9 Mart 2019 Cumartesi

ÜÇ KERE BÜYÜK HERMES İDRİS PEYGAMBER, BÖLÜM 6

ÜÇ KERE BÜYÜK HERMES İDRİS PEYGAMBER, BÖLÜM 6





 İslam’da Hermetizmin gerileyişi 

10. yüzyılın başlarından itibaren Mutezile’nin aşırı görülen akılcılığı ile Selefiye’nin ihtiyaca cevap vermeyen koyu muhafazakârlığı arasında mutedil bir yöntem benimseyen Sünni kelam ekolleri İslam’da etkinlik kazanmaya başlamıştır. Sünnî İslâm’ın Bâtınîlere bakışı gayet açıktır. Abbasi halifesinin sarıldığı Gazâli’ye göre Bâtınîler, gizli teşkilatları içinde istediklerini yapmakta ancak dışa karşı takiyyeyi ileri sürmektedirler. Bâtınî olduğunu ifade eden kişi mürted sayılır, dinden çıkmıştır, bu yüzden onun fıkhî hükmü kâfirden daha 
ağırdır, katli vaciptir72. Gazâliye göre Bâtınîlere aman verilmemeli, şiddetle cezalandırılmalı ve takibata uğratılmalıdır. Felsefeye ve yarattığı kuşkuların iman üzerindeki ‘yıkıcı’ etkisine köklü eleştiriler yöneltmiş olan Gazali (1059-1111) (gençliğinde kapsamlı bir felsefe öğrenimi görmüş olmasına rağmen73) felsefede zayıftı. Öte yandan felsefe ile din birbirine karıştırmıştır. Gazzalî hayatının büyük bir kısmını girdiği tasavvuf yolunda çalışmakla geçirmişti. Gazzali'ye göre mutasavvıflar İlâhî sırlara erişmek için bilginlerin yazdıkları kitapları okumaya muhtaç değildiler. Allah’a kavuşmak için hakikî yol dünya ile bütün alâkayı kesmektir74. Öyle ki kalpte aile, çocuk, mal, vatan ve ilim gibi şeylerin varlığı ile yokluğu eş düzeyde (müsavi) olmalıdır. Yaptığı bazı hatalardan dolayı Gazzalî’ye gerek zamanında ve gerekse daha sonraki asırlarda itiraz edenler olmuştur. Fikirlerinde daima çelişkilere rastlamak mümkündür. 

Hermetizm’in düşüşün aşamalarını şu şekilde sıralayabiliriz; (1) Ulemanın yükselişi. (2) Felsefenin gerileyişi. (3) Hermetizmin gerileyişi. Hilafet kurumu, sınırlar büyük bir hızla genişleyen ve farklı etnik grup ve dinsel arka planlardan gelen halkları bünyesine katan heterojen bir imparatorlukta hiçbir zaman tam bir merkezi denetim sağlayabilmiş değildi. Ortaçağ İslam egemenlik alanında iktidar odakları çeşitlilik göstermekteydi. Ancak, Haçlı Seferlerinin yaklaştığı ve İsmailiye’nin muhalif akımların ideolojisi haline gelmesi, Abbasi halifelerinin daha dogmacı, sorgulamayan bir İslam anlayışına yani Sünni tercihe götürür. 

Bu daha sonra din uğruna savaşların ve sorgulamadan itaatin meşrulaştırıcı aracı olacaktır. Sünni ulemanın yükselişi ve dinsel yaşam üzerinde denetim makamı niteliği kazanışı, (Grek kökenli) bilim ve felsefe okullarına yöneltilen eleştirilerin yoğunlaşmasına, bunların gözden düşmesine ve savunucularının resmi makamların da onayıyla kovuşturulmasına ve cezalandırılmasına yol açmıştır. 

Bu tepki kuşkusuz sadece felsefeye değil, aynı zamanda Sufizm ve Şia’ya bağlanan radikal çıkışları da bu tepki gösterildi. Felsefi eğilimlerinden ötürü 
önemli İslami düşünürler Rafızîlik75 suçlamaları ile karşı karşıya kalacaklardır. 

