13 Haziran 2017 Salı

ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH BÖLÜM 1


ORTADOĞU LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT HİZBULLAH  BÖLÜM 1


Ahmet CÜLÜK*
*Dokuz Eylül Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü


ORTADOĞU`NUN LABORATUVARINDA DEVLETLEŞEN ÖRGÜT: HİZBULLAH

İÇİNDEKİLER
I. ÖZET
II. GİRİŞ
III. LÜBNAN`IN SOSYAL VE SİYASAL YAPISI
IV. HİZBULLAH`IN TARİHSEL GELİŞİMİ
V. HİZBULLAH`IN AMAÇLARI VE İDEOLOJİSİ
VI. ÖRGÜTSELVE SİYASİ YAPILANMA
VII. SOSYAL YAPILANMA
VIII. ASKERİ YAPILANMA
IX. İRAN, SURİYE, HİZBULLAH İLİŞKİSİ
X. SONUÇ
XI. KAYNAKÇA


Özet

Ortadoğu birçok farklı etnik unsurun, kültürün, dinin ve hatta aynı dine mensup farklı mezheplerin yer aldığı birçok ülkeye ev sahipliği yapmaktadır ve hiç şüphesiz uzun ve çalkantılı tarihi boyunca Ortadoğu, bu farklılıkların yaratmış olduğu çatışmalara ve zorunlu birlikteliklere şahit olmuştur. Bu farklılıklar kimi zaman ayrıştırıcı bir unsur olmuş, kimi zaman ise hiç beklenmediği şekilde birleştirici bir güce sahip olmuştur fakat Ortadoğu`nun laboratuvarı olarak adlandırılabilecek bir ülke varsa şüphesiz ki o ülke Lübnan`dır. Ortadoğu`nun Paris`i olarak adlandırılan Beyrut`un başkentliğini yaptığı Lübnan Ortadoğu`daki diğer devletlerden çok daha fazla farklı dini kimliğin yer aldığı bir ülke olup, Lübnan`da neredeyse her dini grubun siyasi gücünü oluşturan yapılar bulunmaktadır fakat içlerinde öyle bir grup vardır ki; zaman içerisinde siyasi ve askeri gücünü giderek arttırarak devletleşme noktasına gelmiştir ve bugün onsuz bir Lübnan düşünülemez; Hizbullah. Bu çalışma Hizbullah`ın laboratuvar ülke olarak adlandırılan Lübnan`da hangi amaçla,  hangi süreçlerden geçerek bugünkü konumuna geldiğini, süreç içerisinde ve bugün hangi devletlerle ittifak içerisinde olduğunu ve Lübnan`ın sosyal ve siyasi yapısının bu süreçte etkisini araştırmaktadır. 
Anahtar Kelimeler: Lübnan, Şii, Sünni, Emel, Hizbullah, Hasan Nasrallah, İran, Suriye


GİRİŞ

Lübnan, birçok akademisyen ve Ortadoğu uzmanı tarafından bölgedeki dini kimliklerin farklılıkları üzerinde kendine has yönetim esasları ile birlikte varlığını sürdüren laboratuvar bir ülke olarak adlandırılmaktadır. Böylesi bir yapıya sahip bir ülkede her mezhep ve o mezhebe bağlı feodal aile, liderliğini yaptığı çeşitli siyasi oluşumlarla ülke siyasetine yön vermektedir. Fakat içlerinde öyle bir siyasi yapılanma vardır ki sadece siyasi bir yapılanma olmakla kalmamış askeri ve sosyal profili ile de ülke içinde ve bölgede etkili bir güç olma stratejisini benimsemiştir. Böylece kriz ve savaş ortamlarında gücünü arttırmak için bulduğu fırsatları kullanabilmiş ve bugün ülke siyasetinde birçok siyasi oluşumdan daha fazla söz hakkına sahip hale gelmiş, ülkenin belirli bölgelerinde zaman içerisinde örgüt ve siyasi partiden ziyade devlet konumuna gelmiştir. Bu örgütün adı Hizbullah`tır. Hizbullah, Lübnan’da 1975-1989 tarihleri arasındaki iç savaş sırasında örgütlenmeye başlayan, 1985’te de resmi olarak kuruluşunu ilan eden hem askeri hem de siyasi kanada sahip radikal İslamcı Şii bir örgüttür. Örgüt, ülke içerisinde sadece siyasi bir oluşum olmakla kalmayıp askeri ve sosyal çalışmalar yürüten büyük bir güç haline gelmiştir. Bu süreç içerisinde sadece Lübnan`da güçlenmekle kalmayan Hizbullah`ın İran ve Suriye ile kurmuş olduğu karşılıklı stratejik ve ideolojik bağlar, Hizbullah`ı bölgede daha önemli bir konuma getirmiştir.
Hizbullah, sadece Lübnan’da değil aynı zamanda bölgedeki en önemli güçlerden biridir. Hizbullah’ın gücü kuşkusuz tesadüf değildir. 1985`ten bu yana düzenli bir strateji izleyen Hizbullah, 30 yıl boyunca uyguladığı program ve stratejiler sonucunda sürecin meyvelerini almış ve bugünkü gücüne erişmiştir . Bu çalışmalar vesilesiyle Hizbullah, bir Şii parti olarak, Lübnan halkının özellikle Şiilerin büyük bir kısmının desteğini kazanmakla kalmayıp Lübnan dış politikasında ve bölgede dikkate alınan önemli bir güç haline gelmiştir. Katı İslami bir ideoloji üzerine kurulmuş olan Hizbullah`ın ana amaçları Lübnan’da bir İslam devleti kurmak, ülkeyi İsrail işgalinden kurtarıp Batı emperyalizminden korumaktır. Hizbullah, Batılı devletlerce tehlikeli bir terör örgütü olarak kabul edilmesine rağmen Arap Dünyası ve Ortadoğu’da özellikle Şii kesimlerce kurtarıcı, koruyucu bir askeri güç, insanlara yardım eden bir sivil toplum kuruluşu olarak görülmektedir. 
Bu çalışmada Hizbullah`ın Ortadoğu`nun laboratuvarında kurulmuş olan bir örgütken giderek devletleşme yolundaki süreci, bu süreci oluşturan altyapı ve ilişkiler ağı ele alınacaktır. Çalışmada ilk olarak Lübnan`ın sosyal ve siyasal yapısı, ardından Hizbullah`ın tarihsel gelişimi, amaçları ve ideolojisi, örgütsel, siyasi, askeri ve sosyal yapılanması ve son olarak İran-Suriye-Hizbullah ilişkisi ele alınacaktır. 


LÜBNAN`IN SOSYAL VE SİYASAL YAPISI


Lübnan`ın sosyal ve siyasi yapısı arasındaki bağ günümüzde birçok ülkeye göre çok daha fazla iç içe geçmiş ilişkiler ağıdır. Ülkenin siyasi yapısı, sosyal yapısındaki farklı oluşumlar, özellikle de farklı dini kimlikler ve feodal düzende gücünü devam ettiren büyük aşiret ve aileler üzerinden şekillenmiş olup, aynı şekilde siyasal yapı ve bu yapının ortaya koymuş olduğu eylemler de bütün bir sosyal yapıyı etkilemektedir. Bu nedenle Lübnan`ın siyasi ve sosyal yapısı birbirinden bağımsız hareket edemez, zira bu iki yapıdan herhangi birinin ortaya koyacağı eylemlerin diğer yapıyı etkilememesi düşünülemez.
Günümüz sosyal ve siyasal yapısı 1861 Cebel-i Lübnan Nizamnamesine dayanan Lübnan, sosyal yapısı ile birçok ülkeden farklı bir karakteristiğe sahiptir. Bunun en önemli nedeni ülkede farklı dini kimliklerin sosyal yapıda belirleyici unsur olmasıdır ve ülkedeki iki büyük din olan Hıristiyanlık ve Müslümanlığın 22 farklı mezhebe bölünmüş olmasıdır. Bu farklı dini kimlikler siyasi partilere şekil vermekte ve siyasi yapıyı oluşturmaktadır. (BORAN, 2007)
Bugün Lübnan`ın sosyal yapısını ele aldığımızda; 5 milyona yaklaşan nüfusuyla %95 Arap, %4 Ermeni ve %1 oranında diğer etnik unsurlar ortaya çıkmaktadır. (KAYA, 2013) 22 farklı mezhebin bulunduğu fakat resmi olarak 18`inin tanındığı Lübnan`da başlıca mezhepler şu şekildedir:
Sünni Müslümanlar; nüfusun %20`sini oluşturmaktadırlar. Genellikle sahil kesimlerinde ve şehir merkezlerinde yaşarlar. Sünni kesimin önemli aileleri Karami, Hariri ve Selam aileleri olup; Hariri ailesi Tayyar El Mustakbal hareketinin, Kerami ailesi Arap Kurtuluş Partisi`nin ve Selam ailesinin Reform Öncüleri Partisi`nin liderliğini yapmaktadır. (ATLIOĞLU, 2005)
Şii Müslümanlar; nüfusun %30 unu oluşturmakta olup ülke içerisindeki en güçlü gruptur. Genellikle Güney Lübnan ve Bekaa vadisinin kuzeyinde yaşayan Şii Müslümanlar, özellikle 1960`lardaki göç ile birlikte Beyrut`ta yoğunlaşmış ve güçlenmişlerdir. En önemli Şii aileler Berri, Asad ve Hamadeh`dir. Şii Müslümanlar ise Emel Örgütü ve Hizbullah etrafında toplanmıştır. (GÜNGÖRMÜŞ)
Dürziler; genel nüfusun yaklaşık olarak %7-8`ini oluşturmakta olup, Lübnan siyasi sistemi tarafından Müslüman olarak kabul edilmekte ve kendilerini Müslüman olarak görmektedirler fakat genel olarak Müslümanlardan farklı ibadet şekillerine sahip olduklarından diğer Müslüman topluluklar tarafından Müslüman olarak görülmemektedirler.  Genellikle Beyrut`un doğusu ve güneydoğusunda bulunan Şuf adı verilen dağlık bölgede yaşamaktadırlar. En önemli Dürzi aileleri Canbulat ve Aslan aileleridir. (ATLIOĞLU, 2005)
Hıristiyan Maruniler; genel nüfusun yaklaşık olarak %19-20`sini oluşturmaktadırlar ve nüfus itibariyle Lübnan`da Şiilerden sonra 2.büyük grupturlar. Buna rağmen Maruniler meclisteki koltuk dağılımında en güçlü grup konumundadır. Batı dünyası ve Vatikan ile iyi ilişkileri vardır fakat 2. Vatikan Konsilinden itibaren Vatikan`dan bağımsız olarak kendi ayinlerini organize etmektedirler. Yoğun olarak Cebel-i Lübnan adı verilen bölgede ve Beyrut`ta yaşamaktadırlar. Ülkedeki diğer önemli dini topluluklar ise; Grek Ortodoks, Grek Katolik,  ve çok daha küçük oranlarda Ermeni Ortodoks, Musevi, Bahai, Mormon, Hindu ve Budistlerdir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi, 1994)
Lübnan`daki siyasi yapıyı ele aldığımız zaman rahatça görebiliriz ki; Lübnan`da siyaset feodal aileler ve onlara kimliklerini veren mezhepleri tarafından şekillenmektedir. Demokratik Parlamenter Cumhuriyet sisteminin ve kuvvetler ayrılığının hakim olduğu Lübnan siyasetinde, siyasi yapının işleyişini belirleyen 2önemli anlaşma vardır. Bunlar; 1943 yılında ortaya konulan Ulusal Pakt ve 1989 yılında imzalanmış olan Taif Anlaşmasıdır. (ATLIOĞLU, Ortadoğu`da Seçimler (3): Lübnan Parlamento Seçimleri, 2009)

2. Dünya Savaşı sırasında Fransa`nın bölgedeki güç boşluğundan yararlanarak bağımsızlığını ilan eden Lübnan`daki siyasi yapı 1943`te ortaya konulan ülkenin kurucu belgesi olarak tanımlanan Ulusal Pakt çerçevesinde siyasi görev ve yapıların ülkedeki mezheplerin nüfuslarıyla orantılı olarak paylaştırılması esasına dayanmaktadır. Ulusal Pakt ile cumhurbaşkanının Maruni, Meclis başkanının Şii, başbakanın Sünni olduğu ve meclisteki dağılımın Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında 6/5 oranında olduğu bir yapı ortaya konulmuştur. (mfa)
1975 yılında başlayıp 1989 Taif Anlaşması`na dek süren iç savaşın ardından 1989 yılında Suriye yönetiminin de baskısıyla imzalanan Taif Anlaşması ile birlikte dinsel toplulukların meclisteki dağılımında değişikliğe gidilmiştir. Taif Anlaşması ile Maruni cumhurbaşkanının yetkileri azaltılıp bazı yetkiler Sünni başbakana verilmiştir. Ayrıca parlamentodaki koltuk sayısı 99`dan 128`e çıkarılmış ve 6/5`lik oran yerine Hıristiyan ve Müslümanlara eşit sayıda koltuk verilmiştir. (Cüneyt DOĞRUSÖZLÜ, 2011)

Günümüzde de yürürlükte olan Taif Anlaşması gereğince Lübnan Parlamentosu`nda mezheplere göre koltuk dağılımı şu şekildedir: Sünniler 27, Şiiler 27, Dürziler 8, Nusayriler 2, Maruniler 34, Grek Katolikler 8, Grek Ortodokslar 14, Evanjelistler 1, Ermeni Katoliler 1, Ermeni Ortodokslar 5 ve diğer azınlıklar 1 koltuğa sahiptir. (Ortadoğu Analiz, 2009) Günümüzde ülkede nüfus olarak en büyük çoğunluğa sahip olan Şiilerin 27 koltuğu varken Marunilerin 34 koltuğa sahip olması Şii kesimin tepkisini çekmekte olup bu tepki kendi seslerini duyurabileceğine inandıkları Hizbullah`a olan desteğin artmasını sağlamaktadır. 

Birçok farklı mezhep ve bu mezheplere ve feodal ailelere bağlı olarak birçok siyasi hareketin var olduğu Lübnan`da iktidara gelebilmek için farklı siyasi hareketler arasında bir ittifak ve koalisyonun oluşturulması kaçınılmaz hale gelmektedir. Nitekim 2009 seçimlerini kazanan 14 Mart İttifakı`n da 6, 14 Mart İttifakı`nın kazandığı 71 koltuğa karşın 57 koltuk kazanabilen 8 Mart İttifakı`nda ise 9 farklı siyasi grup bulunmaktadır. (Ayhan, 2009)  Bu kadar çok siyasi hareketin mecliste bulunduğu Lübnan`da hükümet tabiri caizse pamuk ipliğine bağlı bir şekilde birçok farklı siyasi hareket tarafından kurulmaktadır. Örneğin; 8 Mart İttifakı içerisinde yer alan Hizbullah 2 bakanlığa sahiptir ve Lübnan hükümetinde herhangi bir mezhep grubunun hükümete karşı tutum alması bütün bir hükümeti sallantıya düşürebilmektedir. 

HİZBULLAH`IN TARİHSEL GELİŞİMİ

Hizbullah, ‘’hizb’’ ve ‘’Allah’’ kelimelerinden türetilmiş olup kelime anlamı itibariyle Allah`ın Partisi veya Allah`ın Taraftarları anlamına gelmektedir. Örgütün her şeyden önce bu ismi seçmesi ve kullanmasının temelinde önemli bir atıf yatmaktadır. Bu isim Maide suresinin 55. ve 56. ayetlerinden esinlenerek ortaya konulmuştur. ‘’55 – Sizin dostunuz ancak Allah’tır, Resulüdür ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazı kılan, zekatı veren mü’milerdir. 56 –Kim Allah’ı, O’nun peygamberini ve inananları dosta edinirse, bilsin ki şüphesiz Allah taraftarları galiplerin ta kendilerdir’’ (Maide Suresi )
Hizbullah`ın isim babası olarak Molla Muhammed Gaffari`yi gösterebiliriz. Molla Muhammed Gaffari`nin en önemli özelliği İran`da Şah rejimine karşı savaşan; demokrasi, Batılı kurumlar ve çok partili rejime karşı çıkan bir molla olmasıdır. Zira Molla Muhammed Gaffari bu süreçte hapse atılmış ve hapisteyken yazdığı bir mektupta ‘’Tek parti vardır, o da Allah`ın Partisi`dir.’’ diyerek İran`da şah rejimine karşı savaşan Şiilerin büyük desteğini toplamış ve önemli bir sembol haline gelmiştir. (ERDİN, 2010)

İsim babalığını Molla Muhammed Gaffari`nin yapmış olduğu Allah`ın Partisi anlamına gelen Hizbullah`ın tarihsel gelişimini ele aldığımız takdirde genel itibariyle İsrail`in Güney Lübnan`ı işgali, Şii Emel örgütü ve radikal Şiilerin bu örgütten koparak Hizbullah`ın kurulması, Seyyid Hasan Nasrallah`ın Hizbullah`ın genel sekreteri oluşu ve örgütün İsrail ile olan çatışmaları ve nihayetinde 2006`da Beyrut`a gerçekleşen saldırı sonucunda İsrail-Hizbullah çatışması ile birlikte örgütün büyük bir çoğunluk ve özellikle Arap kamuoyunda Şii toplulukların yanı sıra bazı Sünni kesimler tarafından da destek görerek gücünü arttırması örgüt için tarihi dönüm noktalarıdır demek yanlış olmayacaktır.
1943 yılında Lübnan`ın bağımsızlığını ilan ettiği andan itibaren Ulusal Pakt ile birlikte ülkedeki Hıristiyanlar en güçlü toplulukken ülkedeki Şiiler nüfuslarına oranla maddi ve politik olarak güçsüz durumdaydılar. Yıllar içerisinde kırsaldan kente göç ile Beyrut`un kenar mahallelerine ve gecekondulara yerleşen Şiiler, politik olarak yeterince seslerini duyuramayan, hastane gibi kamu kuruluşları için bütçenin sadece %7`sinin ayrıldığı bir gruptu. Mevcut koşulların tepki çektiği bu durumda Şiiler adına ilk örgütlenme,  İmam Musa Sadr`ın kurduğu Şii Emel Örgütü ile 1974 yılında ortaya çıkmıştır. (ERDİN, 2010) Şii Emel Örgütü Hizbullah`a giden yolda Şiilerin kurmuş olduğu bir örgüt olarak ilk adım olmuştur. 

Lübnan`daki ilk Şii örgütlenme olan Emel Örgütü`nün kurucusunun Musa Sadr olması veya bundan sonraki süreçte Hizbullah`ın günümüze dek İran tarafından desteklenmesi tesadüf değildir. Lübnan`daki Şii örgütlenmelerin temeli de aslında İran`da medrese eğitimi almış mollalar tarafından atılmıştır.  İmam Musa Sadr da İran`da doğmuş, Necef ve Kum gibi önemli şehirlerde medrese eğitimi görmüştür. Daha sonra Lübnan`a yerleşmiş olan Sadr 1943 Ulusal Paktının getirdiği eşit olmayan düzenin barış yoluyla değiştirilemeyeceğini düşünerek Şii Emel Örgütü`nü kurmuştur. Örgüt milis kuvvetlere sahip olup, tek amacı Lübnan`daki Şiilerin haklarını korumak olmayıp, İsrail tehdidine karşı da organize edilmiş bir yapılanmadır. (IŞITAN, 2008)

1975 yılında iç savaşın ortaya çıkmasıyla birlikte milis kuvvetlere sahip olan Emel de iç savaşa dahil olmuştur. 1978 yılında Libya`ya yaptığı gezinin ardından ortadan kaybolan Sadr, Emel`i lidersiz bırakmış olup, ardından gelen liderler de Sadr`ın karizmatik liderliğini dolduramamıştır. Ayrıca 1979`da İran`da gerçekleşen İslam Devrimi ile İmam Humeyni, İran İslam Cumhuriyeti`nin resmi ideolojisini bölgedeki Şiilere ihraç etmek istemiştir. Bu koşullarda Lübnan bu strateji için önemli bir adımdır. İç savaşla birlikte 1982 yılında İsrail`in Lübnan`da bulunan Filistin Kurtuluş Örgütü militanlarını bahane ederek Lübnan`ı işgal etmesiyle birlikte birçok Şii militan, uzlaşmacı bir tavır sergileyen Emel`i terk edip radikalleşerek 1982 yılında örgütlenmeye başlayan Hizbullah`a katılmışlardır. (MANNES, 2004)

1982 yılında örgütlenmesine rağmen resmi kuruluş tarihi 1985 olarak kabul edilen Hizbullah`ın isim babası Molla Muhammed Gaffari, İran Devrim Muhafızlarını yardımı ve İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni`nin onayıyla örgütü organize eden kişiler Abbas Musavi ve Suphi el Tufeyli olmakla birlikte örgütün ruhani lideri ve asıl kurucusu olarak Şeyh Muhammed Hüseyin Fadlallah görülmektedir. Fadlallah`ın ortaya koymuş olduğu görüşler Hizbullah`ın dini ve ideolojik altyapısını oluşturmuş olup bu bağlamda Fadlallah birçok kimse tarafından desteklenmiştir. Hizbullah`ın ruhani liderliği gibi bir iddiası bulunmadığını birçok kez belirtse de Fadlallah`ın öğretileri Hizbullah`ın yolunu çizmiştir. Fadlalah`a göre camiler sadece ibadet yeri olmakla kalmayıp, siyasi ve cihad faaliyetlerinin de yürütüldüğü yerler olmalıdır. (ÖZTÜRK, 2014) Nitekim Hizbullah bu tavsiyeyi dikkate almış olup, kısa süre içerisinde halk tabanına inebilmiştir. Hizbullah`ın tabana yayıldığı süreç içerisinde izlediği bazı stratejiler Hamas`ın Filistin`de tabana yayılmak için izlediği stratejilere benzetilebilmektedir. Camilerin sadece ibadethane olarak kullanılmakla kalmayıp halka siyasi mesajların verilebildiği cihad organizasyonların tertip edilebildiği yerler olarak kullanılması, bu iki örgütün de kısa sürede halka ideoloji ve amaçlarını anlatabilmesi ve taraftar toplayabilmesini sağlamıştır. Zira Şeyh Ahmet Yasin de camilerde vermiş olduğu ünlü vaazlar ile birlikte halkın dikkatini çekmiş ve Hamas destekçi sayısını arttırabilmiştir. Çünkü Hamas ve Hizbullah`ın hitap ettiği orta sınıf veya yoksul olarak nitelendirilebilecek olan kesimi toplu halde kendine çekebilmek için en uygun ortamlar camilerdir. (BORAN, 2007)
1985 yılında resmi olarak kuruluşunu ilan Hizbullah`ın yönetici kadrosu aslıdan tam anlamıyla 1989 tarihinden itibaren şekillenmiştir. 5 Kasım 1989`da Hizbullah`ın ilk genel sekreteri olan Suphi El Tufeyli`nin ardından 1991 Mayıs ayında örgütün genel sekreterliğine Abbas Musavi getirilmiştir. Abbas Musavi`nin Şubat 1992`de İsrail tarafından öldürülmesinin ardından örgütün genel sekreterliğine İran`ın da desteğiyle Seyyid Hasan Nasrallah gelmiştir. Nasrallah göreve gelişiyle birlikte İran ile olan derin dostluğunun devam edeceğini belirterek  İran`dan gelecek olan maddi ve manevi desteğin devamını sağlamıştır. (BORAN, 2007)

1992 tarihinde Hizbullah`ın genel sekreterliğine gelişinin ardından Seyyid Hasan Nasrallah yapmış olduğu bir basın açıklamasında aynı yıl içerisinde Bekaa bölgesinde yapılacak olan parlamento seçimlerine katılacağını ilan ederek Hizbullah`ı sadece askeri bir örgüt olmaktan çıkarıp siyasi bir parti haline de getirmiş, böylece Lübnan iç siyasetine politik olarak da müdahale fırsatı kazanmıştır. (Susan G. MAHAN, 2003)

Nasrallah liderliğindeki Hizbullah yıllar içerisinde kendisine olan desteği ve ulaştığı kitleyi genişletmiş, bunun yanı sıra İsrail ile olan mücadelesini sürdürmüştür. 1996 yılındaki İsrail saldırısına karşı ülkeyi örgütleyebilen Hizbullah, 2000 yılında Şeba Çiftlikleri hariç İsrail`i Lübnan`dan çıkartmıştır. Böylece ülke çapında Nasrallah ve Hizbullah`a olan destek sadece Şii gruplarca kalmamış, geniş kesimlere ulaşmıştır. (ÇELİK, 2006)
Hizbullah`ın 2006 yılında 8 İsrail askerini öldürüp, 2`sini esir almasıyla birlikte Temmuz 2006`da İsrail Lübnan`a karşı saldırı başlatmış ve bu saldırıda Hizbullah`ın gücünü tamamen kırarak örgütü halk nezdinde küçük düşürmek ve ona olan desteği kırmak istemiştir. 33 gün süren ve Lübnan`da birçok yerleşimin harabeye dönmesiyle sonuçlanan savaşın ardından, İsrail`in beklentisinin aksine Hizbullah, Lübnan ve özellikle Arap Şii dünyasında en önemli güçlerden biri kabul edilmiş ve Nasrallah bir kahramana dönüşmüştür. (Peraino, 2006)
Böylece 1974 yılında Emel Örgütü`nün kurulmasıyla birlikte ilk adımların atıldığı tarihten günümüze dek izlenen düzeni strateji içerisinde 1985 yılında resmi olarak kuruluşu ilan eden Hizbullah 2006 yılındaki savaşla birlikte tüm dünyaya askeri gücünü kanıtlamakla kalmayıp Nasrallah`ın liderliğinden itibaren siyasi faaliyetler de yürüterek meclise ve kabineye girmiş, bugün Lübnan yönetiminin vazgeçilmezi haline gelmiştir. 

HİZBULLAH`IN AMAÇLARI VE İDEOLOJİSİ

Adını İran`daki şah rejimine karşı vermiş olduğu mücadelede hapishanede işkence ile öldürülen Molla Muhammed Gaffari`nin bir mektubunda Maide suresinin 55. ve 56. ayetlerine atfından alan Hizbullah 1985 yılında resmi olarak kuruluşunu ilan etmesiyle birlikte amaçlarını açıklayan bazı maddeler ortaya koymuştur.

1985 Şubat ayında Hizbullah genel kurulunda alınan kararlara göre:

a- Lübnan’ı problemlerinden kurtarmanın ilk yolu İslami bir devlet kurmaktan geçer. Ancak İslami bir sistem Lübnan halkı arasında eşitliği ve adaleti sağlayabilir.
b- Hizbullah, Batılı emperyalist güçlerin Lübnan’ı terk etmesi için elinden geleni yapacaktır.
c- Ülkenin İsrail tarafından işgal edilmiş olması asıl problemdir. İşgal sona erinceye ve Siyonist düşman yok edilinceye kadar direniş sürecektir.
d- Bütün Dünya Müslümanları bu mücadele de Hizbullah’ın yanındadır. (ERDİN, 2010)
Hizbullah`ın amaçlarını özetleyen bu önemli 4 maddeye ek olarak Hizbullah liderleri tıbbi yardımlarda bulunmak, ihtiyaç sahiplerini ve yetimleri gözetmek, savaştan zarar gören insanlara maddi ve manevi yardımlarda bulunarak bölgedeki halkın eğitiminin sağlanması amaçlarını taşıdıklarını belirtmişlerdir. Özetle Hizbullah`ın ana amacı Lübnan`ın İsrail ve Batı tehdidine karşı korunması ve bu yolda ülke içinde eşit ve adaletli bir yönetim sağlayabilmek için Lübnan`da İslami bir devletin kurulmasıdır. 

Hizbullah`ın ideolojisi ise Muhammed Hüseyin Fadlallah`ın, İran İslam Devrimi ve onun lideri Ayetullah Humeyni`nin öğretilerine ve Şia mezhebi öğretilerine dayanmaktadır. Fadlallah`ın ve Humeyni`nin öğretileri genel itibariyle Şia mezhebinin temel öğretilerini içinde barındırmakta olup, bununla birlikte bu öğretilerin ve şeri hükümlerin esas alındığı bir yönetim şeklinin hakim kılınması İran İslam Cumhuriyeti ve Hizbullah`ın ideolojik olarak ana amacını oluşturmaktadır.

İran İslam Cumhuriyeti ve İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni ile Hizbullah arasında birbirinden asla kopmayan büyük bir bağ vardır çünkü Hizbullah`ın ortaya çıkışı İran İslam Devrimi`nden geçer. 1979 yılında İran`da gerçekleşen İslam Devrimi`nin ardından İmam Humeyni İslam Devrimi`nin bölgedeki diğer ülkelere de ihraç edilmesi kararını almıştır. Bu süreçte en uygun koşullara sahip olan ülke Lübnan`dır. Çünkü Lübnan`daki Şiiler ile İran`daki Şiilerin siyasal ve toplumsal çıkarları arasında bir fark yoktur. Böylece İran Devrim Muhafızlarının da desteği ve Ayetullah Humeyni`nin de icazeti ile Lübnan`da İran İslam Devrimi`nin yolunu ve öğretilerini izleyecek olan örgüt, Hizbullah kurulmuştur. Hizbullah`ın da yolunu çizen ve ortak paydaya sahip olduğu İran İslam Devrimi`nin ideolojisi ise Şia mezhebi ve imamiyye inancına dayanmaktadır. Bu yolda Hizbullah kendisini ve ideolojisini hak olarak görmüş, bu nedenle girdiği mücadeleyi de Batıla karşı Hak savaşı olarak adlandırmıştır.
Şia, Arapça bir kelime olup yandaş anlamına gelmekte ve Hz. Ali`nin yandaşları anlamında kullanılmaktadır. Mezheplerin ortaya çıkışı ile birlikte, Hz. Muhammed`in ölümünden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman`ın yerine en başından beri Hz. Ali`yi halife olarak gören ve onun ardından Ehl-i Beytin, yani Hz. Ali ile Hz. Fatıma`nın soyundan gelenlerin halife olması gerektiğine inanan toplulukların zaman içerisinde almış olduğu addır. (FIĞLALI, 2007)

Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman`ın ardından halifelik Hz. Ali`ye geçmiştir fakat Hz. Ali ile Muaviye arasında halifelik üzerine sorunlar baş göstermiş, bunun sonucunda Hz. Ali ile Muaviye arasında ünlü hakem olayı gerçekleşmiştir. Hakem olayı ile birlikte halifelik Hz. Ali`nin elinden alınmış olup, Hz. Ali bu olayın ardından Hariciler tarafından şehit edilmiştir. Muaviye ise Hz. Ali`nin ölümünün ardından 2. İmam olan Hz. Hasan`ı şehit ettirmiştir. Muaviye`nin vefatının ardından Muaviye`nin halifeliği bıraktığı oğlu Yezid ise Hz. Ali`nin diğer bir evladı olan Hz. Hüseyin`i şehit etmiş, bu olay tarihe Kerbela olayı olarak geçmiştir.  Böylece İslam dünyasında önlenemez bir ayrılık başlamış ve Şia doğmuştur. (BORAN, 2007)

Şia inancında yer almakta olup İran ile Hizbullah`ın ideolojisinde de son derece önemli yer kaplayan diğer bir konu ise imamiyye konusudur. Şia mezhebine göre Hz. Muhammed`in vefatının ardından hilafet Hz. Ali`ye geçmeli ve Hz. Ali`nin hilafetinin ardından ise Hz. Ali ve Hz. Fatıma`nın soyundan gelenler bu imameti devam ettirmelidir. İmamet insanların seçimiyle değil, ilahi bir kudretin atamasıyla gerçekleşir ve Şia`ya göre Hz. Muhammed imametin Hz. Ali`nin soyundan devam etmesi gerektiği konusunda insanları uyarmıştır. Tıpkı Hz. Muhammed`in Hz Ali`yi imam olarak atadığı gibi Hz. Ali de Hz. Hasan`ı ve Hz. Hasan da Hz. Hüseyin`i imam olarak tayin etmiştir. Genellikle imam sayısı 12 ile sınırlandırılmış olup bu imamlar şu şekildedir; Hz. Ali, ondan sonra İmam Hasan, ondan sonra kardeşi İmam Hüseyin ve onun soyundan gelen dokuz kişidir. Bu dokuz kişi sırası ile İmam Ali, İmam Muhammed’ül Bakır, İmam Ca’fer’us-Sadık, İmam Musa el Kazım, İmam Aliyy’ür-Rıza, İmam Muhammed’üt-Takıy, İmam Aliyy’ün-Nakıyy, İmam Hasan’ül-Askeri ve İmam Mehdi’dir.  Yine Şia inancına göre 12. İmam Hz. Mehdi`dir, İmam Mehdi hayatta olup günün birinde zuhur edecektir. (GÖLPINARLI, 1997)

Hizbullah`ın Şii ideolojisinde ise temel olarak 3 kavram vardır. Bunlar; imamlık öğretisi, takiye ve tabiyadır.
İmamlık öğretisi; 12 İmam`ın tanınması ve onlara sunulacak saygı ile birlikte Kur`an, hadisler ve şeriat hakkında tam bir bilgi sahibi olan yaşayan bir imam takip edilmesidir. Hizbullah için günümüzde yolu takip edilen imam, İran dini lideri Ayetullah Hamaney`dir.
Takiye; örten, koruyan anlamına gelmekte olup Kur`an da Nahl Suresi`nin 106. Ayetine dayanmaktadır. Buna göre Müslümanlar eğer çok zor durumda kalırlar ise inançlarını gizleyebilir veya inkar edebilirler. Hasan Nasrallah`a göre takiye belirli dönemlerde bir gereklilik olup zulüm altındaki Şii Müslümanlar adaletsiz yöneticilerle çatışmamak için takiyeye başvurabilirler.
Tabiya; seferberlik anlamına gelmekte olup insanları haklı davaya katmak için kullanılmalıdır. Hizbullah bu yolda İmam Humeyni`nin yolunu seçmiş ve tevekküle karşın genel bir eylemci çizgiyi benimsemiştir. Bu eylemci çizgi Hizbullah`ı Emel örgütünden farklı kılmış, radikal bir tutumla İsrail ve Şia`ya zulmeden bütün güçlere karşı seferberlik ilan etmesini sağlamıştır. (ALAGHA, 2007)

Özetle Lübnan`dan İsrail ve Batılı güçleri atarak eşitliğe ve adalete dayalı bir İslam Devleti kurma amacını güden Hizbullah`ın belkemiğini oluşturan ideoloji İran İslam Devrimi ideolojisi, dolayısı ile Şia ve imamiyye inancına dayalı öğretilerden oluşan bir ideolojidir Bu nedenlerden dolayı Hizbullah ve İran arasındaki bağ dini ve ideolojik olarak birçok devletten daha güçlü konumdadır.

ÖRGÜTSELVE SİYASİ YAPILANMA

Hizbullah`ın örgütsel yapısına baktığımız zaman görülmektedir ki; Hizbullah kuruluşundan itibaren bireysel liderlik yerine kolektif çalışma yürüten bir yönetimi esas almıştır. Bu kolektif liderliğe şura adı verilmektedir. Şura 9 kişi ile sınırlı olup şura içinden bir genel sekreter seçilmektedir. Bu genel sekreter Hizbullah`ın liderliğini de yürütmüş olmaktadır.1992 yılından bu yana Hizbullah`ın genel sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah`tır. (BORAN, 2007)
İlk yıllarında tabiya anlayışıyla yerel camilerde örgütlenerek halk tabanına kısa sürede yayılan Hizbullah, yıllar içerisinde destek aldığı tabanı ve gücünü büyütmesiyle birlikte örgütsel yapısını tam anlamıyla oturtmuştur. Hizbullah`ın örgütsel yapısı şu şekildedir:

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

12 Haziran 2017 Pazartesi

Katar Üzerinden Yeni Bir Denklem mi Kuruluyor,


Katar Üzerinden Yeni Bir Denklem mi Kuruluyor,



Erdal Tanas Karagöl  
8 Haziran 2017 



Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Libya ve Bahreyn’in Katar’la tüm diplomatik ilişkilerini kesmesi, büyük bir krizin başlangıcı. 
Kriz sadece Körfez ülkeleriyle de ilgili değil, etki alanı oldukça geniş.

Tabii şu anda krizin etki alanı olarak yalnızca abluka altına alınan Katar öne çıkıyor. Peki nasıl oldu da Katar için hızlı bir abluka süreci başlatan bu ülkeler 
çok kısa sürede bir araya geldiler? Birçok konuda yarışan bu ülkelerin ortak hareket etme gerekçesi nedir? Katar’a uygulanan diplomatik abluka için öne 
sürülen gerekçeler ne kadar anlamlı? Ya da başka bir oyun mu sahneleniyor? Bölgede yeni bir denklem mi kuruluyor?

Tüm bu soruların cevabı, Katar’ın neden hedef olarak seçildiğinin de cevabı.

KATAR NEDEN HEDEFTE?

Katar son yıllarda ekonomide, enerjide ve dolayısıyla da politik güç olma konusunda Körfez ülkeleri içerisinde önemli bir ülke konumuna yükseldi. 
Politik anlamda Suudi Arabistan’la, ekonomik anlamda da Birleşik Arap Emirlikleri ile ciddi bir rekabet içerisinde olan bir ülkeden bahsediyoruz.

Aslında Katar ve Suudi Arabistan arasındaki rekabet siyasi alanla sınırlı değil. Suudi Arabistan, son yıllarda özellikle petrol fiyatlarının düşmesi nedeniyle 
ekonomik olarak zor bir dönem geçiriyor. Ekonomik sıkıntılarını aşması ve yeni bir çıkış yapması için Suudi Arabistan’ın tercihi, kendisine bağlı ve görünürlüğü 
düşük bir Katar olacaktır. Yani, Suudi Arabistan’ın menfaatlerine uygun Katar profili, siyasi ve ekonomik olarak Suudi Arabistan’ın arkasında bulunan bir 
ülke olması.

Tabii bir de Katar, son dönemde enerji ihtiyacı bulunan ülkeler için güçlü bir alternatif olarak öne çıkıyor. Rusya ve İran’dan sonra 24,5 trilyon metreküp 
doğalgaz rezervi ile dünya sıralamasında üçüncü olan Katar, enerji kaynaklarından yoksun olan Batı ve Uzak Doğu ülkelerinin ilgisini üzerinde toplamış. 
Hatta, 2006 yılından beri dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatçısı konumunda.

Bu yüzden Katar aynı zamanda dünya LNG piyasasının da kurucusu pozisyonunda. Ablukanın bu kadar hızlı gelişmesinin arka planında da Katar’ın LNG 
konusundaki öncü konumu ve giderek artan LNG ihracatı bulunuyor. Uzun yıllardır enerji alanına hâkim olan ülkeleri, bu alanı istedikleri gibi kullanan 
gelişmiş ülkeleri ve tabi ki Körfez ülkeleri, bu durumdan oldukça rahatsızlar.

Katar’ın coğrafi konumu da, bu ülkeler için risk. Çünkü Katar, Körfez ülkeleri içerisinde özellikle uluslararası uçuşlar açısından tüm bağlantıların kavşak 
noktasında. Bu konumunu güçlendirme konusundaki artan çabaları küresel dengeleri değiştirmişe benziyor.

Diğer taraftan, Katar’ın uluslararası işbirliği açısından bölgede Türkiye ile enerji işbirliğine yönelik attığı adımların, Türkiye ile askeri ilişkilerin, 
hatta Katar’daki askeri üssün birçok Körfez ülkesini rahatsız ettiği açık.

Katar’ın Varlık Fonu kanalıyla yaptığı yatırımların artık bildiğimiz ülkelere, şehirlere değil de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere yönelmiş olması da, 
küresel finans dengeleri açısından kabul edilebilir değil. Belli çevrelerin bu duruma tahammül etmesi kolay değil.

Ekonomik gücünün ve dolayısıyla uluslararası anlamdaki görünürlüğünün önemli bir aracı olan El Cezire televizyonun etkisinden birçok Körfez ülkesinin 
rahatsız olduğunu bilmeyen yok. Çünkü, Katar bu yayınlar sayesinde uluslararası görünürlüğe sahip ve bu sayede, medya aracını da iyi kullanması 
Katar’a ekonomik ve politik alanda güçlü bir aktör olma fırsatını sunmaktadır.

Yaşadığı ekonomik gelişim, dış dünyaya yoğun bir şekilde açılma, dış dünyada yer alma ve söz sahibi olma stratejileri izleyen Katar; ekonomik 
projelerin yanında sosyal, kültürel ve spor gibi alanlarda da birçok atılım gerçekleştirdi.

Dolayısıyla bunları üst üste koyduğumuzda, Katar’ın hem Körfez ülkeleri içerisinde hem de küresel denge içerisinde nasıl bir aktör olduğu ve gücünün 
artarak devam edeceği açık.

Bu yüzden, bilinen, alışılagelmiş bir süreç yaşanıyor. Küresel güçler, bölge ülkelerini araç olarak kullanarak körfezde Katar’ın etkin olacağı denklem 
kurulmasının önüne geçmek istiyorlar.

Yani hedef, yeni bir denklem kurmaktan ziyade, alışılagelmiş denklemin devam etmesini sağlamak. Denklem değiştirme potansiyeline sahip 
Katar gibi ülkeleri güçsüzleştirmek.

[Yeni Şafak, 8 Haziran 2017]


http://www.setav.org/katar-uzerinden-yeni-bir-denklem-mi-kuruluyor/

..

ABD, Silah sattığı Katar’ın terörü desteklediğini bugün mü anladı?



'ABD, silah sattığı Katar’ın terörü desteklediğini bugün mü anladı?'


'ABD, silah sattığı Katar’ın terörü desteklediğini bugün mü anladı?'
Emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu, Katar’a desteğin acele atılmış bir adım olduğunu belirterek, ‘Türkiye, Irak-İran savaşında ikisine de karışmadı. Uzlaşmacı rol oynadı. Katar’a destek olunca hakemlik şansınız ortadan kalkıyor’ dedi.
Emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu, Can Ataklı’nın Yazıişleri programına katıldı. Babüroğlu, Katar’a desteğin acele atılmış bir adım olduğunu belirterek, ‘Türkiye, Irak-İran savaşında ikisine de karışmadı. Uzlaşmacı rol oynadı. Katar’a destek olunca hakemlik şansınız ortadan kalkıyor’ dedi.
Babüroğlu, ABD'nin Katar'a 2016’da 21 milyar dolar silah sattığını belirterek, "ABD yönetimi bunca silah sattığı Katar’ın terörü desteklediğini bugün mü anladı? Katar toprağının yaklaşık 3'te 1'i ABD üssü. ABD'nin Ortadoğu’daki en büyük üssü Katar’da" diye konuştu.
Naim Babüroğlu’nun açıklamaları şöyle:
“Suudi Arabistan 20 milyon dolar savunma bütçesine sahip ve 2 yıldır ordusu olmayan Yemen’e bombardıman yapıyor, yenemedi. 84 milyar dolar savunma bütçesi olan ve iki süper güçten biri olan Rusya Kırım’ı işgal ediyor, Suriye’de masaya oturuyor. Suudi Arabistan neden Rusya’dan daha fazla para harcıyor savunma için, bu para nereye gidiyor? Bunu ABD, Pentagon, CIA, Dışişleri biliyor. (ABD) Dışişleri ve Pentagon genellikle çatışır.
-ABD, Katar'a 2016’da 21 milyar dolar silah sattı. ABD yönetimi bunca silah sattığı Katar’ın terörü desteklediğini bugün mü anladı? CIA yok mu orada? Katar'ın toprağının yaklaşık 3'te 1'i ABD üssü. ABD'nin Ortadoğu’daki en büyük üssü Katar’da, 10 bine yakın asker orada. Oradan Irak, Afganistan, Suriye, Yemen ve Körfez’deki muhtemel operasyonları oradan yönetiyor. ABD Katar’dan vazgeçmez. Körfez ve Arap ülkeleri Türkiye’yi sevmezler. Suudi Arabistan neyi destekliyorsa Katar da onu destekliyor. Mısır ve Suudi Arabistan ABD'den habersiz adım atmazlar. Hedef iran'a karşı cephe açmak. Sıra İran'da. İsrail Ortadoğu'da İran'ı istemiyor. ABD Başkanı Trump’ın damadı ve danışmanı Yahudi ve İsral'i çok seviyor. Bu proje de onun. İran'ı ortadan kaldırmak için Lübnan'ın güneyinde tampon oluşturuyor.
-Katar’ın başkenti Doha, Türk egemenliğindeyken Türk garnizonu vardı. ABD’den önce İngiliz askeri vardı orada. 1971'e kadar İngilizler yönetti. Şu andaki emir İngiltere'de eğitimini gördü. Babası öyle. Şu andaki emir babasını kansız darbeyle devirdi. Ondan önceki de kendi babasını. Katar bu. Katar'da İngiliz etkisi devam ediyor. Mart 2017'de Katar dışişleri 400 kişilik kafileyle İngiltere'yi ziyaret etti. AB'den çıksalar da ilişkiler devam edecek, diye. Trump başkanlık seçimlerinde körfez ülkelerinin güvenliğini biz sağlamıyor muyuz o zaman karşılığını verecekler, dedi. Ana neden para.
-Katar emiri ABD'ye para versin isteniyor. Vermezse kansız bir darbeyle aileden biri gelecek. Katar emiri ABD'ye de Türkiye'ye de gelemiyor. Ülkeyi terk ederse aileden biri gelir korkusu var. Bana göre para verir, ABD yatırımlarına başlar. Suudi Arabistan'la nasıl anlaşma yaptıysa Katar'la da yapar.
-Türkiye ne yaptı, milli çıkarları ne oldu? Hemen Katar tarafında cephe aldı. Türkiye kendini oraya attı, yakın ilişkilerimiz var, dedi. Yatırımları var, üs çalışması var. Uluslararası ilişkilerde altın kuraldır: Ülkeler arasında kişisel dostluklar değil ulusal çıkar esastır. Bu (Katar’ın yanında yer almak) stratejik hatadır. Türkiye’nin 2011'den beri dış politikada çözüm olarak gördüğü her şey bugün sorundur.
(Türkiye) Rus uçağını düşürdü. Stratejik hata. Süleyman Şah türbesini mehter marşıyla çektik. Bu kabul edilebilecek şey değildir. Mustafa Kemal Sakarya'da geri çekilmiştir ama güç toplamak için. Sonra taarruza geçmiştir. Türk toprağını kaybettik.
Çözüm sürecini çözüm olarak gördük, bugünün en büyük sorunu. Çözümde 400 bin kişi göç etti. Bin 700 şehit verdik hala da devam ediyoruz.

-Katar'da taraf tutmak, (Katar’a asker gönderilmesi tezkeresi) TBMM'den hızlıca geçirmek hatadır. 2-3 ay sonra bu da başımıza çorap örecek. Suudi Arabistan'ı, Bahreyn'i, BAE'yi, Mısır'ı karşımıza aldık. Bu acele atılmış bir adımdır. Türkiye, Irak-İran savaşında ikisine de karışmadı. Uzlaşmacı rol oynadı. Katar’a destek olunca hakemlik şansınız ortadan kalkıyor.
-ABD, peşmerge ordusunu eğitti. Şimdi de PYD'ye silah verecek. Trump'la savaş çarkı hızlandı. Katar dünyadaki doğalgaz rezervine sahip 3. ülke. ABD 'biz parayı alır, savaşı da devam ettiririz’ der. Ayda bir Saddam Kuveyt'i işgal edecek, haberi çıkardı. Peçetenin parasını bile Kuveyt'ten tahsil ederlerdi. Katar olayı da böyle.
-Sığınmacıların yüzde 30'u travma geçiriyor. Yüzde 50'si 18 yaşın altında. Okuma-yazma oranı yüzde 10. Şu ana kadar 250 bin bebek doğdu. 3,5 milyon deyince, o 3,5 milyon kalmıyor. Bu Pakistanlılaşma süreci.
-Türkiye'de lise çağındaki çocuklarda sorgulama yaşı yüzde 2'ye düşmüş. Artık sorgulama yerine biat kültürü yerleşiyor. Bu şu andaki Arap ülkelerinin durumuna götürür. Dini hükümler orduya nüfuz ederse o silahlı kuvvetler Balkan Harbini kaybeden silahlı kuvvet olur.

Irak 3 parça, Suriye yok, 4 parçaya ayrılıyor.
Irak'ta Barzani yönetimi var. Kerkük kırmızı çizgimizdi, Barzani aldı. Almanya peşmergeye çok yardım etti, donattı. Barzani'ye Türkiye itiraz ediyor. 25 Eylül'de (bağımsızlık) referandum yapılacak ama uygulama ileriye atılacaktır. ABD ısrar ederse bir bahaneyle erteletmeye çalışırlar. ABD'nin stratejik hedefi bağımsız, birleşik Kürdistan'dır. Suriye ve Irak ne kadar küçük parçaya bölünürse İsrail o kadar rahat uyuyacak.
İran'da 20 yıldır şehirlerde saldırı olmuyor. IŞİD, İran'a 'seni kalbinden vururum' dedi. Bu ABD'nin, İsrail'in projesidir.
Fırat Kalkanı yapılmalıydı ama geç oldu. Süleyman Şah Türbesi risk alınarak eski yerine taşınmalı. Fırat'ın batısında ve doğusunda 10'a kilometrelik koridor sağlanmalı.


VİDEO YU İzle..;

Katar krizinin arkasındaki gerçekler


Katar krizinin arkasındaki gerçekler



06.06.2017

Katar’ın başkenti Doha Osmanlı egemenliğindeyken Doha'nın adı ¨Türk Garnizonu¨ (Kal'atü't‐Türk) idi. Türk garnizonunun bulunduğu yerde, şu anda ABD’nin Ortadoğu’da en büyük askeri üssü konuşlanmış durumda. Garnizonda, ABD’den önce İngilizler vardı. 29 Temmuz 1913'te imzalanan Londra Anlaşması’yla, Osmanlı Devleti’nin Katar egemenliği sona ermiş oldu. 
İngilizler 1971’de bölgeden çekildi, böylece Katar bağımsızlığına kavuştu. Katar’da İngiliz etkisi devam ediyor.
2013’te, Katar emiri Şeyh Tamim 33 yaşında tahta oturdu. Tamim İngiltere’de eğitim gördü. Babası, Mısır’da Mursi’nin (Müslüman Kardeşler’in) destekçisiydi. 61 yaşında olmasına rağmen, koltuğunu oğluna kansız bir saray darbesiyle bırakmak zorunda kaldı.
İran Dışişleri Bakanı 8 Mayıs 2017’de Katar’ı ziyaret etti, Katar Dışişleri Bakanı ve Emiri’yle görüştü. İran Dışişleri Bakanı aynı zamanda, Katar’da Hamas Siyasi Büro Şefi Halit Meşal’le de bir araya geldi. Hamas, Filistin’in Müslüman Kardeşleri olarak adlandırılıyor. 

Oysa Suudi Arabistan ve Mısır, Müslüman Kardeşleri terör örgütü listesine almıştı.
ABD Başkanı Trump, 20 Mayıs 2017’de Suudi Arabistan’ı ziyaret etti. Suudi Arabistan’la 110 milyar dolarlık silah olmak üzere, 10 yıllık 380 milyar dolar karşılığı anlaşma imzaladı. Trump, Suudi Arabistan ziyaretinde tehdit olarak ilan ettiği İran’a karşı bir cephe oluşturdu. İran’ı terörü desteklemekle suçladı. Önemli bir olay daha gerçekleşti. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) toplantısında, 21 Mayıs 2017’de ABD tarafından Katar’a, İran’a ve terör örgütlerine verdiği destekle ilgili bir dosya verildi. ABD, aslında Katar’ı yazılı olarak uyarıyordu.
Bu arada, Katar, New York'ta 30 milyar dolarlık yatırım yapacağını açıklamıştı. Fakat 30 milyar dolarlık yatırım, ABD için yetersiz olarak görüldü. ABD, Katar’da İngiltere etkisinde de oldukça rahatsızdı.
Ve nihayet, 5 Haziran 2017’de; Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Libya’nın Tobruk yönetimi ve Yemen’de Suud güdümlü Hadi yönetimi Katar’la tüm diplomatik ilişkilerini kesti, bu ülkelerin sınırları Katar’a kapatıldı. 
Mısır’ın da İran’la işbirliğini artırma yönünde politikalar izlediği ve Katar’ın İran güdümünde hareket etmesinin mümkün olmadığı düşünüldüğünde, asıl sorunun Müslüman Kardeşler ve İngiltere’nin Katar’dan etkisinin yok edilmesi amaçlanıyor. ABD, Katar pastasını İngiltere’yle paylaşmak istemiyor.  
Katar dünya doğalgaz rezervlerinde, Rusya ve İran’dan sonra en zengin üçüncü ülke. İngiltere’de son günlerde, seçim öncesi ortaya çıkan terör eylemlerinin tesadüf olmadığını İngiliz istihbaratı da biliyor.
Katar'da, ana karargahı Florida’da (Tampa) konuşlu ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı'nın (CENTCOM) bölgesel karargâhı bulunuyor. Katar topraklarının neredeyse 1/3’ü ABD üssü. ABD’nin 10 bin askeri var. ABD Katar’dan vazgeçmez.
Sonuç olarak, hedef Katar yönetimi. Öncelikle Saray darbesiyle, mümkün olmadığı takdirde Askeri bir darbe ile yönetimin değiştirilmesi. Ancak, mevcut Katar Emiri ABD’ye istenilen tavizleri verirse, bir süre daha tahtını koruyabilir.  
Müslüman Kardeşler yüzünden 2013 ve 2014’te etkileri daha sınırlı krizler yaşanmıştı. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, finanse ettikleri Sisi darbesinin ardından Müslüman Kardeşlere desteğini kesmeyen Katar’ı önce uyarmış ardından elçilerini çekerek cezalandırmıştı.
Türkiye’nin Suudi Arabistan ve Bahreyn’le ilişkileri iyi de olsa, BAE ile sorunlu. Mısır’la problemli. Katar’ın Türkiye’de önemli ölçüde yatırımları  var. Katar’da askeri üs kurma çalışması devam ediyor. Bu nedenle, Katar’dan sonraki hedefin, en azından ekonomik açıdan, Türkiye olabileceği değerlendirmeleri dikkate alınmalı. Türkiye’nin Müslüman Kardeşlere karşı tutumunu değiştirmesi ve Askeri üssün konuşlanmasını durdurması oldukça önemli.  

Kaynak: Katar krizinin arkasındaki gerçekler - Naim Babüroğlu


***

31 Mayıs 2017 Çarşamba

ÜST AKIL OPERASYONLARI: SUİKASTLER, ZİHİN KONTROL,



ÜST AKIL OPERASYONLARI: SUİKASTLER, ZİHİN KONTROL, NAZİLER VE SİYASİ ELİTLER BAĞLAMINDA BİR İNCELEME




Onur Dikmeci
İstihbarat ve Strateji Uzmanı
Posted: 29 Mar 2017 06:32 AM PDT

Yirminci yüzyıl istihbarat ve bilim dünyasında yeni bir alanın keşfedilmesine ve bu alan hususunda özel çalışmalarla yeni kaotik süreçlerin belirlenmesine öncülük etmiş bir zaman dilimidir. Adolf Hitler'in okült çalışmalar, mitoloji, insan kontrol deneyleri kendisinden sonraki kişi ve kurumlara bambaşka bir kulvarı hatıra bırakmasına sebep oldu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ruhen çöküntü yaşayan askerlerin sosyal yaşama adaptesi için kullanılan Tavistoc Kliniği, yeni bulgularla artık zihin kontrol operasyonlarınıda yönetecekti. İlaçlar, hipnoz, telkin gibi yöntemlerle tasarlanan proje MK ULTRA olarak adlandırılıyordu. MK ULTRA ile kişiler yönlendirilebiliyor, geçmiş sosyal yaşantıları ve kişiliklerine göre birer terörist, intihar bombacısı, suikastçi olarak kullanılabiliyorlardı. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz; çoğu intihar bombacılarının bu eylemi hangi cesaretle gerçekleştirebildiği normal insanlar arasında birbirlerine sık sorulan bir sorudur. 

Maddi durumu yetersiz bir ailede yetişmiş, şiddet görmüş ya da ötelenmiş, sosyal yaşantıya yeterince adapte olamamış insanların geçerli bir meslek veya eğitim durumları olmaması yani hayattan beklentilerinin bulunmaması MK ULTRA kobayı olarak bir bombacı ya da suikastçi olarak kullanılmaları oldukça kolaydır. İyi eğitim almış, zihinsel ve psikolojik farkındalığı olan bireyler ise bu operasyonlarla belki bir katile dönüştürülemezler ancak kaygı, yanlış karar verme, yersiz korkuya kapılma, tanımlayamadığı sesler işitme, huzursuzluk gibi oldukça olumsuz duygulara sevk edilmeleri karşılaşacakları muhtemel vakalardan olacaktır. MK ULTRA'nın kurumsal manada ele alınışı Cia direktörü Allen Dulles zamanında olmuştur. Ona göre, savaşlar artık zihinlerde kazanılmalı, insanların algıları değiştirilmeli ya da yıkılmalı, tam manasıyla bir Mançurya Kobayı yaratılmalıdır. 

Bu plan o tarihten itibaren kusursuz işlemektedir. Önce Dulles kimdir? Bunu ortaya koymak önemlidir. Abd siyasi tarihinde önemli mevkilerde bulunmuş kişilerin ortak özelliklerinden bir tanesi ya birbirlerinin akrabaları durumunda bulunmaları ya da bir sistemin parçaları olmalarıdır. Sisteme uyum sağlayamayanlar zaten tasfiye olacaklardır. Allen Dulles, aynı zamanda Başkan Eisenhower'ın Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten John Foster Dulles'ın kardeşiydi. John Foster Dulles, Allen Macy ve Edith (Foster) Dulles'un beş çocuğundan en küçüğüydü. Annesinin babası John Watson Foster Başkan Benjamin Harrison'ın, eniştesi Robert Lansing de Başkan Woodrow Wilson'ın dışişleri bakanlığını yapmıştı. 

Görüldüğü gibi yönetsel akrabalık bağları burada da karşımıza çıkıyordu. Dulles kardeşlerin önemli bir özellikleride Hitler'e destek olmalarıydı. Bu iki Amerikalı, anti semitik bir Alman'a neden destek olmuşlar ve Nazi çalışmaları içerisinde bulunmuşlardı? 1840'dan itibaren Yahudilere vatan fikri çeşitli lobilerde paylaşılıyordu. Böylelikle Avrupa hiç istemediği ve tarihi husumeti olduğuna inandığı yahudilerden de kurtulmuş olacaktı. Bu vatan, Arjantin, Missispi, Uganda, Güney Afrika, Makedonya, Mezopotamya olarak çeşitli tarihlerde ele alındı ancak en sonunda Filistin bölgesinde karar kılındı. Böylelikle Anglosakson siyaset hem bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme fırsatı bulacak, hem müslüman dünyanın bu devletle iştigal etmesini sağlayacak, hem de ek silah satışlarıyla şirketlerini zengin edebilecekti. İşte bu evrede zaten yahudi karşıtlığı bulunan Hitler üzerinden, yahudi soykırımı icad edildi. Böylelikle bu katliam ile Avrupa'nın suçluluk psikolojisi yeni bir İsrail Devleti ile örtülebilecekti. Yani yeni devletin sosyal alt yapısı için herşey tamamlanmış oluyordu. Zaten Hitler'i, General Group, Standart Oil, Bp gibi dev tröstlerin desteklemeleride istenileni gösteriyordu. Yahudiler, sosyalist akımlara yatkındı ve bu şirketlerin yahudi çalışanlarının protestoları şirketleri zora sokmaktaydı. Ayrıca yahudilerin yüksek fazili kredilerinden de sıkılınmıştı. Buna ek olartak şirketler Hitler üzerinden Kafkasya enerji kaynaklarına açılabileceklerdi. Ve son olarak yapay bir katliam, yahudileri toplu olarak göç ettirebilecekti. Yahudiler'e avrupadan sonra ortadoğu cazip gelmiyordu. İtici bir takım etmenler gerekliydi. İşte Dulles kardeşlerde bu projelerin parçası olarak hizmetlerini sürdürdüler ve sonunda istenilen planlar uygulanmış oluyordu. 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra artık yeni bir evreye girildi. Soğuk Savaş devilen bu evrede kurgulanan Ateist bir cepheyle dinden beslenen cephenin savaşı olacaktı. Anlatılan buydu. Dulles kardeşlerden, J.F.Dulles, Eisenhoer'ın dışişleri bakanı olarak 1956'da çok ilginç bir doktrin geliştirdi. '' Siyasi işler ile dini meselelerin ayrılması gibi bir durum olamaz. Siyasi işleride halletmek için dine başvuracağız'' . Soğuk savaş evresinde tercihini batı paktından yana kullanan Türkiye'de Serdengeçti dergisi bu demeci Türkçe'ye çevirdi ve yayımladı. 1957 Türkiye Genel Seçimleri akabinde ise Demokrat Parti  Konya mebusu Fahri Ağaoğlu, bir anayasa taslaığı hazırlayacak ve bu taslakta laiklik ilkesine yer vermeyecekti. Aynı yıl Adnan Menderes bir hilafet çıkışı yaptı ve 1958'de Time dergisine kapak oldu. Dulles adeta Türk siyasetini kurgulamıştı. Kardeşi Allen Dulles ise MK ULTRA projeleriyle iştigal ederek 8 sene Cia direktörlüğü görevini yürüttü. Çok tartışılan Başkan J.F.Kennedy, başkan seçildikten sonra 10 ay daha bu görevini sürdürecek ve emekli olacaktı. Dulles'ın, zihin kontrol operasyonları meyvesini verdi Kennedy'nin öldürülüşünü görevi sırasında göremesede MK ULTRA devreye girmiş ve Kennedy kobaylara öldürtülmüştü. Kennedy'nin öldürülmesini yalnızca katolik olmasına ya da FED'i millileştirmek istemesine bağlayan akademik makale ve kitaplar mevcuttur. Ancak sebep yalnızca bunlar değildir. Kenndey, Vietnam savaşını bitirmek istemiş, Mısır'ı desteklemiş, silahlanma yarışını bitirmeyi arzu etmiş ve dolaylı yollardan Sovyetler ile temas kurmuştu. Bu durumdan petrol ve silah şirketleri fevkalade rahatsızlık duydular. Bütün bu etmenlerin sonucu olarak Kennedy tasfiye edildi. Ancak, operasyonlar bitmemişti. Bir müddet sonra başkan adaylığını açıklayan kardeş Robert Kenndey'de sikast sonucu öldürüldü. Ve Abd'de Kennedy ailesi dönemi ebediyyen kapatılmış oluyordu. Çünkü kurulan komisyonlardan hiçbir netice alınamayacaktı. Her ülkede kaidedir ki, komisyona devredilen olaylar çözüme kavuşmaması için havale edilmiş vakalardır. Robert Kennedy'nin MK ULTRA kobayı katilini serbest bıraktırmak için, Hartum'da Abd'li beş diplomat kaçırılmış ve sonunda öldürülmüştü. Bu olayın bir numaralı zanlısı ise Yaser Arafat idi.  Arafat ise yıllar sonra Oslo Barış Görüşmeleri sebebiyle bir odak tarafından Nobel alacaktı. Başka bir odak ise zamanı geldiğinde Arafat'ın bilinmeyenlerini gündeme getirerek itibarsızlaştıracaktı. Oslo görüşmelerine Arafat'ın dışında, İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Abd Başkanı Bill Clinton'da katılmıştı. Bir müddet sonra Arafat öldüğünde 800 milyon dolarının yahudi bankerlerce işletildiği servis edildi. Rubin, MK ULTRA kobayı bir katil tarafından öldürüldü ve Clinton ise Beyaz Saray stajyeri Monika Lewinsky üzerinden tarihe Oval Ofis Skandalı olarak geçen hadise ile tasfiye edildi. Adeta Oslo'da bulunanlar cezalandırılmıştı.

J.F.Dulles'ın uygulamaya koyduğu din politika harmanı Dünya'nın yeni argümanı oldu. İslami gruplar radikalleştirildi ve entelektüel kışkırtıcı Samuel Huntingon'a Medeniyetler Çatışması çalışması sipariş edilerek hedef olarak İslam Dünyası gösterildi. Artık müslüman coğrafya, doğudan iktisadi olarak pasifik, kuzeyden askeri olarak ortodoks, batıdan ise askeri, siyasi ve iktisadi olarak Abd-Ab tarafından kışkırtılacaktı. Bu da yetmezmiş gibi ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyada mezhebi taassuplar daha da sivriltilecek, taşeron örgütler tasarlanan sınır değişiklikleri için bir manivela olarak görev yapacaklardı. 
Üst Akıl'ın yıllar evvelki piyonlarından yalnızca ikisi Dulles kardeşlerdi. Onlara bakarak, Nazi Zulmünün, soğuk savaşın, MK ULTRA deneyleri, sistem karşıtlarının tasfiyeleri, dinin siyasi alandaki durumunu çok iyi anlayabiliriz. Özellikle bu gelişmelerin Türkiye'deki siyasi gelişmelerle paralel bir seyir izlediği tekrar hatırlanmalıdır. 

1) 1946 William Bullit icadı din merkezli antikomünist sistem o tarihten itibaren Türkiye'de yer buldu, bu konuda ilk tercüme makale Cemal Kutay'ın dergisinde aynı yıl yayımlandı ve 1947'den itibaren sayısında artış görüldü.

2) 1956 Dulles'ın din politika alaşımı siyasi teorisi, aynı yıl tercüme edildi ve 1957'den itibaren mecliste yer buldu.

3) 1996 Pentagon projesi din serbestisi ilkesi 1997'den itibaren Türkiye'de yer buldu ve kürt meselesinin çözümünden, yeni ittifak modeline kadar iç kamuoyunda yer aldı.

MK ULTRA tasarlandı, Türkiye'de siyasi cinayetler arttı. Pentagon projeleri, aralıklarla Türkiye'de, İran savaşı, Medine Vesikası, terör örgütü ile yeniden müzakereye dönülsün gibi başlıklarla işlendi.

Dünya'yı yöneten kişi ve gruplar birbirlerinin içerisine geçmiş organik bünye haline gelmiş yapılardır. Görünürdeki figürler sözcülük yapan Üst Akıl piyonlarıdır. Üst Akıl laboratuvarlarında, zihin kontrol, yapay savaş, dinlerin tahrip edilmeleri, yeni düzen için katliamlar, sınır değişiklikleri tasarlanır bu figürler ise projelerin tetikçiliğini yapmaktadır. Herşey oldukça organizedir, planlar bir bütün dahilindedir. Kişilerin ise kan veya ticari bağları olduğu için deşifreye asla müsade etmeyerek organizasyonlarına dışarıdan figürler kabul etmemektedirler.


***

NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?






NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?



SİVİL İTAATSİZLİK: NİSAN 2017 SİVİL İTAATSİZLİK EYLEMİ TÜRKİYE'DE BAŞARIYA ULAŞABİLİR Mİ?

Onur Dikmeci
Ulusal Güvenlik ve Strateji
28 Apr 2017 11:49 AM PDT


19. yüzyılın sonunda siyaset bilimi ve toplum biliminin yepyeni bir ilgi alanıoluşmuştu. Henry David Thoreau tarafından açıklanan kuram sivil itaatsizlikti. 

O günden bugüne özellikle postmodern toplum tipinde sivil itaatsizlik eylemleri sıkça görüldü. Bu eylemler neticesinde bazen istenilen siyasi ve ekonomik 
operasyonlar geliştirilirken bazen ise neticesiz kalan olaylar yığınına toplumlar yakinen tanıklık ettiler. Literatüre kazandırıldığından itibaren sivil itaatsizlik 
gelişim seyri incelendiğinde şu gibi temel özellikleri içerdiği görülür;

.Sivil itaatsizlik eylemleri genellikle gayrıyasal olmakla birlikte kesinlikle legal olaylarıilke edinmiştir
.Sivil itaatsizlik eylemleri hakim otoriteye karşıgeliştirilir
.Sivil itaatsizlik eylemlerinin adından da anlaşılacağıüzere, sivil, silahsız ve toplumun her kesiminden insanlarıkapsayan geniştabanlıbir pratik olması 
  amaçlanmıştır
.Sivil itaatsizlik eylemleri programlıveya programsız seyredebilir
.Genellikle sivil itaatsizlik eylemleri, talep edilen hususlar karşılanana kadar devam ettirilir
.Sivil itaatsizlik eylemleri çok çeşitlidir. Yürüyüşler, sessiz protestolar, oturma eylemleri, aynısaatlerde başlayan ve biten etkinlikler hatta vergi ödememe gibi 
  çok çeşitli yöntemleri içerebilir
.Sivil itaatsizlik eylemlerinin süreleri uzadıkça illegal unsurların eylemlere sızma ihtimali doğar ve bu durum şiddet gibi sivil itaatsizliğin doğasına aykırıbir 
  fiiliyatın belirmesine yol açar
.Sivil itaatsizlik eylemlerinin genellikle dışyönlendirmeli yönleri bulunmaktadır
.Profesyonel sivil itaatsizlikçiler özel olarak istihbarat kurumlarıtarafından yetiştirilmektedir
.Sivil itaatsizlik eylemlerine karşıpekçok ülke ulusal güvenlik kurullarınca tedbirler geliştirilmeye çalışılmaktadır

Bu temel hususların ardından dünyada şimdiye kadar binlerce sivil itaatsizlik eylemi yaşanmıştır ve yaşanmaya devam edecektir. 

İlginç olan bazıörnekleri incelemek yerinde olacaktır;

Duran Adam Eylemi: 2013 İstanbul Gezi Parkıprotestolarısırasında çok ilginç bir tepki medyaya yansıdı. Planlıolup olmadığıbilinmeyen bir şekilde Atatürk Kültür 
Merkezi karşısında bir şahıs kıpırdamadan, konuşmadan ve sadece binaya bakarak beklemeye başladı. 

Yaklaşık iki saat sonra insanlar bu eylemi fark etti ve onlarda iştirak etti. 
Genel kolluk bu protesto biçimine alışkın değilken müdahale edip etmeme konusunda kararsız kaldıve tarihin en ilginç sivil itaatsizlik eylemlerinden 
birine tanıklık edinilmişolundu.

Tuz Yürüyüşü: İngiltere'nin Hindistan'a uyguladığıtuz yasasına karşıMahatma Gandhi başkaldırdıve tuz yapmak için denize yürümeyi teklif etti. İlk başta 
80 kişiyle başlayan ve önemsiz gibi görülen eylem kısa sürede 12.000'den fazla destekçiyle devam etti. Nihayetinde tuz yürüyüşü Hindistan'ın hürriyetine 
zemin hazırlamışoldu.

Lale Devrimi: Kırgızistan'da halk kitlelerin katılımıyla gerçekleştirilen eylemler neticesinde devlet başkanıAskar Akayev ülkeyi terk etmek durumunda kaldıve 
yönetim değişti.

15 Temmuz 2016: 15 Temmuz Türkiye askeri kalkışmasısırasında meydanlara çıkan halk zırhlıaraçların önlerinde durarak meydan okudular ve darbe girişimi nde bulunmak isteyen personelin direncini kırdılar. Bu eylem dünyanın en ilginç ve ülke bütünlüğünden yana sivil itaatsizliğiydi ve kanımızca siyaset bilimi, 
sosyoloji literatüründe bu şekilde yer alacaktı.

Özellikle renkli devrimler esnasında sivil itaatsizlik eylemleri görülmekle birlikte dışülkelerin medya gruplarıve finans oligarklarıbu eylemlere doğrudan müdahil 
olma tavrıgöstermektedir.

Türkiye'de 16 Nisan 2017 referandum oylamalarından sonra başlatılmaya çalışılan sivil itaatsizlik eylemleri başarılıolabilir mi? Bu eylemler yakın Türk siyasi tarihinin en kapsamlısivil itaatsizlik eylemi olan Gezi Olaylarıile mukayese edilmektedir. Nisan 2017 Sivil İtaatsizlik eylemlerinin özellikleri şu şekilde 
vurgulanabilir:

.Eylemlere geniştabanlıkatılım isteği doğmamıştır
.Referandum sonucuna muhalif olan pekçok kişi dahi eylemleri doğru bulmamışlardır
.Eylemlerde Türk Bayrağıgibi kapsayıcıbir sembol kullanılmamıştır bu da eylemlere farklımahiyetler yüklenmesini kolaylaştırmıştır
.Eylemlerin ideolojik manalıolduklarıyönünde kamuoyu nezdinde intibah uyanmıştır
.Eylemlere liderlik edebilecek organizasyon ya da aktör bulunmamaktadır. Eylemler sahipsiz kalmıştır
.Eylemlerin cılızlığısebebiyle dışkamuoyu desteği neredeyse sağlanamamıştır bu da evrensel tepkileri içeren bir sivil itaatsizlik eylemi ihtimalini ortadan 
kaldırmıştır
.Referandum neticesinin Avrupa İnsan HaklarıMahkemesine götürülme seçeneğinin dillendirilmesi bu eylemleri daha da marjinalleştirmiştir

Netice itibariyle Nisan 2017 sivil itaatsizlik eylemlerinin başarıya ulaşmalarımümkün değildir. Zaten istenilen netice hususunda da ihtilaf vardır. 
Seçim yenilenmesinden, iktidarın istifa etmesine ya da yeni sistemin tamamiyle rafa kaldırılmasına kadar söylem ve fikir birliği olmayan bir kargaşa söz 
konusudur.

Ayrıca 2013'den itibaren sivil itaatsizlik eylemleri KırmızıKitap kapsamına alınmıştır. Bu da devletin artık bu gibi eylemlere daha hazırlıklıolabileceğini işaret etmektedir. Nisan 2017 sivil itaatsizlik eylemleri başarıya ulaşamasa da önümüzdeki süreçte yeni konular ile alakalıyeni eylemler görülebilecektir. 
Burada hayati önemli husus itaatsizlikte bulunan kitlelerin karşılarına irili ufaklıbaşka grupların çıkartılmalarının kesinlikle desteklenmemeleri gerektiği, 
istihbarat ve genel kolluk birimleriyle eylemlerin kontrol altına alınmaya çalışılmasıidrak edilmelidir. Çünkü çatışan grupların dindirilmesi her zaman silahlıve organize bir gücün sahaya davet edilmeleriyle mümkündür. Bu da sıkıyönetim hatta darbe gibi neticeleri doğurabilir.



***

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ AKIMLAR BÖLÜM 2



OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON DÖNEMİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASİ AKIMLAR  BÖLÜM 2



VE....  ATATÜRK’ÜN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI




3. Milli Mücadele ve Milliyetçilik.

II. Meşrutiyet döneminin Türkçülük faaliyetleri ve bu dönem Türkçülerinin fikir ve düşünceleri Osmanlı Devleti içerisinde günden güne en büyük ve etkin güç 
olmaya devam ederken, Osmanlı Devleti kendisini Birinci Dünya Harbi içerisinde bulmuştu. Bu savaş esnasında Müslüman Arapların İngilizlerle işbirliği içine 
girmeleri ve bağımsızlık peşine düşmeleri sonucunda İslamcılık fikri artık daha geri plana atılarak Türkçülük-Turancılık fikirleri ön plana çıkmıştır.

Rusya’da Ekim devrimi’nin ardından Kafkasya’da yeni Türk ve Müslüman devletlerin ortaya çıkması sonucunda, artık Türk olmayan Müslüman Ortadoğu da devletin elinden çıkmaya başlayınca, Türkçülük/Turancılık ideolojisi kapsamında devleti yönetenler Kafkasya’ya doğru ilerleyerek bir çıkış yolu 
bulmaya çalışmıştır. Fakat Osmanlı Devleti dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı sonucunda müttefikleriyle beraber yenilince bu girişim de akamete uğramıştır.

Savaşın sonunda 30 Ekim 1918 Tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi ile bu durum resmiyet kazanmıştır. Böylece öne sürülen bu üç fikrin de (Osmanlıcılık-İslamcılık-Tuarncılık/Türkçülük) ülkeyi kurtaramayacağı ortaya çıkmış oldu. Fakat yeni oluşan şartlar altında yeni bir milliyetçilik için uygun şarlar ortaya çıkmaya başlamıştı.[16] Bunda Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan kısımlarının elden çıkmış olmasının ve artık çoğunluğu Türklerle meskûn arazilerin de paylaşılmaya başlamasının etkisi büyük oldu.

Bunda fikri, siyasi ve hukuki düzeyde en büyük etken; ABD Başkanı Wilson’un savaş devam ederken, içinde; ‘’Osmanlı İmparatorluğu’nun Türklerin çoğunluğu 
oluşturduğu bölgelerinin Türklere bırakılacağına’’ dair ilan ettiği prensipler ve Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı söylemleri de oldu. Nitekim 
Mütareke’nin hemen ardından, işgal edilmemiş Osmanlı toprakları içinde kalan her bölgede, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalmaya devam etmek için 
bölgelerinde Türklerin çoğunluğu oluşturduğunu tüm dünyaya, özellikle de İtilaf Devletlerine, ispatlamaya çalışan ve isimleri genellikle ‘’Müdafayı Hukuk’’ 
olan örgütler kurulmaya başlandı. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi bu örgütler, kendi bölgelerindeki Türk halkının Wilson prensiplerine göre hakkını ve hukukunu korumayı amaçlayan faaliyetlere başladılar.

Bu anlayış işgal edilmemiş tüm topraklara yayılarak belirli bir coğrafyaya ve o coğrafya üzerinde yaşayan insanların çoğunluğuna dayanan yeni bir milliyetçilik 
anlayışının gelişmesine yol açtı. Artık, bu örgütlerin başını çeken milliyetçiler; Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman henüz işgal edilmemiş topraklarda 
nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu ve bu sınırların yeni Türk sınırları olarak kabul edilmesini isteyen bir milliyetçilik anlayışını savunmaya başladılar.

İşte bu yeni yaklaşım, Samsun’a çıkan ve bu anlayışın ülkenin kurtuluşu için tek çare olduğunu her yere duyuran Mustafa Kemal Paşa ve beraberindeki ekibin 
de başlangıçtan itibaren hâkim ideolojisi haline geldi. Mevcut durumu çok iyi bir şekilde okuyan Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki harekete katılanlar, 
kurtuluşun belli sınırlar içinde bir birlik kurulması esasına dayanan milli gayelere yönelmekle elde edileceği düşüncesine varmışlardı. 

Bu düşüncenin kısa sürede taraftar bulmasında Türklerin yüzyıllar boyunca idare ettikleri ve dini olarak ta kendilerine denk görmedikleri Yunanlıların İzmir’i ve 
Ermenilerin de Doğu Anadolu’da bazı bölgeleri işgal etmelerinin halkın duyguları üzerinde yarattığı infial de önemli katkıda bulunmuştur.

Bu dönemde Amasya Tamimi ile başlayıp, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle devam eden ve Ankara’da süreklilik kazanan söylemlerde kullanılan kelimelere dikkat ettiğimizde, milli duyguların ne kadar ilerde olduğu görülmektedir. “Milli istiklâl, Milli Mücadele, Milli Hareket, Milli Zafer, İrade-i Milliye, Hâkimiyet-i Milliye, Kuva-yı Milliye, Misâk-ı Milli, Büyük Millet Meclisi” gibi kelimeler buna en büyük delildir.

Ancak; bu milliyetçiliğin belli sınırları ve sınırlamaları vardır. Bir defa bu milliyetçilik yayılmacı değil savunmacı ve belli bir coğrafya ile sınırlı hedefleri olan bir anlayıştır. Mücadelenin başından itibaren kullanılan söylemlere bakılırsa, kullanılan millet ifadesiyle, sadece etnik anlamda Türkler değil, Türk olmasa bile 
belirlenen coğrafyada yaşayan tüm Müslümanlar da ifade edilmektedir. Yani ırk temelinden çok belli bir coğrafyada yaşayan aynı dinden ve kültürden 
insanların birliğini savunmaktadır. Bu durum Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan ve ‘’Irkı ve meshebine bakılmaksızın belirlenen sınırlar içinde yaşayan 
tüm Müslüman unsurların bir birinden ayrılmaz öz kardeş oldukları’’ hakkındaki kararda da net olarak görülmektedir. Bu milliyetçilik esas olarak Misakı Milli 
esaslarına göre tam bağımsız bir devlet kurmayı savunan siyasi bir yaklaşımdır.[17]

Bu hareket yabancı devletler ve bu arada işgalci İtilaf Devletleri temsilcileri tarafından da başından itibaren milliyetçi bir hareket olarak görülmüş ve bu 
şekilde isimlendirilmiştir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Lord Curzon’a çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafta Türk milliyetçiliği 
ile ilgili şu ifadeleri kullanmaktadır: “Çanakkale Savaşlarında büyük ün kazanmış olan Mustafa Kemal Paşa, bir ay kadar önce ordu müfettişi olarak Samsun’a 
varışından bu yana kendisini anti yabancı düşüncenin ve milliyetçi düşüncenin merkezine koymaktadır.”[18]

Bu dönemdeki milliyetçilik söylemi tüm ülkeyi etkilemiş ve yeni Türk milliyetçiliğinin temellerinin oluşturulmasında etkili olmuştur. Bu dönemde İstanbul’da yapılan mitinglerle işgal kuvvetlerinin protesto edilmesi ve arkasından Anadolu’da oluşan tepkiler millet bilincinin ülkenin her yerine yayıldığını göstermektedir. 

Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresi’nde alınan kararlar[19], Misak-i Milli kararlan, Büyük Millet Meclisi’nin açılışı da hep milli bilincin birer 
ifadesidir. Bu milliyetçilik; vatan, din ve siyasi birlik temelli bir milliyetçilik olmuştur.

Milli Mücadeleyi besleyen Kuva-yı Milliye ruhuna, yukarıda da belirttiğimiz gibi İslâm dininin birleştirici gücünün büyük bir tesiri olduğu bir gerçektir. 
Büyük Millet Meclisi’nin Cuma günü namazdan sonra açılması ve vatanın her tarafında “Kuran-ı Kerim” ve Buhar-i Şerif okutulması Mustafa Kemal Paşa’ya Gazi unvanının verilmesi ve Mehmet Akif Ersoy’un yazdığı istiklâl Marşı”,  Milli Mücadele’de milli birliğin sağlanmasında dinin etkinliğini göstermektedir.[20]

Buradaki milliyetçiliğin diğer bir yönü de Batı devletlerinin sömürgecilik ihtirasına karşı bir hareket olarak ortaya çıkmasıdır. Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde 
başarıyla idare edilen ülkenin bağımsızlık savaşı diğer tüm duygu ve idelojilerden farklı olarak vatanseverlik ve vatanı işgalcilere karşı korumak duygusunu 
işleyerek halkın desteğini harekete geçirmiştir. Bu durum daha sonraları başka milletlere de örnek teşkil etmiştir.

4. Cumhuriyetin İlk Yıllarında Milliyetçilik İlkesi ve Atatürk.

Milli Mücadele sonucunda, Osmanlı Devleti tarihe karışmış ve yerine yeni bir devlet ve yeni bir sistemle idare edilen Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 

Kurulan yeni cumhuriyet Türklerin çoğunlukla olduğu bölgeler üzerinde kurulmuş milli karakter taşıyan büyük oranda Türklerden oluşan milli bir devlettir. 
Milli mücadelenin başından beri devam eden milliyetçilik anlayışı cumhuriyet döneminde devletin resmi ideolojisinin de en önemli unsuru olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin yıkılması daha önce hüküm süren bütün ana politik ideolojileri itibardan düşürmüştür. Osmanlıcılık var oluş nedenini yitirmiş, İslamcılık ve Pantürkizm ise İmparatorluğu kurtarmayı başaramamıştır. Dolayısıyla 1923’ten itibaren Mustafa Kemal yeni Cumhuriyeti milliyetçiliğin birleştirici yeni bir anlayışı ile idare etmek için çaba sarf etmiştir. Zaten Mustafa Kemal Atatürk daha 1921 yılında, Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada; “Ne İslâm birliği ne de Türk birliği bizim için bir doktrin veya mantıklı bir politika meydana getirebilir. Bundan böyle yeni Türkiye’nin, hükümet politikası kendi milli sınırlan içinde Türkiye’nin kendi öz egemenliğine dayanma ve bağımsız yaşamadan meydana gelmektedir.” demiştir.[21]

Bağımsız yaşama, milli sınırlar içinde kalma, milli egemenliğe dayanma fikri, Atatürk’ün Cumhuriyet kurulduktan sonra da savunduğu temel fikirlerdir. 
Her ne kadar bazı yazar ve arştırmacılar tarafından; ‘’Başlangıçta çok sık vurgulanan ’milli’ ve ‘millet’ kavramlarının dini temelli millet kavramı anlamında 
kullanılmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra Mustafa Kemal Türkçülüğü ön plana getirmiş ve Türk milliyetçiliğini ortak dil, kültür ve ideal temelinde 
şekillendirmiştir.’’[22] deseler de Türk milliyetçiliği hiçbir zaman ırk veya soy temelli olmamış, kapsayıcı ve kültürel temelli olmuştur. 

Ayrıca yeni milliyetçilik tanımı beynelminelcilikten çok Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan tüm insanları tek bir millet çatısı altında toplamaya yöneliktir.


Bunu Atatürk’ün değişik zamanlarda millet ve milliyetçilik ile ilgili yaptığı konuşmalarda da görmek mümkündür. Örneğin onun; ‘’ Biz doğrudan milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin mesnedi Türk camiasıdır. Bu camianın efradı ne kadar Türk harsiyle[23] Meşbu olursa o camiaya istinat eden 
Cumhuriyette o kadar kuvvetli olur.’’[24], ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.’’ ve ‘’Zengin bir anılar mirasına sahip olan, sahip 
olunan mirasın korunmasında ve devamı hususunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden vücuda gelen topluma millet adı verilir.’’[25] şeklindeki konuşmaları buna örnek olarak gösterilebilir.

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, Atatürk’ün ortaya koyduğu yeni milliyetçilik anlayışının etkisiyle Pantürkizmi savunan Meşrutiyet dönemi Türkçü ve Milliyetçi 
aydınları da fikirlerini, kısmen veya tamamen değiştirmişlerdir. Mehmet Emin (Yurdakul) kendi şiirlerini yeniden düzenleyerek Turan kelimesi yerine vatan 
kelimesi kullanmaya başlamıştır. Ahmet Ağaoğlu basın bürosu müdürlüğünü kabul etmiştir. Ağaoğlu bir Fransız gazeteciye “Ankara, eski Osmanlı 
İmparatorluğu’nun gösterişinden feragat ederek milliyetçidir. Etnografik Türk sınırları ile tahdit edilmiş mütevazı bir Türk Yurdu kurmayı dilemektedir. 

Bunun için barışa ve huzura ihtiyaç duymaktadır.” demiştir.[26] Yusuf Akçura ise, bir tarih profesörü olarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni Pantürkist görüşlerinin gerçekleştiği bir ülke olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Meşrutiyet dönemi Türkçülerinden Tekin Alp da bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçi düşüncelerini benimsemiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan milliyetçilik anlayışı, Türk toplumunun çağdaşlaşmasını öngören ileriye dönük bir milliyetçilik olmuştur. 

Milli Mücadele yıllarında vatanın savunulması ve kurtarılması şeklinde sadece siyasi bir gaye olarak ele alınan milliyetçilik, Milli Mücadele’nin 
gerçekleşmesinden sonra anlamı genişleyerek siyasi, kültürel ve ekonomik olmak üzere bütün hayat ve faaliyetlerin hepsini ifade eden bir gaye halini almıştır. 

Atatürk’ün tabiriyle; ‘’Türk ulusunun yönetiminde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en yüksekte göz dikilen ülküdür.’’, ‘’Çünkü ulusal 
varlığın temeli, ulusal bilinçte ve ulusal birlikte’’ görülmektedir.[27]

Sonuç:

Tüm bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik anlayışının, daha önceki Türkçülük ve Turancılık gibi birbirine benzer fikirlerden 
farklı olarak bazı belirli özellikleri vardır.

Bir defa bu anlayış antiemperyalisttir.[28] Yani her türlü emperyalizme karşı milli bağımsızlığı savunur. Bu anlamda kendisi de barışçı ve savunmacıdır. 
Emperyalist ve yayılmacı amaçlar taşımaz. Bu anlayış milli sınırlara, yani bir vatan kavramına dayanır. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan herkesi 
Türk milletinin birer üyesi olarak kabul eder. Irkçı ve ayrımcı değil kapsayıcıdır.

Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa devletlerinin çoğunun benimsendiği gibi; vatandaşlık, dil birliği, kültür ve tarih birliği gibi unsurlara dayanır. Bu anlamda 
ülke içinde tüm insanların aynı ülkü içerisinde, dini, mezhepsel, etnik vb. ayrımcılıktan uzak olarak bir tek ulus olmanın bilincine varmalarını sağlamaya çalışan, milli birlik ve bütünlüğe büyük önem veren bir anlayıştır. Bu sebeple aynı zamanda laik bir anlayışa sahiptir.

Millet egemenliği ilkesiyle bağlantılı olarak; halkçıdır, eşitlikçidir ve demokrasiye yöneliktir. Belli bir sınıfa değil ülkede yaşayan halkın tümüne dayanmayı öngörür.


KAYNAKLAR

I. Kitaplar:

ACUN; Fatma, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008.
AKÇURA; Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007. Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
CEVİZOĞLU; Hüseyin, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981.
GENTİZON; Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.
GÖKALP; Ziya, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.
İNCEDAYI; Cevdet Kerim, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007.
MERAM; Ali, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969.
KONGAR; Emre, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002.
KUBALI; Nail, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973.
OKUR; Mehmet, KÜÇÜKUĞURLU; Murat, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006.
OLCAYTU;Turhan, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara.
SAFA; Peyami, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011.

II. Elektronik Yayınlar:

AYIN;Faruk, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, 
http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.

TDK Büyük Türkçe Sözlük, 
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime &guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.


[1] Faruk Ayın, Atatürk ve Milliyetçilik, ATAM, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-42/ataturk-ve-milliyetcilik.

[2] TDK Büyük Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5484302e846524.25543852.

[3] Ayın, a.g.m.

[4] Ayın, a.g.m.

[5] Ali Meram, Türkçülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi, Kültür Kitabevi, İstanbul,1969, s.14.

[6] Meram, a.g.e., s.17.

[7] Meram, a.g.e., s.41-42.

[8] Meram, a.g.e., s.59-60.

[9] Detaylı bilgi için bkz. ‘’Meram, a.g.e., s.69-74.’’

[10] Paul Gentizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, Çev. Fethi Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983, s.66.

[11] Gentizon, a.g.e., s.66.

[12] Detaylı bilgi için bkz.; ‘’Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, TTK Yayınevi, Ankara, 2007.’’

[13] Fatma Acun, Yakın Dönem Tarihi Metodolojisi, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2008, s.138.

[14] Detaylı bilgi için bkz.: ‘’Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, 3.Baskı, İnkilap Kitabevi, İstanbul, 1987.’’

[15] Turhan Olcaytu, Teknik Basın Sanayii, 7. Baskı, 198.., Ankara, s.48.

[16] Peyami Safa, Türk İnkilabına Bakışlar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2011, s.90-91.

[17] Nail Kubalı, Türk Devrim (İnkilap) Tarihi, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1973, s. 112.

[18] Mehmet Okur, Murat Küçükuğurlı, İngiliz Yüksek Komiserlerinin Gözüyle Milli Mücadele, 1918-1920, Serander Yayınları, İstanbul, 2006,s.

[19] Cevdet Kerim İncedayı, İstiklal Harbi (Garp Cephesi), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007,s.33-42.

[20] Ayın, a.g.m.

[21] Ayın, a.g.m.

[22] Acun, a.g.e. s.139.

[23] Hars, kültür anlamında kullanılan bir kelimedir.

[24] Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Vecizeler, İnkilap ve Aka, İstanbul, 1981,s.32.

[25] Atatürk, Genkur. ATASE Bşkanlığı Yayınları, Ankara, 1979, s.18.

[26] Ayın, a.g.m.

[27] Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçü Düşünce ve Sonuçları, 2.Baskı,Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Ankara, 1982, s. 37.

[28] Emre Kongar, Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk, Remzi Kitabevi, 6. Basım, İstanbul, 2002, s.315.


http://mgmstrateji.com/atatuumlrkrsquouumln-m304ll304yetccedil304l304k-anlay350.html

...