, Derviş’in CHP’si. Şimdi Baykal %15’lerle CHP’yi Meclis’e sokmanın başarısı üzerinden rant yemeyi düşünüyor ama CHP’ye kaybettirdiği bu %20’lik oyun hesabını ondan soracak Kemalistler eminiz CHP’de de vardır!

Şimdi gerçek Kemalistlere çok içten bir uyarı


Eğer kazayla CHP Meclis’e girer de hükümet kurarsa bu CHP’nin ve tüm CHP’lilerin sonu olacaktır. Çünkü seçim sonrası kurulacak hükümet bir Damat Ferit hükümeti olacak. Altından kalkılamaz borç yükü, Irak’ta başlayacak bir Kürdistan’ı kurma savaşı, Kıbrıs’ta savaş... Yani Türkiye her açıdan bir savaş hükümeti kuracak. Türkiye adeta Kurtuluş Savaşı günlerine doğru giderken, biz hükümet olalım demenin bir anlamı yoktur.

Türkiye’nin bölünmesinin, vatandaşın açlıktan kırılmasının vebalini CHP’ye yüklemek istemiyorsanız bu oyuna ortak olmayın. Bakın sağcılar çok uyanık, bu ağır yükü CHP’nin sırtına yüklemek istiyorlar, sonra da gördünüz mü ülkeyi solcular batırdı, vatanı solcular böldü diyecekler.

Mustafa Kemal böyle bir zamanda vatanı satan İstanbul Hükümetleri’ne hiç bulaşmadan Samsun’a doğru yola çıkmıştı. Bugün içinde bulunduğunuz CHP, işte o Samsun’a çıkanların kurduğu partidir, bilmem hâlâ hatırlıyor musunuz?

..



Kemalizme İhanet Eden CHP


Kemalizme İhanet Eden CHP




Özgür Billur
23.09.2002


CHP, bir ABD operasyonuyla KEMAL Derviş Partisine dönüştürüldüğü günden itibaren tüm seçim sonrası senaryoların merkezine yerleşti. Bir darbeyle DSP’nin ikiye bölünerek saf dışı edilmesi, darbe partisi YTP’nin ise darbeciler ve Kemal Derviş tarafından ortada bırakılması CHP’nin öne çıkmasını kolaylaştırdı. Geçtiğimiz seçimlerde meclis dışında kalan CHP’nin bu kez sermayenin önemli bir kesimini, medyayı ve Derviş’in şahsında ABD’yi de arkasına alarak oylarını arttıracağı görülüyor. 

“Atatürk’ün Partisi”, “solcu” CHP bir kez daha umut haline geliyor. Baykal da yeni “Karaoğlan”, yeni “Umut” olarak CHP tarihine geçmeye hazırlanıyor. Kimi solcular CHP’nin yükselişini halkın mevcut uygulamalara tepkisinin bir sonucu olarak alkışlarken “toplumsal uyanışın meclise taşınacağı” günleri düşünerek sevinç çığlıkları atıyorlar. Onlara göre artık “halkı ezdirmeyecek, devleti soydurtmayacak” bir iktidar gelecek, AKP’nin önü böylece kesilmiş olacak ve Cumhuriyet’in teminatı olarak kurulan parti şeriata geçit vermeyecek.

Bu yüzden de bizlere önerilen şey, bu tarihsel fırsatı kaçırmamak ve solun zaferini engellememek için susmak oluyor. CHP’nin sağcı çizgisini ömrü boyu eleştirmiş isimlerin bile AKP korkusu ve solun zaferine engel olma çekingenliğiyle CHP’ye sınırsız bir kredi açtığı bir dönemi yaşıyoruz.

CHP seçimlere ABD’nin partisi olarak giriyor


CHP gerçekten Atatürk’ün partisi olsa veya toplumsal uyanışı örgütleme ve şeriatın önünü kesme gibi niyetleri olsa bu yükseliş gerçekten bizi mutlu edebilirdi. Oysa ki CHP tüm bu niteliklerini kaybedeli uzun yıllar oluyor. CHP’deki tahribat, devrimci ve halkçı niteliğini kaybetmekle de sınırlı değil. Zaten 60 yıldır CHP’nin böyle bir çizgide olmadığı açık. ABD’nin Derviş’i CHP’nin başına getiren operasyonu ise daha büyük bir dönüşüme işaret ediyor. Yeni CHP’nin işlevi artık kesin olarak belirlenmiş durumda: Kuvayı Milliye’nin, toplumsal uyanışın ve şeriata karşı mücadelenin karşısında konumlanmak.

CHP’nin seçimlere ABD’nin partisi olarak katıldığını bilelim. ABD’nin gözünde de CHP artık Atatürk’ün kurduğu parti değil Derviş’in katıldığı partidir. ABD’nin bir numaralı adamı Derviş Türkiye’de siyaset yapmak için CHP’yi seçmiştir. IMF programını en başarılı şekilde uygulayan Kemal Derviş eliyle Atatürk’ün kurduğu parti, liberal Amerikancı bir partiye dönüşmüştür. Derviş’in yedinci okunun anlamı altı okun çöpe atılmasıdır. Yeni CHP’de ne devletçiliğe yer vardır ne de halkçılığa. Atatürk’ün bütün okları kesin bir şekilde CHP’den kovulmuştur ve hiçbir okun Amerikancı CHP kapısından içeri girme şansı kalmamıştır. ABD operasyonunun en büyük başarısı da budur.

Yeni CHP’nin hükümet programı şimdiden bellidir. Yeni CHP hükümeti kesinkes bir IMF hükümetidir, öyle ki ekonomi IMF’nin en güvenilir memurunun eline teslim edilecektir. Ama operasyon bununla da sınırlı değildir. Yeni CHP hükümeti aynı zamanda bir savaş hükümetidir. Baykal Irak’a karşı ABD’nin yürüttüğü operasyonda komutan olmaya hazırlanmaktadır.

CHP, Şeriatın Alternatifi değildir


Hem IMF’ci hem Amerikancı olup halkı peşine takmanın ve solcuların oyunu almanın kolay olmayacağı ortada. Bu noktada solcu ve ilerici kesimleri avlamak için bir süredir başka bir tuzak kuruluyor. CHP’nin laikliğin teminatı olduğu ve AKP’nin önünü kesecek tek güç olduğu söyleniyor. CHP’nin sağcılaştığını teslim eden kimi Atatürkçüler “başka seçenek yok” diyerek şeriatın önünü kesmek için CHP’ye oy verme çağrısı yapıyorlar. Bu tuzak medyada AKP’yi birinci parti, diğer partileri barajın altında gösteren anketlerle destekleniyor. Böylece CHP şeriatın alternatifi olarak ön plana çıkarılıyor. CHP’ye atılmayan her oy AKP’nin hanesine yazılıyor.

İşin ilginç olan tarafı medyanın ve kimi solcuların CHP’ye şeriatın önünü kesmek gibi bir görev bahşetmelerine karşın Baykal’ın hiç de böyle bir niyetinin olmaması. Baykal, Tayyip’i bir tehdit olarak görmüyor ki onu engellemeye çalışsın. Baykal bırakalım Tayyip’in önünü kesmeyi düşünmeyi onunla koalisyon kurmaya bile sıcak bakıyor. Tayyip’le koalisyon kurabileceğini açıklayan Recai Kutan değil Tayyip’i engelleyeceği söylenen Baykal oldu. 70’lerin CHP’si de aynı şekilde Erbakan’ı başbakan yardımcılığına taşımıştı. Hem de gericilerin önünü keseceği düşünülürken.

CHP 28 Şubat günlerinde de Ordu partiyi şeriata karşı mücadeleye çekmek için elinden geleni yapmasına karşılık şeriatla uzlaşmayı seçmişti. Baykal öyle bir dönemde ordunun siyasete müdahalesinin demokrasiye yakışmadığını söylemiş ve kapatılan RP’nin yanında yer almıştı. 28 Şubat öncesinde Şeriata karşı mücadelenin kitle gösterilerine dönüştüğü bir zamanda bile CHP’nin rolü bunları yatıştırmak olmuştu.

Şimdilerde ise Baykal’ın türbanlılardan oy isteyen açıklamaları, Derviş’in üniversitelerde türban yasağının kaldırılması yönündeki söylemi CHP’nin şeriata karşı nasıl bir mücadele vereceği ve AKP’nin önünü nasıl keseceği konusunda bir fikir verebilir.

CHP’ye atılacak her oy aynı zamanda Şeriatı güçlendirecek


Olası bir CHP iktidarı, yalnız laiklik ilkesinden vazgeçtiği için şeriatçıları güçlendirmeyecek. Asıl sorun, Türkiye’yi uçuruma sürükleyecek bir siyasi programın “laik ve Atatürkçü” bir iktidar tarafından uygulunacak olmasıdır.

Türkiye’de şeriatçı hareketin yükselmesinin temel sebebi, liberal iktidarların uyguladıkları siyasi ve ekonomik programların faturasıdır. Bu programlar sayesinde halk yoksullaştı ve düzene tepki şeriatçı hareketlere kaydı. Bir de bu programları uygulayanların Atatürkçü maskesi taktıklarını düşündüğümüzde şeriatçılığın nasıl geliştiğini anlayabiliriz.

Atatürk’ün laiklik ilkesi halkçılık ve devletçilikle beraber uygulandığı için şeriatçılar sürekli güç kaybettiler. Halkçılık ve devletçiliğin ortadan kalktığı Batıcı iktidarlar ise laikliği halka karşı Batıcı değerlerin ve komprador yaşamlarının bir simgesi olarak dayattılar. Bunun sonucu ise halkın şeriatçı örgütlerin kucağına düşmesi oldu.

CHP, DYP ile koalisyon kurduğu dönemde IMF programlarını eksiksiz uygulayıp halka acı ilacı içirirken büyüyen Adil Düzen sloganı altında halkın tepkisini örgütleyen şeriatçılar oldu. 28 Şubat’tan sonraki gelişmeler de “sol” bir iktidarın hiç de sanıldığı gibi şeriatçılığı zayıflatmadığını bir kez daha ortaya çıkardı. ANAP ve DSP’nin kurduğu ve CHP’nin dışarıdan katıldığı laik ve “solcu” hükümetin yarattığı Türkiye ortadadır. AKP ile SP’nin bugünkü oylarını topladığımızda 28 Şubat’a göre %10’luk bir artışla karşılaşırız. Bunun nedeni ise basittir. IMF programları “Atatürkçü ve solcu” hükümetlere uygulattırıldığı sürece şeriatçı hareket büyüyecektir.

Yeni CHP iktidarı da hem bir IMF iktidarıdır hem de savaş iktidarı. Halk ise hem IMF düşmanıdır hem de Irak dostu. Bu programla iktidara gelecek bir CHP’nin başarabileceği tek şey şeriatçıların bir dahaki seçimlerde oylarına bir %10 daha eklemek olabilir. Bu yüzden CHP’ye atılacak her oy bir dahaki seçimde şeriatçı partinin hanesine yazılacaktır.

CHP’nin Misyonu: Toplumsal Uyanışı Engellemek


CHP’ye kullanılan oylar şeriatı güçlendirmekle kalmayacak aynı zamanda toplumsal uyanışın sahte bir umut peşinde boğulması anlamına gelecek. CHP dün olduğu gibi bugün de toplumsal uyanışı boğmak, halkın öfkesini yatıştırarak düzene entegre etmek gibi tarihsel bir görev üstleniyor. Bu yüzden de CHP’yi sadece sağcılaştığı için veya şeriatla mücadele etmediği için eleştirmek çok hafif bir eleştiri olur. CHP’nin rolü bunun da ötesinde Türkiye’nin sömürgeleşme sürecine meydan okuyacak her uyanışın da karşısına dikilmesidir. CHP’nin tarihsel rolü düzenin emniyet sübapı olmaktır. Ne zaman ki halk arasında ciddi bir uyanış başlar, milliyetçi tepkiler gitgide solculaşarak Kuvayı Milliye Ruhu yaygınlaşır, CHP birden halkın önüne bir kurtarıcı olarak çıkıp düzenin devamını sağlar. Her seferinde sağcı, Batıcı bir programla gelir ama Atatürk’ün mirası üzerine kurulduğu ve Türkiye’nin en geniş tabanlı sol partisi olduğu için yükselen sol muhalefeti kandırmayı başarır.

Atatürk’ün emperyalist Batı’ya karşı mücadele ederek kurduğu bağımsız Türkiye, İnönü’nün CHP’si eliyle tekrar Batının kucağına çekilmişti. Gericiliğe tavizler de ilk defa İnönü döneminde verilmişti. Türkiye’nin küçük Amerika olma sürecine ve gericileşmesine karşı gençlik ve Ordu bir devrim yaparak DP’yi devirdiğinde ise devrimin ateşini bir günde sürdüren yine İnönü’nün CHP’siydi. Türk halkı tam parlemento dışında devrimci bir seçenek üretme noktasına geldiğinde İnönü’nün CHP’si eliyle tekrar parlementarizmin içine çekildi. Menderes hortlamasın diye İnönü’ye verilen destek Demirel’in kılığında Menderes zihniyetini daha da güçlenerek iktidar yaptı.

Morrison Süleyman’a karşı gençlik İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başlattığında CHP, TİP’in de önünü kesmek için ortanın solu olduğunu duyurmuştu. “Toprak işleyenin su kullananındı” Ama bağımsız Türkiye ve Kuvayı Milliye ağza alınmadı. CHP yükselen Kuvayı Milliye’yi arkasına alacağına Reddi Miras yoluyla Atatürk’ün devrimci mirasını terkettiğini duyurdu. Bir yandan da “ortanın solu” sloganıyla halkı arkasına alarak toplumsal uyanışın boğulmasını sağladı. 70’lerde gelişen parlemento dışı sol muhalefet de “umudumuz Ecevit” sloganlarıyla parlementarizme hapsedildi. O gün gericiler gelmesin diye CHP’yi destekleyen sol, Erbakan ile Ecevit’in koalisyonuyla karşılaştı. Irkçı hareketin önü kesilmek şöyle dursun CHP ile birlikte onlar da büyüdü.

12 Eylül’den sonra Kemalizmin ve Kuvayı Milliye Ruhu’nun önemli bir atılımı yapabileceği zaman 28 Şubat dönemi oldu. Gericiliğe ve emperyalizme karşı geniş bir halk hareketi başladı. Ordu da bu hareketin en önünde mücadele veriyordu. Emperyalizm, parlemento ve gericilik halk ve ordunun hedefleri haline gelmişti. Bu devrimci ortam içinde en çok sesi çıkması gereken dönemde CHP birden sustu. Laikliğin ve Cumhuriyet’in teminatı olduğunu tekrarlamakla yetindi. Hatta konuştuğu zamanlar şeriatçılara umut verecek açıklamalar yaptı. Kurulan yeni ANAP’lı hükümete destek olarak bu hükümetin sol ve laik bir hükümet olduğu havasının yaratılmasını sağladı. Böylece CHP eliyle halkın gericiliğe karşı öfkesi dindirildi ve halk hareketinin yerini gerici tehditin bittiği yanılsaması üzerine kurulu bir rehavet aldı.

Kemalizme ihanet eden CHP Kuvayı Milliye’nin önünden çekilsin,

Bugün CHP’nin yerine getirdiği misyon ise her zamankinden daha tehlikeli. Türkiye, tarihinin en büyük sömürgeleşme saldırısını yaşıyor. Kurtuluş Savaşı yıllarından beri ilk defa Türkiye’nin paylaşılma planı emperyalistler tarafından yürürlüğe konulmuş durumda. Türkiye, ekonomisi çökertilip bütünüyle Batıya bağlanmakla kalmıyor tamamen yok olma sürecine girmiş bulunuyor.

Türkiye yok olmaya doğru giderken buna karşı güçlü bir tepki ve toplumsal bir uyanış olgunlaşıyor. Türkiye’nin tüm kesimlerinde milliyetçi ve devrimci tepki tek kelimeyle ifade ediliyor: Kuvayı Milliye. 68’den beri ilk defa Kuvayı Milliye bu kadar geniş kesimlerde tartışılıyor. Kuvayı Milliye Ruhu yıllardır ilk kez bu kadar güçlü çağrışımlarla kitleleri etkiliyor. Öyle ki Kuvayı Milliye sağ kesimlerde bile güçlü bir yankı buluyor. Ordu da yakın dönemde uyanışa katılarak Kuvayı Milliye söylemini sahipleniyor. Gericiliğe karşı amansız bir mücadele veriyor, siyaset kurumunu çoğu kez karşısına almak ve parlemento dışı bir mücadeleye girişmekten çekinmiyor. Ordu ve halk arasında Türkiye’nin sömürgeleşmesine karşı ciddi bir Kuvayı Milliye direnişinin şartları her geçen gün daha da olgunlaşıyor.

“Atatürk’ün Partisi” ise ülkeyi kaplayan Kuvayı Milliye ruhuna karşılık tüm bu tartışmaların dışında kalıyor. Bununla da kalmayıp Atatürk’ten o partiye kalan ne varsa yıkıyor, yok ediyor. Ortada kaynağını Atatürk’ten alan milliyetçi bir tepki ve toplumsal bir uyanış söz konusu ama Atatürk’ün partisi kendini bu uyanışa karşı konumlandırmış durumda.

Kaynağını Atatürk’ten alan Kuvayı Milliyeci uyanışa CHP’nin verdiği cevap Kemalizme bütünüyle ihanet etmek oluyor. Atatürk’ün CHP’si “serbest piyasayı en çok savunan, IMF programını en iyi uygulayacak Parti” olmakla övünüyor. Özelleştirmelere devam edeceğini duyuruyor. Devletçiliğe ihanet böyle gerçekleşiyor. Baykal halkçılığı Kemal Derviş’in CHP’ye getireceği Yuppilerle sağlamayı düşünüyor. Aday listelerindeki iş adamlarıyla övünüyor. Kapısı sendika patronlarına, gerçek patronlara ve Arı Grubuna açık ama halka kapalı bir CHP yaratılıyor. Halkçılığa da böyle ihanet ediliyor. Bölünme yasaları alkışlanıyor, Irak’ta ABD askeri olmak kabul ediliyor. Gericilikle mücadele terkediliyor.

