DEĞİŞEN ULUSLARARASI SİSTEMDE ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI BÖLÜM 2
Başat Güç Statüsünden Yalnızlığa Giden Süreçte ABD’nin Varlık Mücadelesi
ABD bağımsızlığını ilan ettikten kısa bir süre sonra Monroe Doktrini ilan etmiş ve bu doktrinle birlikte hem kıtada hâkimiyeti sağlamanın ve hem de problemli Avrupalı devletlerin Amerika kıtasından uzaklaştırılması gerektiğini göstermiştir. Monroe Doktrini ile ABD uzun bir süre “Amerika Amerikalılarındır” mantığı ile hareket ederek yalnızlık (Armaoğlu, 2010: 996) politikası izlemiştir.
Monroe doktrini ile ABD kıtada hâkimiyetini sağlarken, Avrupa kıtasında 1815’te sağlanan Avrupa uyumu bozulmuş ve Avrupalı devletlerarasında rekabet artmış ve bu devletler sömürge yarışına hız vermişlerdir.
Özellikle Almanya’nın ulusal birliğini sağlamasıyla dönemin küresel gücü olan İngiltere ile ticari, ekonomik ve denizaşırı alanlarda rekabete girişmesi Avrupa’da dengeleri alt üst etmiştir. İngiltere ile Almanya arasındaki bu rekabet kıta Avrupa’sını kitlesel savaşlara sürüklemiştir.
Almanya’nın İngiltere’ye meydan okuması 20. yüzyılda Avrupa topraklarında iki kitlesel savaşın yaşanmasına neden olmuştur. İki ülke arasında yaşanan bu çatışmalar 20. yüzyılda ABD’nin küresel başat güç olma yolunu açmıştır.
Nasıl mı? Çok basit;
ABD’nin bugünkü gücünün altında Avrupa’da yaşanan iç savaşlar yer almaktadır. Avrupa topraklarında yaşanan I. ve II. Dünya Savaşlarında ABD, Avrupalı devletlerin savaşlarda güç kaybetmesini beklemiş ve Avrupalı devletlerin güçten düşmesiyle birlikte hem savaşın uzamasını sağlamış, hem de Avrupalı devletlere
yapmış olduğu yardımlar ile Avrupalı devletleri kendine bağımlı hale getirmiştir.
Başka bir ifadeyle ABD 1823 Monroe Doktrini ile bir yandan Avrupalı devletleri Amerika kıtasından uzak tutmayı başarmış, diğer taraftan da Avrupa’da yaşanan çatışmaları fırsata dönüştürerek Avrupa’nın iç işlerine müdahil olmuş ve Avrupalı devleri kendine bağımlı hale getirmiştir. Nitekim bu fırsatçı politika ile ABD İngiltere’nin pek çok kolonilerini veya sömürgeleri üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Yani İngiltere sömürgelerinin bir kısmını ABD’ye bırakmak zorunda kalmıştır. Çünkü her ne kadar İngiltere ve Fransa savaşın galibi tarafında yer alsalar da, savaş sonunda bu ülkeler tamamen güçten düşmüşler ve ayakları üzerinde ABD’nin yardımı ile zor durabilir hale gelmişlerdir (Nagler, 2017:33)
. Aynı zamanda da ABD 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünya üzerinde egemenliğini ilan etmiştir.
ABD’nin bu üstünlüğüne karşı II. Dünya Savaşı sonrası itibariyle Sovyet Rusya meydan okumaya başlamıştır. Sovyet Rusya’nın ABD’ye meydan okumasıyla uluslararası sitem ideolojik, askeri, siyasi ve ekonomik çerçevede Doğu
-Batı olarak iki kutuplu yapıya dönüşmüştür. Bu dönemde ikiye bölünmüş uluslararası sistem küresel Sovyet-Amerikan rekabetine dayandırılmış, sanki bütün dünya Washington ve Moskova arasındaki ilişkilere endekslenmişti
(Trenin,2001:283). Ayrıca iki devlet de nihai olarak medeniyet rollerini de belirlemiş oluyordu. Stratejik olarak ABD Batıyı ve Avrasya kıyılarını benimsemiş, Rusya ise kendi etrafında Avrasya’nın kıtasal mekânlarını birleştirmiştir (Dugin, 2004:51).
ABD - Sovyet Rusya arasındaki bu mücadele 1990’lı yılların başına kadar devam etmiştir ve neredeyse iki devlet bloklar arasında yeni bir kitlesel savaşın vuku bulmasına neden olacaklardı. Fakat dünyanın iki süper gücünden biri olan Sovyet Birliği, 1985 yılından itibaren meydana gelen iç sorunların sonucunda güç kaybetmeye başlamıştır. Bu da, aynı zamanda Doğu Blokunun dağılmasına ve Sovyet Rusya’nın parçalanmasına neden olmuştur. Sovyet Rusya’nın dağılması ile birlikte jeopolitik denge göreceli olarak Atlantikçi Batı Bloku veya piyasa medeniyeti lehine değişmiştir. Başka bir ifade ile uluslararası denge göreceli olarak ABD lehine değişti ve ABD uluslararası sistemin tek güçlü devleti olarak durumunu korumuştur.
Bu ise Batı dünyasına özellikle ABD’ye ekonomik siyasi ve askeri açıdan uluslararası sistemi yeniden şekillendirme fırsatı vermiştir.
Yeni sistem ABD’ye bu fırsatı sunarken, ABD ise pek çok uzman ve stratejistin kendilerini uyarmasına rağmen, 1990-2000’li yıllar arasında Rus tehdidini görmezden gelerek uluslararası sistemi “Yenidünya Düzeni” adı altında yapılandırmaya çalışmıştır. Oysaki Rusya, Soğuk Savaş döneminde kaybettiği gücü geri kazanmak için 1990-2000’li yıllar arasında toparlanma sürecini başlatmıştı. 1990- 2000’li yıllarda hem ekonomik hem de siyasi, askeri ve teknolojik sorunları aşan Rusya, 2000’li yıllarda eski gücüne geri dönerek, ABD’nin şekillendirmeye çalıştığı Yeni Dünya Düzeni karşısında yer alarak ABD’ye meydan okumaya başlamıştır.
Zaten ABD, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle uluslararası sistemin küresel gücünü ve etkisini birden kucağında bulmuş ve bu gücün vermiş olduğu sarhoşlukla sanki yeryüzünde kendisinden başka bir devlet yokmuş gibi hareket ederek Avrasya, Kafkasya ve özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikalarını şekillendirmeye çalışmış, diğer yandan da Küresel dünyayı tehdit eden yeni tehdit unsurlarıyla tek
başına mücadele etmek istemiştir. Çünkü ABD’nin bu dönemdeki dış politika stratejisinde ikinci bir güçlü devlete rol biçilmemiştir. ABD açısından, ABD’nin yanında yer almak isteyen devletler veya örgütler ancak onun yanında kullanılabilecek maşa olabilirlerdi. Dolayısıyla ABD 21. yüzyıl dış politikasını bir yandan demokrasi, insan hakları, insani müdahale ve terörle mücadele çerçevesinde şekillendirirken, diğer taraftan da böl parçala yönet mantığı ile hareket ederek PKK, YPG, DEAŞ ve FÖTÖ gibi terör örgütlerini destekleyerek küresel uluslararası sistemi yeniden inşa etmeye çalışmıştır (Gazetevatan, 2017;Yeni Akit, 2017). ABD’nin 21. yüzyıl dış politikasının nihai hedefi “Genişletilmiş Ortadoğu İnisiyatifi” (Büyük Ortadoğu Projesi-BOP) projesini hayata geçirmektir. Başka bir ifadeyle ABD, temelleri 20.yüzyılın sonlarında atılan ve 43. Bush hükümeti tarafından 2004 yılında Büyük Ortadoğuadıyla duyurulan, en batıda Fas'ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan'ın
kuzeyindekiKarakurum yaylalarına, Kuzeyde Türkiye'nin Karadeniz kıyılarından Güney’ de AdenveYemen'e kadar uzanan bölgede, Müslüman ülkelere demokrasi ihracını ve bu ülkelerin pazarlarının Batı’ya özellikle ABD’ye açılmasını amaçlamış tır. Zira ABD bu proje ile Batı dışında yükselmeye başlayan Çin, Hindistan, Rusya, İran ve Türkiye gibi ülkelerin ikinci bir gücü oluşturmasının önüne geçerek kendi menfaatlerini korumayı ve enerji kaynaklarını kontrol altına
almayı hesaplamaktadır (Açıkgöz, 2006: 81; Çakmak, 2006: 164–165).
Fakat ABD bu yeni politikayı hayata geçirmeye çalışırken, bir yandan Soğuk Savaş psikolojisinden kurtulmuş Rusya’yı göz ardı etmiş, diğer taraftan da Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya, İran ve Türkiye gibi ülkelerin etkisinin devam ettiği topraklarda ayrılık yanlısı terör gruplarını destekleyerek, bölgede veya coğrafyada isyanlar çıkartarak nüfus kurma stratejisini tercih etmiştir. Başka bir ifade ile ABD, 20.yüzyıl- Soğuk Savaş dönemi iş birliği politikasını terk ederek, özellikle Ortadoğu coğrafyasını yalnız başına şekillendirmek istemiştir. Ayrıca ABD “Yenidünya Düzeni” altında uluslararası sistemi, özellikle de Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye çalışırken,hemAvrasya’da, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Rusya’yı çevreleyerek Rusya’nın bölgedeki nüfusunu kırıp, yalnızlaştırma politikasını uygulamaya koymuş, hem de bir zamanlar bölgede hâkimiyet sağlamış batılı- İngiltere, Fransa ve Türkiye gibi ülkeleri planına dâhil etmemiştir. Dolayısıyla ABD hem Rusya’yı, hem de bir zamanlar bölgede hâkimiyet sağlamış Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye’yi ve bölgeyi20. yüzyılda şekillendirme hevesi içerisinde olan Sykes-Picot ittifakını hesaba katmamıştır.
Yukarıda ifade edilen devletlerin “Yeni Dünya Düzeni” planına dâhil edilmemesinin veya etkisiz hale getirilmeye çalışılmasının faturası ABD’ye pahalıya mal olmuş ve özellikle ABD’nin 2000’li yıllarda Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme yönelik girişimleri gerek Rusya, gerekse diğer ittifaklar tarafından
engellenmiş ve ABD’nin başarısız olmasına neden olmuştur. 11 Eylül terör saldırısıyla ABD Ortadoğu projesini hayata geçirmek için düğmeye basmış, saldırı sonrası ABD, Afganistan ve Irak topraklarının işgal etmiş ve işgaller sonrasında İslam dünyasını adeta ikiye bölünmüştür. ABD’nin 11 Eylül terörü sonrasında İslam dünyasını hedef seçmesi ve İslam ülkelerini terörist olarak göstermesi, akabinde de George Bush’un haçlı seferi (Erler, 2017: 8) tanımlamasında bulunması, İslam dünyasında ABD’ye karşı öfkeli seslerin yükselmesine neden olmuştur. İslam dünyasının bu öfkesi ABD’nin Ortadoğu ve Afrika bölgesinde veya coğrafyasında yandaş ve güç kaybetmesine neden olmuştur. Birde 11 Eylül sonrası ABD’nin Afganistan ve Irak operasyonlarının gerekçesi olan nükleer silah gerekçesinin asılsız olduğunun belgelerle deşifre edilmesi, ABD’nin asıl amacının ortaya çıkarmıştır. Özellikle ABD’nin 2003 Irak operasyonun asıl hedefinin Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirmek olduğunun deşifre
edilmesi sonucu bölge ülkelerinin tepkisi daha da artmış ve bu durum bugün bölgede ABD’nin birkaç ülke haricinde dostunun kalamamasına neden olmuştur. Aynı zamanda bu gelişme ABD’nin bölgedeki ve uluslararası sistemde gücünün zayıfladığı anlamına gelmektedir.
Evanjelizm–Siyonizm-BOP İttifakına Karşı Yeni Sykes Picot İttifakı veya Yeni İpek Yolu Projesi mi?
2000’li yıllarda ABD’nin tek başına dünyanın jandarmalığına soyunması, “Yenidünya Düzenini” tek kutuplu olarak algılaması ve 21.yüzyılın tek süper gücü gibi davranması Rusya’nın tepkisini çekmesine neden olmuştur. Ayrıca ABD’nin 11 Eylül sonrası NATO’nun sınırlarını Rusya’nın yakın sınırlarına doğru genişletme çabası ve Rusya coğrafyasında gerçekleşen renkli devrimlerin arkasında ABD’nin olması, Rusya’yı hayli endişelendirmiştir. Bu gelişmeler karşısında Rusya, özellikle Putin’in iktidara gelmesiyle uluslararası arenaya geri dönmüş ve ABD’ye meydan okumaya başlamıştır.
ABD’nin 2003 Irak operasyonu sonrası Rusya 2008 yılında Gürcistan, 2014’te Ukrayna, 2015’te Suriye’de ABD’ye karşı tepkisini ve kararlılığını ortaya koymuş ve iki tarafta Baltık’ta, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da Karadeniz’de Libya’da, Irak’ta ve Suriye’de karşı karşıya gelmişlerdir(Yeni Akit, 2016). Hatta uluslararası kamuoyu bu iki ülkenin bahsedilen bölgelerde sert restleşmelerine tanık olmuş ve bu restleşmeleri Rusya’nın ABD’ye meydan okuması olarak değerlendirmiştir. Rusya’nın ABD’ye meydan okuması ABD’yi endişelendirmiştir. Fakat ABD’nin tepkisi Rusya’ya göstermelik ekonomik ambargo uygulama kararından ileri gidememiştir. Dolayısıyla ABD Rusya’nın 2008’te Gürcistan, 2014’te Ukrayna ve 2015’te Suriye’deki faaliyetlerini sessizce izlemiştir. Bunun en açık göstergesi Rusya, Türkiye ve İran’ın Suriye soruna çözüm ararken Astana ve Soçi görüşmelerine ABD’yi dâhil etmemeleridir (Bernath, 2018). Büyük umutlarla ABD başkanlığına oturtturulan Trump yönetimi dahi uluslararası gelişmelere veya sorunlara çözüm üretememesi ABD’nin gücünü kaybettiği
ve var olma çabası içerisinde olduğunun göstergesidir.
ABD’nin yalnızlaştığının bir göstergesi de Batılı pek çok devletin, özellikle de İngiltere ve Fransa’nın günümüz ABD politikalarını desteklememesidir. Geçmiş tarihten de hatırlanacağı üzere Fransa zaten ABD’nin Avrupa’nın iç işlerine karışmasını istememekteydi. Hatta Soğuk Savaş döneminde dahi Fransa NATO’nun Avrupalı devletlerin güvenlik politikalarına müdahil olmasına karşı olmuş, Avrupalı devletlerin kendi güvenlik sistemini kurmasını istemişti. Ve hatta Fransa İngiltere’nin ABD ve NATO yanlısı dış politika uyguladığı gerekçesiyle uzun bir süre İngiltere’nin AET’ye katılmasını veto etmişti. Bugün de Fransa’nın Soğuk Savaş dönemindeki dış politika anlayışı devam etmektedir. Üstelik ABD’deki ciddi araştırma kuruluşlarından PEW’in Ağustos 2017 raporuna göre Fransız halkının yüzde 36’sı Trumplı ABD’yi bir tehdit olarak algılamaktadır (PEW, 2018). Fransız halkının ABD’yi bir tehdit olarak algılaması Fransa’nın dış politikasına yansımaktadır. Macronlu Fransa’nın son zamanlarda ABD’nin özellikle İran, K. Irak ve Kudüs gibi önemli Ortadoğu politikalarında ABD’yi desteklemediği görülmektedir.Bugün Macron liderliğindeki Fransa küreselleşme ye vurgu yaparak liberal bir yaklaşımla çok taraflı bölgesel denge politikası izlemektedir. Başka bir ifade ile Fransa’nın Ortadoğu stratejisi, ABD’den farklı olarak liberal politika eşliğinde, çok taraflı, bölgesel denge anlayışına dayalı, savaştan önce diplomasiye önem veren ve teröre karşı iş birliğine dayanan mücadele anlayışına dayanmaktadır(Tamer, 2017). Dolaysıyla Fransa bölgede 20. yüzyılda olduğu gibi aktif bir siyaset izlemek istemektedir. Fransa’nın bu stratejisi ABD ile uyuşmadığı gibi, akıllara ABD’nin BOP’na karşı, “Fransa’nın yeni bir SykesPicot mu doğuruyor? “ sorusunu akıllara getirmektedir. Fransa’nın bölgeye yönelik stratejisine bakıldığında, Fransa’nın stratejisinin, Ortadoğu
bölgesinde yeni bir ittifak ilişkileri kurmak ve bölgede ABD’nin nüfusunu kırmak adına önemli bir araç olduğu ifade edilebilir. Fransa’nın yeni Ortadoğu açılımı ABD’yi “Yenidünya Düzeni projesinin ”hayata geçirilmesi hususunda hem yalnızlaştırmış, ABD’ hem de uluslararası alanda güç kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca Fransa gibi Batılı devletlerin ABD’nin yanında yer almaması
ABD’nin yalnızlaşıp güç kaybetmesine neden olduğu gibi, aynı zamanda da ABD’nin terör örgütlerine yönelmesine neden olmuştur. ABD’nin terör örgütlerine yönelmesi ise Washington’un uluslararası arenada itibarsızlaşması na neden olmaktadır.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder