1964 VE 1967 KIBRIS KRİZLERİ SIRASINDA ABD’NİN KIBRIS POLİTİKALARI, BÖLÜM 2
Çalışmanın konusu 1964 ve 1967 Kıbrıs krizleri sırasında ABD’nin Kıbrıs
politikaları olduğu için “Kıbrıs sorununun tarihsel arka planı”, “sorunun taraflarının soruna yönelik tezleri”, “Kıbrıs’ta toplumlar arası çatışmaların seyri” gibi konulara detaylı olarak değinilmemiş, bu konulardan ancak esas konunun gerektirdiği yerlerde ve ölçüde bahsedilmiştir. Kıbrıs sorununa taraf olan ülkelerin soruna yönelik girişimlerine ve görüşlerine yer verilirken de mümkün olduğunca nesnel bir yaklaşımla taraflara eşit uzaklıkta durulmaya çalışılmıştır. Ancak burada, özellikle tarih alanındaki bilimsel çalışmalarda nesnellik konusu hakkında birkaç söz söylemek gerekmektedir.
Meşe’ye göre, “Tarih, siyasal bir kimlik oluşturmak için yapılan büyük
çabaların merkezi alanlarından biridir. Tarih, ölü bir dün olmanın dışında bu işlevi de görür. … Tarih yazımı esas olarak bir bilinç oluşumu/oluşturumu süreci olarak ele alınabilir. Siyasi anlamda, üretilen tarih ile toplum kendi ne’liğinin bilincine varır. Çünkü tarih, bir zihin inşa sürecidir. Bu süreç objektiflik algısı ya da yanılgısını da beraberinde getirir.”17 Meşe’nin bu haklı sözleri, bu çalışmada da yansımalarını bulabilir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki bu çalışmanın yazarı mevcut metin aracılığıyla herhangi bir siyasal kimlik ya da bilinç oluşturmayı amaçlamamaktadır.
Bu durumda nesnelliğe zarar verebilecek söz konusu yansımaların, ancak ve ancak bu çalışmanın oluşumu sürecinde kullanılan kaynaklardan ortaya çıkabileceği iddia edilebilir. Kıbrıs sorununun yakın dönemlerine dek oluşturulan ve Türk ve Yunan kökenli bazı yazarlara ait olan eserler, Türkiye ve Yunanistan ’ın Kıbrıs konusundaki resmi tezlerini haklılaştırma amacına hizmet ediyor gibi görünmektedir.18 Bu durum esasen Kıbrıs sorununun bu iki ülkede de bir “milli mesele” olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak amaçları ve etkileri ne olursa olsun, bu tür kaynakları göz ardı ederek Kıbrıs sorununa ilişkin bir çalışma yapmak da mümkün görünmemektedir. Bu nedenle söz konusu eserlerin kullanılmasıyla ortaya çıkabilecek öznellik etkisi kaçınılmaz olarak değerlendirilmelidir.
18 Nicolet’ye göre, bu tür yönelimler Kıbrıs üzerine olan uluslararası literatürü de etkilemiştir. “Rum tarafının geniş çaplı bir propaganda oluşturma ve uluslararası toplumu sorunla ilgili tutma çabaları sonucu, Kıbrıs üzerine olan uluslararası literatür, adanın son dönemki tarihi konusunda Yunan ve Rum
görüşüne dayanmaktadır.” Bkz. Claude Nicolet, “The Development of US Plans for the Resolution of the Cyprus Conflict in 1964: ‘The Limits of American Power’,” Cold War History, Vol. 3, No. 1 (October 2002), s. 96. Walker da tarihsel ve jeopolitik nedenlerle Kıbrıslı Türklerdense Kıbrıslı Rumların seslerini Batı’ya daha kolay duyurabildiklerini ve bu durumun da Kıbrıs’ın tarihi hakkındaki yorumları etkilediğini belirtmektedir. Bkz. Walker, op. cit., s. 78. Ayrıca Nicolet, Kıbrıs sorunu konusunda 1990’lara kadar olan literatürün çoğu, [o dönemde henüz tam olarak açıklanmamış olan] arşivlerden çok kişisel fikirlere dayandığı için bu çalışmaların bilimsel değerinin oldukça sınırlı
olduğunu iddia etmektedir. Bkz. Nicolet, op. cit., s. 98.