Grek kökenli felsefe ve bilimlere yöneltilen eleştirilerin başında, “insanları kuşkuya sevk ederek imanı zayıflattıkları” gelmekte, bu konuda sık sık ayet ve hadislere başvurulmaktadır. Dindar Müslümanlardan imanı için tehlikeli olacağı gerekçesiyle, bu ilimlerden uzak durmaları beklenmekteydi. Peygamber’in Tanrı’ya “kendisini yararsız ilimlerden uzak tutması” yolundaki duası sık sık anılırdı. Peygamber’in ilim arayışının yalnızca dinsel konulara inhisar ettirilmesi ve hiçbir şekilde spekülatif ilimlere (akliyat) uygulanmaması gerektiğine ilişkin hadisler kullanıldı. Hanbeli imamı Teymiyye, ilm’den yalnızca Peygamber’den kaynaklanan bilgiyi anlamaktaydı. Bunun dışındaki her şeyi, aynı adı taşısa dahi yararsız ya da ilim dışı olarak görmekteydi76. 

 Felsefe ve diyalektik üzerine yapıtlarla ün salan Reyy Kütüphanesi 1053’te ve Şapur Kütüphanesi 1054’te ulemanın girişimleriyle yakılacaktır77. Kütüphaneler kontrol edilmekte, insanlar Rafızi kitaplar bulundurma suçlamasıyla kovuşturulmaktadır. Bu dönemden sonra artık dünya tarihine etki edecek Türk-İslam filozofları ve bilim adamları çıkmayacak, İslam dünyasında bilimin altın çağı sona erecektir. Sünni ulemanın İslam’ı geleneksizleştirme ya da 
geleneği İslamlaştırma yolundaki tüm çabalarına karşın, Hermetik gelenek bulabildiği boşluklardan su yüzüne çıkmaya çalışmıştır. İdris’i Türk-İslam inancında Hızır-İlyas ile bağlantılandıran bir yaklaşım da söz konusudur78. Evliya Çelebi, 17. yüzyılda ele aldığı Seyahatnamesi’nde Osmanlı esnaf ve zanaat örgütlenmeleri üzerinde ayrıntılı bir şekilde 
durur ve her bir zanaatın bağlandığı ‘Pir’in adını verir. “Pirleri Cibril-i Emindir ki, Cennetten ilk defa olarak divit ve kalemi Hazret-i İdris’e götürüp yazıcılara ve terzilere pir etmiştir79.” 

 HERMETİZM VE TÜRKLER 

Batınilik ve Türkler.. 

 Türkler Maveraünnehir ve İran’a yerleşmeden önce ve sonra Budist, Mazdek, Mani din Zerdüşt ve Hıristiyanlığın yayınları ve telkinleri altında kaldılar. Bâtıni inançlar en fazla Türkmen boyları arasında rağbet görmekteydi. “Bâtıniler” eski Türk dininde mevcut olan bir takım inançlar ile Şia-i Batıniyye arasındaki benzerlikleri kullanarak büyük istifade köprüleri oluşturdular. İslam’ın şer’i hükümleri arasında yer almakta olan namaz, oruç ve bunlara benzer ibadet şekillerin henüz İslamiyet’e yeni girmiş olan göçebe Türk kabileleri tarafından 
ifası ve diğer bazı meselelerin Türkmen toplulukları tarafından idraki hemen hemen imkânsız gözüküyordu. Onlar, eski dinleri olan Şamaniliğin akideleriyle Kam – Ozanların etkisi altında yaşamlarını sürdürmekteydiler80. 

 12. yüzyılın sonlarında Yusuf Hemedani’nin öğretilerinin tesiriyle, iki büyük tarikat ortaya çıkmıştı. Hoca Ahmed Yesevi Türkistan’ın birçok şehirlerinde zaviyeler açmak suretiyle kendi adıyla anılan tarikatı kurdu. 13. yüzyılın başlarında Yesevilik Siriderya, Suğud ve Maveraünnehir sınırlarına yerleşmişti. Yeseviler, Eski Türk Şamanilerini taklit ettikleri gibi, aslen İran kökenli tarikat ve inançlar da Acem ayinlerini ihya etmekteydiler. Bu tasavvufi akımlar, gerek İslam’ın dini ruhundan doğan tarikat ve gerekse kökleri Hindistan’a 
dayanan Panteizmin bir uzantısı olarak, temelde hepsi tasavvufu doğuran yabancı unsurlara bağlı Arap olmayan İslami inanç sistemleriydi. Şi.a-i Bâtıniye’den ayrılan ikinci önemli tarikat ise 13. yüzyıl ortalarında Yesevilik’ten ayrılarak Maveraünnehir ve Suğud ülkelerine nüfuz etmeğe uğraşan “Nakşibendiyye” idi. Yesevi ve Nakşî dervişleri Maveraünnehir’den 
Anadolu Selçukluları’nın hâkim oldukları ülkelere kadar yayılmışlardı. 

Hermes/İdris’in katkısı sadece Hermetik/Bâtıni ilimlerle sınırlı değildir. O, farklı bir düzlemde seküler zanaatların kurucusu ve pir’idir. 10. ve 11. yüzyıldan itibaren yaygınlaşan sufi tarikatlar, esnaf-zanaatkâr kesimlere bir ideolojik çerçeve sağlamışa benzemektedir. Pirler, tedricen formel dinsel eğitimi tekellerine alan kast-benzeri statü gruplarına dönüşmüş, Ortodoks ulemayla da karşıtlık içindeydi. Sufiler de yetke konumlarını akraba grupları içinde aktarma eğilimi göstermekle birlikte şeyhler, âlim elitin çocukları değildi, aksine daha aşağı, emekçi sınıflardan gelmekteydiler. Halk içinden çıkıyor ve kudretlerini dışsal eğitimden değil, Bâtıni arayışla kazanıyorlardı; mertebeleri, resmi orunları ve yayınlarıyla değil, kişisel karizmalarıyla tanınmaktaydılar81. Tarikatlarla emekçi örgütleri arasındaki örtüşme, örgütsel yapılarındaki benzerliklerle de kolaylaşmaktadır; erginleme, gizlilik, kişiselleşmiş ahit bağları, uzmanlaşmanın hiyerarşisinin üst basamaklarına tırmanmayı sağlayışı vb. “Sufi rehberliğinde, lonca ve kulüpler, kent halkına meşruiyetini yitirmiş merkezi yönetimi 
dengeleyen, kimi zaman da ona başkaldıran kutsallaşmış bir toplumsal dünya 
sağlamaktaydı82”. 

Bâtınî düşünce Osmanlı döneminde de zaman zaman reaksiyon göstermiş, yönetim de bu eğilimde olanları bazen sürgüne göndermiş, bazen de sınır boylarına yerleştirerek sefer durumlarında yararlanmıştır. Devletin Vehhabilik ve İsmailiye gibi mezhepleri tanımadığı, hoş görmediği, buna karşılık, Dürzilik ve Yezidilik gibi inanışları İslam inanışı dışında gördüğü halde, idari yönden sabır gösterip, eritme ve sakinleştirme yoluna gittiği biliniyor. 

Tarikatlar için de benzer bir tutum söz konusudur. Hurufilik hoş görülmemiş ve 15. yüzyılda mensupları takip, hapis ve idam edilmiş; Ticanilik hareketi İslam akidesine aykırı görülmemiş ve fakat resmen tanınıp himaye görmemiştir. Tanınmayan ve tasdik edilmeyen tarikatlar veya buna mensup olanların tekke kurumları devletçe yasak edilir, dergâh ve tekkeleri kapatılırdı. 

Tanzimat dönemi bürokratları II. Mahmut devrinin aksine Bektaşilik ve Melamilikle uğraşmak yerine zamanla bu tarikatların rehabilitasyonunu sağladılar. Genelde bütün tarikatlar üzerinde gözetleme, denetim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirdiler83. 

 Batınilik ve Tasavvuf.. 

 Yeni Eflatuncu filozofların etkileri kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Onların 
görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep oldu. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufi adını verdiler. Tasavvufa Helenistik etkiler Hâkim Tirmizi’den sonra Farabi’nin getirdiği yenilikler sayesinde girmeye başlamıştır. Şii ve Sünni mutasavvıfları birbirleriyle karıştırmamağa özen göstermek gerekir. Büyük Moğol istilasının başladığı devirlerde Batın’iyye, Zeyd’iyye, İmam’iyye, İsna.Aşer’iyye ve Ghulat-i Şi.a’dan müteşekkil fırkalar Mısır, Şam, Irak, Arap ve Acem, Azerbaycan, Faris ve Horasan ülkelerine yayılmışlardı 84. 

Cengiz Orduları’nın Harezm ülkelerine doğru hareket etmeğe başladıklarında ise bu mezheplerin mensupları da Cengiz Ordularının önünden kaçarak Orta 
Asya’dan batıya doğru göç etmek zorunda kalmışlardı. Cengiz ve Hulagu ordularının takibinden kaçan Şii unsurlar, Mısır, Şam, Irak, İran, Azerbaycan, Faris ve Horasan kıt’alarına yayıldılar. Şiiliğe giren pek çok Türkmen da’ileri Oğuz aşiretleriyle birlikte batıya doğru ilerlemekteydiler. Bu Türkmenler Selçuklulara karşı hudut muhafaza bekçiliği yapmaları maksadıyla İlhanlılar tarafından vazifelendirilmişlerdi. 

Şii âlimler Anadolu Selçukluları’nın Moğolların himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar. O yüzyıllarda, Selçuklular zamanında faaliyet gösteren en etkin Tasavvufi-Bâtıni-Tarikat mensupları Melameti, Kalenderi ve Haydari’den oluşmaktaydı. 

Bu Bâtıni-Tarikat temsilcileri daha ziyade göçebeler arasında barınan ve halka hitap etmekle görevli olan “Babalar” idi.” Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Kösedağ yenilgisi (1243) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğolların denetim alanı içerisine girdi. İşte bu fetret devrinde, Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Bâtıniye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak faaliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şii ve Batıni-Alevi babalar tarafından zaviyeler açılmaktaydı. 

 Çeşitli Türk kabileleri Anadolu’ya göç etmeğe başladıklarında özellikle de Anadolu Selçukluları’nın en debdebeli devri olan Büyük Âlaeddin Keykubad’ın iktidarına rast gelen zaman dilimi içerisinde Anadolu’da Şiilik bir hayli ilerlemiş ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in saltanatının başlangıcında Babailer ayaklanması patlak vermiş ve Hacı Bektaş da bu arada çok kuvvetli nüfuz sahibi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştı. O devirlerde Anadolu’daki Bektaşi nüfuzunun en hâkim bulunduğu yerler arasında Ankara, Sivas, Konya, Kayseri, Kırşehir ve güneye doğru yayılmış olan Türkmen Aşiretleri’nin yerleşmiş oldukları vilayetlerdi. 
Anadolu’da Alevi, Bektaşi, Kızılbaş, Dazalak, Hurufi, Rum abdalları, Kalenderiler, 
Melamiye, Haydariye, Camiye, Şemsiye, Edhemiye gibi Bâtıni kolları birbirleri ardından ortaya çıktıkları gibi bütün bu çeşitli yolların dini hükümlerdeki ihtilaflarına rağmen kendi aralarında “Bâtınilik” konusunda ortak bir zeminde birleşmekteydiler. 

 Bâtınîliğin tarihteki önemli isimleri arasında85: Hallac’ı Mansur, Hasan Sabah, Baba İlyas, Şeyh Bedreddin, Osmanlı döneminde, Pir Sultan, Hacı Bektaş Veli sayılabilir. Bunlardan Hasan Sabah ve H. Bektaş Veli dışındakiler öldürüldü. Mansur’a göre evren yaratılmamış, bir ışık ve sevgi yumağı olan Tanrıdan fışkırmıştı. “Kendini bilen Tanrıyı bilir, kendini seven Tanrıyı sever” diyen Mansur, Sünni otoritelerce sapkın olarak tanımlanmış ve düşüncelerinden vazgeçmesi için önce kamçılanmış, sonra derisi yüzülmüş ve en sonunda da 
taşlanarak öldürülmüştür. Mansur‘un inancı uğuruna ölümü seçmesi sufiler arasında derin izler bırakmış ve onun ölümü ile sufi akım içine kapanacağına, yükselmiştir86. Batıni görüşün geniş kitlelerce tanınmasına ve sevilmesine ön ayak olan bir başka sufi de, düşüncelerini şiire döken ve rubaileri nesilden nesile halen söylenmekte olan Ömer Hayyam’dır (1050-1122). Sanatkâr ruhlu Hayyam, diğer Sufilerden daha farklı bir yaşam seçti. Hayyam’ın dörtlükler 
şeklinde yazdığı rubailerden aşağıda olanı görüşlerini özetlemektedir87; 

Dün özledim de seni coştum birden bire, 
Çıktım, senin yerin dedikleri göklere. 
Bir ses yükseldi ta yukardan, yıldızlardan, 
“Gafil” dedi, “Bizde sandığın Tanrı sende. 

Osmanlı ve Batınilik.. 

 Anadolu’da oluşan “Anadolu Alevîliği” Bâtıni kökenlidir. Başta ilk Osmanlılar olmak üzere gaza yapan Türkmenler arasında egemen anlayış Sünni dinsel esaslara aykırı, buna pek itibar etmeyen ve eski gelenekleri sürdüren anlayıştı. 8. ve 11. yüzyıl arasında karşılaştıkları Müslümanlaşma baskısına boyun eğmiş Türkmenler, kendi inançlarını bırakmayarak karma (heterodoks) bir dinsel sentez sergilemişlerdi88. Göçebe demokrasisi içinde, daha sonra 

Kızılbaş adı altında toplanacak Bâtınilik, Anadolu’da en yaygın inanç konumundadır. Tüm 13. yüzyıl Anadolu Türkmenleri eski kavmi geleneklerine Müslümanlık cilası boyanmış basit bir şekli içinde, eski Türk şamanlarının haricen İslamlaşmış devamından başka bir şey olmayan Alevi ve heterodoks Türkmen babalarının nüfusu altında idi89. Yunus Emre, Taptuk Emre, Hacı Bektaş, Sarı Saltuk, Barak Baba ve nihayet Baba İlyas ve İshak gibi Türkmen  şeyhlerinin (baba) anladığı İslamiyet, Türk Şamanizmi ve Batınilik vb. inanışların halka kadar inmiş geniş tasavvufi düşüncelerinden oluşuyordu90. Osmanlının gazayı kendi iktidarı ve fetihleri için meşrulaştırma ihtiyacı halkın boyun eğen tebaalar haline getirilmesi için Sünnileştirilmesini (veya Sünniliğin halkın tebaalaştırılması için kullanılmasını) gerektirdi. 

   Özgürlük, eşitlik, ortaklaşacılık, adalet, kardeşlik, kadın-erkek eşitliği, mülkiyetin reddi, Bâtıni düşüncenin kaynaklarıdır. Bu hali ile Bâtınilik, Doğu’nun ilk sosyalizmidir. Anadolu’daki Batıni görüşün temel inanışlarından bazıları şu şekilde sıralanabilir91; 

(1) Ahiret yoktur. 

(2) Yeniden dirilme, yargı günü yoktur. 

(3) Cennet, insanın dünyayı gönlünce yaşamasıdır. 

(4) Cehennem, insanın dünyada çektiği acıların toplamıdır. 

(5) Akıl, insanı insan eden temel koşuldur. 

(6) İnsan, sadece gücü ve emeği ile erdemli olur. 

(7) Bütün insanlar kardeştir. 

(8) İnsanda tanrısal bir güç vardır. 

Bâtıni ve özgürlükçü kimliği ile Şeyh Bedrettin, Osmanlı karşısında adaletin 
savunulmasının bayraktarı olmuş siyasal bir bilge idi. Büyük Türk gizemcisi Şeyh Bedrettin (1337-1420) şunları söylemektedir; “Her bilgi, kendi aşamasında haktır. Gerçek halka daha işin başında söylenirse ya yollarını sapıtırlar ya da gerçeği söyleyeni suçlarlar. Halk ve hak (gerçek), ortalama bir yolla ve ayrı ayrı gözetilerek birbirlerine alıştırılabilirler. Ama herhalde halk, hak ve hakikate alıştırılmalıdır. 92”. 

 Son olarak Yunus Emre’nin sözlerini hatırlayalım; 

 Cennet Cennet dedikleri 

 Birkaç köşkle birkaç huri, 

 İsteyene ver sen anı, 

 Bana seni gerek seni. 

 Günümüzde, Bâtınilik Teşkilatı’nın parçalarını oluşturan, gizli bir cephe taşıyarak İslam itikatları arasında yaşamlarını hala çeşitli yörelerde farklı isimler altında idame ettiren ve “Bâtıniler” (Şi.a-i Batın’iyye) adı altında sınıflandırılan mezhepler, Hindistan, Afganistan, İran, Türkistan, Arabistan, Yemen, Irak, Suriye ve Anadolu’da yaşamaktadırlar. Türkiye, hudutlarından sürülerek dışarıya çıkarılmış olan gizli tarikat ve mezheplerin üyeleri diğer ülkelere yerleşmişlerdir. 93. 


SONUÇ 

 Hermetizmin ana sorunu, Hermes’e ithaf edilen çeşitli geleneklerin asla aynı çatı altında toplanamaması, diğer taraftan bazı geleneklerin yanılgıya düşerek Hermes’e bağlı olmayan farklı geleneklere yönelmeleridir. Hermes’in hikâyesinden haberdar olmamız hem bize hakikat (Tanrı) bilgisine ulaşmamızda rehberlik etmeye çalışan İdris’in hala gizli olan bilimlerinin yeniden çalışılmasına hem de onun mirasının binlerce yıldır dinler üzerinde bıraktığı izler üzerinden yaşanan tüm sapmaların köklerini anlamamız ve nihayet tekrar akıla 
başvurmamız açısından önem taşıyor. En eski bilgiler, Âdem’in oğulları tarafından, “içerdikleri doğal sanat konularıyla beraber, iki levha üzerine, Hiyeroglif denilen şifreli yazıyla işlenerek gömülmüştü. Hiyeroglif yani şekillerle yazı, yazı Tanrısı Hermes’in işi idi. Bu yazı hem insanlar hem de hayvanlar tarafından okunabiliyordu. Eşsiz bilgelik öğretilerini basit ve kolay anlaşılır ifadelerle değil bilmecesel şekillerle, karartılmış sözlerle aktarmak eski 
bir Mısır geleneğiydi. 

Kur’an’da belirtildiğine göre, Hz.Adem ve Hz.İdris’e verilen sahifeler ile Tevrat, İncil ve Kur’an öz itibariyle birbirinden farklı değildir. Allah, içinde hidayet ve nur bulunan Tevrat’ı indirmiş (el-Maide 5/44), Meryem oğlu İsa Tevrat’ı tasdik ederek gelmiş, ayrıca bir nur, yol gösterici ve müttakilere öğüt olarak İncil’i getirmiştir (el-Maide 5/46). Hz.Muhammed de kendinden öncekileri tasdik eden Kur’an’ı tebliğ etmiştir (Al-i İmran 3/3; el-Maide 5/48). Allah’ın dininin son halkası olan İslam, önceki peygamberleri ve onların getirdiği ilahi mesajları kabul etmekte, peygamberler arasında ayırım yapmamayı Allah’ın 
dininin temel şartı saymaktadır. Kur’an’da birçok peygamberin ismi ve nitelikleri sayıldıktan sonra “İşte o peygamberler Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir; sen de onların yoluna uy!” denilmektedir (el-Enam 6/90). Bugün, hangi metinlerin ve bilgeliğin Hermetik-Âdem geleneğine ait olduğu veya olmadığı, yazıların özüne ulaşabilmesi ancak dış kabuğu delmeye çalışan uygun anahtarların kullanılmasıyla anlaşılabilir. 
Hermetik bilgi kurtuluşa giden en eski bilgi, bir şekilde Tufandan kurtulmayı başaranların erdemidir. 

 Şimdi bu kitap nerede? Günümüze dek ününü koruyan Hermes’in (Toth) kitabı, en gizemli kitaplardan biri ve belki de bir sütunun altında, bilinmeyen bir yerde tekrar ortaya çıkmayı bekliyor. Konuyla ilgili değişik antik efsaneler vardır. Josephus Flavius’a göre Âdem’in torunları ve Set’in oğulları bu eski bilgileri iki sütun üzerine kazımışlar; ilki yangından etkilenmemesi için pişmiş tuğla, öteki Tufanda zarar görmemesi için taşa yazılmıştır. Taş olanı tufandan kurtulmuş olup, günümüzde Suriye’de bulunmaktadır94. 

Atlantis’ten başlayıp Mısır’a uzanan, Truva’yla belki de Türkiye’de birçok bölgeyle bağlantısı olan Hermes’in öğretisi hala gizemli uykusunda, kumların altında yatıyor olabilir. Sais, Nil’in taşması, batan kıtalardan gelen çamurlu sularla tahrip olmuş ve terk edilmişti. Bugün sırlar kumların altında, belki de bir gün tekrar keşfedileceği parlak ışıklı bir zamanı ve güneş kalpli insanları bekliyor. Hermetik metinlerin yazarlarından Asklepios, bugünleri görmüş ve şöyle demişti; 

 “Ey Mısır! Gelecek kuşaklara senden hatıra olarak sadece inanılmaz masallar kalacak ve seninle ilgili olarak geriye taşlara oyulmuş kelimelerden başka bir şey kalmayacaktır. 
Ancak, bunlar bile, yüzyıllar boyunca seni ölümsüzleştirmeye yetecektir 95.” 



BÖLÜM DİPNOTLARI;

72 İmam-ı Gazâli, Bâtınîliğin İçyüzü, Çev.: A.İlhan, Diyanet Vakfı Yayınları, (Ankara 1993), 34. 
73 Corbin, a.g.e., (1986), 180-181. 
74 İbrahim A. Çubukçu, Gazzali ve Batinilik, A.Ü. îlâhlyat Fakültesi Resimli Posta Matbaası, (Ankara, 1964), 4. 
75 Rafızîlik, geniş anlamda Sünni mezhebinin din anlayışını, kurallarını benimsemeyen, Hz. Muhammed'den sonra yerine Ali'nin geçmesi gerektiğini ileri süren düşüncedir. 
76 Ignaz Goldziher, The Attitude of Orthodox Islam Toward the ‘Ancient Sciences’, Studies in Islam, M.I. Swartz (Ed.) Oxford University Press, (New York, 1981), 186-187. 
77 Ali Mazaheri, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışı, Varlık Yayınları, (İstanbul, 1973), 185. 
78 Ahmet Yaşar Ocak, İslam-Türk İnanışlarında Hızır yahut Hızır-İlyas Kültü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, (Ankara, 1985), 74. 
79 Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi II, Z.Danışman (Ed.), Zuhuri Danışman Yayınevi, (İstanbul, 1966), 271. 
80 İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Ötüken Neşriyet, (İstanbul, 2014), 88. 
81 Charles Lindholm, The Islamic Middle East, An Historical Antropology, Blackell Publications, (London, 1996), 189. 
82 Lindholm, a.g.e., (1996), 191. 
83 İlber Ortaylı, Nevzat Yalçıntaş, Mümtaz’er Türköne, Türkler ve İslamiyet, Yakamoz Yayınları, (İstanbul, 2008), 67. 
84 Mehmet Fuat Köprülüzade, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Alfa Yayıncılık, (İstanbul, 2016), 14. 
85 Yusuf Ziya Bahadınlı, Alevîlik ve İslâm Fanatizmi, İnsancıl Yayınları, (2009), 56. 
86 Cihangir Gener, Ezoterik – Bâtıni Doktrinler Tarihi, IX. Bölüm, Yurt Kitap Yayın, (2007), 31. 
87 Ahmet Ateş, Gazzalî'nin «Batmîlerin Belini Kıran Deliller» i, «Kitab Kavasım al-Batınîye», İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C.III, Sayı: 1-2, (Ankara 1954). 
88 Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Literatür Yayınları, Literatür Yayınları, (İstanbul, 2018), 45. 
89 Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu, (Ankara, 1984), 47. 
90 Osman Turan, Selçuk Türkiyesi Din Tarihine Dair Bir Kaynak, F.Köprülü Armağanı, (İstanbul, 1953). 
91 Yusuf Ziya Bahadınlı, Anadolu Aleviliği-Bâtınilik ve İslam Fanatizmi, Yazılama Yayınevi, (2014), 65. 
92 Öner, Necati, Tanzimattan sonra Türkiye'de İlim ve Mantık Anlayışı, İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.V., Sayı: I-IV, (Ankara 1958). 
93 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Timaş Yayınları, (İstanbul, 2016), 176. 
94 Ebeling, a.g.e., (2017), 10. 
95 Clement Salaman, Asclepius: A Secret Discourse of Hermes Trismegistus, Bristol Classical Press, (2007), 4. 


KAYNAK;

https://www.academia.edu/37554926/%C3%9C%C3%A7_kere_b%C3%BCy%C3%BCk_Hermes_%C4%B0dris_peygamber_


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder