ÜRDÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÜRDÜN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2017 Pazar

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ( BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ ) BÖLÜM 1


SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER (BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ)., BÖLÜM 1 



SUNUŞ 
ON BİRİNCİ ASKERî TARİH SEMPOZYUMU BİLDİRİLERİ II
( SUNULMAYAN BİLDİRİLER )
Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından düzenlenen ‘’XVIII. Yüzyıldan Günümüze Orta Doğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri’’ konulu On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu 04 - 06 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da yapılmıştır. 

On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’na üniversitelerin değerli öğretim üyeleri ile Silahlı Kuvvetlerde muvazzaf ve emekli personel katılmış, salonda iki gün süreyle 20 adet bildiri sunulmuştur. 

Bugün Orta Doğu’da meydana gelen kültürel, toplumsal, siyasi, askerî ve iktisadi her sorun, jeopolitik konumundan dolayı Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ve Türkiye’ye olan etkilerinin kavranabilmesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesinden XXI. yüzyıl başlarına kadar Orta Doğu‘daki siyasi, askerî, ekonomik ve toplumsal gelişmeler ve Orta Doğu’ya yönelik politikalar tarihsel süreç içerisinde yeniden ele alınmıştır. Sempozyumda yer alan bildiriler konuları itibarıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. 

Eser, On Birinci Askerî Tarih Sempozyumu’nda zaman yetersizliği nedeniyle sunulamayan 16 bildiriden oluşmaktadır. Bu bildiriler, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Türk Askerî Tarih Komisyonu (TATK) Genel Sekreterliğince düzenlenerek yayıma hazırlanmıştır. 

Ziya GÜLER 
Hava Korgeneral 
ATASE ve Dent. Başkanı 


SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER (BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ) 

İstihbarat Albay Tahir CEYHAN
* 5’inci Kolordu İstihbarat ve İKK Şube Müdürlüğü, Çorlu / Tekirdağ. 

Giriş 

Dünyanın süper gücü olma yönündeki politikasının ağırlık merkezini Deniz Hâkimiyet Teorisi üzerine bina eden Amerika Birleşik Devletleri (ABD), bu jeopolitik uygulamasını güçlendirmek ve özellikle Kenar Kuşak üzerindeki etkinliğini artırarak Avrasya üzerinde meydana gelecek karşı oluşumları, 
Boğazlar ve Deltalar stratejik ekseni ile onun çevreleyen geniş coğrafya üzerinde kontrol edecek Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) adı altında Orta 
Doğu coğrafyasına yeni bir jeopolitik boyut getirmeye çalışmaktadır. 

BOP ana hatlarıyla dünden bugüne gitgide şekillenen bir projedir. Proje, 1991’de Sovyet sisteminin yıkılışıyla Sovyet nüfuz alanında boşalan yerleri ve ortaya çıkan dengesizlikleri yeniden tanımlamak ve bu kapsamda bir strateji geliştirmek için doğmuştur. Proje 1995 tarihli ABD Ulusal Stratejik İncelemeler Enstitüsü ve Ulusal Savunma Enstitüsü tarafından çıkarılan “National Force Quarterly” dergisinin sonbahar sayısında “The Great Middle East” başlıklı yazıda formüle edilmiştir. 

Büyük Orta Doğu Projesi, ilk kez Ekim 2003’te ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grosman tarafından, daha sonra 2004 başlangıcında Davos’ta, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheny tarafından dile getirilmiştir. Bilahare, ''Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Orta Doğu Girişimi'' adıyla sunulan BOP'a ilişkin ilk somut bilgiler, Londra merkezli Arapça yayın yapan El Hayat gazetesinin 13 Şubat 2004 tarihli sayısında yer almıştır. 

İslam coğrafyasının petrol kaynakları ile çakışan niteliği ve Orta Asya'nın Çin ile olan komşuluğu, küresel teröre karşı girişilen savaşta, ABD’nin Yeni Dünya Düzeni açısından yakın sorunlar olarak gördüğü tehlikelere karşı ivedi önlemler almasını kolaylaştırmıştır. 

Değişen dünya düzeni bağlamında, ortaya çıkacak olan petrol krizi ve Çin'in küresel gücü ile başa çıkabilecek önlemler, küresel teröre karşı alınacak önlemlerle uyum içinde görünmektedir. İşte BOP'un tam adına dikkatimizi yönelttiğimizde bu stratejinin uygulanacağı coğrafyanın ve eylemin açıkça tanımlandığı görülmektedir: Proje tam adı ile "Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortak bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık" olarak anılmaktadır. 

"Geniş Orta Doğu"dan kastedilen coğrafya, Orta Asya'dır. Buna Kuzey Afrika da eklendiği anda, ABD’nin dünyaya hangi alanlarda müdahale edeceği ortaya çıkmaktadır. "Ortak bir Gelecek ve İlerleme için Ortaklık" ifadesi ise bu bölgedeki uzun erimli amacı yeterince açıklamaktadır. 

A. Büyük Orta Doğu Coğrafyası 

Tarih boyunca, dünyanın çeşitli bölgeleri, devletlerin ve medeniyetlerin ilgi odağı hâline gelmiş, uzun süren savaşlara sebep olmuş, kısacası paylaşılamaz bölgeler olarak tarihe geçmişlerdir. Örneğin bilinen ilk medeniyetler, Mezopotamya’da (Fırat ve Dicle arasındaki verimli topraklarda) kurulmuştur. Coğrafi keşifler sonucu, Batılı devletlerin, dünyanın bilinmeyen yüzüyle tanışmaları, üzerlerinde yüzyıllar süren Osmanlı hâkimiyetinin son bulmasına sebep olmuştur. 

Günümüzde ise Orta Doğu, yüzlerce yan ürünüyle sanayileşme ve makineleşme sürecinin vazgeçilmez ham maddesi olan petrolü topraklarında barındıran nadir bölgelerden birisi olması nedeniyle gündemdeki sıcaklığını daima muhafaza etmektedir. 

Orta Doğu terimi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere tarafından yeniden adlandırılmış ve Mısır'da konuşlu bulunan İngiliz Komutanlığının sorumluluğuna verilen bölge, Orta Doğu adıyla anılmaya başlanmıştır. Bahse konu İngiliz Komutanlığının sorumluluk bölgesine; Libya, Sudan, Mısır, İsrail, Ürdün, Suriye, Irak, Arabistan ve günümüz Körfez ülkeleri ile Türkiye ve İran dâhil edilmiştir. Ayrıca, Kuzey Afrika'da Cezayir ve Fas ile Asya'da da Afganistan ve Pakistan coğrafyaları Mısır'da konuşlu olan bu İngiliz Komutanlığının sorumluluk alanı kapsamında olarak kabul edilmiştir. Günümüzde ise ABD ve Bush yönetimi tarafından ortaya atılan Büyük Orta Doğu Projesi ile ilgili coğrafyaya; Orta Asya ülkeleri de dâhil edilerek bu projenin kapsamına giren bölgenin sorumluluğu ABD Merkezi Kuvvetler Komutanlığına verilmiştir.1 

Öngörülen Büyük Orta Doğu Projesi ile ilgili coğrafya; batıda, Cebelitarık Boğazı; doğuda, İndus Nehri; güneyde, Büyük Sahra Çölü; kuzeyde, Akdeniz ile Anadolu Yaylası, Kafkaslar, Amu Derya Nehri ve Pamir yükseltisine kadar olan geniş bir alanı içine almaktadır. Projeye dâhil olan ülkeler başlıca beş gruptan oluşmaktadır: 

Kuzey Afrika Grubu: Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Libya (Projede varlığı henüz teyit edilmemiştir). 

Akdeniz Ülkeleri: Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Filistin (Arap-İsrail anlaşmazlığının iki devlet şeklinde çözümünü öngörmektedir). 

Kafkas Ülkeleri: Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan. 

Körfez Ülkeleri: Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman, Yemen. 

Asya Ülkeleri: İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bangladeş (Projede varlığı henüz teyit edilmemiştir). 

Dolayısıyla Büyük Orta Doğu Projesine Arap dünyasından 22 ülke ile Türkiye, İran, Afganistan , Pakistan ve İsrail dâhil olmaktadır. Kesin sınırları 
tartışmalı olan bölgede 650 milyon insan yaşamakta, bölge 12 milyon km2’lik bir alanı kapsamaktadır. 

B. Orta Doğu Bölgesinin Önemi ve Özellikleri 

1. Bölgenin Önemi ve Özellikleri 

Orta Doğu bölgesi, dünyanın henüz tam anlamıyla paylaşılamamış ancak dünyadaki ekonomik zenginliğin en büyük kaynağı olan bölümünü içinde bulundurmaktadır. Büyük Orta Doğu, soğuk savaş döneminde süper güçlerin ciddi çatışmalarının yaşandığı ve bu nedenle düzenin tam olarak oturtulamadığı dünyadaki tek ve en geniş kuşak olarak varlığını devam ettirmektedir. Jeopolitik çalışmaların bu bölgeyi kontrol edenin dünyayı kontrol edeceğini gösteriyor olması bölgeyi önemli kılmakta ve bölgenin önemini göstermektedir. 

Bölgenin sergilediği genel tablo; yoksulluk, geri kalmışlık, olmayan bir büyüme hızı, hızlı nüfus artışı, göç, antidemokratik yönetimler, teröre kaynaklık etme, anlaşmazlık ve çatışmalardır. 

Bölgenin siyasi yapılanmasına ve 1991'den sonra yaşanan değişimleri etkileyen sorunlar aşağıya çıkarılmıştır: 

- Rusya Federasyonu'nun Sovyetler Birliği’nden sonra da devam eden siyasal etkisi, 
- Çizilen yapay sınırlar, 
- Etnik yapılanma ve bunun sebep olduğu sorunlar, 
- Bölgede Radikal İslam'ın artan etkisi, 
- Bölgede etkisini artarak hissettiren milliyetçilik ve mezhepçilik, 
- Demokratik yapının oluşturulamaması, 
- Bölge devletleri arasında Kitle İmha Silahlarının (KİS) yaygınlaşması, 
- Batı ülkelerinin güvenliğini üç senedir tehdit etmeye başlayan ve yaklaşık otuz yıldır mevcut olan bölgedeki terör odakları, 
- Azalan su kaynakları üzerinde bölge ülkelerinin rekabeti, 
- Filistin-İsrail Sorunu, 
- Günlük 2 dolara kadar kişi başına düşen gelir seviyesi, 
- Nüfusun yarısının 18 yaşın altında olması, 
- İnsan kaçakçılığı, 
- Uyuşturucu üretim ve ticareti, 
- Okuma – yazma bilmeyenlerinin oranının % 50-70 olması, 
- Hızlı nüfus artışıdır.(ABD'nin yaklaşık 10, Avrupa Birliği (AB)'nin ise 5 katıdır. 

Büyük Orta Doğu coğrafyası, özellikle Orta Doğu bölgesi, henüz Tarım Dönemi aşamasında, aşiret ve mezhep esasına göre örgütlenmiş bir toplumsal yapıya sahiptir. Yani bu bölgeye dışardan demokrasi ithal etmek, mevcut toplumsal ve ekonomik yapı açısından pek olanaklı görünmemektedir. Bu durumda, ilan edilen amaç ne denli yüce ve demokratik görünse de fiilen meydana gelecek durum, ABD’nin bu bölgedeki askerî ve siyasal egemenliği olacaktır. 

AB ile ABD’nin Orta Doğu’ya bakışları ve önerdikleri yöntemler önemli farklılıklar göstermektedir. Avrupalılar öncelikle Arap – İsrail çatışmasının bitmesinden yana tavır göstermektedir ve Orta Doğu’da mevcut statükoyla fazla oynanması taraftarı değillerdir. ABD, Orta Doğu konusunda Batı’nın ortak çıkarları gözlüğünden bakarken AB böyle bir ortak çıkar anlayışına sahip değildir. AB, ABD’nin bölgeye yönelik niyetlerine ve kullandığı zorlayıcı askerî yöntemlere şüphe ile bakmakta ve her fırsatta rahatsızlığını dile getirmektedir. 

2. Bölgenin Jeopolitik Önemini Artıran Bir Unsur Olarak Petrol 

Dünya petrol kaynakları ile ilgili rakamlara bakıldığında, en dikkat çekici bölgenin Orta Doğu olduğu görülmektedir. Orta Doğu'nun kesin rezervleri 93,4 milyar tondur. 2001 yılında bölge ülkeleri 1.075,6 milyon ton petrol üreterek toplam dünya petrol üretimi olan 3.584,9 milyon tonun % 30'unu karşılamışlardır. Orta Doğu ülkeleri, bu üretimlerinin 946,6 milyon tonunu ihraç ederek toplam dünya petrol tüketimi olan 3.510,6 milyon tonun % 30,6'sını temin etmişlerdir. 2001 yılında ABD'nin bölge ülkelerinden ithalatı 138,0 milyon ton olmuş ve petrol tüketiminin % 15,4'ünü bu ülke bu yolla sağlamıştır. 

Körfez bölgesi petrolleri başlıca ABD, Avrupa ve Pasifik Asya’ya ihraç edilmekte dir. 2003’te Pasifik Asya’ya 7,90 milyon varil/gün, Avrupa’ya 2,61 milyon varil/gün ve ABD’ye 2,61 milyon varil/gün petrol ihraç edilmiştir. Körfez petrolleri ABD, Avrupa ve Pasifik Asya’ya başlıca birçok petrol boru hattı kullanılarak petrol tankerleri ile taşınmaktadır. İran, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Suudi Arabistan ile Irak petrollerinin bir kısmı direkt 
olarak körfezden tankerlerle taşınmaktadır. Irak’ın petrolleri körfezden 3 ayrı tanker istasyonu yanında beş farklı petrol boru hattı (Kerkük – Yumurtalık, 
Irak – Suriye, IPSA boru hattı, Musul – Hayfa, stratejik boru hattı) ile taşınmış ve/veya taşınmaktadır (Küçük bir kısım petrol ise kamyonlar ile Türkiye ve Ürdün’e taşınmaktadır.). 

Yakın zamanlarda ABD’de yapılan enerji değerlendirmelerinde; Orta Doğu, Kuzey Afrika ile değerlendirilmektedir. Benzer değerlendirme, “Center For Strategic And International Studies”in Stratejisti Anthony H. Cordesman tarafından da yapılmıştır. Cordesman, 15 Mart 2004 tarihli “Energy 
Development In The Middle East” adlı kitabında, Orta Doğu ile Kuzey Afrika’yı birlikte incelemektedir. Cordesman‘ın kitabında irdelenen 22 Orta 
Doğu ve Kuzey Afrika Ülkesi’nin “Büyük Orta Doğu Projesi”nde adı geçen ülkeler olması şaşırtıcıdır. Anılan yazarın incelemesi; “Büyük Orta Doğu 
Projesi”nin aslında enerji kaynaklarının ve ulaştırma hatlarının kontrolü projesi olduğuna ilişkin düşünceleri teyit eder mahiyettedir. Cordesman 
bölgedeki silahlanmayı, politik gerginlikleri, yaşlı liderleri, istikrarsız rejimleri, gelecekte kimlerin olacağı konusundaki belirsizlikleri, Radikal İslam’ı, 
gelişmedeki ve ekonomik büyümedeki yetersizlikleri, nüfus artışlarını terörizmi ve kitle imha silahlarının yayılmasını enerji güvenliğini tehdit eden 
unsurlar olarak sıralamaktadır. Aynı argümanlar; “Büyük Orta Doğu Projesi” için de kullanılmaktadır. Bu durumda “Büyük Orta Doğu Projesi”nin “bir enerji 
güvenliği”, daha açık bir ifadeyle “bölge enerji kaynaklarını kontrol projesi” olduğu söylenebilir. 




Kaynak: BP Statistical Review of World Energy, June 2002. Rakamlar milyon ton olarak ifade edilmiştir. 

Tabloda sunulan bilgiler çerçevesinde, sadece kesin rezervler dikkate alındığında, Orta Doğu ülkeleri bugünkü üretim düzeylerini yaklaşık 87 yıl 
sürdürebileceklerdir. Ancak dünya ekonomisindeki büyüme eğilimi dikkate alındığında gelecekte petrol tüketiminin artabileceği ve bunun sonucunda da 
bu sürenin kısalacağı düşünülmektedir. 

3. Bölgenin Sosyal ve Kültürel Yapısında Etkin Bir Faktör Olarak Din 

Pek çok bilim adamına göre XXI. yüzyılın yükselen değeri din olacak ve önümüzdeki 20 yılda dinî kimlik daha da öne çıkacaktır. Farklı etnik 
kökenli nüfusa sahip büyük Müslüman ülkeler arasında İranlı Persler, Türkler (Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri dâhil), Mısırlılar ve 
Nijeryalılar vardır. BM’de en az % 86’lık bir Müslüman nüfusa sahip 32 üye ve Müslüman oranı % 66 ile 85 arasında değişen 9 ülke ile toplam 41 
Müslüman ülke vardır. Doğum oranlarının yüksek olması İslam’ı şu anda en hızlı büyüyen din yapmaktadır ve bu nüfus daha da gençleşecektir. 

İslam’ın yaygın olduğu Orta Doğu ve yakın bölgeler, Batı literatüründe genellikle Şarkiyat ve Doğu olarak adlandırılmıştır. Edward Said, Şarkiyatçılığı Batı dünyası tarafından ideolojik nedenlerle ortaya çıkarılmış, etkileri itibarıyla hem yaygın hem de zararlı olan aldatıcı bir kurgu olarak görmüştür.2 Samuel Huntington, Batı ve İslam’ı uzun dönemli çatışma içinde olan iki zıt “uygarlık” olarak görmektedir. 2025 yılına doğru en güçlü iki politik oluşumun İslam ve milliyetçilik olacağı öngörülmektedir. 

İslam dünyası hem siyasi hem dinî olarak birleşik bir yapıda değildir. Siyasi olarak istikrarsız, askerî olarak zayıftır. Laik politik kurumların kırılganlığı, sivil toplumun zayıflığı ve entelektüel kesimin yaratıcılığının bastırılmasından dolayı İslam dünyası yaygın bir durgunluk ile karşı karşıyadır. İslam dünyasının sorunları şu şekilde sıralanabilir:3 

-Sömürge döneminden miras kalan çağdışı yöntemler ve kurumsal yapı eksikliği, 
- Dinî olarak harekete geçirilmiş politik uyanış, dinî politika ile ilişkilendirilmenin ortaya çıkardığı sorunlar, 
- Laik kırılganlık ve yozlaşma, 
- Servetin eşit olmayan dağılımı, yaşam standartları arasındaki farklılıklar, 
- Sosyal mahrumiyetin yayılmasına rağmen iktidar elitlerinin zenginlik peşinde koşması, 
- Şişmiş ve etkin olmayan devlet bürokrasileri, 
- Sivil toplumun yaygın zayıflığı, 
- Okuma yazma oranının düşüklüğü ve eğitimin kalitesizliği, 
- İslami popülizm. 

Batı ise hâlâ İslam’ı anlamaya çalışmakta, her gün yeni bir İslam sentezi ile ortaya çıkmaktadır. İçinde bulunduğumuz süreçte geliştirilen İslam analizleri; Müslüman ülkelerin toplumsal talepleri, özgürlük, insan hakları ve demokrasi lerini Washington ile Londra’nın geliştirdiği yeni İslam dünyası perspektif ine göre yeniden tanımlama amacına yöneliktir.4 

İslam toplumlarında son 45 – 50 yılda yaşanan hızlı nüfus artışı ve sağlıksız kentleşme olguları, insanlarda bir tür yabancılaşma duygusu yaratmış ve onları değerlere sığınmaya zorlamıştır. Yerel hükûmetleri İslamcı uygulamalara yönelten ABD’nin “yeşil kuşak” politikasıyla birleşen bu süreç, giderek İslam’ın siyasallaşarak radikal söylemler üretmesine ve tepkiselliğini eylemlere dönüştürmesine yol açmıştır. BOP’un bir amacı da radikalleşen İslam’ı, liberalizm, serbest piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi gibi araçları kullanarak ıslah etmek ve onun kapitalist sisteme entegre olmasını sağlamaktır. “Ilımlı İslam” ya da “light İslam” gibi söylemlerle anlatılmak istenen şey, İslam’ın Batılı anlamdaki liberal demokrasiye uyumlu hâle getirilmesidir. Konunun Türkiye açısından taşıdığı önem, Türkiye’nin bu konuda “örnek” ya da “model” ülke olarak seçildiğinin ifade edilmesidir.5 

C. İki Kutuplu Dünya Düzeni ve Soğuk Savaş Dönemi 

Bölgede yakın geçmişte cereyan eden olaylar kısaca aşağıya çıkarılmıştır: 
- Birinci Dünya Savaşı sonrasında, bölgeye İngiltere hâkim olmuştur. Ancak zamanla bölge ülkeleri bağımsızlıklarını kazanarak üzerlerinde İngiltere’nin fiilî hâkimiyeti devam etse de hukuki olarak herhangi bir bağları kalmamıştır. 
- İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya, Türkiye üzerinden bölgeye gireceğini açıklamıştır. Fakat arkasında ABD ve Avrupa ülkelerinin desteği bulunan Türkiye’nin olumsuz cevabı üzerine, İran üzerinden harekete geçmiştir. Ancak o dönemde Rusya’nın Orta Doğu’da önemli bir etkisinin olduğunun söylenmesi mümkün değildir. 

1952’de Mısır’da Nasır’ın iktidara gelmesiyle Mısır, Anti-Batı Arap kamuoyunun temsilcisi durumuna yükselmiş; 1960’larda ABD bölgede aktif rol oynamaktan vazgeçerek temel amacını müttefiklerine yardım etmek ve daha fazla güç kaybetmemek olarak değiştirmiştir. 1973, Arap Dünyası için iki büyük gelişmeye sahne olmuştur: 

1. Uzun zamandan beri devam etmekte olan Arap-İsrail Savaşı’nda, Arap Orduları ilk kez –sınırlı da olsa- bir başarı kaydetmişlerdir. 

2. Petrol üreten Arap devletleri, büyük devletlere karşı bir petrol ambargosu başlatmış ve bunun sonucunda ABD’yi, Arap-İsrail Savaşı’nda çözüm aramaya itmişlerdir. Bu da İsrail’in Sina Yarımadası’ndan çekilmesi ve Sina’nın Mısır’a iadesi sonucunu doğurmuştur. 

Afganistan’ın Sovyetler Birliği etkisi altına girmesi ve İran’da meydana gelen rejim değişikliği, bölgede ABD’nin tek güvenilir müttefikinin Türkiye olmasına sebep olmuştur. 1970’li ve 1980’li yıllara Mısır ve İsrail kazanımı ile giren ABD, İran ve Afganistan’ın kaybı ile bölgede stratejik bir zayıflamaya gitmiştir. 

İran, Şah Rıza Pehlevi’nin devrilmesinden önce Suudi Arabistan’ın ardından, dünyanın ikinci büyük petrol üreticisi olarak hızlı bir sanayileşme sürecine girmiştir. 1971-1977 arasında 23 milyar dolarlık silah sistemi alarak bölgede etkin güç olma özelliğini sürdürmüş ve tek rakibi olarak gördüğü Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketlerini desteklemiştir. Bu olaylar sonucunda İran- Irak Savaşı patlak vermiş ve gerek Amerika Birleşik Devletleri gerekse Rusya için büyüyen güç İran’ın durdurulması adına bir fırsat doğmuştur. 1982’de Irak’ın savaş gücünün tükenmesine rağmen ABD Irak’ı, teröre destek veren ülkeler listesinden çıkararak bu ülkeye 1,6 milyar dolarlık kredi sağlamış, Rusya da 1980’li yıllarda Irak’a çeşitli mali ve askerî yardımlar yapmıştır. Savaş iki ülkenin de birbirine karşı üstünlük kuramaması ile sonuçlanmış ve avantaj elde eden taraf yine büyük güçler olmuştur. Çünkü Irak’ın galip gelmesi bölgede parlayan yıldızın Irak olmasını sağlayacakken İran’ın kazanması da liderliğini sürdürmesini ve değişen rejimin dünya çapında büyük bir propagandanın yapılmasını sağlayacaktı. Oysa bölgede güçlü bir devletin bulunması, gerek ABD ve Rusya’nın gerekse diğer Batılı devletlerin menfaatlerine ters düşmekteydi. 

1989’da Sovyetler Birliği Afganistan’dan çekilmiş ve Amerika Birleşik Devletleri bölgede yeni bir hareket alanı bulmuştur. Bütün dikkatler Rusya’nın Orta Asya’daki hukuki egemenliğinin sona ermesinden sonra, Hazar ve Orta Asya petrollerine de yoğunlaşmıştır. Böylece petrol ve doğal gazıyla ikinci bir Orta Doğu sayılan Hazar Havzası da gündeme girmeye başlamıştır. 

Orta Doğu’da her dönemde farklı gelişmeler meydana gelirken Türkiye de değişik zamanlarda, değişik Orta Doğu politikaları izleyerek bölgedeki etkinliğini hissettirmeye çalışmıştır. 

1960 ihtilalinden sonra Türkiye, Orta Doğu’daki etkinliğini kaybetmiş ve 1963-1964 Kıbrıs Bunalımı, Türkiye’yi bölgede tamamen yalnız bırakmıştır. Bunun üzerine Türkiye, Arap devletlerini yanına çekmek için Arap yanlısı politikalar izlemeye başlamıştır. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda İncirlik Üssü’nün kullanılmasına izin vermiş; 1970’lerde Filistin davasını desteklemiş ve İsrail’in 1967’de işgal ettiği yerlerden çekilmesini talep etmiştir. 1974 Fas Zirvesi’nden çıkan karara göre Filistin Kurtuluş Örgütünün, Filistin halkının tek meşru temsilcisi sayılması üzerine Filistin Kurtuluş Örgütü ile saygıya dayalı ilişkiler kurmaya başlamış ve 1979’da Ankara’da bir Filistin Kurtuluş Örgütü Bürosu açılmasına izin vermiştir. Ankara, 1988’de bağımsız Filistin Devleti kurulması kararını ilk kabul eden yerlerden biri olmuş ve 1992’de Filistin Devleti’nin temsilcilik seviyesini İsrail’le eş zamanlı olarak büyükelçilik seviyesine çıkarmıştır. Ayrıca Temmuz 1980’de İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak ederek Birleşik Kudüs’ü başkent ilan etmesine tepki olarak buradaki Türk Konsolosluğunu kapatmış, Tel Aviv’deki temsilcisinin diplomatik düzeyini Aralık 1980’de ikinci kâtip seviyesine indirmiştir. 1956 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonraki yıllarda ise Tel Aviv’de Türk Büyükelçisi bulunmuyordu. Ancak Türkiye’nin bütün bu Arap yanlısı tavırlarına rağmen, başta Kıbrıs’la ilgili olmak üzere birçok konudaki Birleşmiş Milletler oylamalarında, Türkiye’nin aleyhine oy kullanan Arap devleti sayısı oldukça fazlaydı. 

Türkiye son yıllarda, İsrail’le de yakın ilişkiler içine girmiştir. Bu yakınlaşmada tarihî bağın (Osmanlı hâkimiyetindeki Yahudi cemaatleri vs.) yanı sıra ortak müttefik olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin bulunması da önemli bir faktördür. Birçok konuda (askerî alanda, ekonomik alanda ve hatta spor alanında) Türkiye ile İsrail’in anlaştığı gözlenmektedir. Ancak Türkiye, İsrail’le olan bu yakınlaşmasının, Arap ülkeleriyle olan ilişkilerinde zayıflamaya yol açmaması için de gayret göstermektedir. 