I. ABD DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN KIBRIS SORUNU
Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Avrupa devletlerinin birbirlerine üstünlük
sağlamak amacıyla sürüklendikleri rekabet ve hegemonya mücadelesi sonucu
yaşanan iki büyük savaşa tanıklık etti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan barış anlaşmalarına da yansıyan ve böylece İkinci Dünya Savaşı’nın tohumlarını atan bu üstünlük yarışı, özellikle Avrupa kıtası açısından felaketle sonuçlandı. İlki gibi önce Avrupa topraklarında başlayıp sonra geniş coğrafyalara yayılarak dünyanın büyük bölümünü etkileyen ikinci savaş sonrasında bu kıtanın devletleri, artık birbirleriyle mücadele edemeyecek kadar güçsüz duruma düştüler. Böylece dünya siyasetine Avrupalı devletlerin yön verdiği dönem kapanmış; uluslararası hegemonya kurma mücadelesinin Avrupa’nın doğusu ve batısındaki yeni süper güçler tarafından yürütüldüğü bir döneme geçilmiş oldu.
Bu yeni dönemde ortaya çıkan iki kutuplu dünya sistemi, kapitalist dünyanın
lideri olan ABD ile sosyalist dünyanın lideri olan SSCB’nin siyasi, ekonomik, askeri, ideolojik, kültürel vb. alanlarda rekabetlerine sahne olan bir “Soğuk Savaş” ortamı doğurdu. Avrupa devletlerinin eski güçlerini kaybetmeleri nedeniyle, yüzyıllardır Avrupa kıtasında şekillenen Batı değerlerini “uluslararası komünizm” tehdidine karşı koruma ve savunma görevi, savaş sonrası dönemde bunu taşımaya en yetkin konumdaki Batılı devlet olan ABD’ye düştü. Dünyanın diğer ucunda, İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa’nın bir kısmını ele geçirerek kurduğu etki alanıyla SSCB’nin de uluslararası siyasi arenada bir süper güç olarak yerini almaya başlaması, bu görevin önemini daha da artırdı. Söz konusu gelişmeler, ABD’nin dış politikasında radikal değişiklikler yapmasına neden oldu. Böylece savaş sonrası dönemde dünyanın en güçlü devleti olan ABD, geleneksel yalnızlık politikasından uzaklaşarak dünya çapında sorumluluklar almaya karar verdi.
ABD’nin bu uluslararası gelişmelerin etkisiyle 1940’ların sonu ve 1950’lerde
geliştirdiği küresel strateji, SSCB’yi ve bu ülkenin Doğu Avrupa ile Asya’daki
müttefiklerini askeri bir saldırı başlatmaktan ve böylece “üçüncü dünya savaşı”
ihtimalini tetiklemekten caydırmak için kendi müttefikleri, ittifakları ve askeri
güçleri ile çevreleme amacına dayanıyordu.19 Amerikan gücündeki yükselişin,
“ABD’nin ‘Sovyet komünist saldırganlığı’nı çevrelemek için dünya çapında
müdahalelerde bulunabileceği, siyasi istikrarsızlık ve ayaklanmalardan kaynaklanan [statükoya yönelik] tehditlerle mücadele edebileceği ve Üçüncü Dünya’daki ulusinşası süreçlerini Amerikan liberal siyasi ve ekonomik gelişme modeline uygun olarak teşvik edebileceği” algısını desteklemesi ve bunun araçlarını sağlaması 20 da bu stratejiyi etkiliyordu. 1947 yılında ilân edilen Truman Doktrini vasıtasıyla, SSCB’den tehdit algılayan Türkiye ve Yunanistan’a yardımda bulunulması, bu doğrultuda atılan ilk adımlardan biriydi.
A. Soğuk Savaş Şartlarında Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı Ve ABD’nin Soruna Yaklaşımı
Kıbrıs’ın 1950’lerin ortalarında bir uluslararası sorun olarak ortaya çıkışı, ABD’li yetkililerin Soğuk Savaş ortamında izlemeye çalıştıkları küresel strateji
çerçevesinde değerlendirdikleri bir gelişmeydi. ABD, Kıbrıs adasını ve adada yaşanan gelişmeleri Doğu ile Batı, komünizm ile kapitalizm arasındaki küresel
düşmanlığın küçük ama önemli bir parçası olarak görüyordu.21 Bu nedenle, çok genel bir anlatımla ana hatları yukarıda belirtilen dönemde ABD’nin izlediği dış
politikanın Kıbrıs sorununa nasıl yaklaştığını daha iyi anlayabilmek için Kıbrıs’ın da yer aldığı Ortadoğu bölgesi üzerinde ABD ile SSCB arasında yaşanan etkinlik
mücadelesine bakmakta fayda vardır.