Buna karşın halktan Atatürk’ün partisine oy vermesi isteniyor. Kuvayı Milliyecilere de Ak Parti ve sağcılar gelmesin diye Atatürk’ün partisine destek olma çağrısı yapılıyor. Kuvayı Milliyeyi yok etmek için çalışan parti iktidara gelmek için Kuvayı Milliyecileri peşine takmaya koyuluyor. İşin en tehlikeli yanı da bu.

CHP’nin sağcılaşması toplumsal uyanışı peşine takarak söndürme işlevinin yanında çok çok önemsiz kalıyor. Hatta sağcılaşan CHP bu kulvardan çekilip Kuvayı Milliye’nin yolunu açsa Türkiye için pek de hayırlı olacak. Kemalizme ihanet eden CHP’ye Derviş’le birlikte yolun açık olsun diyoruz.

http://www.turksolu.com.tr/13/billur13.htm


.

Kemalizm, Altı Ok ve CHP


Kemalizm, Altı Ok ve CHP



İsmail Bostancıoğlu
23.09.2002


Son dönemde özellikle Kemal Derviş’in CHP’ye katılması ve CHP’nin seçimlerden yüksek oy oranıyla çıkacak partilerden biri olarak görülmeye başlanmasıyla birlikte CHP üzerine tartışmalar çoğaldı. CHP’nin geleneksel değerlerinden, daha açık bir ifade ile tutucu olarak görülen yönlerinden kurtulması pek çok çevre tarafından olumlu karşılandı. Çağa ayak uydurmak olarak ifade edilen bu değişim CHP’nin kuruluş temelleri dikkate alındığında oldukça önemli bir boyuta ulaşmış durumda. Türkiye’nin programında devletçilik, milliyetçilik, halkçılık yazan bu partisindeki liberalleşme, ABD’den Türkiye’ye bir sömürge valisi gibi gönderilen Derviş’in de işin içine girmesiyle iyice gözler önüne çıktı. Bu yüzden CHP ideologlarının söylemlerini, CHP kurucularının söylem ve pratiğiyle karşılaştırmak hem bu değişim sürecini, hem de CHP’nin kuruluş yıllarındaki misyonuyla, şimdiki misyonu arasındaki farkları gözönüne sermesi bakımından yararlı olacaktır. Mesele bir zamanlar Mustafa Kemal Atatürk’ün partisi olan bu partinin hangi noktaya taşındığının görülmesidir. 

Liberalizm karşıtlığındandan sosyal liberal senteze


Kuruluş ilkeleri arasında devletçilik ve halkçılık olan CHP, şimdi ekonomi ve siyaset yönetimi olarak sosyal-liberal sentezi savunuyor. Sosyal-liberal sentez fikrinin savunucuları o kadar cüretkâr ki bunun CHP’nin altı okuna ek olarak getirilmiş bir yedinci ok olacağını ifade ettiler. Emperyalizme karşı verilen Bağımsızlık Savaşı’nın ardından kamucu, devletçi ekonominin uygulayıcısı olan CHP’de , ilk defa Kemal Derviş’in ifade ettiği bu programda serbest piyasa temel alınıyor. Aynı zamanda serbest piyasaya devletin müdahalesi şart koşulmuş. Ama bu müdahalenin önkoşulu pazar ekonomisini özendirecek şekilde olması. Bu şekilde piyasa lehine müdahalede bulunan devletin bulunduğu sistem Derviş’e göre “çağdaş devletçilik” olarak adlandırılmalı.

Derviş’in bu programıyla bir bakıma serbest piyasa güvence altına alınmış oluyor. Dünyanın hiçbir yerinde serbest piyasa anarşik yapısı yüzünden devlet müdahalesi olmadan işleyemiyor. Önemli olan müdahalenin serbest piyasanın ortaya çıkardığı zararları önleyecek yönde yapılıp yapılmayacağı. Derviş yönetimindeki ekonomi uygulamaları bize devlet müdahalesinin ne yönde olacağını zaten gösteriyor. Patlak veren ekonomik krizlerde yoksullaşan halk kitlelerine ve çöken ekonomik yapıya bakıldığında piyasaya Derviş yönetimindeki müdahalenin sadece birkaç tekelin lehine sonuçlandığı görülecektir. Şimdi ise aynı şeyler “devletçi” ve “halkçı” bildiğimiz CHP tarafından yapılacak. Yedinci okun diğer altısını işlevsizleştireceği, bunu yapmaya da devletçilik ve halkçılıktan başlayacağı görülüyor.

CHP’nin ekonomide savunduğu bir diğer nokta da IMF güdümünün kabul edilmesi. IMF ile yapılan tüm anlaşmalara bağlı kalınacağı Derviş tarafından ve dolayısıyla CHP yönetimi tarafından da kabul edilmiş durumda. Aynı zamanda küreselleşmeye karşı ulusal bir tavırdan da hiç söz edilmiyor. Özelleştirmeler konusunda ara formüller hazırlanılmaya çalışılıyor.

Emperyalizme teslimiyet


Oysa ki; Türkiye’de Milli Mücadele’nin temelleri üzerinde yeni bir ülke yaratmak için kurulmuştu CHP. CHP kurucularının mücadele ettiği Osmanlı’nın siyasi ve toplumsal yapısının oluşmasında o günlerin IMF’si diyebileceğimiz Düyunu Umumiye’nin ekonomi politikalarının önemi ise yadsınamaz. CHP’nin zamanında önderlik ettiği Türkiye’nin kurulması da bir bakıma Düyunu Umumiye’den kurtulma mücadelesi olarak kabul edilebilinir. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere ile imzaladığı 1838 serbest ticaret antlaşmasıyla kapitalizmle tanışması bir bakıma sömürgeleştirilme sürecinin başlamasıdır. Dış ticaretin tekellere geçmesi ve kapitalizmin eşitsiz ekonomik ilişkileri sonucu Osmanlı’nın tüm toplumsal ve siyasal yapısı çökmeye başlamıştır. Tamamen yabancı sermayenin güdümüne giren ekonomi sonucu devlet vergilerini bile toplayamaz hale gelmiştir. Bu yapının sonu da, ülkenin emperyalistler tarafından parçalanması, paylaşılması olmuştur. Milli Mücadele’nin önderi ve CHP kurucusu Mustafa Kemal bu dönemi şöyle tanımlar: “Osmanlı ülkesi yabancıların sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk milleti esir vaziyetine getirilmişti. Bu sonuç, arzettiğim gibi milletin kendi kendi irade ve hakimiyetine sahip bulunmamasından, şunun bunun elinde kullanılmasından doğmuştu... Gerçekten de geçmişte ve özellikle Tanzimat döneminden sonra, yabancı sermayesi ülkede ayrıcalıklı bir konuma sahip oldu. Ve bilimsel anlamıyla denebilir ki, devlet ve hükümet yabancı sermayesinin jandarmalığından başka birşey yapmamıştır. Artık her medeni devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye dahi bu duruma katlanamaz. Burasını esir ülkesi yaptırmayız”

Halkçılık programı kabul ediliyor


Mustafa Kemal daha Milli Mücadele sürerken 1920 yılında Meclis’te yaptığı konuşmayla Halkçılık Programı’nı ortaya çıkaracaktır. “Halkı emperyalizm ve kapitalizmin baskı ve zulmünden kurtararak yönetim ve egemenliğin gerçek sahibi kılmayı” amaç edinen ve orduya “emperyalist ve kapitalist düşmanların saldırılarına karşı savunma ve dış düşmanla işbirliği yapıp milleti bozmaya ve aldatmaya çalışan iç düşmanları ortadan kaldırma” görevi yükleyen program Meclis’te kabul edilir.

Halkçılık Programı’yla TBMM Hükümeti aynı zamanda, halkın sefalet nedenlerini kaldırmayı, refah ve mutluluğunu sağlamayı temel ilke edinmiştir. Bunun için, toprak, eğitim, adalet, maliye, ekonomi ile genel olarak toplumsal konularda çağın koşullarına ve halkın gerçek ihtiyaçlarına göre gereken yenileşmeleri ve kurumları meydana getirmeyi de başlıca görev saymıştır. Halkçılık programıyla kabul edilen liberalizm karşıtı tutum uygulanan devletçilikle somutlaştırılacaktır.

Cumhuriyet devletçiliği


Emperyalizme karşı savaşla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ekonomi yönetimi olarak sıkı bir devletçiliği seçer ve bu tavır Cumhuriyet’in siyasi organı olan CHP’nin parti programına yazılır. Bu ekonomi programı serbest piyasa temelinde değildir ve buna zıttır. 1933’ten itibaren beşer yıllık planlarla tüm ekonomi yönetimi merkezi olarak planlanır. Bu süreçte devlet ekonomiye tamamen hakimdir. Devletin rolü yatırım yapmanın ya da yatırımları denetlemenin yanısıra üretim ve değişim sürecini denetlemek anlamındadır.

Bu program yerli sermayenin çok cılız olması dolayısıyla, özellikle yabancı sermayeye karşı tavır anlamına gelmiştir. CHP’nin 1931 Parti Programı yabancı sermayeyi anormal sayar ve normal sermayenin milli emek olduğunu ilan eder: “Normal sermayenin tek kaynağı emek ve birikimdir”. Mustafa Kemal ise “Evvelce Türkiye’deki yabancı teşebbüslerin, yabancı amaçlarının içimizde uyandırdığı kaygılar, bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak, bize çok pahalıya malolan özgürlüğümüzü kaybetmek korkusundandır” sözleriyle yabancı sermayeye karşı güvensizliğini belirtiyordu.

