3 Temmuz 2016 Pazar

TOHUMLA ÖLDÜRMEK



TOHUMLA ÖLDÜRMEK,


Tahir Tamer Kumkale,
gdo1









Devlet temel unsur olan çiftçiyi ve çobanı kuvvetlendirmek mecburiyetindedir. Bunları kuvvetlendirmek de öyle lafla olmaz. İlmin, fennin ve asrın emrettiği vasıta ve araçlara fiilen sahip olmak lazımdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)
——————————————-


Yöneticisi olduğum Güven Hareketi Grubunun 2008 yılı Mayıs ayında yaptığımız periyodik Perşembe toplantılarından birinin konusu genetiği değiştirilmiş organizmalar idi. Konuşmacı olarak konunun dünya çapında uzmanı olan Özbekistan’ın sürgündeki muhalif lideri Muhammed Salih Bey’in biyolog eşi Sayın Dr. Aydın Salih Hanımefendi davet edilmişti.
GDO’su değiştirilmiş besinler konusunda dünya çapında bir uzaman olarak değerlendirilen Aydın hanımın anlattıkları karşısında dehşete düşmemek elde değildi. Genleri değiştirilen bir domatesin artık domates değil, ismi olmayan diğer bir kimyasal madde olduğunu ve bilmeden yediğimiz bu domatesin (veya başka meyve veya sebzelerin) vücudumuzda ne gibi yan etkileri olacağını bilmemizin asla mümkün olmadığını söylüyordu.
Kendisine sorduğum, “Peki, bir insan bir diğer insana bu derece insanlık dışı bir kötülüğü neden ve nasıl yapar?” sorusunun cevabı ise net ve kesindi. Aydın Hanım; “Ben onların insan olduklarını dahi düşünemiyorum. Çünkü bir insan kendi ailesinin de dahil olduğu nesline bu kadar büyük kötülük yapamaz.”şeklinde idi. O, bu değişiklikleri yapanların dünyayı işgal etmeye hazırlanan uzaylılar olabileceğini düşünüyordu. Çünkü insanlara bu insanlık ayıbını yakıştırmak istemiyordu.
Günümüzde ise terörle sarsılan ülkemizdeki en büyük tehlikeyi, yani GDO’lu besinlerle beslenmeyi eski Sağlık Bakanı Rıfat Serdaroğlu aşağıdaki yazısında çok güzel açıklamış.Hepimizi ilgilendiren bu uyarıyı lütfen üşenmeden zaman ayırın ve okuyun. Sonra da şimdi ne yapacağız diye kara kara düşünün..

——————————–
Yer; ABD Texas Şehri. Şirket adı; Monsanto (Herbisit, yani Çalı-yabancı ot-istenmeyen bitkilerin büyümesini kontrol altına almak veya öldürmek için kullanılan kimyasal üretir) Fabrika üretime geçtikten kısa bir süre sonra çalışanlarda, sivilceler çıkmaya- açıklanamayan ateşlenmeler- zayıflık-sinirlilik-libido kaybı başlar.
Olay duyulunca ABD Ordusu, bu kimyasalı “silah” olarak kullanmak ister. Monsanto adlı şirket, Herbisit ’teki dioxin oranını arttırarak, feci sonuçlar doğuracak bir “Kimyasal Silah” elde eder.
ABD, 1961-1971 yılları arasında Vietnam’da ormanlarda gizlenen askerlerin ve sivil halkın üzerine bu kimyasal silahı kullanır!
400 Bin insan ölür. Sonraki yıllarda 500 Bin çocuk sakat doğar ve ölür! Ayrıca ilacın kullanıldığı yörelerde bugün dahi ağaç yetişmez ve tarım yapılmaz! Bu kimyasal silaha “Turuncu Ajan” adı verilir!
Bu şirket ikinci dünya savaşından sonra biyoteknoloji alanına yöneldi, GDO’lu ve hibrit tohum üretmeye başladı. Amerikan Ordusu “Demokrasi getirmek” bahanesiyle nereye girerse, Monsanto da oraya gitti. Girdikleri ülkede doğal olarak elde edilmiş tohum ekimini yasaklayıp, GDO’lu ve hibrit tohum kullanımını şart koştular. Bu tohumlar, her sene yeniden satın alınması gereken tohumlardır. Ekildiği toprağın yapısını bozar ve bir süre sonra toprak ekilemez hale gelir. Ayrıca rüzgârla gelen bir GDO’lu polen, doğal tohumların genetiğini bozabiliyor.
GDO ile ilgili kısa bilgiler verelim;
GDO’lar öldürücü alerjilere neden olabilir. GDO’lu yemler, hayvanlarda antibiyotik direncini arttırır antibiyotiklerin etkisini azaltır. GDO’lu tarım ürünlerinin ekildiği tarlalarda kullanılan yabani ot ilaçları, memeliler için toksik etkisi yapar ve insanlarda hormonal dengeyi bozar.
GDO üretimi, süper dayanıklı böcek ve yabani bitki türleri yaratır.
Tohumu silah haline getirip, insanları tohumla öldürmek ve doğayı tahrip etmek işte budur.
Bir örnek verelim; ABD, Irak’a demokrasi götürmek (!) için işgale başladığında, Monsanto da hükümetteki adamlarıyla oraya gitti. İlk iş olarak, içinde 5 Bin yıllık doğal tohumların saklandığı, Irak Tohum Bankası önce soyuldu ve yerle bir edildi. Çalınan tohumlar, Norveç Kutup Bölgesinde, Grönland adasının doğusundaki Svalbard adasında buzulların altında inşa edilen depolara götürüldü.
Burada 3 Milyon çeşit doğal tohum saklanmakta ve olası bir nükleer savaştan sonra, kimlerin yaşayacağına karar verebilmek için depolanmaktadır!
İkinci adım ise, Irak’a yönetici olarak atanan Paul Bremmer, 26 Nisan 2006 da bir kararname çıkardı. Buna göre Iraklılar, kendileri tohum üretemeyecekler ve ekecekleri tohumları Monsanto’dan alacaklardı! Tohumu silah haline getirip, insanları tohumla öldürmek ve doğayı tahrip etmek işte budur.
Monsanto, Türkiye’ye 1997 yılında geldi. Bursa’daki STK’ların direnişi, kamuoyu oluşturmaları sebebiyle gerekli izinleri alamadılar.
2004 yılında Bush-Erdoğan-İsrail görüşmesinden sonra, şirketin önü açıldı! 

Erdoğan, 4738 sayılı Özel Endüstri Bölgeleri kanununda 22/06/2004 tarihinde 5195 sayılı kanunla şirket lehine değişiklik yaptırdı. Yetmedi Büyükşehir yasasını değiştirip, Gemiç ve Gürle köylerini Gemlik ilçesine bağladı. Sonunda gerekli izinler verildi…
Erdoğan ve AKP Türk Tarımını bakın ne hale getirdi;
-Yunanistan’ın tüm yüzölçümünün 2 katı büyüklüğünde tarım arazisi olan Türkiye, Yunanistan’dan pamuk ithal ediyor!
-Türkiye 126 ülkeden 133 çeşit meyve sebze ithal eden bir ülke haline geldi!
-Türkiye, Taze soğan-kuru soğan ithal ediyor.
-Türkiye Sap-Saman ithal ediyor.
-Her 5 köylüden 3’ü icralık hale geldi.
Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, her yıl 10 Milyon insan açlıktan ölüyor. Bunun 6 Milyonu maalesef 5 yaşın altındaki çocuklar!
840 Milyon insan, yetersiz beslenme sebebiyle hastalık ve ölümün hazır müşterisi gibiler. Dünyada 1 Milyar insan 1 bardak temiz suya hasret!
Üzerinde yaşadığımız yerküre artık daha fazla insanı besleyemeyecek halde iken, tüm ülkeler tarıma destek vermeyi arttırırken, Türk Tarımını saman ithal edecek duruma getiren Erdoğan ve AKP’nin, doğrudan Yüce Divana gönderilmeleri gerekir.
Çokuluslu şirketlerin çıkarlarını koruyup, kendi insanını açlığa mahkûm etmenin cezası sizce ne olmalıdır? 
30 Haziran 2016, Dr. Rifat Serdaroğlu
https://kumkale.wordpress.com/2016/07/02/tohumla-oldurmek/

..

YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’Ü KAYBETTİK. BAŞIMIZ SAĞ OLSUN..



YAŞAR NURİ ÖZTÜRK’Ü KAYBETTİK. BAŞIMIZ SAĞ OLSUN..



Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkartmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. – Gazi Mustafa Kemal Atatürk- (1936)
—————————————–




fft267_mf2282610










Değerli dostum. Yakın arkadaşım, Fikirdaşım, gerçek Atatürkçü ve Türk milliyetçisi Kardeşim Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk Bey hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Bütün ömrünü din simsarlarının ve sahte dincilerin yalanlarına karşı mücadele ile geçiren, Yaşar Nuri Öztürk’ün fikir ve düşünceleri henüz hayatta iken dünya insanlığını aydınlatmaya devam etmiştir.
Bu vesile ile , özellikle Kur’an Ayetlerinin iniş sırasına göre yazdığı “ Kur’an Meali ”, her insanın okuyup feyiz alması ve durup üzerinde derin derin düşünmesi gereken “ Allah ile Aldatmak ” kitabı ve son olarak Türkiye’nin din simsarları elinde sürüklendiği durumu açıklayan “Kötülük Toplumu” kitaplarının her Türk vatandaşının tekrar tekrar okunup incelenmesine yarar görüyorum.
Bugün fani vücudu aramızdan ayrılmıştır. Ama O’nun ismi felsefi ve dini bilimler alanında insanlık var oldukça tüm dünyada yaşamaya devam edecektir. Çünkü batı kültürleri bu büyük ilim adamını bizden önce tanımış ve bilim dünyasında kendisine hak ettikleri gerçek değeri vermişlerdir.
Milli değerimiz Yaşar Nuri Öztürk Bey; Time Dergisinin gerçekleştirdiği “20. Yüzyılın En Önemli Kişileri” anketinin “En Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar” listesinde, tüm dünyadan katılımcıların oylarıyla belirlenmiş yüz ismin, 2001 yılı itibariyle ilk onu arasında yer alarak dünyaya açılan aydınlık yüzümüz olmuştur.
Türk milletine ve tüm İslam alemine Kuran Müslümanlığını öğreten, Kur’anı duvardan indirip günlük yaşamımıza sokan bu büyük insanın hakkını bu millet kolay ödeyemez.
Milletçe başımız sağ olsun.
Değerli Kardeşim Yaşar Nuri; seni hep güler yüzünle hatırlayacağım.
Mekanın cennet olsun.
Adın ve namın özgün fikirlerinle dünya durdukça yaşasın.

https://kumkale.wordpress.com/2016/06/24/yasar-nuri-ozturku-kaybettik-basimiz-sag-olsun/


..

Libya ve Suriye’de Olanlar Planlı mı?



Libya ve Suriye’de Olanlar Planlı mı?



Yazar: Ümit Özdağ
09 EYLÜL  2011 CUMA


Çünkü, Çavuşesku'ya karşı Romanya'da başlayan ayaklanmadan bu yana ayaklanma, isyan ve savaşlar televizyonlardan naklen yayınlanmaktadır. Bu da kitlelere "gözümle gördüm demek ki öyle" ve kesin inançlı olma imkânı vermektedir.

Oysa gözle görülen çoğu şey doğru değildir. Çavuşesku'ya bağlı birlikler tarafından öldürüldüğü söylenen ve sokaklarda cesetleri yatan Romenlerin aslında morglardan alınan cesetler olduğu sonra ortaya çıktı. Saddam'ın Basra Körfezi'ne boşalttığı ham petrolden dolayı üstü başı ham petrol ile kaplı deniz kuşlarına acıyarak bakan insanlar savaştan sonra bu kuşların Kuzey Denizinde İngiliz petrol şirketlerinin denize karışan petrollerinden zehirlenen kuşlar olduğunu anlaşıldı. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz. Şimdi Suriye başta olmak üzere benzer görüntüleri Arap Baharının bir parçası olarak televizyonlarda seyrediliyor. 
Doğruyu televizyonlardan çok yazılı belgelerde bulmak mümkün.
Orgeneral Wesley K Clark, 1997-2000 yılları arasında NATO'nun Avrupa Birlikleri Komutanı olarak görev yapmış ve Kosova operasyonunu yönetmiştir. Daha sonra Washingon'da bazı görevler alan Org. Clark, Irak'ın işgalinden sonra "Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire" (Modern Savaşları Kazanmak-Irak, Terörizm ve Amerikan İmparatorluğu) adlı bir kitap yayınlamıştır. 

Org. Clark, Bush Yönetiminin 11 Eylül sonrasında "Teröre karşı savaş" başlığı altında düzenlediği savaş stratejisini özellikle de Irak'ın işgal edilmesini sert bir şekilde eleştirmiş bir Amerikalı subaydır. Clark, kitabının önsözünde Bush Yönetimini şöyle tenkit etmektedir: "Bush Yönetiminin bizi El Kaide ile yapılacak gerçek bir savaşı yapmamak pahasına Irak ile bir savaşa ittiği, acele ettirdiği, yanlış yönlendirdiği ve manipüle ettiği benim için açıktı."

Org. Clark, kitabının ilerleyen sayfalarında bugünün dünyasını anlamamız için çok daha ilginç ve önemli olan bilgiler vermektedir:"Kasım 2001'de Pentagon'a geri döndüğüm zaman yüksek rütbeli bir kurmay subay ile sohbet etme fırsatı buldum. "Evet, hala Irak'a karşı bir operasyon için iz sürüyorduk söylediğine göre. Ancak daha fazlası da vardı. Bu beş yıllık bir planın parçası olarak konuşulmuştu ve toplam yedi ülke söz konusuydu.Irak ile başlanacak sonra Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan gelecekti. Evet, diye düşündüm bu onların 'bataklığı kurutmak' diye konuştuklarında kastettikleri şeydi. Ayni zamanda bir Soğuk Savaş yaklaşımının da kanıtıydı. 

Terörizminbir devlet sponsoru olması gerekirdi. Ve bu devlete saldırmak daha etkili olurdu."[1]

Tunus'ta bir seyyar satıcının kendisini ateşe vermesi ile başlayan "Arap Baharı"nın bu aşamada bir dış müdahale veya kurgu olmadığını söylemek mümkündür. Ancak olayların, Mısır, Libya ve Suriye'ye sıçrama ve yayılma süreçlerinde ABD'nin gelişmeleri bilinçli bir şekilde yönlendirmeye çalışmadığını söylemek çok zordur. Üstelik, Org. Clark'ın açıklamalarının çok açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi ABD'nin bu ülkeler ile ilgili çalışmalarının kökleri 2001 Eylül-Kasım'ına kadar geri gitmektedir. Bu da Org. Clark'ın bildiği kısmıdır. Amerikalı sistem dışı dış politika analizcilerindenF. William Engdahl, ABD'nin Arap coğrafyasında "Arap baharı" sürecinde uyguladığıpolitikaya "yaratıcı tahrip" adının verildiğini ileri sürmektedir.[2]

Mısır'da Mübarek'i devirmek için gösterilerin devam ettiği bir sırada Mısır Genelkurmay Başkanı Sami Hafez İnan'ın Washington'da olduğunu belirten Engdahl, internet üzerinden Mübarek'e karşı etkili bir mücadele sürdüren Müslüman Kardeşler üyelerinin de Amerikan askeri istihbaratı tarafından eğitildiğini iddia etmektedir. Üstelik Engdahl'a göre Müslüman Kardeşler-ABD işbirliğinin kökleri Nasır'a karşı ortak muhalefete kadar geri gitmektedir.[3]
Engdahl'ın bu açıklaması Libya'da NATO'nun El Kaide militanları ile Kaddafi'ye karşı işbirliği yaptıkları ile birlikte düşünülür ise ABD-Müslüman Kardeşler işbirliğini çok şaşırtıcı olarak görmemek gerekmektedir.[4] Gerek Libya'da gerek Mısır'da her iki taraf da Mübarek/Kaddafi'nin aşılması sonrasında zemini gerekir ise çatışarak kendi lehlerine düzenleme peşindedirler.

Engdahl, Mısır'daki ayaklanmanın Gürcistan ve Ukrayna'daki Turuncu Devrimlerin izlerini taşıdığını ileri sürmektedir. Engdahl, Mısır'da Müslüman kardeşler ile bağlantılı ve Mübarek'e karşı isyanda önemli bir rol oynayan "Kefaya " (Yeter) hareketi ile Gürcistan'da 2003 Turuncu Devriminde rol alan Kmar (Yeter) hareketinin isim benzerliklerinin tesadüf olmadığını ileri sürmektedir.[5]
Engdahl, "Kefaya" hareketi ile ilgili olarak Amerikan Hava Kuvvetleri tarafından desteklenen düşünce kuruluşu RAND'a 2008 yılında Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı-Birleşik Komutanlık, Deniz Kuvvetleri, Deniz Piyadesi ve askeri istihbaratın sponsorluğu ile "The Kefaya Movement: A Case Study of a Grossroots Reform Iniative" adlı bir çalışmanın yaptırılmış olmasını tesadüf olarak görmemektedir. Bu çalışmada Amerikan hükümetine Ortadoğu'da muhalif hareketleri enformasyon teknolojileri konusunda eğitilmesine destek verilmesi önerilmektedir. [6]
Engdahl, uluslararası ilişkiler camiasında muhalif bir isim olarak bilinmektedir. Bundan dolayı tespitleri olgular üzerinden olmasa da kişiliği üzerinden eleştirilebilir. Ancak İngiliz diplomat, Alastair Crooke için ayni şeyleri söylemek mümkün değildir. 
Crooke, AB Dış İşleri temsilcisi Javier Solana'nın eski danışmanı ve Conflicts Forum'un kurucusu ve direktörüdür.

Crooke'un Asia Times'ta yayınlanan 15 Temmuz 2011 tarihli analizi Suriye'de yaşanan ayaklanma ile ilgili oldukça ilginç ve Engdahl'i doğrulayan saptamalarda bulunmaktadır.[7]Suriye'deki protestocularABD hükümeti ve diğer yabancı kaynaklar tarafından finanse edilen sürgündeki gruplardır. ABD'nin Şam Büyükelçiliğinde yapılan bazı yazışmalara göre bu gruplardan çoğu ve bunlara bağlı TV kanalları ABD Dışişleri Bakanlığı ve ABD merkezli vakıflardan on milyonlarca dolar para yardımı yanında eğitim ve teknik destek almaktadırlar.
ABD ile işbirliği yapan bu gruplar Selefi isyancıları Suriye'ye karşı kullanmayı düşünmektedirler. Suriye'deki Selefi grupların büyük bir bölümü El Kaide bağlantılıdır. Bu gruplar Irak Savaşı sonrasında Irak'ta Amerikan Ordusu ve Şii partilere karşı savaşmışlardır. Etkileyici bir iç savaş deneyimi olan bu gruplar Irak'taki çatışmaların durması sonrasında Suriye'ye geri dönmüşlerdir. Plana göre bir Selefi isyanı Suriye hükümetinden büyük bir tepki çekecek, bunun ardından da halkın büyük bir bölümü kutuplaşarak devlete karşı düşmanlık duymaya başlayacak, başlayacak iç savaşa Batı'nın müdahalesi kaçınılmaz hale gelecektir.[8]

Org. Clark, F. William Engdahl ve Alastair Crooke'un söyledikleri bir arada değerlendirildiği zaman Ortadoğu'da uzun soluklu bir planın uygulandığı görülüyor. Clark'ın müdahale edilecek ülke olarak saymış olduğu Irak, Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan'da büyük ilerleme kaydedildiği görülmektedir. Irak işgal edilmiş ve fiilen parçalanmıştır. Lübnan, Suriye'nin etkisinden çıkarılmış ve İsrail tarafından 2005'de işgal edilmek istenmiştir. Sudan, Güney ve Kuzey olarak ikiye bölünmüştür.Libya'da NATO'nun muhalefeti desteklediği bir iç savaş sonrasında Kaddafi rejimi devrilmiştir. Suriye'de Batı destekli isyan yayılmaktadır. İran ise kuşatılmaktadır. Demek ki plan işlemektedir.


[1]Wesley K Clark, "Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire" , 2004, s.130

[2] F. William Engdahl,Egypt's Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?

[3] Age,s.1

[4] NATO-El Kaide işbirliği konusunda yaygın bilgi arasından iki tanesi burada anılmaktadır. The "Liberation" of Libya: NATO Special Forces and Al Qaeda Join Hands "Former Terrorists" Join the "Pro-democracy" Bandwagon by Prof. Michel Chossudovsky,www.globalresearch.com ve /www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8391632/Libya-the-West-and-al-Qaeda-on-the-same-side.html

[5]F. William Engdahl,Egypt's Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, s.4

[6] The Kefaya Movement: A Case Study of a Grossroots Reform Iniative, www.rand.org/pubs/monographs/2008/RAND_MG778.pdf

[7] Alastair Crooke'nin makalesinin Türkçesi için bkz. Turquie diplomatique, 15 Ağustos-15 Eylül 2011, Sayı 31, s.14-15

[8] Asia Times, 15 Temmuz 2011


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2011/09/09/6288/libya-ve-suriyede-olanlar-planli-mi

..

Libya ve Suriye’de Ayaklanmaları ve Rus Deniz Üsleri



Libya ve Suriye’de Ayaklanmaları ve Rus Deniz Üsleri 

Yazar: Ümit Özdağ
24 NİSAN 2012 SALI

Libya'nın federasyona dönüşmesi talepleri daha çok isyanın merkezi olan ve sürekli geri bırakıldığını düşünen Bingazi bölgesinden geliyor. Bölgenin bir diğer özelliği de Libya petrollerinin büyük bir bölümünün bu bölgede bulunması. Üstelik Bingazi bölgesinde federasyon taleplerini gündeme getiren ve yoğunlaştıran toplantıları düzenleyen Libyalı Amerikan vatandaşı olan bir petrol mühendisi. Bu mühendis, Batılı petrol şirketlerine Libya petrolleri konusunda danışmanlık yapıyormuş.
Şimdi biraz geriye gidelim. Kaddafi, Libya'da demokrasiyi sona erdirerek değil, mutlakiyetçi bir monarşiyi devirerek, garip bir diktatörlük kurmuştur. Kaddafi Libya petrollerini millileştirmiştir ancak Libya halkı Kaddafi döneminde ne ekonomik ne sosyal olarak herhangi bir ilerleme kaydetmemiştir. Büyük petrol gelirlerine rağmen ne temel sosyal hizmetler tamdır ne de ciddi herhangi bir devlet yatırımından bahsedilebilir. Esasen Kaddafi Libya'da 20. Yüzyılın anladığı anlamda bir devlet ve orduda oluşturmamıştır. İşleyen rasyonel bir bürokrasi ve kurumsallaşmış bir ordu yapılanması olmadığı isyan başlaması ile derhal ortaya çıkmıştır. Kaddafi'yi ayakta tutan aşiretler koalisyonu çökünce sistem çökmüştür.

Kaddafi, Libya halkının kaynaklarını israf etmiştir. Petrolden gelen büyük paralar İtalya'da oğlu için futbol takımı satın almak dahil anlamsız işler için harcanmıştır. Kaddafi Libyayı boyundan büyük fantezi işlere sürüklemiştir. Afrika'nın lider ülkesi olmak için kara Afrika'daki savaşlara müdahale, Mısır ile birleşmek için yüz binlerce Libyalının Mısır-Libya sınırına yürütülmesi, IRA gibi örgütlerin desteklenmesi 2.5 milyonluk bir ülkenin gücünü çok aşan işlerdir.

Petrol gelirlerini anlamlı bir şekilde kullanmak yerine fantezilere harcaman Libya'yı geri kalmış bir ülke olarak tutmuştur. Kaddafi'nin devrilmesinden kısa bir süre önce Libya'ya yaptığım bir ziyarette gördüğüm husus Libya'nın başkentinin 2011'de 1960 Ankarasından daha geri bir kent görünümüne sahip olduğu idi. Muhalefet üzerinde büyük bir baskı uygulanarak en küçük bir muhalif gelişmeye izin verilmemiştir. Bütün bunlara rağmen Libya halkının önemli bir bölümü Kaddafi'yi sevmiş ve desteklemiştir. Ancak yukarıda anlattığım şeylerden hiçbirisi NATO'nun Libya'ya müdahale etmesinin gerekçeleri değildir. Eğer sadece anti demokratik rejimlere sahip olmak veya halk ayaklanmaları NATO müdahalesi için gerekçe olsaydı, NATO'nun Suudi Arabistan ve Katar'a da müdahale etmesi gerekirdi. Veya Bahreyn'de çoktan NATO güçleri yerleşmiş olmalıydı.

Peki, Kuveyt'i ve halen devam etmekte olan süreci, Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi anti demokratik rejimlerden farklı kılan ve NATO tarafından müdahale edilmeye değer hale getiren ne? Libya ve Suriye halklarının demokrasiyi anılan diğer ülke halklarından daha fazla hak etmeleri mi? Tabii ki değil ve tabii ki sadece bir nedeni de yok. Ancak bir çok 16 Ocak 2009 tarihli Alman Die Welt gazetesinin İngilizce yayınında çıkan "Rusya, Suriye, Libya ve Yemen'de deniz üsleri planlıyor" başlıklı haber Libya, Suriye ve Yemen'de olanları aydınlatmaktadır.

Haberde şöyle denilmektedir: " Moskova'nın büyüyen dış politik hedeflerinin bir göstergesi olarak Rusya, Libya, Suriye ve Yemen'de gelecek birkaç sene içinde deniz üsleri kurma kararı aldı. Bir askeri yetkili "Donanmamız için bu ülkelerde üsler kurmamızın ne kadar zaman alacağını söylemek zor ama şüphesiz birkaç yıl içinde bu gerçekleşecek" dedi. Itar-Tass ajansına açıklama yapan Rus Genelkurmay Başkan yardımcısı Korgeneral Anatoly Nogovitsyn, "yabancı hükümetler ile pazarlıklar gerçekleştirildi. Üsler ile ilgili yayınlar bu tür görüşmeleri olumsuz etkiliyor" demiştir. Ayrıca basına bu deniz üslerinin Yemen'de Sokorta Adasına, Libya'da Tripoli'de ve Suriye'de zaten bir tamir tesisinin bulunduğu Tarsus'da inşa edileceği yer almıştır.

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Çevre, Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırmaları Merkezi Başkanı Dr. Tuğçe Varol ise bu konuda" Son donemde Rusya'da belli çevrelerin bu tür açıklamaları ABD'nin Rusya etrafına kurduğu füze savar sistemlerine karşı bir blöf olarak değerlendirmektedirler. Fakat Rusya Savunma Bakanlığı bu tur bir planlarının olmadığını açıklamıştır." Değerlendirmesini yapmaktadır. Tabii NATO'yu tedirgin eden bir diğer gelişme Libya ile Rusya arasında 140 milyar Dolar tutarında, bedeli petrol ile ödenecek ve S 300 hava savunma sistemlerini de kapsayan bir silah anlaşmasını yapılmış olmasıdır.

NATO'nun Rusya'nın denizlerde tekrar varlık göstermesinden çok rahatsız olduğu bir sır değildir. Bir devletin dünya denizlerinde etkili olabilmesi yaygın bir deniz üssü ağına sahip olmasına bağlıdır. 

Moskova'nın Akdeniz ve Hint Okyanusunda etkin olma girişiminin şimdilik önü kesilmiş görünmektedir. 

Nisan 2012'de Uzakdoğu'nun açık sularında başlayan Rus-Çin büyük deniz tatbikatına bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/libya/2012/04/24/6578/libya-ve-suriyede-ayaklanmalari-ve-rus-deniz-usleri

..


Rauf Denktaş Kıbrıs’ın Milli Mücadelesinin Önderi Önünde Saygıyla Eğilerek



Rauf Denktaş Kıbrıs’ın Milli Mücadelesinin Önderi Önünde Saygıyla Eğilerek,



Yazar: Ümit Özdağ,

13 OCAK 2012 CUMA


Bütün hayatını Kıbrıs'ta Türk milleti üzerinde kurulmak istenen Rum ortadoks egemenliğine karşı mücadele ederek geçirdi. Ancak onun mücadelesi sadece Rumlara ve Yunanlılara karşı değildi.

Denktaş, Rum-Yunan ittifakının arkasındaki ABD-AB ittifakının oyunları, Birleşmiş Milletlerin tuzakları ile de mücadele etmek zorunda kaldı. Arkasında Türkiye'nin desteği olduğu sürece Denktaş'ın bütün bu bloğa karşı mücadelesi zorda olsa devam eden bir mücadele idi.

Rauf Denktaş 21. Yüzyıla taşıdığı mücadelesinde ne yazık ki, 2002 Kasımında iktidara gelen AKP Hükümeti tarafından yalnız bırakıldı. Annan Planı adlı Birleşmiş Milletler tuzağı Türkiye ve Kıbrıs Türküne karşı kurulurken, New York'ta ameliyattan çıkmış Denktaş'a karşı küresel bir psikolojik savaş " Mister No " sloganı ile başlatıldı.

AKP Hükümeti ise önce sustu. Denktaş'ı küresel psikolojik saldırının önüne attı. Hatta bu sorun bir an önce çözülmeli diyerek, Annancı bir tavır aldı. AB'nin Türkiye lobisi daha okumadığı Annan Planına televizyonlarda övgüler dizdi. Denktaş, buna rağmen tek başına direndi. Annan Planını iki kez değiştirdi. Ancak artık Türkiye Denktaş'ın arkasında değildi. Hatta AKP Denktaş'ın karşısındaydı. Denktaş, mücadelesini kendisine kalan tek alan ART televizyonuna taşıdı. Her hafta yaptığı televizyon programları ile Türk milletine seslenmeye devam etti.

Bu arada tarih Denktaş'ı haklı çıkardı. Annan Planını Rumlar reddetti. Rumlar ile anlaşmak konusunda çok hevesli olan CTP iktidarı bile Rumlar ile anlaşamadı. Denktaş, kurduğu devletin bayrağının altında hayata gözlerini yumdu. Eminim cennette Atatürk, " Hoş geldin oğlum Rauf " diyerek karşılayacak ve gözlerinden öpecektir.

Allah rahmet eylesin.




..


LİBYA’YI BÖLDÜNÜZ SIRA SURİYE’DE Mİ?



LİBYA’YI BÖLDÜNÜZ SIRA SURİYE’DE Mİ?



Yazar: Ümit Özdağ
08 MART 2012 PERŞEMBE

Bingazi'de yapılan ve yarı-özerkliğin ilan edildiği "SirenaykaHalkının Kongresi" adlı toplantının öncülüğünü ise Amerikan vatandaşı bir petrol mühendisi olan Muhammed Buysiyer yaptı. Buysiyer'in Libya'yı bölmek dışında ikinci işinin petrol şirketlerine danışmanlık olduğu görülüyor.

Ülkenin doğusunda yarı-özerklik ilan edilirken, ülkenin batısında Kaddafi'yi deviren aşiretlerin önde gelenlerinden Misrata ve Zintanlı aşiretleri arasında başkent Trablus'da iç çatışmalar devam ediyor. Kaddafi'nin devrilmesinden sonra yönetimi eline alan Ulusal Geçiş Konseyi artık ülkede gizli bir iç savaş olduğunu kabul ediyor. Hala Kaddafi'ye bağlı olan güçler de varlıklarını sürdürüyorlar. Kısa bir süre önce büyük bir kasaba Kaddafi güçleri tarafından ele geçirildi.

Özetle Libya hızla parçalanmaya doğru sürükleniyor. Sudan'ın güney petrol bölgesinin Ocak 2011'de bölünme kararı alması ve 9 Temmuz 2011'de resmen bölünmesinden kısa bir süre sonra Libya komşusu Sudan'ın ayak izlerini takip ediyor. Batı'nın saygın sesi BBC'de bir süre önce yayınlanan bir yorumda İngiliz tarihçi Peter Jones yaptığı yorumda Libya'nın 1911'de İtalyanlar tarafından yaratıldığını ileri sürerek, iki devletli çözümün en iyi çözüm olduğunu ileri sürerek parçalanmasının tarihsel ve politik meşruluk zeminini hazırlıyor. 
Ülkeler birkaç ayda bölünmez. 

Sudan'da uzun bir iç savaştan sonra bölündü.

Libya'yı bölen güçler şimdi Suriye üzerine odaklanmış durumda. Suriye'de Esat rejimini zor kullanarak devirecek bir askeri müdahalenin Irak benzeri bir iç savaşa neden olması kaçınılmaz. Irak'ta nasıl iktidarı elinde tutan sunni Arap azınlık (%20-25) temsilcisi Saddam'ın devrilmesinden sonra bugüne kadar devam eden bir iç savaşı sürdürdü ise Suriye'de de Nüsayri azınlık kendilerine yönelik intikam, dışlama ve cezalandırma politikalarına tepki olarak Esad öldürülse bile savaşı sürdürecektir. Üstelik, Nüsayrilerin bölgedeki stratejik müttefikleri Irak'taki sunni Arapların sahip olduğu müttefiklerden daha güçlüdürler. İran ve Hizbullah, Suriye iç savaşının mümkün olduğunca uzaması ve sunni Müslüman Kardeşler iktidarının kurulmaması için savaşacaklardır. Nüsayrilerin, Dürziler ve Hristiyanlardan da müttefikler bulması büyük bir olasılıktır.

İsrail'de Suriye'de Müslüman Kardeşlerin iktidarı yerine parçalanmış bir Suriye tercih edecektir. Washington ne düşünür ise düşünsün, İsrail, Mısır ve Suriye'de iki Müslüman Kardeşler iktidarı arasında yaşamak istemeyecektir. 1982'de Dünya Siyonist Örgütü'nün yayın organında çıkan bir makalede İsrail'in güvenliği için Irak'ın şii, sunni ve Kürt olmak üzere üçe, Suriye'nin ise Nüsayri, Dürzi, Şam ve Halep cumhuriyetleri olmak üzere dörde ayrılması fikri savunulmuştur. Irak bölünmüştür. Suriye bu dört bölgeye Kamışlı bölgesinde beşinci bir parçalanma bölgesi olan Kürt bölgesinin katılımı ile beş parçaya bölünmeye doğru ilerlemektedir. Suriye'nin bölünmesi, Türkiye'nin toprak bütünlüğü üzerinde olağanüstü bir yük oluşturacaktır.

Bu arada PKK, İran ile yapılan pazarlık neticesinde ve yüklü bir para alarak, 2000 teröristi Esad rejimine destek vermesi için Suriye'ye kaydırmıştır. Esad'ta PKK'nın önemli bir gücünü Halep'in kuzeyine Türk bölgelerine baskı yapacak şekilde yerleştirmiştir. PKK bugün için Esad'ın yanındadır. Ancak Esad'ın devrilmesi durumunda Kamışlı bölgesinde en etkin politik-askeri güç haline gelmesi muhtemeldir.

PKK, Türkiye içinde de DHKP/C, TKP/ML gibi terörist örgütler ile işbirliği yaparak, elindeki terörist unsurların önemli bir bölümünü Suriye'ye kaydırdığı için askeri birliklerin yoğun ve teyakkuz halinde olduğu Güneydoğu Anadolu'dan çok büyük kentlerde toplumsal çatışmaları da körükleyecek eylemler ilemuhtemelen Karadeniz, Akdeniz, Osmaniye-Adana hattı gibi çok ses getirecek bölgelerde eylemlere yönelecektir. PKK, Suriye sürecini "Kürt Baharına" dönüştürmenin arayışı içindedir.

Bu arada AKP Hükümetinin PKK ile tekrar müzakerelere başlaması bir şey değiştirmeyecektir. "Suriye normu" diye, devletlerin terör örgütlerine karşı isyan bastırma eylemlerini sınırlayıcı bir kuralın devletler hukukuna taşınmaya başladığı bir dönemde PKK, kendisini her zaman olduğundan daha güçlü hissetmektedir.

AKP Hükümetinin Suriye'de Müslüman Kardeşleri iktidara taşımak amacı ile izlediği ve milli menfaate değil, ideolojik parti dayanışmasına dayanan dış politika AKP dahil herkese zarar verecek bir noktaya doğru hızla ilerlemektedir. Suriye'de muhalifler ile Esad arasında uzlaşma zemininde gerçekleşecek bir demokratikleşmeyi sağlayabilecek tek ülke Türkiye'dir. 

Başbakan Erdoğan'ınŞam'a yapacağı bir ziyaret böyle bir süreci başlatabilir.



..

Kuzey Irak’a Türkiye’nin Cevabı-Ezici ve Kucaklayıcı Diploması



Kuzey Irak’a Türkiye’nin Cevabı-Ezici ve Kucaklayıcı Diploması



Yazar: Ümit Özdağ
01 ARALIK 2011 PERŞEMBE

Barzani'nin Türkiye ziyaretinden sonra yine Barzani ve Talabani'nin Türkiye ile PKK arasında ara buluculuk yaptıklarına dair haberler yükselmeye başladı. Bizde bu haberleri ısrarla okumaya devam ediyoruz. Oysa bu haberlerin hiçbir anlamı ve faydası yok. Türkiye'nin doğru dürüst bir Kuzey Irak politikası oluşturmadan PKK ile mücadelesinde sonuç alması da mümkün değil. Önce PKK politikası değil, önce Kuzey Irak politikası gerekiyor terörü sona erdirmek için.

Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik izlemesi gereken politikayı bir cümlede ifade etmek gerekir ise "Kuzey Irak'ın, Irak'ın bütünlüğü içinde kalması veTürkiye ile samimi dostluğa zorlanması" şeklinde ifade edilebilir. Türkiye'nin K.Irak'ta yaşayan Kürtlere yaklaşımı dünya Türklüğünün diğer unsurları olan Özbek, Kazak, Kırgız, Azerbaycan Türklerinden farklı olmamalıdır. Kuzey Irak'taki Kürtlere yönelik politika ile Barzani/KDP ve Talabani/KYB'ye yönelik politikalar birbirinden ayrılmalıdır.

Bu ise Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik Ankara politikalarının PKK endeksli olmaktan çıkarıp, çok daha geniş bir algılama zeminine oturtulmasına bağlıdır. Daha açık bir ifade ile, Kuzey Irak'ta PKK olsa da olmasa da Türkiye'ye düşmanca davranan KDP ve KYB eksenlibir siyasal akım Türkiye için tehdit olacaktır.


Ancak bu tehdidin ortadan kaldırılması Türkiye'nin tek askeri eksenli değil, nihai olarak ve sırası ile "ezici ve kucaklayıcı diplomasi" şeklinde tanımlanabilecek çok boyutlu politikalar izlemesine bağlıdır. Amerikan askeri varlığının ve politik desteğinin de ABD'nin Irak'tan çekilmesinden sonra da bu bölgede kalarak, Kürt siyasi varlığına destek olacağı/olabileceği göz önünde tutulur ise Türkiye'nin saldırgan ve yayılmacı politikalar izleyen bir Kuzey Irak'a karşı etkili önlemler almasının gereği bir kez daha açığa çıkacaktır. 

Barzani'nin Türkiye'ye karşı yıkıcı faaliyetler gösteren bir tehdit unsuru olmasını engellemek için uyuşturucu kaçakçılığının ikinci Afganistan'ı olma yolundaki bu coğrafyaya yönelik olarak çok yönlü, "ezici diplomasinin" bütün unsurlarını barındıran bir politik uygulama demeti geliştirilmelidir.

Bu politikanın temel unsurları yedi boyutlu güç uygulaması olarak, 

a) Ekonomik,

b) Kültürel,

c) Politik, 
d) İstihbarati,

e) Anti-terörist,

f) Diplomatik ve

g) Askeri konuları kapsamalıdır. 

Türkiye'nin gücünü özel kuvvetler değil, maliye müfettişleri, gümrük muhafazaelemanları ve televizyonlartemsiletmelidir. Türkiye için Irak'a askeri baskı ve müdahale son seçenek olmalıdır.Askeri yöntemlerin üzerinde çok konuşulmamalı, kamuoyunun gündemi işgal etmesine izin verilmemelidir. Diğer milli güç unsurlarını ve yöntemlerini kullanmadan askeri güç unsurunu kullanmak bir devletin yapabileceği en büyük hatadır. Çünkü askeri güç kullanılmadan alınacak sonuç için askeri güç kullanmak kadar akıl dışı birtutum olamaz.Ancak askeri güç kullanmak kaçınılmaz olduğu zaman,tereddüt etmeden bir politik hedefi gerçekleştirecek şekilde, sonuç alacak biçimde uygulanmalıdır. 

Bütün bunlar yapılırken, Türkiye Cumhuriyeti Kuzey Irak politikasının "Kürt düşmanlığı veya sadece Kürt devletikarşıtlığı" olmadığını çok iyi anlatmalıdır

Hedef alınması gereken 1990'lı yıllar boyunca Ankara'dan aldıkları hayati desteğe rağmen nankör davranan Türkiye düşmanı yöneticilerdir. Bu yöneticilere Türkiye düşmanlığının kendilerine ne kadar pahalıya mal olacağı öğretilmelidir.Halka yönelik politikanın temelini ise işbirliği, dostluk ve kardeşlik oluşturmalıdır. Bu politikayı uygulamak hiç de zor değil. Üstelik Amerikan Ordusu'nun çekildiği günlerde daha da rahat uygulanabilecek bir politika. Ancak önce içerideki Barzani lobisinin etkisinin kırılması gerekiyor. Bunlar üç kuruş para kazanmak için Türkiye'nin güvenliğini ve askerlerin hayatını tehlikeye atıyorlar.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2011/12/01/6392/kuzey-iraka-turkiyenin-cevabi-ezici-ve-kucaklayici-diplomasi

..


Savaş Başlıyor ve Seçimler



Savaş Başlıyor ve Seçimler,



Yazar: Ümit Özdağ
10 AĞUSTOS 2015 PAZARTESİ


Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 5 Ağustos’ta Malezya’da yapmış olduğu açıklamada “ ABD ile yaptığımız anlaşma çerçevesinde , üstlerimizin, özellikle de İncirlik Üssü’nün açılması konusunda mesafe kat ettik… İnsanlı ve insansız Amerikan uçaklarının gelmeye başladığını görüyoruz. 
  Yakında IŞİD’e karşı hep birlikte kapsamlı bir savaş başlatacağız ” demiş. Bakan bu açıklamayı yaptığında İncirlik’ten kalkan insansız uçaklar Suriye’de ilk saldırıyı gerçekleştirmişlerdi. Önümüzdeki günlerde ABD Hava Kuvvetleri’nin 480. Filosu Almanya’dan Türkiye’ye gelecek ve İncirlik hava alanından Suriye ve Irak’taki IŞİD hedeflerine saldırıya başlayacak. Amerikan Hava Kuvvetleri'ni, IŞİD’e karşı koalisyonda yer alan diğer ülkelerin savaş uçaklarının gelmesi de izleyecek. Özetle, Türkiye bir savaşa girmiş durumda. Bu iki ordu arasında cephede gerçekleşen bir savaş değil. Konvansiyonel savaş değil bu. Düşük yoğunluklu bir savaş. Bu savaş bütün Türkiye’nin cephe olduğu bir terör saldırısı şeklinde gerçekleşecek bir savaş. Türkiye bu savaşı hem PKK hem IŞİD’e karşı sürdürüyor.
Tabii ki IŞİD, Türkiye’den kendisine yapılan saldırılara cevap verecek. IŞİD’in Irak ve Suriye dışında terör eylemi gerçekleştirme kabiliyetinin küçümsenmemesi gerekiyor. 

IŞİD ile organik bağı olmasa dahi IŞİD adına saldırı düzenlemeye hazır bir çok radikal unsuru dünyanın bir çok ülkesinde görmek mümkün. IŞİD; Mısır, Cezayir, Libya, Yemen, Suudi Arabistan, Afganistan, Nijerya, Tunus, ve Rusya’da örgütlüdür. IŞİD, bu ülkelerde etkili ve kitle imha amaçlı terör eylemleri gerçekleştirdiği gibi, bir kısmında elinde bölge tutmaktadır. Türkiye için IŞİD’i daha vahim hale getiren IŞİD’in Türkiye içinde de örgütlenmiş olması. AKP Hükümetinin gösterdiği hoşgörü sayesinde IŞİD Türkiye’yi, Suriye-Irak iç savaşının cephe gerisi olarak örgütledi. Türkiye’den binlerce insan IŞİD saflarına savaşmaya gitti. Bir bölümü hala savaşıyor, bir bölümü geri döndü. Gidemeyip, IŞİD’in amaçlarına hizmet etmek için yanıp tutuşanların sayısı da az değil. Ancak daha önemlisi IŞİD’in Türkiye içinde uyuyan hücreleri. Bunlar da muhtemelen kitlesel kıyım hedefli eylem gerçekleştirecek. IŞİD, yayınlamış olduğu bildiride: “İslam Devleti’nin bomba yüklü kamyonlarının hedefi olmak istemiyorsanız, acilen elinizi bu savaştan çekin. O güvendiğiniz ABD sizi kurtaramayacak. Yarın İslam Devleti size saldırınca, ansızın bir bomba patlatılınca oturup ağlamayın. Bunu siz istiyorsunuz. Ey Türkiye halkı, başınızdakiler sizi Haçlı ABD’ye köle yapıp savaşa sürüklüyor. Bugün İslam Devleti’nin bombalandığı için mutlu olanlar, yarın hilafet aslanlarının bombalarını yiyince bakalım ne diyecek” diyerek ülkemizi tehdit etmiştir. Bu tehdit IŞİD gibi bir terör örgütü söz konusu olduğunda ciddiye alınmalıdır.

Öte yandan AKP’nin müzakere sürecinde teslim olduğu ve Güneydoğu Anadolu’yu fiilen devrettiği PKK terör örgütüne karşı devlet güçlerinin zorlaması ile başlayan bir terörle mücadele süreci vardır. Bu terörle mücadelenin geleceği belirsizdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “ Açılım bitti ” derken, Başbakan Davutoğlu ve AKP’li bakanlar, açılımın devam edeceğini ifade etmektedirler. PKK ise müzakere sürecini çatışmasız olarak, sürekli meşruluk ve güç kazanarak değerlendirdiğini gördüğü için, şimdi devletin tepki göstermesine neden olan Ceylanpınar’daki 2 polisin şehit edilmesi eyleminden pişmandır. Örgüt, bu eylemi gerçekleştirirken, devletin son 3 senede olduğu gibi tepki göstermeyeceği noktasından hareket etmiştir. 

Şimdi örgüt bir yandan “ Tekrar müzakerelere dönelim ” derken, diğer yandan terör eylemlerini bölgesel ayaklanmaya dönüştürecek hazırlıklar içindedir. 

PKK terörü büyük bir hızla tırmanmaya başlamıştır. Güneydoğu Anadolu’da bir çok ilçede devlet güçleri kontrolü yitirmiş durumdadırlar. Şırnak, Cizre, Silopi gibi merkezlerde durum vahimdir. Çünkü, güvenlik güçlerine hala kapsamlı bir iç operasyon için talimat verilmemiştir. AKP Hükümeti, devletin gücünü göstermesini engelleyerek, PKK’nın Türkiye içindeki ayaklanmanın şartlarını hazırlaması için zaman kazanmasına neden olmaktadır. Terör Ağustos sonuna kadar tırmanmayı sürdürecek, Eylül-Ekim’de belirli il ve ilçe merkezlerinde büyük çaplı ayaklanmalar başlayacaktır.  Öte yandan gerek IŞİD gerek PKK’nın büyük şehirlerde özellikle AVM gibi yerlerde bombalı saldırılar düzenlemesine çok müsait şartlar güvenlik güçlerinin ısrarlı uyarılarına rağmen, AVM yönetimlerinin umarsız tavrından dolayı devam etmektedir.

Özetle, IŞİD ve PKK ile savaş yeni başladı, ancak önümüzdeki dönemde savaşın temposu artarak yükselecek. Savaş ortamında genel seçim olmaz. Olur ise bedelinin yüksek olma ihtimali çok yüksek olur. Terör ortamında genel seçim yapmak kitleleri terör saldırılarına açık hale getirmek demektir. Mitingler, terör örgütlerinin açık saldırı alanı haline gelir. 

Terör örgütleri kitlesele kıyım hedefine ulaşmak amacı ile eylemlerine hedef teşkil edecek faaliyetler seçim döneminde yoğunlaşır.  Hiçbir ülke terör ile karşı kapsamlı bir çatışmanın içine girdiği bir dönemde genel seçim yapmaz. Türkiye’nin 2010’lu yıllarda karşı karşıya olduğu terörün doğası 1990’lı yıllarda karşı karşıya olduğu terörden çok daha farklıdır. 1990’lı yıllarda IŞİD gibi konvansiyonel/gerilla/terör karışımı eylem bütünlüğüne erişmiş bir terör örgütü dünyada yoktu. Bugün var ve onun ile savaşıyoruz. Ayrıca PKK bugün 1990’lı yıllarda olduğundan çok daha güçlüdür. 1990’lı yıllarda PKK ile çatışmalar kırsal kesimde yoğunlaşıyordu. Bugün ise PKK kentlerde AKP’nin kentleri PKK’ya teslim eden politikalarının sonucunda büyük bir silahlı etkinlik kazanmıştır.  

Bugün yaşadıklarımız büyük ölçüde PKK’ya teslim olan AKP’nin yanlış politikalarının sonucudur. 

AKP, müzakerelerde alanı PKK lehine boşaltmıştır. Kalekolların inşaatı büyük ölçüde durduruldu. Güvenlik güçleri alan boşaltıp, operasyonlarını durdurup, garnizon ve karakollarına sığınmaya zorlanırken, terör örgütü her geçen gün Güneydoğu Anadolu bölgesinde otoritesini inşa etmiştir. AKP Hükümeti ise devletin en temel gayesi olan vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerini korumak olan görevini bir kenara bırakarak, PKK’nın bölgede vatandaşların rutin yaşamına müdahale edecek noktaya gelmesini seyretmişlerdir. Terör örgütü, Hükümetin sağladığı dokunulmazlık ile örgütlenme, istihbarat, yeni adam temini gibi çalışmalarını yürütürken ve kırsaldan il ve ilçe merkezlerine doğru örgütlenerek inerken, güvenlik güçlerine müdahale etmeme emri verilmiştir.

Oslo’da müzakerelerde PKK temsilcilerine PKK’yı aldığı önlemler ile rahatsız eden vali ve emniyet müdürlerini Hükümete şikayet edebilecekleri ifade edilmiştir. PKK’yı rahatsız eden  Türkiye Cumhuriyeti valileri tasfiye edilmiş, yerine TSK’nın operasyon taleplerini reddeden, Öcalan’a “çözüm sürecine katkılarından dolayı” teşekkürlerini sunan valiler atanmıştır.

Terör örgütü ise müzakereleri, AKP’nin sürekli taviz verdiği, örgütün ise Güneydoğu Anadolu’da devlet iktidarı yanında örgüt iktidarı inşa etmek için kullandığı bir süreç olarak değerlendirmiştir.

 İmralı’da Öcalan ile AKP’li bürokratlar arasında Yeni Türkiye’nin anayasal yapısının pazarlığı yapılırken, terör örgütü, Güneydoğu Anadolu’da yol kontrolü, vergi toplanması, yargılama yapılması, hazırlanan bir ayaklanmanın askeri/politik altyapısının oluşturulması çalışmalarını sürdürülmüştür.

 Sonuç olarak, PKK ile mücadele 1990’lı yıllardan daha zor olacak. Çünkü AKP Hükümetleri müzakere sürecinde PKK’nın güçlenmesine yardımcı oldular, önünü açtılar. 3 Ağustos 2015’te Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, bir televizyon kanalında şunları söyledi: "Bizim prensibimiz zaten bugüne kadar onlar ateş etmedikçe, eylem yapmadıkça biz yapmayacağız idi. Bunu biz son güne kadar, 10-15 gün evveline kadar hep uyguladık. O yüzden bizi halk da eleştirmiş olabilir, 'Bunlar silahlarıyla her gün köylerde ama siz bunlara bir şey yapmıyorsunuz.' Halkın şöyle söylediğini biliyorum, 'Üzerinde silah olan PKK'lı teröristler karakolun önünden geçiyorlar, onlara el sallıyorlardı. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyordu.' Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, tekrar terörün hortlamaması, siyasi görüşmelerin, müzakerelerin sonuca ulaşması. 

Meğer onlar alay ediyorlarmış. Yani el sallarken, 'Biz buradayız bak, sen de bize karışamıyorsun.' “AKP’nin yapmış olduğu hataların bedelini şimdi bütün Türk Milleti ve devleti ödemektedir.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/08/10/8267/savas-basliyor-ve-secimler

..

Nükleer bir İran ve Türkiye-İran Dengesinin Bozulması,




Nükleer bir İran ve Türkiye-İran Dengesinin Bozulması,


Yazar: Ümit Özdağ
18 NİSAN 2012 ÇARŞAMBA

Uzun bir süreden beri dünya stratejik gündeminin en önemli meselelerinin başında İran'ın nükleer güç olma ve nükleer silah üretme çabaları geliyor. Her ne kadar İran nükleer silah yapmayı hem de dini nedenler ile reddettiğini açıklasa da ABD, AB ve İsrail üçlüsü buna inanmak istemiyor. Öte yandan bu üçlünün Irak savaşı öncesi Saddam Hüseyin'in kitle imha silahları iddiası ile bu ülkeyi işgal etmesi ve iddiaların istihbarat yalanları olduğunun ortaya çıkması, ABD ve AB'nin İran'a karşı kendi kamuoyları başta olmak üzere destek almasını zorlaştırıyor.

ABD'nin 2002-2012 sürecinde Irak ve Afganistan'da devam savaşları İran kendi lehine olağanüstü bir soğukkanlılık ve başarı ile kullanmıştır. Tahran bir yandan hem Afganistan hem Irak'ta kendi müttefiklerini ABD'nin müttefiki haline getirerek Washington'un dolaylı stratejik müttefiki olarak ABD'nin İran'a karşı hareket alanını tamamen sınırlandırmış, diğer yandan 10 yıl boyunca yarattığı kontrollü krizler ile petrol fiyatlarının yükselmesini, hazinesi için bir ek kaynağa dönüştürmüştür. Bu ek kaynak ve ABD'nin savaşlarının sağladığı ek zaman hem nükleer projesini geliştirmesini sağlamış hem de İran halkının fakir sınıflarına sağlanan sosyal yardım destekleri ile rejime destek zeminini güçlendirmiştir.
ABD ve AB'nin nerede ise İran'ın nükleer çalışmalarına kayıtsız laştıkları bir aşamada İsrail özellikle ABD'nin dikkatini çekmek amacı ile gerekir ise İran'ı tek başına vuracağını açıklayarak, İran-Batı nükleer görüşmelerinin tekrar başlamasını sağlamıştır.  

Nihayet Nisan 2012'de İstanbul'da P5+1 diye anılan Batılı güçler ile İran'ı bir araya getiren toplantı ile son aylarda yükselen gerilim düşürüldü. Yeni toplantının Mayıs 2012'de Bağdat'ta yapılmasına karar verildi.

Bütün bunlar olurken, Türk kamuoyu, güvenlik çevreleri ve bilim dünyası İran'ın nükleer güç ve silah üretmesi meselesine " Marslılar ile Venüslüler " arasında geçen bir tartışmayı izler gibi nerede ise kayıtsız bir şekilde izlemeyi tercih etti. Oysa, İran'ın nükleer güce dönüşmesi ve nükleer silah sahibi olması Türkiye'nin güvenliğini birinci dereceden ilgilendiriyor.

" İran'ın nükleer güce sahip olması ve bu teknolojiye dayanarak nükleer silah yapmasına nasıl bakarsınız? " sorusuna Türkiye'de her eğitim ve gelir seviyesinden büyük bir çoğunluk, " İsrail'in atom bombası var ise İran'ın da atom bombasına sahip olması gerekir. Müslüman bir ülkenin atom bombasına sahip olmalıdır " cevabını verecektir. Bu cevapta şüphesiz Batı dünyasının ahlaki zeminden yoksun çifte standardına duyulan tepkide büyük rol oynayacaktır. Ancak soruyu " İran'ın nükleer silaha sahip olması Türkiye'nin menfaatine midir? " şeklinde değiştirirsek, Türkiye'de büyük bir çoğunluk önce derin bir sessizliğe gömülecek ve sonra büyük bir çoğunluk düşünmek için zaman isteyecektir. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi meseleyi sadece " İran-İsrail " denklemi içinde düşünmeye alışmış Türk kamuoyu bu soruya hemen cevap vermeye hazır değildir.

Oysa bu sorunun cevabı basittir. 

Türkiye'nin değil, nükleer silah nükleer teknolojiye dahi sahip olmadan İran'ın nükleer silaha sahip olması, Türkiye ile İran arasında 1639'da Türkiye ve İran arasında imzalanan Kars-ı Şirin anlaşması ile iki ülke arasında tesis edilmiş olan stratejik dengeyi, güçler dengesinde köklü bir değişiklik yapacağı için ortadan tamamen kaldıracaktır. Türkiye'nin hemen yanı başında, Türkiye'nin nüfusuna sahip, Türkiye'nin iki katı büyüklüğünde, dünya petrol ve doğalgaz kaynaklarının küçümsenmeyecek bir bölümüne sahip bir ülkenin nükleer silah üretmesi Türkiye'nin lehine bir gelişme değildir.
AKP'nin yaptığı büyük hatalara rağmen Türkiye'nin stratejik ortağı Azerbaycan'ı düşman olarak gören, İran'ın % 50'sini oluşturan Türk nüfusundan dolayı Ankara'ya büyük bir şüphe ile bakan bir İran'ın nükleer silah sahibi olması, İran'dan daha güçlü bir orduya ve daha güçlü bir ekonomiye sahip Türkiye'nin elindeki bütün avantajları bir anda elinden alacaktır. Nükleer güç sahibi olan ülke ile olmaya ülke arasındaki ilişkiler, birisi elinde tabanca olan diğer olmayan iki insanın ilişkisine benzer.

Türkiye ile İran'ın arasında bir askeri çatışma tehlikesinin olmadığı, iki ülkenin dost olduğu noktasından hareket ederek, Tahran'ın nükleer silah sahibi olmasının Türkiye-İran ilişkilerine olumsuz yansımayacağını söylemek çok yanlış olur. Çünkü ülkeler arasındaki ilişkiler hızla değişebilir. Birkaç sene önce Türkiye-Suriye sınırının mayından temizlenmesi projesini İsrail'e vermek isteyen Türkiye, bugün İsrail ile ağır bir sürtüşme süreci içinde görünmektedir. Daha on ay önce Türkiye-Suriye hükümetleri ortak kabine toplantısı yaparken, bugün Ankara, Şam hükümetini devirmek isteyen güçlerin başında gelmektedir.

Türkiye-İran ilişkilerinde 1639'dan buyana bir stratejik denge kurulmuş olsa da aradan geçen yüzyılların tamamen sorunsuz olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün de Ankara ve Tahran karşılıklı menfaatlerden dolayı, aralarındaki büyük çelişkilere rağmen geliştirdikleri "tahammül politikası" ile birbirlerine katlanmaktadırlar. Yarın iki ülke arasındaki ilişkiler çok iyi olabileceği gibi çok kötü de olabilir. Üstelik İran'ın nükleer silaha sahip olmasından sonra Türkiye üzerinde baskı gücü artacak, Tahran'da bazıları, "Türkiye ile ilişkileri eskisi gibi dengeli tutmasak da olabilir" noktasına daha kolay gelebilecektir.
Hazar Denizi'nde İran savaş gemilerinin Azerbaycan gemilerini taciz etmesinden sonra Türk savaş uçakları Bakü üzerinde gösteri uçuşu yaparak, Tahran'a "buraya kadar" mesajı vermişlerdi. Nükleer bir İran'a bu kadar kolay mesaj vermek veya İran'ın mesajı kolay algılaması mümkün olmayacaktır. Öte yandan İran eğer bugün nükleer güç olsaydı, Türkiye'nin mevcut Suriye politikasını izlemesinin çok daha güç olduğu hatırlanmalıdır. Üstelik, nükleer bir İran karşısında nükleer silahı olmayan bir Türkiye Batıya daha fazla savunma konusunda bağımlı olacaktır.

Dünyanın en büyük ekonomik güçleri arasında olan ve son 20 yılda askeri alanda yaptığı önemli atılım ile dünyanın en etkin ordularından birisini kuran Japonya, fakir ancak nükleer güç olan Kuzey Kore karşında haklı bir tedirginlik içinde iken Türkiye'nin nükleer bir İran ile rahat bir şekilde yan yana yaşaması mümkün görünmemektedir.

Bu noktada akla gelebilecek temel soru, İran'ın nükleer silah yapmasının Türkiye'nin de nükleer silah yapmasına yol açıp açmayacağıdır. Ne yazık ki Türkiye İran gibi bağımsız bir ülke değildir ve içinde olduğu ittifak yapısı Türkiye'nin nükleer silah yapmasına izin vermeyecektir.

Bu anlamda İran'ın nükleer silah elde etmesini engelleyecek bütün barışçıl girişimler Türkiye'nin lehinedir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2012/04/18/6569/nukleer-bir-iran-ve-turkiye-iran-dengesinin-bozulmasi


..