1. Soğuk Savaş’ın İlk Yıllarında Ortadoğu Bölgesinde ABD - SSCB Rekabeti İki karşıt kutbun rekabeti olarak ortaya çıkan Soğuk Savaş, silahlanma yarışına, Avrupa’nın nüfuz bölgelerine ayrılmasına ve başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın diğer bölgelerinde ABD ile SSCB arasında yoğun bir güç mücadelesi ne dayanıyordu.22 İki kutup liderinin ulusal çıkarları ve stratejik değerlendirme leri, Ortadoğu coğrafyasının kendine has özellikleri ile birleşince bu bölge Soğuk Savaş boyunca ABD ve SSCB’nin etki alanı mücadelesine sahne oldu.
Stratejik konumu ve Batı Avrupa, Japonya ve bir ölçüde ABD’nin bağımlı olduğu büyük petrol rezervleri23 nedeniyle Ortadoğu, kaçınılmaz olarak Sovyet -
Amerikan askeri ve diplomatik rekabetinin odağı haline geliyordu. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’ndan eski güçlerini kaybetmiş olarak çıkan İngiltere ve Fransa gibi
Batı dünyasının başlıca sömürgeci devletlerinin Ortadoğu’da yükselen ulusçu luğun da tepkisiyle bölgedeki sömürgelerinden çekilmeleri, bu rekabeti etkileyen başka bir gelişmeydi.24 Çünkü bu dönemde, ABD ile SSCB arasında “sömürgeci devletlerin Ortadoğu’dan çekilmeleriyle bölgede oluşan güç boşluğunu doldurma” mücadelesi de yaşanıyordu.25
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasının temel taşları, “Batı açısından
hayatî önemdeki petrol kaynaklarının savunulması, İsrail’e yönelik taahhütlerin
gerçekleştirilmesi ve Sovyet yayılmacılığının önlenmesi”ydi.26 SSCB’ye karşı
koyma amacında ABD ile birleşen İngiltere ise, bölgedeki askeri ve siyasi
sorumluluklarını yavaş yavaş bu ülkeye devretmesine rağmen, bazı özel ekonomik çıkarlarını koruma konusunda müttefiki ile anlaşmazlık yaşıyordu. Bu anlaşmazlığın başlıca nedeni, İngiltere’nin savaş sonrasında neredeyse topyekûn bir ekonomik çöküşte olması ve bu alanda iyileşme için Marshall Planı’na güvenmesiyle Ortadoğu’ya sızmaya başlayan ABD’nin27 “sömürgeciliğin düzenli bir şekilde sona erdirilmesinin, bağımsız Ortadoğu devletlerinin Batı kampında kalmasını sağlayacağını ve bölgede Amerikan etkisinin sürdürülmesine yardım edeceğini” düşünmesiydi.28 İki ülke arasındaki bu anlaşmazlık, 1956 yılında Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın Kanal Şirketi’ni millileştirmesi üzerine
İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a askeri müdahalede bulunmalarıyla yaşanan
Süveyş Krizi’nde doruğa çıktı. ABD, kriz boyunca SSCB ile birlikte tutum takınarak, İngiltere, Fransa ve İsrail’i saldırganlıkla suçladı ve kınadı.29
1945 - 1953 yılları arasında ABD Başkanlığı görevini yürüten Harry S.
Truman ve 1949’dan itibaren kendisine ABD Dışişleri Bakanı olarak eşlik eden Dean Acheson, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ülkelerinin izlediği dış politikanın başlıca mimarlarıydı. ABD diplomasisinin Başkan Truman döneminde oluşturulan “bölgesel ittifaklar, kolektif güvenlik, dış yardım ve Birleşmiş Milletler’in desteklenmesi” gibi temel prensipleri, sonraki ABD Başkanı Dwight David Eisenhower döneminde sadece devam ettirilmedi, aynı zamanda genişletildi.30 Zamanla Truman Doktrini, askeri çevreleme düşüncesinden küresel politikanın genel bir ilkesi hâline, Marshall Planı da Batı Avrupa ile sınırlı bir ekonomik iyileştirme tekniğinden “küresel dış yardım ilkesi”ne dönüştü.31
Bu stratejinin en açık biçimde dışavurumu Süveyş Krizi sonrasında ilan
edilen, 5 Ocak 1957 tarihli Eisenhower Doktrini’ydi. Eisenhower Doktrini’nin ortaya çıkmasındaki en büyük etken, Süveyş ateşkesinden sonraki haftalarda
“Ortadoğu’daki güç boşluğunun komünizmin yayılması için yeni fırsatlar yarattığı” endişesinin Washington’a hâkim olmasıydı. Bu doktrin, etkili bir karşı önlem alınmadıkça, Ortadoğu’da var olan güç boşluğunun SSCB’nin sızması ile
doldurulacağını savunarak, uluslararası komünizm tarafından tehdit edilen bölge
devletlerine ekonomik ve askeri destek teklif ediyordu.32 SSCB’nin etki alanını
genişletmesini önlemek amacıyla 1947’de Türkiye ve Yunanistan’a verilen desteğin istenen sonucu doğurması da, ABD’nin bu yöntemi Ortadoğu’daki ülkelere uygulayabileceği düşüncesini destekleyen bir gelişmeydi.33 Bu nedenle, Truman Doktrini’ni tamamlama amacı taşıyan Eisenhower Doktrini, daha çok Ortadoğu’nun kalbindeki Arap devletlerini savunmak için oluşturulmuştu.34
Eisenhower Doktrini, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan’da test edildi, ancak
zamanla işlevsiz olduğu kanıtlandı.35 Bu durumun başlıca nedeni, 1950’lerde esasen Ortadoğu’daki iki sömürgeci güce, İngiltere ve Fransa’ya yönelen ulusçu ve emperyalizm karşıtı hareketlerin -Başkan Eisenhower ve Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ikilisinin komünizm karşıtı ittifaklara yönelik takıntıları nedeniyle-ABD’yi de başka bir emperyalist güç olarak görmeleriydi. Arap devletlerinin gelenekçi, monarşik rejimleri ile Lübnan’ın Batı yanlısı hristiyan hükümetini, devrimci ulusçuluğun yükselen dalgalarına karşı korumayı amaçlayan doktrin ile ABD, aslında SSCB’nin bölgede etkin olma amacına hizmet etmiş oldu. 1958’in sonuna gelindiğinde ABD’nin Eisenhower Doktrini’ne dayanan Ortadoğu politikasının başarısız olduğu görüldü. Ortadoğu’da yeni yeni ortaya çıkan radikal, ulusçu ve Batı karşıtı güçlerin yine bu bölgedeki muhafazakâr, statükocu ve Batı yanlısı rejimlere gözle görülür bir üstünlüğü vardı.36
Böylece SSCB’nin Ortadoğu’ya nüfuz etmesi için uygun bir döneme gelinmiş
oldu. Batı’nın sömürgeci geçmişi ve bölgedeki ulusçu hareketleri yanlış algılaması nedeniyle 1950’lerin sonlarında SSCB, Ortadoğu’da ABD’ye göre oldukça avantajlı bir konumdaydı.37 Bu dönemde Mısır, Suriye ve Irak açık bir şekilde ABD’ye karşı tutum takınmışlardı, Lübnan ise biraz daha ılımlıydı. ABD’nin sadece Ürdün ve Suudi Arabistan ile yakın ilişkileri vardı. Doktrin, SSCB’yi Ortadoğu’nun dışında tutmayı hedeflemişti ancak tam tersi bir sonuç doğurmuştu. 1958 - 1959’da SSCB bölgedeki başat güçtü.38 Bu sonuçta sadece ABD’nin izlediği Ortadoğu politikasındaki yanlışlıkların değil, aynı zamanda SSCB’nin özellikle 1950’lerin ortalarından itibaren bölgeye yönelik izlediği akılcı politikanın da etkisi vardı.