Yabancı sermayeye uzak duruş bir süre sonra, yabancı yatırımların millileştirilmesi ile iyice belirginleşecektir. o zamana kadar yabancı yatırımların yoğunlaştığı demiryolu, haberleşme, maden gibi sektörlerde pek çok yabancı şirket milileştirilmiştir. Hatta devletçiliğin kabul edilmesinden öceki dönemde bile 1924 yılında Haydarpaşa - Adapazarı demiryolu ve Haydarpaşa Rıhtımı devletleştirilir. 1925’te Reji İdaresi’ne son verilir ve Tütün Tekeli kurulur. Yine 1925 yılında madenlerin devlet eliyle veya Türkler tarafından işletilmesi uygun görülür. Bir yıl sonrasında ise Petrol Kanunu ile bu konudaki tüm araştırma ve inceleme hakkı ilke olarak devlete bırakılır.

Tüm bu uygulamalar bize gösteriyor ki, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde CHP, milliyetçi, anti emperyalist politikanın iki önemli öğesini yerine getiren bir partidir. Emperyalist yabancı sermayenin elinde bulunan bir çok kuruluş millileştirilirken, özel mülkiyetin karar mekanizmalarının dışında tutulduğu, özel sektörün hakim konuma gelmesinin engellendiği devrimci bir ekonomi politikası uygulanmıştır.

Atatürk karşıtı programı şimdi CHP uygulayacak


Meclis’te Mustafa Kemal’e karşı en büyük muhalefeti gösterenlerden Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir tarafından kurulan ve eski İttihatçıların desteklediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programıyla CHP’nin şimdi önerdiği program şaşılacak derecede birbirine benzemektedir. Bu benzerlik CHP’nin bugün geldiği, devrimci kökenine ihanet noktasını çok net ortaya koymaktadır. TCF programına göre ekonomik alanda liberalizm yanlısıdır. On yıllık gümrük tarifeleri yapılacak, süs eşyası dışında, öteki maddelerin gümrük vergileri indirilecektir. Ayrıca parti dinsel inançlara saygısını belirtmiştir. TCF aynı zamanda adem-i merkeziyetçiliği de savunmaktadır.

Bağımsız Cumhuriyet’e karşı saldıran işbirlikçi gericiliğin Meclis’teki uzantısı olan TCF’nin ekonomi politikasıyla, Derviş yönetimindeki CHP’nin ekonomi politikasının birbirine bu kadar benzemesi dikkat çekici. Her iki parti de serbest piyasa temelinde bir ekonomi savunurken ve siyasetlerini Batı’yla her türlü ilişkinin geliştirilmesi üzerine oturtuyor. Sosyal liberal sentez gibi kelime oyunları yaparak tercihini tamamen Batı’dan ve liberalizmden yana kullanan CHP lideri Baykal yalnız ekonomi politikasıyla değil şeriat tehlikesi, türban konularında da Atatürk karşıtı tavır almıştır. Batı sermayesiyle bütünleşme yoluna giren CHP, Batı işbirlikçisi gericilerle de bütünleşme yoluna girmiştir.

Madımakta susan CHP türbanlılar için konuşuyor


Bunun en son örneğini CHP lideri Baykal’ın türban konusundaki açıklamaları oluşturuyor. Baykal seçimlerde türbanlılardan oy isteme noktasına kadar gitmiştir. Hatta partisinin sadece türbanlılardan değil, MHP’liler ve HADEP’liler dahil toplumun tüm kesimlerinden oy alacağını iddia etmiştir. Türban konusu için şimdi bir şey söylemeyelim, gerilimi düşürelim şeklindeki açıklamalar sorunu geçiştirme değil, egemen olan gericilikle uzlaşma anlamındadır.

Aslında bu CHP için yeni bir tavır da değil. 1950’lerle birlikte yükselen Demokrat Parti karşısında da CHP buna karşı mücadele örgütleyeceğine, buna teslim olarak yıllardır gericiliğe pirim tanımıştır. En son Sivas’ta Madımak Katliamı’nda gericilerin saldırılarına seyirci kalanlar, 28 Şubat sürecinde de ordu karşıtlığı yaparak gericilerle mücadeleyi engellemiştir. Topluma kendini laik ve çağdaş olarak tanıtan CHP, Batı yanlısı politikalarla yıllardır ilericiliği de Batıcı yönelime sokmuştur. Kendi halkına yabancılaşmış yaşam tarzlarını halkın önüne ilericilik, laiklik, çağdaşlık olarak koyarak bu değerlere zarar vermişlerdir. Bunlar şimdi de türban için uzlaşma zemini aramaktadır.

Baykal türban konusunda kimlik üstüne siyaset yapmamayı önermektedir. Kimlik üzerine yapılan siyasette karşı tarafın da kendi kimliğini dayattığnı öne süren Baykal buna karşı çıkmaktadır. Bunun anlamı ise CHP’nin siyasette artık bir kimliğinin olmadığıdır. Bundan sonra şeriatçıların karşısında CHP’nin laik kimliği yoktur. Sermayenin karşısında CHP’nin devletçi ve halkçı kimliği yoktur. CHP artık tüm devrimci tarihinden ve bu tarihin yarattığı kimlikten yoksundur.

Milliyetçilik Batıya karşı işlemiyor


Şeriatın karşısında laik ve ilerici kimliğini kaybeden CHP Batıya karşı milliyetçi kimliğini de kaybetmiştir. Derviş’in gelişiyle birlikte ABD ve IMF güdümündedir. Bunu Derviş ve Baykal’ın AB konusundaki açıklamalarından görebiliriz. “CHP Türkiye’yi AB’ye sokacak partidir” açıklamaları bunun en açık göstergelerinden birisidir. 1939’da İngiltere ile aramızda ikili antlaşma imzalayarak Türkiye’yi Batı kampına sokan CHP, Batıcı çizgisini gittikçe arttırmaktadır. Emperyalizme karşı mücadele temelinde kurulan CHP artık milliyetçiliği savunabilecek durumda da değildir. Gerek Baykal’ın, gerekse diğer CHP yöneticilerinin Türkiye için önerebilecekleri alternatif bir politika yoktur. AB politikasından, Irak’a müdahaleye kadar her konuda CHP Derviş’in de etkisiyle ABD’ye tamamen bağlanmıştır.

Buna karşı, Mustafa Kemal’in tüm siyasi çizgisi tam bağımsızlık üzerine kurulmuştur. Mustafa Kemal’in bütün mücadelesi emperyalizme karşı ekonomik, siyasi, askeri tüm konularda tam bağımsızlık temelindedir. Verilen mücadeleden örnekler vermeye gerek yok, sadece Mustafa Kemal’in birkaç sözü bu konuda İnönü ile ilk adımları atılan, Baykal ve Derviş’le en üst noktasına çıkan Batıcı CHP çizgisinin ne anlama geldiğini açıklayacaktır.

Mustafa Kemal, “Tam bağımsızlık, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin özüdür. Bu görev bütün ulusa ve tarihe karşı yüklenilmeştir” sözüyle mücadelesinin referans noktasını açıklamıştır.

“Yüzyıllardır düşmanlarımız Avrupa ulusları arasında Türkler’e karşı kin ve düşmanlık fikirleri telkin etmişlerdir. Batılı zihinlerde yerleşmiş olan özel bir zihniyet meydana getirmişlerdir. Avrupa’da bugün de Türk’ün her türlü ilerlemeye düşman bir adam olduğu sanılmaktadır.” diyerek Batı’nın Türk’ü küçümseyen yönlerine karşı tavır almıştır. “Eğer yabancı düşmanlığından o kadar pahalı elde edilenbir bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etmek anlamı çıkarılırsa, evet bizim yabancı düşmanı olduğumuz söylenebilir” diyerek Batı’ya karşı milliyetçi mücadelenin önderliğini yapmıştır.

CHP Kemalizme İhanetin Partisidir

Daha Atatürk’ün ölümünden hemen sonra Batı’ya doğru ilk adımlarını atmaya başlayan CHP’nin, Türkiye’nin tam anlamıyla yeniden sömürgeleştirilmesinin adımlarının atıldığı, şeriatçıların tek başına iktidara belki de hiç olmadıkları kadar yakın oldukları içinde bulunduğumuz Üçüncü Meşrutiyet günlerinde CHP’nin geldiği nokta ortadadır. ABD’nin memuru Derviş’i de içine alan CHP’nin sömürgeci saldırının siyasi bir piyonu olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Diğer taraftan da AK Parti ile koalisyon hesapları yapmaya devam etmektedir. Artık Atatürk’ün partisi CHP yoktur, Kemalizm’e ihanetin partisi CHP vardır. Görünen odur ki ihanet çizgisinin geldiği nokta CHP”yi tarihsel kökeniyle tezat içinde, yeniden yükselen Kuvayı Milliye hareketinin tam karşısında konumlandırmaktadır.

http://www.turksolu.com.tr/13/bostancioglu13.htm

.