Orta Doğu ülkelerini İsrail’le olan ilişkilerine göre 3’lü bir ayrıma tabi tutacak olursak şöyle bir tablo ile karşılaşırız: 

- İsrail’le barış içinde olan ülkeler: Mısır, Türkiye, Ürdün 
- İsrail’e karşı olan ülkeler: İran, Irak, Suriye, Libya 
- Seyirci durumunda olan ülkeler: Tunus, Cezayir, Körfez ülkeleri Günümüzde Orta Doğu’da, çok önemli güç dengelerinin mevcudiyeti söz konusudur. 
   Bu güç dengelerini etkileyen faktörler ise aşağıya çıkarılmıştır: 
- Arap-İsrail Çatışması/ Barışı Süreci: Bu süreçte kabul ettirilmek istenen en önemli şey, İsrail’in, Orta Doğu’nun bir parçası olduğu ve olası 
  birleşmelerin İsrail merkezli olması fikridir. 
- Radikal İslami Hareketler: Bölgede, İsrail’in Filistin’e karşı haksız bir tutum içerisinde bulunduğunu iddia eden ve Filistin’in haklarına karşı daha 
  saygılı davranılmasını sağlamak amacıyla kurulmuş çeşitli örgütlerin yaptığı faaliyetlerdir. 
- Silahlanma: Özellikle İran-Irak Savaşı öncesinde başlayan ve günümüzde hat safhaya ulaşan silahlanma sorunu bölge halkları üzerinde 
  psikolojik etki yapmakta ve bölgenin uluslararası kuruluşlar tarafından kontrol altında tutulması gerektiği düşüncesine yol açmaktadır. 
- Petrol Boru Hatları: Bölge petrolleri Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı devletlerin kontrolü altındadır. Günümüzde söz konusu devletler Orta 
  Asya ve Hazar petrolleri ile de ilgilenmektedir. 
- Demokratikleşme: Belki de bölgedeki en önemli sorun, bölge ülkelerinde demokratik yönetimlerin kurulmamış olmasıdır. 

Ç. Soğuk Savaş Sonrası, ABD’nin Yükselişi 

SSCB’nin yıkılmasından sonra siyasi, sosyal, askerî, kültürel ve ekonomik açıdan karşı konulamaz Süper Güç hâline gelen ABD; bu dönemde, yayılmacı politikalarına hız vermiş ve dünyayı kendi çıkarlarına uygun olacak şekilde yeniden düzenlemeye başlamıştır. Yeni Dünya Düzeni senaryoları içerisinde, devletler arasındaki sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi ve askerî ilişkiler; ABD politikalarına göre yeniden düzenlenmeye, dünya haritası yeniden çizilmeye, ve ulusların kaderi yeniden belirlenmeye başlanmıştır. Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi, SSCB’nin yıkılması, Yugoslavya’nın parçalanması, gittikçe artan terör ve kaos ortamı, I ve II nci Körfez Harekâtı, Afganistan ile Irak’ın işgali ve Büyük Orta Doğu Projesi ile uygulamaya sokulacak diğer yeni projeler; Yeni Dünya Düzeni’nin diğer bir ifade ile Küresel İmparatorluğun bir parçasını oluşturmaktadır. 

Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile tek küresel güç olma niteliğini kazanan ve şartları avantaja dönüştürmek isteyen ABD, küresel üstünlüğünü sürdürme gayretlerini, Avrasya'daki nüfuzuna, pazarlarını geliştirmeye, deniz ticaret yolları üzerindeki hâkimiyetini korumaya, nükleer silahların yayılmasını önlemeye, uzaydaki egemenliğini sürdürmeye, siber ortamdan gelebilecek saldırıları önlemeye, enerji kaynaklarını ve enerjiyi küresel pazarlara aktaran ulaştırma hatlarını denetlemeye, Avrupa'ya, Rusya'ya ve Çin'e kendi çıkarlarına ters düşmeyecek rolleri benimsetmeye, kendisini dengeleyebilecek veya engelleyebilecek güçlerin veya koalisyonların oluşmasını önlemeye dayandır mıştır. 

ABD’nin ulaşmış olduğu bu küresel gücü; ABD Eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger: ‘’...Sanki doğa kanunuymuş gibi her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral güce sahip bir ülke ortaya çıkmaktadır.’’ şeklinde; ABD’li ünlü jeopolitikçi Zbigniew Brzezinski ise: ‘’...Amerika’nın bugünkü küresel gücünün etkinlik alanı ve yayılımı benzersizdir. ABD yalnızca dünyanın bütün okyanuslarını ve denizlerini kontrol etmekle kalmayıp kendi gücünü siyasi olarak önemli biçimlerde ülkelerin içine yansıtabilen, amfibi kıyı kontrolü için iddialı askerî yetenek geliştirmiştir. Askerî birliklerini; Avrasya’nın, batı ve doğu uçlarında sağlam bir biçimde konuşlandırmıştır ve birlikleri Basra Körfezi’ni de kontrol etmektedir. Washington tarafından kucaklanmayı arzulayan bazı vasal ve 
tabileri tüm Avrasya’ya yayılmış bulunmaktadır.’’sözleri ile açıklamıştır. Almanya’nın etkin dergilerinden biri olan Der Spiegel’in: ‘’Modern tarihte 
hiçbir ülke; dünyaya, bugün Amerikanın olduğu kadar hâkim olamadı.’’ yorumu; ABD Hâkimiyeti’nin tüm dünyaca kabul edildiğini açıkça ortaya koymuştur. 

Dünya ölçeğinde bir Pax Amerikan (Amerikan Barışı veya ABD hegemonyasına dayanan bir dünya barış düzeni) tesis etmek hususundaki tasavvur ve girişimleri, Sovyet İmparatorluğu’nun çökmesi ve Soğuk Savaş 

Dönemi’nin sona ermesini izleyen günlerde başlamış ve dünyadaki barış ortamının ABD Değerler Sistemi ile sağlanacağı ve tarihe Amerikan Barışı 
(Pax Americana) olarak geçeceği iddia edilmiştir. Amerikan Barışı’nın açıklandığı yıllar (19 Mart 1990)’da ABD Senatosu’nda Haydut Devletler Stratejisi kabul edilmiş ve küreselleşme karşıtı devletler yeni düşmanlar olarak belirlenmiştir. 1989’da Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden, 1990 yılında yapılan 1’inci Körfez Savaşı’na kadar geçen süre içinde dünya, sadece bir yıllık bir barış dönemi yaşamıştır. Takip eden yıllarda önce Orta Doğu’da; sonra Balkanlar’da ve daha sonra Orta Asya’da çıkarılan sıcak savaşlar, Amerikan Barışı’nın sözde kaldığını ortaya koymuştur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVEM EDECEKTİR.,



***

26 Şubat 2017 Pazar

DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİNDE ÜRDÜN ÖRNEĞİ



 DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİNDE ÜRDÜN ÖRNEĞİ 


Baransel Mızrak 

Özet 

Ürdün Krallığı nın diğer Ortadoğu ülkelerine nazaran dinî gruplarla göreceli olarak ilginç bir ilişkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Haşimi Krallığı ve dinî gruplar arasındaki münasebetler her zaman daha sakin bir hüviyete sahip olmuş ve birçok Ortadoğu ülkesinde müzmin bir sorun haline dönüşen çatışmacı ilişki, Ürdün yönetimi ve dinî gruplar arasında pek görülmemiştir. Din ve devlet ilişkileri bağlamında Ürdün de göze çarpan en önemli hareket Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketidir. 

Özellikle bir zamanlar İhvan la Ürdün ün iyi olan ilişkilerinin son dönemlerde neden kötüleşmeye yüz tuttuğunu ise incelemek gerekmektedir. İhvan ın yanında bazı Selefi gruplar da Ürdün deki devlet-din ilişkileri bağlamında bahsedilmesi ve ele alınması gereken önemli topluluklardandır. Ürdün deki gruplardan birçok açıdan ayrılan Selefiler, şüphesiz ülkedeki faal durumlarıyla da incelenmesi zaruri olan gruplardandır. Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Ürdün, Haşimi Krallığı, Müslüman Kardeşler, İhvan, Selefi Gruplar 

    Toplumsal Olarak Ürdün ve Din Devlet İlişkilerine Genel Bir Bakış Ürdün, bilindiği gibi sınırları Avrupa devletlerince çizilen ve komşuları ile doğal korunaklı çizgilere/ yapılara sahip olmayan bir ülkedir. Topraklarının büyük bir bölümü çöllerden müteşekkildir ve ekonomik olarak zayıf bir ülkedir. Ürdün de iki önemli topluluk yaşamaktadır. Bunlar Filistinliler ve Doğu Şeria da yaşamlarını sürdüren Ürdünlülerdir. Filistinlilerin nüfusu Ürdünlülerin nüfusunun yarısından fazladır ve Ürdün yönetimi Filistinlilere vatandaşlık hakkı tanımıştır. Ancak etnik köken, dil ve din açısından ortak bir yapıda olsalar da Filistinlilerin Ürdün de ayrımcı bir muameleye tabi tutulduğu herkesin malumudur. Yani Filistinliler devlet kademelerinde Ürdünlülerin sahip olduğu haklardan istifade edememekte ve yüksek pozisyonlara atamaları yapılmamaktadır. Ürdünlüler daha çok resmî kurumlarda, yönetimde, kamuya ait sanayi kuruluşlarında ve askeriyede görevler üstlenirken, Filistinlilerin ise genellikle özel sektörde faal oldukları bilinmektedir. Bu uygulamanın Filistinlilerin Ürdün e fazla entegre olarak Filistin ile bağlarının kopmasını engellemek için yapıldığı yorumları da bulunmaktadır. 1 Ürdün ün resmî dini İslam dır. Ülkede ne kadar Müslüman veya Hristiyan olduğu konusunda kesin rakamlar bulunmamaktadır. Ancak nüfusun yaklaşık olarak %92 sinin Sünni Müslüman, %6 sının da Hristiyan olduğu belirtilmektedir. Bunların yanında nüfusun %2 sinden fazlasının da Şii, Dürzi ve Bahai olduğu tahmin edilmektedir. 2 

Ülkede, kamu düzeni ve ahlakını bozmadıkça diğer din mensuplarına da dinî özgürlüklerini yaşama hakkı verilmektedir. Anayasada kralın Müslüman olması, hükümetin de İslam hukukuna uygun hareket etmesi gerektiği belirtilmektedir. Belirlenmiş bu kurallara karşın ülkede hükümetin bazı uygulamalarının din özgürlüğünü engellediği yönünde iddialar söz konusudur. Buna örnek olarak da Müslümanların Hristiyanlığa geçişlerinin yasaklanmış olması gösterilmektedir. Ancak Ürdün de Müslümanlar ile Hristiyanlar huzur içinde yaşamakta ve çoğu kez birlikte hareket etmektedir. 3 

ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından 2014 yılında yayımlanan Uluslararası Din Özgürlüğü Raporu nda Ürdün de Müslüman ve Hristiyanların barış içerisinde yaşadıkları ancak resmî olarak tanınmayan dinlerin inanç sahipleri ile Müslümanlıktan diğer dinlere geçen insanların toplum ve devlet tarafından baskıya ve psikolojik şiddete uğradığı iddia edilmektedir. 4 Ürdün hükümeti ülkedeki Hristiyanların dinî inançlarını özgürce yaşadıklarını ifade etmektedir. Gerçekten de Ürdün deki Hristiyanlar yargı, yasama ve yürütme erkleri yanı sıra emniyette, orduda ve burada sayamadığımız başka birçok kurumda Müslümanlarla yan yana rahatlıkla çalışabilmekte; üniversitelerde iyi pozisyonlara gelebilmektedirler. Dürzilik ve Bahailik Ürdün de din olarak tanınmamakla birlikte nüfus olarak küçük bir grubu oluşturan bu kişilerin de dinî inançlarını yaşamasına karışılmamaktadır. Bu bağlamda Dürzilerin devlet kademelerinde ayrımcılığa maruz kalmakla birlikte toplumsal alanda ayrımcılıkla ilgili bir şikâyetlerinin olmadığı ifade edilmektedir. Bahailik inancına sahip olanların ise hem devlet hem de toplum tarafından rahatsız edici bir biçimde ayrımcılığa maruz kaldıkları söylenmektedir. Örneğin bu iki inanç mensuplarına verilen kimlik kartlarında dinî inanç kısmının boş bırakılmasının bu kişilerde rahatsızlığa neden olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, Dürzi ve Bahai inancına sahip insanlara ait mahkemelerin olmadığı, bu yüzden de ailevi konular ve aile meseleleri ile ilgili kararların alınamadığı, bu tür davaların şeriat mahkemelerinde görüldüğü ifade edilmektedir. Bunun yanında bu inanç sahipleri Müslüman dinî liderlerin kendileri hakkındaki bazı söylemlerinden de büyük rahatsızlık duyduklarını, bu tür söylemlerin toplumsal hayatta kendilerine genel olarak tehdit veya hakaret olarak döndüğünü belirtmektedirler. Farklı din mensupları arasındaki evlilikler ne devletçe ne de toplumca hoş görülmekte ve onaylanmaktadır. Bu çiftler yaşadıkları baskı dolayısıyla yurt dışına göç etmektedir. 

Öte yandan Ürdün de, ateistler ve resmî olarak tanınmayan dinler haricinde, tüm din mensuplarının kendi mahkemeleri bulunmakta ve davaları bu mahkemelerde görülmektedir. Ayrıca Müslümanlar ve diğer inanç sahiplerinin dâhil olduğu davalara da şeriat mahkemeleri bakabilmektedir. 5 Camilerin yönetiminde söz sahibi olan devlet, kendisine karşı meydana gelebilecek muhalif hareketleri de bu sayede engelleyebilmektedir. Örneğin Mısır da camiler daha özerk bir yapıda hareket ederken Ürdün de tamamen devlet kontrolündedir. Vaiz, imam ve tüm din çalışanlarının memuriyete alınma süreçleri, tayinleri ve cuma hutbeleri, devletin kontrol ve denetimi altındadır. Bu önlemler şüphesiz din hizmetlerinde devletin etkin yönetimini ve bu gruplar arasında yönetime karşı oluşabilecek tehlikeleri bertaraf etme amacını taşımaktadır. 6 Ürdün ve Müslüman Kardeşlerin (İhvan) Altın Çağı Ürdün de devlet ve İhvan arasındaki ilişkiler çoğunlukla çatışmadan uzak bir seyir izlemiştir. 

Kral I. Abdullah ın 1945 yılında İhvan ın ofisinin açılışına katıldığı ve kendilerini tebrik ettiği bilinmektedir. Suriye ve Mısır daki durumun aksine Ürdün, şiddeti savunmayan bu tür barışçı grupları destekleyen vatandaşlarına izin vermiştir. Bölgedeki diğer İslami grupların aksine İhvan ın askerî bir kanadı yoktur ve Ürdün rejimine karşı olan şiddet hareketlerine de hiçbir zaman destek vermemiştir. Hatta 1970 lerde Filistin Kurtuluş Örgütü ve Haşimi Krallığı arasında vuku bulan ve Kara Eylül olarak anılan olayda dahi Filistinlilere karşı alınan sert önlemlerde İhvan, Ürdün rejiminin yanında durmuş ve rejimin devrilmesi için oluşturulan militan örgütlere katılım sağlamamıştır yıllarında İhvan ve devlet arasında çok sağlıklı ve karşılıklı çıkar temelinde kurulmuş bir ilişki görülmektedir. 

Hatta rejim, İhvan ın güvenilir bir müttefik olduğunu ve diğer gruplar gibi ülkenin güvenliği ve istikrarını zedeleyecek bir girişim içinde olmadığını açıklamıştır Arap-İsrail Savaşı Ürdün İhvanı için önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten sonra İhvan ın siyasete katılma konusundaki eğiliminin arttığı, ayrıca Yahudi güçlerine karşı gönüllü birlikler oluşturarak mücadele ettiği gözlenmiştir. Mısır da 1952 Temmuz Devrimi sonrasında milliyetçi ve sol hareketlerin güç kazanmasının etkileri bir yıl sonra, 1953 yılında, Ürdün İhvan hareketini de yeni bir dönemece getirmiştir. Ürdün İhvanı bu süreçte farklı bir yapılanmaya gitmiş ve Mısır daki İhvan örneğini takip etmiştir. Ürdün İhvanı bu dönemde siyasal, ekonomik ve kültürel hayatta daha aktif bir şekilde yer alma kararı almıştır. Bu yeni anlayışa uygun olarak da Ürdün hükümetine başvurarak sadece hayırsever bir kuruluşu olarak değil aynı zamanda Genel İslami Meclisi olarak da kayıt başvurusunda bulunmuştur. 

İhvan ın bu talebi Ürdün hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Önceki dönemlere nazaran siyasi hayatta daha aktif bir çizgi izlemeye başlayan İhvan, 1956 yılında parlamento seçimlerine katılmış ve ilk kez bir hareket olarak parlamentoda dört koltuk kazanmıştır. Bu dönemde rejim ve İhvan arasındaki ilişkiler iyi olmasına rağmen, bazı çevreler İhvan ın rejime karşı tehdit oluşturduğu değerlendirmelerinde bulunmuştur. Çünkü İhvan ideolojisi bir yandan tümüyle Batı ya karşı çıkarken bir yandan da şeriatı devletin tek meşru yasal dayanağı olarak kabul etmektedir. Gerçekten de İhvan, rejimi İslami değerler sisteminden ve ahlaki değerlerden uzaklaşmakla itham etmekten çekinmemiş ve Britanya ile olan özel ilişkileri şiddetle eleştirmiştir. Bunun yanında 1955 Bağdat Paktı nı ve Ürdün ün bu pakta katılma ihtimalini de onaylamayarak eleştirel bir tutum sergilemiş, Britanya nın bıraktığı boşluğu ABD nin doldurma çabası olarak gördüğü Eisenhower projesine de karşı çıkmıştır. Tüm bunlara rağmen İhvan ile rejimin ilişkileri karşılıklı çıkar temelinde ilerlemiş ve 1950 ler ve 1960 larda olduğu gibi İhvan, zor zamanlarında hep rejimin yanında olmuştur. Buna mukabil, Mısır başta olmak üzere diğer Arap rejimlerinde baskı ve şiddete uğradığı dönemlerde Ürdün deki rejim de İhvan için önemli bir sığınma merkezi olmuştur. Burada bilhassa belirtmek gerekir ki İhvan, diğer partiler gibi bu dönemde siyaseten yasaklı olmayışından istifade ederek kazanım sağlamaya çalışmamış, çabalarını daha çok sosyal hayattaki etkisini geliştirmek ve çalışmalarını hayır işleri yapmak üzerine inşa etmiştir Arap-İsrail Savaşı nda da Cihat adlı birlikler kurarak işgalci İsrail güçlerine karşı büyük bir askerî direniş sergilemiştir. 

Ancak cihat deneyimi Filistinli direniş güçlerinin ülkeden çekilmesi ile sona ermiştir. Hareket, çabalarını yine öğrenci birlikleri, İslami hastaneler ve okullar inşa ederek sürdürmeye çalışmıştır yılında Ürdün de yaşanan büyük ekonomik buhran sırasında geniş çaplı sokak gösterileri olmuş ve Kral Hüseyin bu krizi parlamentoyu revize etme ve sivil reformlar yapma sözüyle yatıştırabilmiştir. İhvan kriz esnasında sokak gösterilerine katılım sağlamasa da mevcut ortam kendi siyasi gündemini ortaya koyma fırsatı vermiştir yılına gelindiğinde ise İhvan ın bir kolu olan Hamas ortaya çıkmıştır. 


Yukarıda da belirtildiği gibi Ürdün İhvanı ideolojik temelini ve organizasyon yapısını Mısır daki muadilinden almış ve Hasan el-benna nın öğretileri etrafında toplanmıştır. Seyyid el-kutub ise harekette birçok değişiklik ve düzenleme yapmak istemiş Allah ın hükümeti, 8 Cihat ve İslam ın Devrimci Karakteri gibi temalar üzerinden görüşlerini şekillendirmiştir. 9 Ancak hareket içerisinde iki farklı grup ortaya çıkmış ve el-benna taraftarı olan reformistlerle Kutub taraftarı olan radikaller arasında tartışmalar baş göstermiştir. Mısır daki bu tartışmalara tepkisiz kalmayan Ürdün İhvan ı da göreceli olarak rahat koşullarda olmasına rağmen bu tartışmalarda taraf olmuştur. 10 Ürdün de İhvan-devlet ilişkisi, Mısır daki İhvandevlet ilişkisinin aksine çok daha yakın olmuştur. Ürdün de İhvan ve devlet ortak çıkar alanı bulmuş ve Arap milliyetçiliği ve radikal İslam gibi tehditlere karşı Haşimi Krallığı ile birlikte hareket etmiştir. Bazı yazarlar ılımlı İslamcıların demokratik bir tutum sergileyerek daha fazla özgürlük kazandığını ve bunun onları baskıdan kurtardığını yazmıştır. 

Öte yandan bu durumun rejimin çıkarlarına aykırı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Haşimi Krallığı ile İsrail arasındaki yakınlaşmadan sonra, devletin İhvan ile ilişkilerini yakın tutarak bu duruma sert tepki verebilecek diğer İslami grupların etkilerini hafifletmek istemiş olabileceğini savunlar da vardır. Ürdün de mevcut İslami hareketler arasında bir bütünlüğün olmadığı öteden beri bilinmektedir. Özellikle Filistin meselesinde bu ayrılık daha da fazla açığa çıkmaktadır. İhvan, benimsediği demokratik tutum sayesinde siyaset alanında geniş çaplı bir muhalefet etme imkânı bulmuştur. Bugün gelinen noktada İhvan ın siyasi olarak etkisinin azaltılmasının bu grubun radikalleşmesine yol açabileceğini söyleyenler de az değildir. 11 Bu konuda Wiktorowicz, Ürdün İhvanı nın monarşi içerisinde sadık muhalif pozisyonunu koruyarak gücünü artırdığını ve Haşimi Krallığı nın da muhalefeti yönlendirmede ve kendisine fazlaca eleştirel bir tutum takınan muhalif grupları marjinalleştirmede İhvan ı önemli bir araç olarak kullandığını ifade etmiştir. 

Bu sayede İhvan ın amaç ve organizasyonlarına katkı sağlayan yönetim, bunun karşılığında Haşimi Krallığı na karşı vuku bulacak karşı muhalefeti engelleyebilmek için İhvan desteğini elde etmiştir. 12 Haşimi Krallığı ile Ürdün İhvanı nın Bozulmaya Başlayan İlişkileri ve Bunun Olası Etkileri Haşimi Krallığı ve İhvan arasındaki ilişkilerin tamamen gerginleşmesi, Müslüman Kardeşlerin bir mensubu olan Mısır Devlet Başkanı Mursi nin darbe ile iktidardan düşürülmesi sonrasında Ürdün de de yönetimin İslamcılara karşı baskısını artmasıyla başlamıştır. Kral Abdullah, İslami hareketlere karşı olan antipatisi bir yana, İhvan a karşı yükselen genel baskıcı akıma ayak uydurmuştur. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Haşimi Kralı, bu sayede ülkesindeki muhalefetin önemli bir ayağını oluşturan İhvan ı dize getirmek istemiştir. Bunun yanında Amman ın son dönemde ortaya çıkan yeni İhvan ile kendisine yakın eski İhvan ayrımını suistimal ederek bundan bir kazanım sağlama çabasında olduğu da dile getirilen görüşlerdendir. 13 Ancak İhvan a karşı bu kadar sert bir tutum içine girmiş olmasının Haşimi Kralı nı sıkıntıya sokması da ihtimaller arasındadır. Çünkü The New York Times ın bir haberine göre 6 milyonluk nüfusun yaklaşık %25-30 u İhvan ı desteklemektedir. İhvan, yönetimde Kral ın atadığı başbakanı değil halk tarafından seçilmiş bir başbakanı görmeyi arzu etmektedir. Bu arada 1989 yılında gayet şeffaf bir şekilde yönetildiği ifade 4

5 edilen parlamento seçimlerinde İhvan ın büyük bir başarı sağlayarak neredeyse parlamentodaki koltukların üçte birini kazandığını da belirtmek gerekmektedir. Bu tablonun ortaya çıkmasından sonra hükümet, seçim yasasını değiştirerek İslamcıların siyasi gücünü azaltacak önlemler almaya başlamıştır. Aradan geçen sürede İhvan bu duruma tepki olarak 2010 ve 2013 seçimlerini boykot etmiştir. İhvan ın faaliyetlerini engellemenin bu grubu daha da hırçınlaştırabileceği ve radikalizmi artırabileceği yönündeki endişeler ise bu süreçteki bir diğer risk unsurudur. 

Bilhassa DAEŞ ile mücadelede başka bir İslami grubun -ki bu grup toplumun önemli bir kesimi tarafından destekleniyorsa- ötekileştirilmesi, yeni bir radikal grubun ortaya çıkmasına ve Ürdün devletinin başına bela olmasına sebebiyet verebilir. 14 Keza hükümet yetkilileri yaklaşık Ürdünlünün DAEŞ saflarında savaştığını ve bu kişilerin geri dönerek Ürdün de saldırılar düzenlemesinden büyük endişe duyulduğunu ifade etmektedir. Bu arada yapılan başka bir araştırmaya göre Ürdün nüfusunun %10 u DAEŞ terör örgütüne olumlu bakmaktadır. 15 Dolayısıyla böyle bir risk varken kendi varlığına büyük bir tehdit oluşturmayan ve yeri geldiğinde Haşimi Krallığı ile birlikte hareket edebilen İhvan ın ötekileştirilmesi ve dışlanması pek de akıllıca görünmemektedir. Bunun yanında Ürdün ün İhvan a karşı takınacağı sert tavrın uluslararası alanda da çeşitli yansımaları olabilecektir. Böylesi bir durumda Ürdün ün de Mısır gibi insan hakları örgütlerinin yakın markajına girmesi ve baskıya uğraması ihtimal dâhilindedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi İhvan, Haşimi Krallığı na bir tehdit oluşturmamaktadır. Zira genç işsizlik oranının %28 in üstüne çıktığı, misafir ettiği büyük bir Suriyeli mülteci nüfusun getirdiği zorluklar ve büyük dış borç yükü altındaki Ürdün de, öncelikli gündem maddesi İhvan değil ekonomi olmalıdır. Ancak ne var ki tüm bu risklere rağmen Ürdün rejimi İhvan ı tehdit olarak görmekte ve ona karşı baskıcı politikalarından vazgeçmemektedir. 16 Ürdün deki Selefi Hareket Selefi hareket, diğer grupların aksine mantıki tartışma ve akıl yürütme metodunu tercih etmemekte ve akidenin esaslarının sadece Kur an ve sünnetten hareketle tayin ve tespit edilebileceğini savunmaktadır. Yani inanç esaslarının kaynağı naslar olmalı ve bunların delilleri de oradan çıkarılmalıdır. Bundan ötürü Selefiler Kur an ve sünnette yani nasta Allah ın sıfatları ve fiilleri ile alakalı hususları, mecazi anlamlarına bakmadan olduğu haliyle benimserler. 17 Günümüzde Selefilik, İhvan da görüldüğü gibi fikir ve eylem açısından homojen bir yapıda değildir. 

Bu nedenle kendi aralarında belli kriterler doğrultusunda tasnifinin yapılması zor görünmektedir. Esasen bakıldığında savundukları inanç ilkeleri ve kültürel atmosferin benzerlikler barındırdığı, ancak sosyal ve siyasal alanda bazı farklılıkları bulunduğu görülmektedir. Selefi akımları dört ana kategoride değerlendirmek mümkündür. 1. İlim ve daveti düstur edinmiş olanlar. Bu grup, insanları kendi ilkeleri doğrultusunda hareket etmeye davet eder ve dinî eğitim verir. Ayrıca her türlü siyasi katılıma da uzak durur. Akaid 18 üzerine yoğunlaşan Selefiler, akaid esaslarını bidat ve hurafelerden arındırır ve Mutezile, Haricilik ve Şiilik gibi inançları sapkın olarak kabul ederler. Tasavvufi akımlara karşı da mesafeli duran Selefiliğin bu kolu Suudi Arabistan bölgesinde yaygın olup Abdulaziz b. Baz ile Nasıruddin el-bani gibi isimlerin fikirleri etrafında vücut bulmuştur. 2. Siyasete ve siyasi partilere uzak duranlar. Bu Selefiler, yöneticilere itaat etmeyi kendilerine ilke edinmiştir. 

Ancak siyasete karşı sert ve uzak duruşlarının yanında, iktidara talip olan İslamcılara karşı iktidar ile saf tutarlar. Daha çok Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde varlık gösteren bu grubun etkisi Arap devrimleriyle azalmaya başlamıştır. 3. Bu Selefi grup daha çok cihatçı olarak anılmakta ve Arap dünyasındaki rejimleri alaşağı etmek için şiddet eylemlerine başvurmaktadır. Günümüzde bu Selefi grupları İslam dünyasındaki birçok eylemden sorumlu tutulmaktadır. 4. Daha ıslahatçı bir duruş sergileyenler. 

Bu gruptakiler sosyal ve siyasal meselelere daha yakın ve ılımlı bir yaklaşım sergilemekte ve Selefi 5

6 inanç ve ilkelerinin hayatın her alanında aktif bir biçimde savunulması gerektiğini düşünmektedirler. Bilhassa toplumsal ve siyasal değişimin tedrici ve barışçı bir biçimde olması gerektiğine inanırlar. Bu Selefi grubu Arap devrimleri öncesinde çok aktif olmamakla birlikte devrimler sonrasında birçok Arap ülkesinde siyasi partilere aktif bir biçimde katılmıştır. 19 Günümüzde Ürdün deki Selefi hareketin de yükseldiği görülmektedir. Bugün ülkenin hemen hemen bütün şehrinde Selefilere ait kitapçılar, derslikler ve faaliyetlerde artışlar gözlenmektedir. Ürdün deki Selefiler de İslamiyet in özünden gelen uygulamalara tabii olduklarını, doğrudan Peygamber in değiştirilmemiş uygulamalarını benimsediklerini ifade etmektedirler. Onların düşüncesine göre hayatın tüm alanı Kur an, sünnet ve hadisler etrafında şekillendirilmelidir. Ürdün deki Selefiler diğer İslami grupların aksine daha informal ağlarla hareket etmekte ve amaçlarına ulaşmada bu yöntemi kullanmaktadırlar. Selefilerin İhvan a karşı yaklaşımlarının nasıl olduğu ise herkes tarafından bilinmektedir. İhvan Selefilere nazaran Ürdün de akademik, sosyal ve siyasal alanda daha aktif bir profil sergilemektedir. Selefilerin artan etkinliğine rağmen İslam dünyasında öne çıkan ve birçok araştırmaya konu olan yapı İhvan dır. Ancak Selefilerin Ürdün de ulemada baskın bir rol oynadığını da belirtmek gerekmektedir. İslami öğretilerin toplumda yayılmasında talebeler ve İslam âlimleri önemli rol oynamakta, bu sayede birçok ağ kurularak İhvan ve diğer İslami grupların aksine propaganda yapılmaktadır. Selefiler kurdukları çalışma grupları, evlerde yaptıkları özel dersler ve diğer dinî aktivitelerle kendi düşüncelerinin yayılması için çalışmaktadır. İhvan ve diğer gruplar faaliyetlerini resmî yapılar üzerinden yürütürken Selefiler daha çok kişisel bağlarla kurdukları resmî olmayan yöntemlerle kendilerini anlatmaktadırlar. Bu durumun rejime tehdit oluşturup oluşturmadığı bir yana, bunlar sadece Ürdün de değil kurdukları sosyal bağlarla tüm Ortadoğu da birçok toplumu şekillendirmektedir. Selefilerin, kurdukları bu gayriresmî bağlarla, Ürdün yönetiminin baskı ve denetimlerini savuşturabilecekleri ve aktivizmlerini büyük ölçüde koruyabilecekleri düşünülmektedir. Ancak Ürdün, bu grupların oluşturabileceği tehdidi dikkate alarak Selefilerin faaliyetlerini olabildiğince engellemeye çalışmaktadır. 20 Ürdün deki Selefi grupların sayısı 1970 lerde Mısır, Lübnan ve Suriye gibi ülkelerde eğitim almaya giden Ürdünlülerin geri dönüşü ile birlikte gözle görülür bir biçimde artış göstermiştir da genç talebeler arasında hızla yayılan Selefilik hareketi Ürdün de önemli bir güç elde etmiştir. 

Özellikle Suriye de eğitim gördükten sonra Ürdün e dönen Muhammed Nasır el-din el-bani nin öğretileri bu hareketin gelişmesi ve yayılmasında oldukça etkili olmuştur yılında Afganistan savaşından dönen Selefi gruplar da Ürdün deki siyasi sisteme ve rejime karşı sert ve şiddet eğilimi yüksek bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır. Bu gruplar savaşa katılarak sadece savaş deneyimi elde etmemiş, aynı zamanda Selefi düşüncesini de yayma fırsatı bulmuştur. Kendilerini cihatçı olarak niteleyen bu gruplar yeraltında örgütlenerek rejime karşı mücadele başlatmıştır. Ayrıca, Körfez Savaşı sırasında Suudi Arabistan ın yabancı askerleri ülkesine kabul etmesi, Selefilerin büyük tepkisini çekmiş, Selefiler bu dönemde çok sayıda eylem gerçekleştirmiştir. Ürdünlü birçok yetkiliye suikast düzenlenmiş, Batı etkisini barındıran her şey Selefiler tarafından hedef alınmıştır. Arap dünyasında pek çok kişiyi etkileyen bu gruplar, peş peşe eylemler gerçekleştirmiştir. 21 Selefi gruplar içerisinde İbn-i Teymiye nin öğretileri etrafında toplanan cihatçı bir grup bulunmaktadır. Bu gruba göre İslami olmayan politikalar güden kâfir yöneticilere karşı cihat ilan edilmesi gerekmektedir. Bu düşünceye sahip Ürdünlü cihatçı gruplar da liberal politikaları ve İsrail ile barışı desteklemesinden ötürü Haşimi Krallığı nı inançsız ve kâfir olarak nitelendirmektedir. Bu bağlamda İslamiyet e uygun davranışlarda bulunmadığını ilan ettikleri Kral Hüseyin ve Haşimilere karşı şiddete başvurmak ve cihat etmek gerektiğini savunmaktadırlar. Öte yandan bu düşüncedeki Selefilere rağmen şiddete başvurmayan reformist Selefi guruplar, harekette daha etkin bir durumdadır. Ancak son dönemde cihatçı Selefilerin popülaritelerinin arttığı gözlenmektedir. Özellikle Ürdün de cihatçı yayınların 1990 lar boyunca yaygınlaştığı dikkat çekmekte- 6

7 dir. Ürdün de bu yayınları dağıtan birçok Selefi, terörizm şüphesiyle tutuklanmıştır. Selefi militan gruplara katılım az olsa da cihatçı kişilerin sayısının artan bir seyir izlediği belirtilmektedir. Bu arada birçok Selefi grup İhvan ı örnek vererek rejim ile bağ kuran ve rejimle beraber bir siyasete dâhil olan yapıların o sistemin kölesi olduğunu, hiçbir zaman İslamiyet e hizmet edemeyeceklerini ve zamanla zayıflamaya mahkûm olduklarını belirtilmektedir. Özellikle cihatçı perspektife sahip Selefiler kendilerini sistemden tamamen soyutlamaktadır. Bilhassa 1989 yılı itibarıyla başlayan Ürdün demokratikleşmesinde dahi -İhvan ın aksine- Selefi gruplar resmî yapılar kurmaya sıcak bakmamışlardır. 22 Selefi grup üyesi birçok kişi rejim tarafından tutuklanmış, bu gruplara üye olanlar istihbarat servislerince sindirilmiştir. Bu uygulamalar sonuncunda Selefi gruplara üye pek çok kişinin bu yapılardan ayrılması sağlanmış, bu gruplara yeni katılımların önü bu şekilde alınmaya çalışılmıştır. Selefiliğin toplumda yayılmasında öğretmen-öğrenci ilişkisinin önemli rol oynadığının da ayrıca belirtilmesi gerekmektedir. Bu ikili ilişkiler hareketin yükselmesinde katalizör işlevi görmüş, Selefiler ideolojilerini ve öğretilerini bu yolla yayma imkânı bulmuştur. Her ne kadar ideolojilerinin yayılmasında ve Selefiliğin toplum içerisinde güçlenmesinde önemli bir yol kat etmiş olsalar da bu durum aynı zamanda birtakım yorum farklılıklarına ve kişisel rekabetlere yol açmış ve harekette bazı bölünmeler yaşanmıştır. 

Bugün Selefi düşüncenin yayılması için resmî olmayan yollarla camiler başta olmak üzere birçok yerde seminerler, konferanslar ve yayınlar yapılmaktadır. Bu bağlamda Selefiler, önemli propaganda merkezlerinden biri haline gelen camilerde, imkânları el verdikçe dinî eğitimlerle faaliyetlerine devam etmektedirler. Özellikle Suudi Arabistan ile bağları olan Selefiler, Ürdün dışındaki konferans ve seminerlere de katılım sağlamaktadır. Bu tür organizasyonalar Selefilerin kendi aralarında kurmuş oldukları bağlara uluslararası bir boyut katmaktadır. 23 Sonuç Ürdün, birçok Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi, din ve devlet ilişkileri bağlamında münhasır bir yere sahiptir. Ülkenin sosyokültürel ve siyasi hayatında İhvan ve Selefi grupların önemli bir varlığının bulunması, Ürdün ülkesini daha iyi anlamak için bizleri bu grupları ayrıca incelemeye yönlendirmektedir. 

Örneğin günümüze kadar uzanan süreçte İhvan ın Ürdün yönetimi ile kurmuş olduğu yakınlığın yarattığı güç, bugün artık yavaş yavaş Haşimi Krallığı nda rahatsızlığa yol açmaktadır. Gün geçtikçe gerginleşen ilişkiler, özellikle Mısır da kısa süren İhvan yönetiminin darbeyle yıkılmasından sonra baskıya dönüşmüştür. Bu durum, bölgede İhvan a karşı oluşan baskıcı yönelimden Ürdün ün de faydalanmaya çalıştığını düşündürmektedir. Kaldı ki Ürdün İhvanı nın çatışmacı veya şiddet içeren eylemlerde bulunmadığı da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu durumda İhvan ın hızlı yükselişine dur demek isteyen yönetimin -hele ki Suriye krizinin yarattığı istikrarsızlık ortamında- aşırı tepki vermesi, bu grup içerisinden de radikal hareketlerin ortaya çıkmasına sebep olabilecek bir tehlikeyi barındırmaktadır. Dolayısıyla hâlihazırdaki siyasi ve ekonomik istikrarsızlığı daha da derinleştirecek ve ülkenin uğraştığı mülteci ve DAEŞ sorununa yeni bir sorun ekleyecek bu türden yaklaşımlar, Ürdün ü ciddi anlamda zor durumda bırakabilecek özelliktedir. Bu istikrarsızlık ortamında İhvan a karşı kısıtlayıcı inisiyatifler alsa da Ürdün ün kendisini -en azından şu süreçte- İhvan dan soyutlaması pek mantıklı bir seçenek gibi görünmemektedir. Hatta İhvan ile ilişkilerin iyileştirilmesi çok daha iyi bir alternatif olabilir. Ayrıca, Selefi grupların -İhvan dan farklı olarak- kendilerini çok ön planda tutmayışı ve faaliyetlerini genellikle perde arkasından yürütmeye çalışmaları da yönetim açısından önemli bir diğer çıkmazdır. Bu anlamda Selefilerin İhvan dan çok daha katı bir tutuma sahip olmaları ve yönetime karşı yaklaşımlarının da çok olumsuz olması, Haşimi Krallığı açısından oldukça ciddi bir sorundur. Ürdün deki toplumun radikal hareketlere sempatisinin her geçen gün daha da arttığı dikkate alındığında, bu tür toplulukların sayılarının artmaması için yönetimin bir girişimde bulunma olasılığı gayet yüksek görünmektedir. Kısaca, ülkedeki siyasi dengelerin ve tercihlerin İhvan ve Selefiler gibi dinî gruplar üzerinden büyük ölçüde değişkenlik gösterdiğini ve göstermeye devam edeceğini ileriki dönemler için de öngörmek çok zor değildir. 

Son Notlar 
1 Ertan Efegil, Mısır ve Ürdün ün Dış Politikalarını Şekillendiren Unsurlar, Cilt 5, Sayı 51, 2013, s World Directory of Minorities and Indigenous Peoples, Jordan, ( ). 

3 Jordan s Christians and Muslims March Together, The Tablet, 26 Ağustos 2014, news/1107/0/jordan-s-christians-and-muslims-march-together- ( ). 

4 Jordan, U.S. Secretary of State, documents/organization/ pdf ( ). 

5 Mohammed Abu-Nimer, Amal I. Khoury, Emily Welty, Unity in Diversity: Interfaith Dialogue in the Middle East, Washington D.C, United States Institute Of Peace Press, 2007, s Quintan Wiktorowicz, The Management of Islamic Activism: Salafis, the Muslim Brotherhood, and State Power in Jordan, Book Review, by Nader Sohrabi, Albany: State University of New York Press, Aaron Magid, The King and the Islamists-Jordan Cracks Down on the Muslim Brotherhoods, Foreign Affairs, May 3, 2016, jordan/ /king-and-islamist ( ). 

8 Hassan Abu Hanieh, From the perspective of Islamic Movements in Jordan, Friedrich-Ebert-Stiftung, 2008, Ürdün, s Müslüman Kardeşler ve Seyyid Kutup, Timetürk, , ( ). 

10 Hanieh, From the perspective..., s Ralf Hammerstein, Deliberalization in Jordan: The Roles of islamist and U.S.-EU Assistance in Stalled Democratization, Carola Hartmann Miles-Verlag Berlin, 2011, s Wiktorowicz, The Management of..., s Aaron Magid, ( ). 14 King Moves to Widen Outreach in Jordan, New York Times, Feb. 3, 2011, world/middleeast/04jordan.html?_r=3 ( ). 15 How Jordan Got Pulled Into the Fight Against ISIS, TIME, Feb. 26, 2015, ( ). 16 Aaron Magid, ( ). 17 Vecihi Sönmez, Selef Düşüncesinin Tarihi Arkaplanı ve Selefilik, Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmi Dergisi 9-10, Bişkek 2010, s Yüce İslam dininde kesinlikle inanılan, tasdik edilen hususlar, konular ve esaslar manalarına gelmektedir. 19 Ramazan Yıldırım, Cemaatten Partiye Dönüşen Selefilik, SETA Analiz, Aralık 2013, Sayı 73, s Quintan Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, International Journal of Middle East Studies, Vol. 32, No. 2, May, 2000, s Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, s Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, s Wiktorowicz, The Salafi Movement in Jordan, 

 Kaynakça 

Abu-Nimer, Mohammed, Amal I. Khoury, Emily Welty. Unity in Diversity: Interfaith Dialogue in the Middle East, United States Institute Of Peace Press, Washington D.C, Abu Hanieh, Hassan. From the perspective of Islamic Movements in Jordan, Friedrich-Ebert-Stiftung, 2008, Ürdün. Efegil, Ertan. Mısır ve Ürdün ün Dış Politikalarını Şekillendiren Unsurlar, Cilt 5, Sayı 51, Hammerstein, Ralf. Deliberalization in Jordan: The Roles of Islamist and U.S.-EU Assistance in Stalled Democratization, Carola Hartmann Miles-Verlag Berlin, How Jordan Got Pulled Into the Fight Against ISIS, TIME, Feb. 26, Jordan s Christians and Muslims March Together, August 26, 2014, The Tablet. JORDAN, U.S. Secretary of State, documents/organization/ pdf King Moves to Widen Outreach in Jordan, New York Times, Feb. 3, Magid, Aaron. The King and the Islamists-Jordan Cracks Down on the Muslim Brotherhoods, Foreign Affairs, May 3, Müslüman Kardeşler ve Seyyid Kutup, TIMETURK, Magid, Aaron. Sönmez, Vecihi. Selef Düşüncesinin Tarihi Arkaplanı ve Selefilik, Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmi Dergisi 9-10, Bişkek, Wiktorowicz, Quintan. The Salafi Movement in Jordan, International Journal of Middle East Studies, Vol. 32, No: 2, May, The Management of Islamic Activism: Salafis, the Muslim Brother-hood, and State Power in Jordan, Albany: State University of New York Press, The Management of Islamic Activism: Salafis, the Muslim Brotherhood, and State Power in Jordan, Book Review, by Nader Sohrabi, Albany: State University of New York Press, World Directory of Minorities and Indigenous Peoples, Jordan, Yıldırım, Ramazan. Cemaatten Partiye Dönüşen Selefilik, SETA Analiz, Aralık 2013, Sayı 73. 9

http://docplayer.biz.tr/40201796-Din-ve-devlet-iliskilerinde-urdun-ornegi.html


23 Aralık 2016 Cuma

ARAP DAYANIŞMASI ÇÖZÜLÜRKEN: SURİYE, ÜRDÜN VE LÜBNAN’DA IRAKLI MÜLTECİLER



ARAP DAYANIŞMASI ÇÖZÜLÜRKEN: SURİYE, ÜRDÜN VE LÜBNAN’DA IRAKLI MÜLTECİLER 



Irak’tan kaçanlara kapılarını açan Suriye, gelenlerin sayısı aşırı şekilde artınca Iraklıların vize muafiyetini feshetti. 

Dr. Didem Danış 
Galatasaray Üniversitesi 
Sosyoloji Bölümü 
ORSAM Danışmanı 
İnceleme; 57


< Yüz binlerce Iraklı geri dönmez/dönemez ve bulundukları yerlerde entegre olamazlarsa, Ortadoğu’nun halihazırda kaygan dengeleri açısından yeni gerilimler doğabilir. Mültecilerin yerleştiği mahallelerin, yoksullaşma ve dışlanmaya paralel olarak radikal hareketlere zemin oluşturabilecek bir alan haline gelmesinden endişe duyuluyor. >




Irak’ın işgalini takip eden şiddet sarmalında komşu ülkelerde sığınma arayan iki milyondan fazla Iraklının durumu, olayın yarattığı toplumsal ve ekonomik tahribat bir yana, siyasal alanda da bir çözülüşün göstergesi oldu. Iraklı mültecilerin Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde yaşadıkları, zaten bir süredir gözden düşmüş olan Arap dayanışmasının eriyişini tasdik etti. 

1958-61 arasında kısa ömürlü Birleşik Arap Cumhuriyeti ile doruk noktalarından birini yaşamış olan Arap birliği fikri, 1980’li yıllarda İslamcı hareketlerin yükselişi ve bölgedeki çatışmaların etkisiyle Arap dünyasının çoğunda tedavülden kalkmıştı. Milyonlarca Iraklının yerinden yurdundan kopmasına ve komşu Arap ülkelerine sığınmasına yol açan son mülteci krizi, Arap dayanışması fikrine en bağlı gözüken Suriye’de bile bu idealin hükümsüz kalmakta olduğunu gösterdi. 2003 sonrasında Irak’tan kaçanlara kapılarını açan Suriye, gelenlerin sayısı 
aşırı şekilde artıp, ekonomide ağır hasar yaratınca, kendi çıkarlarına öncelik veren bir tavır değişikliğine giderek Iraklıların vize muafiyetini feshetti. Ürdün, sığınmacılara gelen yardımları kendi halkına yönlendirerek bu maliyetli yükü bir kazanç fırsatına çevirdi. Lübnan ise, uzun süreli ve kanunsuz gözaltılarla mültecileri sınırdışı olmaya zorlayan “gönüllü sınırdışı” politikasıyla yeni gelecekleri caydırmaya çalıştı. Bu ülkelerin tavrında Ortadoğu’da yaşanan bir önceki büyük iltica krizinin, yani Filistin deneyiminin de etkisi olduğu söylenebilir. Bir zamanlar, tüm bedellerine rağmen içeri buyur edilen Filistinli mülteciler kadar önemli bir siyasi anlam taşımadıklarından olsa gerek, Iraklılar, komşu ülkelerde bir “yük”, “ Güvenlik Riski ” ve “sorun kaynağı” olarak algılandı. 


Irak’ta de Facto Bölünme 

BM verilerine göre, 2003-2007 arasında, yurtdışına kaçan Iraklıların sayısı 2.6 milyona ulaşmış, iki milyona yakın kişi de Irak içinde yer değiştirerek 
daha güvenli bir yaşam aramıştı. 2003 sonrası göçün çıkış nedenleriyle ilgili hızlı bir değerlendirme yapacak olursak, ilk olarak Amerikan işgali sonrasında mevcut siyasi düzenin yerle bir edilişiyle ortaya çıkan şiddet sarmalından bahsetmek gerekir. İlk altı yılın zorunlu göç açısından bilançosu, demokrasi, istikrar ve refah getireceği iddiasıyla gerçekleştirilen işgalin hedeflerinden çok uzak olduğunu gösterir.






















Tablo: 2003 - 2009 (20 Haziran) Irak’ta hayatını kaybeden ve kayıtlara geçmiş sivillerin sayısı 
Kaynak: http://www.iraqbodycount.org/ 

2007 sonunda Ortadoğu’da yerinden edilmiş Iraklıların sayısına dair bir tahmin - Kaynak: UNHCR-maps Nisan 2003’ten itibaren Irak içinde yerinden edilenler  

Bugün artık tüm Iraklılar – ait oldukları etnik, dini veya diğer kimliklerinden bağımsız olarak – gündelik yaşamlarının her anında ölüm tehdidiyle yüzyüze yaşamaktadır. Mezhepleri, ekonomik konumları veya cinsiyetleri yüzünden saldırıya uğrayanlar bir yana, okula veya işe giderken yolda rastgele patlayan bir bombanın kurbanı olarak ölenlerin sayısı da ciddi boyutlara varmıştır. 

Şubat 2008’de yayımlanan bir araştırmaya göre, Iraklı mülteciler ve sığınmacılar (Kümülatif) 

2003 400.000 
2004 800.000 
2005 1.200.000 
2006 2.000.000 
2007 2.740.000 
2008 2.770.000 

Not: Sayılar kümülatiftir ancak Mart 2003 öncesinde yerinden edilmiş olan yaklaşık bir milyon kişi dahil değildir. 
Kaynak: Brookings Iraq Index 

2003-2004 366.000 
2005 889.000 
2006 1.800.000 
2007 2.400.000 
Kaynak : Brookings Iraq Index 









 < Son yıllardaki göçün büyük bir kısmı, etnik ve dini açıdan karma yerleşim yerlerinde gerçekleşti ve Arap, Kürt, Türkmen, Şii ve Sünnilerin birarada yaşadığı yerler tektip mahallelere dönüştü. Bu durumun en bariz gözlendiği yer kuşkusuz başkent Bağdat’tı. >

2003’ten beri Irak’ta bir milyonu aşkın kişi hayatını kaybetmiş1, ölen sivillerin sayısı da 100 bine yaklaşmıştır.2 

2003’teki işgali takip eden günlerde Condolezza Rice’ın “yaratıcı kargaşa” düsturu Irak devletine ve ulusal birliğe ait tüm sembol ve araçların 
tasfiye edilmesini öngörüyordu. Ordu başta olmak üzere devlete ait tüm kurumlar dağıtılırken, ortaya çıkan boşluğun çeşitli militan gruplarca 
doldurulması çok şaşırtıcı olmadı. Otorite boşluğundan beslenen şiddet ve suç döngüsü derinleşirken, ülkede en büyük istihdam alanı olan devlet fabrikaları da kapatılıyordu. Sonuçta işsiz kalan, can ve mal güvenliği gailesine düşen insanlar için göç mecburiyet haline geldi. Evini terketmek zorunda kalanların bir kısmı ülke dışına giderken, içeride de silahlı milislerin öncülüğü ve işgal ordusunun örtük teşvikiyle, mezhep veya etnik köken açısından ayrışmış bölgeler yaratıldı. Son yıllardaki göçün büyük bir kısmı, etnik ve dini açıdan karma yerleşim yerlerinde gerçekleşti ve Arap, Kürt, Türkmen, Şii ve Sünnilerin birarada yaşadığı yerler tektip mahallelere dönüştü. Bu durumun en bariz gözlendiği yer 
kuşkusuz başkent Bağdat’tı. Sokaklar arasına kurulan bariyerler, mahalleler arasında nöbet tutan milisler ve Uluslararası Güç’ün de katkısıyla, bir 
zamanların çokkültürlülük timsali Bağdat “bir ortaçağ kenti”ni andırır oldu.3 

Şubat 2006’da Samarra’daki büyük patlamadan sonra zirve yapan göç, 2008’de durulmaya başladı. Araştırmacılar, bu yavaşlamayı ve Irak’taki görece “huzur” ortamını çeşitli silahlı grupların kışkırttığı ve tırmandırdığı mezhep çatışmasının amaçlanan ayrışmayı tamamlamasına bağlıyorlar. 
Eskiden “karma” olan pek çok mahalle, bugün sadece tek bir grubun üyelerinin oturduğu homojen bölgelere dönüşürken, Irak’ın pek çok yerinde şimdiden de facto bir bölünmenin gerçekleştiği ifade ediliyor.4 

Komşu Ülkelere Sığınma 

İşgal sonrası Irak dışına kaçanlar için en önemli iki sığınak Suriye ve Ürdün oldu. 2003 sonrası, özellikle de 2006’dan beri Irak’ta güvenlik durumunun 
kötüleşmesi ve Avrupa ülkelerinin kabul politikalarını ve sınır denetimlerini sertleştirmesi, Irak’a komşu ülkelerde kalabalık bir nüfus yığılması na neden oldu. Mültecilerin sayısıyla ilgili tam anlamıyla güvenilir bilgiler olmasa da, Amerikan işgalinden dört yıl sonra Suriye’ye sığınan Iraklıların en az bir milyon kişi olduğu söylenmekteydi5. Ekonomik altyapı ve toplumsal açıdan ağır bir yük anlamına gelen bu tablo, Ürdün için de geçerliydi. 2007’de Iraklı mülteci krizi karşısında uluslararası topluluğu sorumluluk almaya ve çözüm bulmaya çağıran Suriyeli yetkililere göre, o sırada ülkede 1,5 milyon Iraklı bulunmaktaydı ve her ay 40 bin kişi buna ekleniyordu.6 Bu sayılar abartılı gibi görünse de 

Temmuz 2007’de BMMYK yetkilileri de, toplam nüfusu 20 milyon olan Suriye’de 1.4 milyon, 6 milyon nüfusu olan Ürdün’de ise 750 bin Iraklı bulunduğunu belirtirken, bu “sessiz ve görünmez insani kriz” için yardım çağrısında bulunuyordu.7 

Suriye: Kapılar Kapanırken

Arap-İsrail Savaşları ve İsrail işgalini takip eden çeşitli göç dalgalarıyla gelmiş yarım milyon Filistinli dışında Suriye’de son yıllara kadar kayda değer büyüklükte bir göçmen nüfus yoktu. Iraklıların gelişi bu açıdan önemli bir dönüm noktası oldu. Farklı nedenlerle olsa da, Iraklı sığınmacılar başlangıçta sıcak karşılandı. Oysa bugün yüz-binlerce Iraklı’nın yüksek ev kiraları, gıda fiyatlarında artış veya okullarda sıkışıklık gibi ciddi sorunlara yol açtığı söyleniyor ve Suriyelilerin Iraklıları kabul etmek konusunda pek istekli olmadığı biliniyor. 

Iraklıların Suriye’ye girişi 2007’de vize muafiyetinin feshedilmesiyle zorlaştı. Bu tarihe dek, Arap dayanışmasının kalıntısı olan bazı düzenlemeler sayesinde, bir Arap ülkesi vatandaşı olan kişiler, ikameti sınırlı tutulan yabancılar gibi değil de, “Suriyeli olmayan Araplar” olarak muamele görüyor, yani vizeye gerek olmadan Suriye’ye girebiliyordu.8 Bu vize muafiyeti sayesinde, Amerikan işgali altındaki Irak’tan kaçanlar için Suriye önemli bir sığınak oldu ve yukarıda da belirtildiği gibi bölgede en kalabalık Iraklı mülteci grubu Suriye’ye yerleşti.9 

Suriye halkının %5’ine denk gelen bu yeni nüfus, çalışma izni olmasa da Suriye’de ev alabiliyor, devlet hastanelerinden faydalanabiliyor ve çocuklarını okula yazdırabiliyor du. Özellikle Şam’da toplanan Iraklı mültecilerin açtığı ve rağbet ettiği lokantalar, kahveler ve mağazalar sayesinde Kudsiye, Ceramana ve Seyide Zeynep gibi mahalleler “ Küçük Bağdat” olarak tanınır olmuştu.10 

Bu görece misafirperver tablo, 2007’de Iraklı mülteci topluluğun giderek büyümesiyle değişmeye başladı. Dünya Bankası’nın tahminine göre, Iraklıların Suriye ekonomisine maliyeti 1 milyar doların üstündeydi; sadece Şam’da ekmeğe olan talep %35, elektriğe %27, suya %20, gaza da %17 artmıştı.11 Aynı dönemde Suriye’de uygulanmaya başlanan liberal ekonomik reformlar karşısında sosyo-ekonomik konumlarını korumakta zorlanan Suriyeli orta sınıf ve dar gelirlilerin, Iraklı mültecileri günah keçisi olarak algılaması şaşırtıcı olmadı. Suriye ve Ürdün’de muazzam sayılara ulaşan Iraklı sığınmacıların barınma ihtiyacıyla emlak piyasasında astronomik fiyat artışlarına yol açması, zaten sınırlı olan eğitim12 ve sağlık hizmetleri üzerinde ek yük olarak görülmeleri, sığınmacılardan dolayı yaşam koşullarının kötüleştiğini düşünen Suriye vatandaşlarında şikayet dalgasına sebep oldu. 

Kamuoyundaki bu rahatsızlığın, göç politikalarına yansıması kaçınılmazdı. 1951 Cenevre Anlaşması’nı imzalamamış olan Suriye’de uluslararası mülteci statüsü alamayan Iraklılar “geçici misafir” olarak kabul edilmişti. Ancak bu “geçici misafirlerin” sayısının düzenli olarak artışı ve kalıcılaşma riski karşısında, Hükümet Ekim 2007’de, Iraklılara vize uygulaması başlattı. Yeni vize kuralları ile, Iraklı iş adamları ve meslek sahipleri ülkeye kolayca kabul edilirken, diğer grupların girişi kısıtlandı. Son olarak, Suriye’deki Iraklılara getirilen ikamet izinlerini düzenli olarak yenileme mecburiyeti mültecilerin durumunu daha da belirsizleştirdi. Yanlarında getirdikleri birikimlerin hızla erimesiyle ekonomik 
açıdan giderek daha zor duruma düşen Iraklılar, güvenlik sağlanamadığı için geri dönemedikleri Irak’la, kendilerini kabul etmek istemeyen Batı ülkeleri arasında çaresizlik içinde sıkışıp kaldılar. 

Ürdün: Göçün kaymağını yemek

Suriye’deki Iraklılar, bu ülkeyi tercih etmelerinin başlıca nedenleri arasında girişin daha kolay olması ve Ürdün’e kıyasla hayatın daha ucuz olmasını saymaktalar. Tam da bu sebeplerden, Ürdün Iraklılar arasında daha çok orta ve üst sınıflar tarafından tercih ediliyor. Irak’ın kalburüstü kesimi – tüccarlar, akademisyenler, sanatçılar 

– Ürdün’de önemli bir grup oluşturuyor. Ancak, aralarında çok zor koşullarda hayatını idame ettirmeye çalışan kalabalık bir grup da var. 2007’de 800 bine kadar çıktığı iddia edilen Iraklıların bir kısmı geri dönüş için Irak’ta durumun düzelmesini beklerken, diğer bir kısım burayı Batı’daki akrabalarının yanına yerleşmek üzere ara durak olarak görüyor. 

2007 yılında Norveç Araştırma Enstitüsü FAFO ile Ürdün hükümetinin işbirliğinde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre13, özellikle yoksullar ve gayrı-müslim gruplar başta olmak üzere Ürdün’deki Iraklıların %20’si bir üçüncü ülkeye göçetmek konusunda somut planlara sahip. Irak’a geri dönüş fikri ise daha çok yeni gelenler, ekonomik açıdan daha varsıl ve eğitim seviyesi daha yüksek olanlar arasında yaygın. Ürdün’deki Iraklıların çok büyük bir kısmı (%42’si) Irak’taki yakınlarının gönderdiği paraya bağımlı yaşıyor; diğerleri içinse Ürdün’de çalışarak kazandıklarının yanında başka ülkelerdeki akrabalarının desteği çok önemli. 

Tıpkı Suriye gibi, Ürdün de Iraklıları “ Geçici Misafir ” olarak kabul ederek, onlara bölgede yaygın olan “ Keyfi hoşgörü Rejimine ” göre davranmakta.14 Ancak Ürdün’ün Iraklı sığınmacılarla ilişkisi bölgedeki diğer ülkelerin politikalarından daha farklı oldu: Ürdün hükümeti 2007’de uluslararası kamu oyundan destek isterken, Iraklılara yapılacak yardımın en az %20’sinin ihtiyaç sahibi Ürdünlülere verilmesini şart koştu. 

<  2003 sonrasında Irak’tan kaçanlara kapılarını açan Suriye, gelenlerin sayısı aşırı şekilde artıp, ekonomide ağır hasar yaratınca, kendi çıkarlarına öncelik veren bir tavır değişikliğine giderek Iraklıların vize muafiyetini feshetti. >

Böylece, 2007 sonrası Iraklılar için gelen uluslararası yardım, Ürdün’de sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarındaki açığı kapamak için değerlendirildi. 

Ürdün’ün, Iraklılar konusunda kazancının çift yönlü olduğunu söylemek gerekir. Zira Ürdün, bir yandan uluslararası STK’lar aracılığıyla mültecilerin sırtından kazanç sağlar ve ulusal bütçeden karşılanması gereken altyapı masraflarını yabancı bağışçılara havale ederken, güvenlik harcamalarını yüksek tutmasını sağlayan, “ Mültecilerden kaynaklanabilecek ulusal güvenlik tehdidi ” söylemini canlı tuttu. 

Ürdün’deki bu paranoyanın kısmen geçmişte Filistinli mülteciler konusunda yaşananlarla ilintilili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kuruluşunda çok sayıda Filistinli mülteciyi vatandaş yapmış olan Ürdün, ‘67 savaşından sonra ülkede uzantıları bulunan çeşitli Filistin gerilla örgütlerinin yoğunlaşmasın dan rahatsızlık duyuyordu. 1970’de Ürdün yönetimi militan gruplara karşı tarihe Kara Eylül Harekatı olarak geçen ve Arap kardeşiliğine ağır bir darbe vurduğu söylenen bir saldırı düzenleyerek binlerce Filistinlinin ölümüne yol açtı. 

Ürdün’ün Iraklılar konusundaki tavrının, sadece mülteciler kaynaklı bir tehdit algısından kaynaklanmadığını söyleyen araştırmacılar da var. 
Géraldine Chatelard’a göre, Ürdün’de 2005’den beri %20 artan güvenlik harcamaları sadece uluslararası terör tehdidine karşı olmayıp, içeride 
bozulan ekonomik ve sosyal dengeden muz-darip olanların hoşnutsuzluğunu bastırmakta da kullanıldı. 

Lübnan: “ Gönüllü Sınırdışı ” 

Lübnan’daki Iraklıların durumu diğer komşu ülkelerdekinden farklı değil. Lübnan da, sığınma başvurusunda bulunanlara, uluslararası yasalarda tanımlanmış mülteci korumasını tanımıyor. Aksine sığınma başvurusu yapmak üzere ülkeye yasal olmayan yollardan girenleri veya vize süresini aşmış kişileri, tutuklama, gözaltı ve “gönüllü sınırdışı” yöntemleriyle caydırmaya ve ülke dışına göndermeye çalışıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) 1960’lardan beri bu ülkede bulunmasına ve sığınma başvurularını değerlendir mek üzere Lübnan hükümetiyle 2003’den beri bir “mutabakat zaptı” (memorandum of understanding) imzalamış olmasına rağmen, çok etkili olamıyor. 

Frontiers Ruwad Association adlı bir derneğin yayınladığı rapora göre Lübnan’ın mülteci politikası “inkâr” üzerine kurulu: “Tutuklamalar ve uzun süreli gözaltılar yeni geleceklerin gözünü korkutmaya ve içerideki mültecilerin sınırdışı olmayı kabul etmelerine zorlayan caydırıcı araçlar olarak kullanılıyor. BMMYK sertifikasına sahip olsalar da, mülteciler, herhangi bir yasadışı göçmen gibi tutuklama ve gözaltına maruz kalabiliyorlar.” 
Adli süreç, yavaş da olsa, Lübnan’ın geri göndermeme (non-refoulement) ilkesinden gelen yükümlülüğüne bağlı olarak, sığınmacı ve mültecilerin sınırdışı edilmesini engelliyor. Ancak yargı sistemi mülteciler ve sığınmacıların korunmasını tam güvence altına alamıyor”.15 
Bu tabloyu daha da karartan ise, Irak’a komşu ülkelere sığınmış çok az kişinin üçüncü ülkelerde mülteci hakkına kavuşabiliyor olması. 2005’te BMMYK aracılığıyla Ürdün’den sadece 171, Suriye’den 133, Lübnan’dan ise 309 Iraklı üçüncü bir ülkeye yerleştirildi. Aynı yıl, Türkiye’den başka bir ülkeye mülteci olarak yerleştirilen Iraklı sayısı 33 idi.16 Bu durum, 2007’de ABD’nin politika değişikliğinden sonra kısmen iyileşmiş olsa da, hâlâ mülteci statüsü kazanan Iraklıların sayısının çok sınırlı olduğunu biliyoruz.17 

Irak’a Dönüş Mümkün mü? 

Batı’nın mülteci-sevmez politikası ve komşu ülkelerdeki koşulların zorluğu karşısında, Suriye ve Ürdün’deki Iraklı sığınmacıların bir kısmı evlerine dönmek istiyor olsa da, bu öyle kolay gerçekleşeceğe benzemiyor. Öncelikle, bu kişilerin yurtlarını terkederek göç yollarına düşmelerine neden olan faktörlerin ortadan kalkması gerekiyor. 
Irak’ta güvenlik ve şiddet sorunu, etnik gerginlik, mezhep çatışmaları, ekonomik istikrarsızlık ve işsizlik sorunları çözülmedikçe Iraklıların geri dönmesi bir 
hayal olmaktan ileri gidemeyecek. 

2007 başında Suriye’den bir grup Iraklı’nın yurda dönüşü bu alandaki ilk örneklerden biriydi. ABD ve yeni Irak hükümeti tarafından büyük bir 
tezahüratla karşılanan bu dönüş, Irak’taki operasyonun başarıya ulaştığının işareti olarak lanse edildi. Iraklı ve ABD’li yöneticilerin gözünde bu olay, sorunların bittiğini, barışın tesis edildiğini, Irak’ın yaşanası bir yer haline geldiğini gösteriyordu. Oysa bu geri dönüş çekici değil, itici faktörler nedeniyle yaşanmıştı. Yani geri dönenler, Irak’ı tercih ettiklerinden değil, artık Suriye’de barınmaları mümkün olmadığı için Irak’a gelmişti. 

Irak’a dönüşün önemli bir nedeni, Suriyeli yetkililerin giderek artan sayılarda gelen Iraklıları caydırmak için 2007 başında ikamet izinlerini zorlaştırması idi.18 Irak’a geri dönenlerin karşılaştıkları görece sakin ortam ise, eski mahallelerine gittiklerinde anlayacakları üzere, mezhep ayrışmasının konsolidasyonu pahasına gelmişti. Zira bazı bölgelerde şiddet olaylarının yavaşlaması etnik ve dini ayrışmanın tamamına erdiğinin bir göstergesi idi ve geri dönenlerin çoğunun eski evlerine yerleşmesi mümkün değildi. Eylül 2007’de, Lübnan’da da bir “gönüllü” dönüş operasyonu gerçekleştirildi. BMMYK’nin Iraklıların dönüşü için gerekli koşulların hazır olmadığını belirten raporuna rağmen, Irak büyükelçiliği, 
Lübnan hükümeti ve Uluslararası Göç Örgütü tarafından yürütülen operasyon 2008’de de sürdürüldü. Böylece, Iraklı sığınmacılar Lübnan’da geçici olarak kalma hakkından bile mahrum edildiler.19 

Arap Birliği Dağılırken Arada Kalanlar 

Irak’taki krizle beraber Arap dayanışmasının sınandığı ve ciddi şekilde sınıfta kaldığı önemli bir vaka da, Irak’taki Filistinli mültecilerin yaşadıkları oldu. Üç farklı dönemde - 1948, 1967 ve 

1991’de - Irak’a sığınmış olan Filistinliler 2003’e kadar Irak’ta Kazablanka Protokolü’nün koruması altında görece güvenlikli bir hayat sürdürebilmişti. 
Irak, uluslararası iltica alanında temel hukuki metin olan 1951 Cenevre Sözleşmesi’niimzalamamış olsa da, Arap Birliği’nin 1965’te hazırladığı üye ülkelerde Filistinlilerin kabulünü düzenleyen protokole uygun olarak, Filistinli mültecilere çalışma, eğitim ve seyahat özgürlüğü tanımıştı. Ancak, gene bu protokol uyarınca, çok uzun yıllar Irak’ta kalmalarına rağmen mülkiyet ve vatandaşlık hakkına erişemeyen Filistinliler Irak’ın çözülmesi sürecinde en ağır travmayı yaşayan gruplardan biri oldu. 2003 sonrasında tırmanan şiddet ortamında Irak’tan kaçan Filistinli mülteciler, komşu Arap ülkelere, özellikle de kent merkezlerine girmelerine izin verilme-diğinden, ancak sınır bölgelerinde çadır kurarak, çok zorlu koşullarda hayat mücadelesi vermek zorunda kaldılar. 

Yaklaşık 34 bin kişilik bu grup, yeni Irak yönetiminin tavır değişikliği ve çeşitli silahlı milis örgütlerin saldırısı karşısında bir kez daha yerlerini terketmek zorunda kalmıştı. Ancak ne Suriye, ne de Ürdün Filistinlilerin kendi topraklarına girişi konusunda istekliydi. Ürdün, kendi vatandaşları ile evli olan 400 kadar Filistinli dışındakilerin sınır bölgesinde kurulan çadırlardan çıkmasına izin vermedi. BMMYK’nin gözetimindeki Irak sınırına 50 km uzaklıktaki Ruveyşid kampında yokluk ve hastalıklarla boğuşan ve serbest dolaşım hakkından mahrum olan Filistinliler, Kanada, Yeni Zellanda ve Brezilya’ya mülteci olarak yerleşme hakkı kazanana kadar tümüyle dışarıdan gelecek yardıma muhtaç bir yaşam sürdürdü.20 

Irak’tan kaçan Filistinli mülteciler konusunda Suriye’nin tavrı, Ürdün’ünkünden çok da farklı değildi. Suriye-Irak sınırına kurulan üç kamp (El-Hul, El-Velid ve El-Tanf), ülkeye girmesine izin verilmeyen Filistinlilerin sığınağı oldu. Bütün temel ihtiyaç malzemelerinde dışarıya bağımlı olan bu çadır-kampların nüfusu, Suriye’ye sahte Irak pasaportuyla girmeye çalışan Filistinlilerin yakalanıp zorunlu olarak gönderildiği bir yer haline dönüşmesiyle sürekli arttı. Kötü hava koşulları, derme çatma barınaklar, hastalıklar ve yoklukla biçimlenen manzara karşısında uluslararası yardım kuruluşları da yetersiz kalmıştı.21 

< Batı’nın mülteci-sevmez politikası ve komşu ülkelerdeki koşulların zorluğu karşısında, Suriye ve Ürdün’deki Iraklı sığınmacıların bir kısmı evlerine dönmek istiyor olsa da, bu öyle kolay gerçekleşeceğe benzemiyor. Öncelikle, bu kişilerin yurtlarını terkederek göç yollarına düşmelerine neden olan faktörlerin ortadan kalkması gerekiyor. >

Sınır bölgelerinde sıkışıp kalan Filistinliler o kadar umutsuz bir durumdaydı ki, 2008 yılında Sudan hükümeti, Filistinli yetkililer ve BMMYK arasında imzalanan bir anlaşma uyarınca Sudan’a yerleştirilmeleri projesi bir umut ışığı olarak görüldü. Ancak başkent Hartum civarında prefabrike evlere yerleştirilip, BMMYK gözetiminde iki yıllık gevşek bir destek sürecinden sonra yal-nız kalacak olan Filistinlilerin, halihazırda insan hakları şeceresi pek de parlak olmayan ve kendi vatandaşları başka ülkelerde mülteci durumunda yaşayan Sudan’da vatandaşlık ve pasaport hakkından muaf tutulmaları ve bu yüzden bir politika değişikliği durumunda tekrar yerinden edilebilecek olmaları çeşitli yardım kuruluşları 
ve uluslararası örgütlerce yoğun bir şekilde eleştirildi. 


Sonuç 

Iraklı sığınmacıların durumu belki Filistinlilerden daha iyiydi ama Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerde hiçbir zaman resmi mülteci statüsü kazanamadıkları için uluslararası korumadan mahrum kaldılar. Kalıcı ikamet izni veya vatandaşlık hakkına erişemeyen yüzbinlerce Iraklı için bu ülkelere sığınma, sonu karanlık bir belirsizlik demek oldu. Ancak, yukarıda detaylı bir şekilde ele aldığımız tüm eleştirilere rağmen, Irak’a komşu bu iki ülkenin hakkını da vermek gerekir. Avrupa ve Amerika’nın veya Irak’ın bir diğer komşusu olan Türkiye’nin tavrıyla karşılaştırıldığında, ekonomik altyapısı çok zayıf olan Suriye ve Ürdün’ün, halihazırda çok kalabalık bir Filistinli nüfus barındırırken, iki milyona yakın 
Iraklıyı kabul etmesinin önemini gözardı edemeyiz. 


Komşu ülkelerdeki Iraklı mülteciler meselesi orta ve uzun vadede yeni sorunlara gebe görünüyor. Suriye ve Ürdün’de vatandaşlık hakkı bir yana, kalıcı ikamet izninden mahrum olan yüzbinlerce Iraklı geri dönmez/dönemez ve bulundukları yerlerde entegre olamazlarsa, Ortadoğu’nun halihazırda kaygan dengeleri açısından yeni gerilimler yaratabilir. Mültecilerin, zaten kısıtlı olan kaynaklar üzerinde ciddi bir baskı oluşturması bir yana, Şam ve Amman’da Iraklıların yerleştiği mahallelerin yoksullaşma ve dışlanmaya paralel olarak radikal hareketlere zemin oluşturabilecek verimli bir alan haline gelmesinden endişe duyuluyor. Ayrıca, Irak’taki mezhep çatışmalarının komşu ülkelere sıçraması ihtimali kaygı verici bir diğer konu olarak dile getiriliyor.22 

Irak açısından bakıldığında ise telafisi on yıllar sürecek bir “insani kapasite kaybı”ndan bahsetmek gerekir. Doktorlar, mühendisler, akademisyenler 
gibi eğitimli ve meslek sahibi orta sınıflarını kaybeden Irak’ın bu yetişmiş insan sermayesini yeniden inşa etmesinin zorluğu aşikar. 

Irak’ın Modern Tarihi isimli kitabın yazarı araştırmacı Phebe Marr, bu göçün Irak’ın toplumsal dengeleri açısından da önemli bir kayma yarattığına işaret ediyor. “Bağdat’ta yerleşik ılımlı ve seküler eğilimli bir orta sınıf zayıflarken; yeni, daha eğitimsiz, genç ve -belki de haksızca- Sadr kentiyle özdeşleştirilen bir nüfus, istatistiki açıdan daha baskın hale geliyor.” Bağdat’ın kentli, eğitimli, meslek sahibi orta sınıf semtlerinde yaşayanlar komşu ülkelere kaçarken ortaya çıkan tablonun siyasi ve toplumsal etkileri yakın dönemde daha net görülecektir. K aderin cilvesine bakın ki, Amerika’nın Irak için tasarladığı demokrasi projesini gerçekleştirebilmesi için bugün ülkeyi terketmiş olan ve Batı değerlerine 
çok daha yakın olan orta sınıflara ihtiyacı var. 

KAYNAKLAR;
DİPNOTLAR ;

1 Londra merkezli Opinion Research Business (ORB) ve Independent Institute for Administration and Civil Society 
Studies’ın (IIACSS) ortak araştırmasının sonuçlarıyla ilgili haber için bkz. 
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=246146 

2 Iraq Body Count adlı bağımsız kuruluşa göre, sivil ölümleri açısından en kötü yıl Mart 2006 – Mart 2007 arasındaki 
işgalin dördüncü yılı olmuştur. 
http://www.iraqbodycount.org/analysis/numbers/year-four/ 

3 Phebe Marr, “Introduction”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.9-12 

4 Nabil Al-Tikriti, “US policy and creation of a secterian Iraq”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.16-18. 

5 UNHCR, Statistiques sur les Iraquiens déplacés dans le monde, 2007 
http://www.unhcr.fr/cgibin/texis/vtx/home/opendoc.pdf?tbl=SUBSITES&id=470387fc2 

6 “La Syrie appelle à une solution à la question des réfugiés irakiens”, Le Quotidien du Peuple, 2.8.2007. 

7 “Bam Ki Moon’dan Irak’a komşu ülkelere çağrı”, 17.04.2007, Voice of America-News, 
http://www.voanews.com/turkish/archive/2007-04/2007-04-17-voa19.cfm?moddate=2007-04-17 

8 Géraldine Chatelard, “L’émigration des Irakiens de la guerre du Golfe à la guerre d’Irak (1990-2003)”, Mondes en mouvements: Migrants et migrations au Moyen-Orient au tournant du XIXe siècle, (Eds.) H. Jaber & F. Metral, Beyrouth, IFPO, 2005, s.134. Böylece, Sudan, Mısır ve Somali gibi Arap ülkelerinden gelip Türkiye, Lübnan veya Kıbrıs üzerinden Batı’ya ulaşmak isteyenler için Suriye önemli bir transit göç ülkesi oldu. Bu durum, 2005’ten sonra Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesi ve Ürdün’le sınır güvenliğinin arttırılmasıyla değişti. 

9 Örneğin, 2004 ve 2007 yılları arasında Iraklılar Suriye’deki cep telefonu operatörlerinden bir milyondan fazla telefon hattı satın almışlardı. Salam Kawakabi, “La migration irregulière en Syrie : les réfugiés irakiens comme 
cas d’étude”, CARIM-AS 2008/66, European University Institute, 2008. 

10 “Millions of desperate Iraqis stream into Syria” by Hannah Allam, McClatchy Newspapers, 17.6.2007 

11 Kawakabi, a.g.e. s.3 

12 BMMYK yetkililerine göre, 2007’de Suriye’de okul yaşında yaklaşık 300 bin Iraklı çocuk bulunmasına rağmen bunların sadece 33 bin kadarı okullara kayıtlıydı. Ürdün’de ise hükümet 19 bin Iraklı çocuğun okula devam 
ettiğini, ancak en az 50 bin çocuğun da okula erişimi olmadığını belirtmişti. “Providing Education Opportunities to Iraqi Children In Host Countries”, UNHCR & UNICEF 27.7.2007. Raporun bütünü için bkz. 
http://www.unhcr.org/partners/PARTNERS/46a9b6c82.pdf 

13 Iraqis in Jordan: Their number and characteristics, Norveç Araştırma Enstitüsü FAFO, Ürdün Hükümeti ve 
UNFPA ortaklığında gerçekleştirilen araştırma raporu için bkz. 
http://www.fafo.no/ais/middeast/jordan/IJ.pdf 

14 Géraldine Chatelard, “Jordan’s transit Iraqi guests: Transnational dynamics and national agenda”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.20-22. 

15 Frontiers Ruwad Assocation, Double Jeopardy: Illegal Entry – Illegal Detention. Case Study: Iraqi Refugees and Asylum - Seekers in Lebanon, 2008. 

16 Bir karşılaştırma imkanı sunması açısından, aynı yıl Türkiye’de BMMYK tarafından üçüncü bir ülkeye yerleştirilen İranlı sayısının 1.083 olduğunu hatırlatalım. UNHCR, “2005 Global Refugee Trends”, UNHCR yayınları, Cenevre, 2006. 

17 New York Times’da yayınlanan bir habere göre, 2003’den beri ABD’ye yerleşen 30.000 Iraklı arasında, yaklaşık 1.500 kişi mülteci olarak kabul edildi (2007 yılında ABD 7.000 Iraklıya iltica hakkı vereceğini açıklamıştı). 
Irak’taki krizin başlıca sorumlularından biri olmasına rağmen bu kadar az mülteci kabul eden ABD’nin aksine, İsveç 2003’ten beri 40 ila 80 bin arası Iraklıya kapılarını açtı. Sadece 2007’de İsveç’e iltica eden Iraklıların sayısı 
18 bin idi. Ancak, hızla artan mülteci nüfusu karşısında tedirgin olan İsveç de 2008’de daha sıkı bir kabul politikası uygulamaya başladı. “Iraqi Refugees Find Sweden’s Doors Closing” The Washington Post, 10.4.2008; 
“Iraqi Immigrants Face Lonely Struggle in U.S.”, New York Times, 12.8.2009. 

18 Joseph Logan, “From exile to peril at home: returned refugees and Iraq’s displacement crisis”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.33-35. 

19 Frontiers Ruwad Assocation, age. 

20 Irak’tan kaçan Filistinlileri kabul eden az sayıdaki ülke arasında İsveç ve Şili de bulunmaktadır. Elisabeth H. Campbell, “Palestinian Refugees from Iraq in Critical Need of Protection”, Iraq’s Refugee and IDP Crisis: Human 
Toll and Implications, Middle East Institute, Washington DC, 2008, ss.26-28. 

21 Uluslararası örgütlerin bu kamplarda yaptığı araştırmalara dayanan ve durumu detaylı bir şekilde tasvir eden iki rapor için bkz. Refugees International, “From fast death to slow death: palestinian refugees from Iraq trapped 
on the Syria-Iraq border” 2008 ; Amnesty International, “Rhetoric and Reality: The Iraqi Refugee Crisis”, MDE 14/011/2008. 

22 Suriye’ye sığınan Iraklıların etnik ve dini kökenleri konusunda sağlıklı bir bilgiye sahip olmasak da, yapılan az sayıdaki araştırma bize bu nüfusun heterojen bir yapıda olduğunu gösteriyor. BMMYK’ne göre Suriye’deki Iraklıların 
%63’ü Sünni, %17’si Şii ve %10’u Hrıstiyan. Brookings Enstitüsü ise bu oranların sırasıyla, %44, %22 ve %13 olduğunu ifade ediyor. Thomas Sommer-Houdeville, “Discours et représentations des réfugiés irakiens 
en Syrie : quelques élements d’analyse”, A contrario, N.11, 2009, s.193 


...