SSCB, İkinci Dünya Savaşı’nın büyük bölümü kendi topraklarında yaşanmış
ve bu savaşta diğer tüm savaşan devletlerden daha fazla zaiyat vermiş olmasına rağmen, bu büyük mücadeleden dünyanın en güçlü ikinci devleti olarak çıkmıştı.39
SSCB için savaş sonrası dış politikada en önemli konu Batı ile küresel düzeyde
rekabet ve ABD’nin uyguladığı çevreleme politikasını ortadan kaldırma çabasıydı. ABD’nin Ortadoğu’da hâkimiyet kurma ve SSCB’yi çevreleme girişimleri, Sovyetlerin bu bölgeye yönelik politikalarını şekillendiren en önemli unsurlardı.40
Batı’nın Ortadoğu’ya gösterdiği ilginin temelinde yatan olgular, bölgeyi
SSCB açısından önemli kılan nedenlerle büyük ölçüde benzeşiyordu. SSCB,
Ortadoğu petrolünün [çöken ekonomilerini tekrar düzeltebilmek için bu kaynağa
bağımlı olan] Batı devletlerine akışının engellenmesi durumunda, ABD’nin
liderliğindeki kapitalist dünyadan algıladığı tehditlerin azalacağını düşünüyordu. Bu nedenle Ortadoğu petrolü, bölgenin sahip olduğu muazzam petrol kaynaklarına bağımlı olmamasına rağmen, SSCB’nin bölgeye gösterdiği ilginin başlıca nedenlerinden biriydi. Bölge ülkelerinde ulusçu ve emperyalizm karşıtı hareketlerin varlığı da Batı dünyasıyla rekabet içinde olan SSCB için önemli bir etkendi. Ayrıca Ortadoğu, ABD’den çok SSCB topraklarına yakın bir bölgeydi.41
Bu şartlar altında, Josef Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel
Sekreteri olduğu dönemde SSCB’nin Ortadoğu politikası, “bölgede emperyalizm
karşıtı faaliyetler yürüten hareketlere ve yerel komünist partilere, ekonomik durumun elverişsizliğinden ötürü en azından sözlü destek verilmesi” anlayışıyla yürütüldü. Stalin’in 1953 yılında ölümüyle yerine geçen Nikita Kruşçev döneminde “Sovyet yanlısı olsun ya da olmasın, Batı karşıtı olan her türlü hareketi desteklemenin Ortadoğu’da var olan Batı etkisini zayıflatacağı” düşüncesiyle bu destek artırıldı.42 Stalin sonrası SSCB’nin Ortadoğu politikasındaki amaçları, ABD ittifak sistemini bozmak, Batı’nın etkisini ve pozisyonunu zayıflatmak, bölge ilişkilerinde SSCB’nin rolünü ve etkisini genişletmek ve bölgede bir Pax-Americana kurmaya çalışan ABD’nin çabalarına engel olmak şeklinde sıralanıyordu.43
Bu amaçlara ulaşmak için, 1950’lerin ortalarındaki Sovyet girişimleri, 1940’ların ortalarında Stalin’in yaptığı girişimlerden çok daha akıllıca tasarlandı ve
yürütüldü.44 Nikita Kruşçev’in Ortadoğu stratejisi, bölge hükümetlerine gözdağı
verme veya bölge dışı güçlerle pazarlık yaparak kazanç sağlama ihtimalini de
dışlamamakla birlikte, daha çok yerel güçlerin Batı aleyhine yönlendirilmesine
dayanıyordu.45 Sonuçta gerek bu stratejinin başarısı, gerek ABD’nin izlediği
Ortadoğu politikasının başarısızlığı, gerekse Ortadoğu bölgesindeki ulusçu
hareketlerin etkisiyle, yukarıda da belirtildiği gibi, 1960’lara gelindiğinde bölge
üzerindeki Sovyet - Amerikan rekabetinde SSCB üstün olan taraftı. Bu durum,
ABD’deki yönetim değişikliğinin de etkisiyle Washington’ın Ortadoğu’ya
yaklaşımında farklı yöntemler benimsemesine neden oldu.
Başkan Eisenhower, Ocak 1961’de halefine, sekiz yıl önce devraldığı ve
temel çizgileri değişmeden kalan bir dış politika bıraktı.46 Yeni Başkan John
Fitzgerald Kennedy döneminde de ABD’nin Ortadoğu’yu savunması gerektiği
düşüncesi devam etti. 1960’ların ilk yıllarında Ortadoğu’ya yönelik ABD
diplomasinin temelinde “devamlılık, taraf tutmama ve taraf olmama” gibi ilkeler
yatıyordu. Bu ilkelerden de anlaşılabileceği gibi, Eisenhower Doktrini ile bölge
ülkelerindeki Batı yanlısı güçlere verilen açık desteğin tepki çekmesi nedeniyle, bu kez Amerikalı siyasetçiler Arap ulusçuluğuna daha ılımlı yaklaşmayı amaçlıyorlardı.
Arap ulusçuluğunun gücünün Sovyet yayılmasını caydırmaya yönelik olarak
kullanılabileceği düşünüldüğünden, bu yükselen ulusçuluğa destek olarak, Arap
liderlerine ekonomik yardımda bulunuluyordu. Aynı zamanda petrolün bölgeden
Batı’ya düzenli bir şekilde akmasının önemi de göz önünde tutuluyordu.47
ABD’deki yeni yönetim, Ortadoğu politikasını böyle temkinli bir yaklaşımla
oluştururken, genel olarak dış politikada daha sert bir tutum benimsiyordu.
Ambrose’ye göre, bunun nedeni Kennedy ve çevresindekilerin Eisenhower’ın
yeterince saldırgan olamadığını, tavizler verdiğini ve ülkeyi, büyük işler başarma yolunda harekete geçiremediğini düşünmeleriydi. Temelde Eisenhower, Soğuk Savaş’ın askeri yöntemlerle çözüme kavuşturulabileceği ya da ABD’nin dünyanın kaderini tayin edebileceği yönündeki görüşleri reddediyordu. ABD’nin oynayacağı rolün sınırlılığını kabul etmişti. Kennedy ise bunu kabul etmiyordu ve Eisenhower’ın pasif kaldığını düşündüğü her konuda etkin olmaya niyetleniyor du.48
ABD’nin dış politikadaki bu sert tutumu, bu dönemde nükleer silahlar
bakımından ABD’yle rekabet edebilecek seviyede olan SSCB’de de karşılığını
bulunca, iki süper güç, Ekim 1962’de Küba Füze Krizi nedeniyle ilk kez doğrudan karşı karşıya geldiler. Soğuk Savaş tarihinin doruk noktasını oluşturan bu krizde, iki ülkenin itibar mücadelesinin dünyayı bir nükleer savaşla yok olmanın eşiğine getirdiği görüldü. Bu bunalımdan sonra Yumuşama olgusu yavaş yavaş uluslararası alanda hissedilmeye başladı.
1950’lerdeki ve 1960’ların başlarındaki Macar ayaklanması, Üçüncü Dünya ulusçuluğunun ve bağlantısızlığının yükselişi, Küba’da Fidel Castro’nun iktidarı
alması, SSCB’nin Sputnik uydusunu fırlatması, Küba Füze Krizi ve Hindi Çini’ndeki savaş gibi bazı olaylar Amerikan korkularını besledi, Amerikan siyasetini etkiledi ve ABD dış politikasının Soğuk Savaş siyasetindeki devamlılığını teşvik etti.49 Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ikinci on yıllık dönemde, ABD’nin dünya çapındaki taahhütlerinin artışı, Soğuk Savaş’taki rekabet gücünde göreli bir düşüş yaşanmasına yol açtı.50 Ancak dünya çapında kurulan ittifaklar sisteminin, özellikle de NATO ittifakının gücü ve dayanıklılığı konusu, Amerikan dış politikasının öncelikli ilgilerinden biri olmaya devam etti.51
Ortadoğu bölgesinde ABD ile SSCB arasında yukarıda anlatıldığı gibi
kıyasıya bir rekabet yaşanırken ortaya çıkan ve giderek büyüyen Kıbrıs sorunu da bu rekabetten ve Soğuk Savaş’ta Amerikan çıkarları açısından çok önemli bir rol oynayan NATO’nun istikrarı kaygısından büyük ölçüde etkilendi. 1950’lerin
ortalarında uluslararası bir anlaşmazlık hâline gelen ve 1960’lar boyunca Doğu
Akdeniz bölgesinde ABD’nin çıkarlarını tehdit eden Kıbrıs sorununa yönelik
Amerikan ilgisinin başlıca nedeni, üç NATO üyesi ülkenin -İngiltere, Türkiye ve
Yunanistan- bu sorunun tarafları olmasıydı. ABD’nin Kıbrıs’a ve Kıbrıs sorununa
bakışını şekillendiren başka etkenler 52 de olmasına rağmen bu sorun nedeniyle
NATO müttefikleri arasında bir savaş yaşanması ve böylece NATO’nun güney doğu kanadının yıkılması ihtimali, ABD’li yetkililer açısından esas önceliğe sahip konuydu.
BU BÖLÜM DİPNOTLAR;
1 Field-Marshal the Lord Harding of Petherton, “The Cyprus Problem in Relation to the Middle East,” International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Vol. 34, No. 3 (Jul. 1958), s.
2 Mehmet Hasgüler, “Kıbrıs’ta Karşılaştırmalı Eleştirel Yöntem Işığında Ulusçu Tatmin ve Siyasal Denge Modeli,” içinde Mehmet Hasgüler ve Ümit İnatçı, (ed.), Kıbrısın Turuncusu, İstanbul, Anka Yayınları, 2003, s. 10.
3 David Souter, “An Island Apart: A Review of the Cyprus Problem,” Third World Quarterly, Vol. 6, No. 3 (Jul. 1984), s. 657.
4 Guy Dundas, “Cyprus from 1960 to EU Accession: the Case for Non-Territorial Autonomy,” Australian Journal of Politics and History, Vol. 50, No. 1 (2004), s. 86.
5 Constantine P. Danopoulos, “The Greek Military Regime (1967-1974) and the Cyprus Question – Origins and Goals,” Journal of Political and Military Sociology, Vol. 10 (Fall 1982), s. 258.
6 Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ankara, Ümit Yayıncılık, 1993, s. 53.
7 Şüphesiz, süper güçlerin -özellikle de Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin-Kıbrıs’a ve Kıbrıs sorununa ilgi duymalarının tek nedeni adanın stratejik coğrafi konumu değildir. ABD açısından Kıbrıs’ın önemine ilerde detaylı olarak değinilecektir.
8 Danopoulos, op. cit., s. 258-259; Gürel, op. cit., s. 53; George A. Kourvetaris, “Greek and Turkish Interethnic Conflict and Polarization in Cyprus,” Journal of Political and Military Sociology, Vol. 16, (Fall 1988), s. 192.
9 Jacob M. Landau, “Johnson’s Letter to İnönü and the Greek Lobbying at the White House,” The
Turkish Yearbook of International Relations, Vol. 14 (1976), s. 45.
10 Ellen B. Laipson, “The United States and Cyprus: Past Policies, Current Concerns,” içinde Norma Salem, (der.), Cyprus: A Regional Conflict and its Resolution, New York, St. Martin’s Press, 1992, s. 90.
11 Christian Heinze, “The Cyprus Conflict, the Western Peace System is Put to the Test,” The Turkish Yearbook of International Relations, Vol. 4 (1963), s. 44.
12 Ibid., s. 45.
13 Joshua W. Walker, “A Turkish-Cypriot Perspective: Rauf Denktash and Nancy Crawshaw on Cyprus,” Alternatives, Vol. 4, No. 3 (Fall 2005), s. 78.
14 Aralık 1963’ten Ocak 1969’a kadar ABD Başkanlığı görevini yürüten Lyndon Baines Johnson döneminde ABD’nin Kıbrıs politikasına ilişkin çeşitli belgeler “1964-1968, Kıbrıs; Yunanistan; Türkiye” başlığı altında, 15 Ağustos 2002 tarihinde yayınlanmıştır. Bkz. “Status of the Foreign
Relations Series,” Volumes Published In 2002, http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/27363.htm (Erişim Tarihi: 25.05.2009).
15 “Foreign Relations of the United States,” http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/index.htm (Erişim Tarihi: 25.05.2009).
16 “Status of the Foreign Relations Series,” May 2009, http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/123567.htm (Erişim Tarihi: 25.05.2009).
17 Ertuğrul Meşe, “‘Malumun İlânı’: Bir Konferansın Düşündürdükleri,” Birikim, Sayı 235 (Kasım 2008), s. 49.
19 Jerel A. Rosati, The Politics of United States Foreign Policy, Fort Worth, Harcourt Brace College Publishers, 1999, s. 29.
20 Ibid., s. 48.
21 Nicolet, op. cit., s. 96.
22 İlker Aktütün, “Soğuk Savaştan Küresel Tiranlığa,” içinde Toktamış Ateş, (der.), ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2004, s. 252.
23 Ortadoğu, 1950’lerin ortalarında, dünyanın o zaman için bilinen petrol rezervlerinin % 64’üne sahipti. Bkz. Stephen E. Ambrose, Dünyaya Açılım: 1938’den Günümüze Amerikan Dış Politikası, çev. Ruhican Tul, Ankara, Dış Politika Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 135. Ortadoğu’daki petrolün ABD ve SSCB açısından önemi için bkz. Şükrü Sina Gürel, Ortadoğu Petrolünün
Uluslararası Politikadaki Yeri, Ankara, AÜSBF Yayınları, 1979.
24 Bölgedeki Batı çıkarlarını korumanın sorumluluğu 1950’lere kadar büyük ölçüde İngiltere ve Fransa tarafından üstlenilmişti. Savaş sonrası dünyanın ekonomik ve siyasi şartları, bu ulusları, bölgedeki emperyal bağlantılarını azaltmaya veya ortadan kaldırmaya zorladı. Bkz. Arthur S. Link,
American Epoch: A History of the United States Since the 1890’s, New York, Alfred A. Knopf, 1967, s. 837.
25 Richard H. Nolte, “United States Policy and the Middle East,” içinde Georgiana G. Stevens, (ed.), The United States and the Middle East, Englewood Cliffs, N. J., Prentice-Hall, Inc., 1964, s. 153, 157.
26 Leon T. Hadar, Quagmire: America in the Middle East, Washington, Cato Institute, 1992, s. 45.
27 Ibid., s. 44.
28 Ibid., s. 47.
29 Elie Kedourie, “Britain, France and the Last Phase of the Eastern Question,” içinde Jacob Coleman
Hurewitz, (ed.), Soviet-American Rivalry in the Middle East, New York, Frederick A. Praeger, 1969, s. 195. 30 Link, op. cit., s. 810.
31 Hans J. Morgenthau, A New Foreign Policy for the United States, London, Pall Mall Press, 1969, s. 10.
32 Hadar, op. cit., s. 47.
33 Nolte, op. cit., s. 154.
34 Ancak “ABD’nin Ortadoğu’daki devletler arasında öncelikli ilgisi Kuzey Kuşağı devletlerine Türkiye,
İran, Irak- yönelikti.” Bkz. Thomas A. Bryson, American Diplomatic Relations With the
Middle East, 1784-1975: A Survey, Metuchen, N. J., The Scarecrow Press, Inc., 1977, s. 223.
SSCB’nin etkisini Ortadoğu’ya doğru genişletmesini engellemede kilit konumda bulunan bu ülkelere
Pakistan ve İngiltere’nin de katılmasıyla 1955 yılında Bağdat Paktı oluşturuldu. Irak’ın 1958’deki
darbenin ardından pakttan ayrılması nedeniyle ittifakın adı 1959’da CENTO (Central Treaty
Organization - Merkezi Antlaşma Örgütü) olarak değiştirildi.
35 Ibid., s. 204. Doktrinin Arap ülkelerindeki siyasi gelişmelere uygulanışı için bkz. Ibid., s. 208-217; Nolte, op. cit., s. 163-170.
36 Adeed Dawisha, “The Soviet Union in the Arab World: The Limits to Superpower Influence,”
içinde Adeed Dawisha ve Karen Dawisha, (eds.), The Soviet Union in the Middle East: Policies
and Perspectives, London, Heinemann, 1982, s. 9.
37 Ibid., s. 9-10.
38 Bryson, op. cit., s. 218-219.
39 Ronald De McLaurin, The Middle East in Soviet Policy, Massachusetts, D. C. Heath and
Company, 1975, s. 6.40 Alvin Z. Rubinstein, “The Evolution of Soviet Strategy in the Middle East,” ORBIS, Vol. 24, No. 2 (Summer 1980), s. 337.
41 McLaurin, op. cit., s. 15-16.
42 Ibid., s. 7-10.
43 Rubinstein, op. cit., s. 337.
44 Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra SSCB’nin Türkiye’ye verdiği notalarda, Türk -
Sovyet sınırında SSCB lehine değişiklik yapılması ve Boğazların ortaklaşa savunulması için SSCB’ye
üs verilmesi gibi isteklerde bulunması, Türkiye’yi Batı’nın güvenlik şemsiyesi altına girmeye sevk
etmiş; böylece iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulması sürecini başlatmıştı. Bkz. Kemal H. Karpat,
“Turkish Soviet Relations,” içinde Kemal H. Karpat, (der.), Turkey’s Foreign Policy in Transition
1950-1974, Leiden, Netherlands, E. J. Brill, 1975, s. 83-84.
45 John C. Campbell, “The Soviet Union and the United States in the Middle East,” Annals of the
American Academy of Political and Social Science, Vol. 401, America and the Middle East (May
1972), s. 127.
46 Frank Freidel, America in the Twentieth Century, New York, Alfred A. Knopf, 1970, s. 566.
47 Bryson, op. cit., s. 222.
48 Ambrose, op. cit., s. 154-155. Küba’da Fidel Castro rejimini devirmek için düzenlenen Domuzlar
Körfezi Çıkarması bu anlayışın yansımalarından biriydi.
49 Rosati, op. cit., s. 46.
50 Morgenthau, op. cit., s. 14.
51 Link, op. cit., s. 812.
52 Bu konu ilerde “ABD Açısından Kıbrıs’ın Önemi” başlığı altında ele alınacaktır. Bkz. infra., s. 31.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder