26 Aralık 2020 Cumartesi

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 2

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 2 




Ahmet DAĞ 

    Osmanlı Devleti’nin sona erişinden istifade ederek yeni kazanımlar elde eden Yunanistan’a İkinci Dünya Savaşı sonrası yapay bir biçimde “çalıntı” usûlle kurulan İsrail ve Kuzey Kıbrıs Rum Kesimi gibi devletler eklenerek Türkiye’nin kuşatılması hareketi ve süreci devam ettirilmiştir. Bu iki yapay devlet  de Osmanlı mirasının üzerine inşa edilmiştir.
ABD ile Rusya arasındaki kutuplaşmanın kurbanı olan Libya ve Suriye meselesi ve iki ülke -Suriye ve Libya- üzerinden sürdürülmeye çalışılan yeni kuşatma teşebbüsü Doğu Akdeniz’i Türkiye için çok önemli bir stratejik mesele hâline getirmiştir.

Mesele yalnızca Oruç Reis’in petrol arama çabası değil, Türkiye’nin Akdeniz’deki sınırlarına hâkim olma ve gemilerini yüzdürebilme gücünü ortaya koyma çabasıdır. Mısır’da devlet başkanı Muhammed Mursi’nin İsrail-ABD-Avrupa (yanında uşak Körfez Ülkeleri -Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, Bahreyn vs.) eksenli bir darbe ile devrilmesinden sonra Sisi’nin Mısır devlet başkanı olması bölgede ve Akdeniz’de İsrail’in elini güçlendirirken Türkiye’nin elinin zayıflamasına yol açmıştır. Her ne kadar Fransa, sürece dâhil olarak İsrail ve Yunanistan’ın yanında Türkiye’yi zayıflatmak amacında olsa da Türkiye’nin Libya’daki durumu önceden sezip pozisyon alması ve bu ülkede askeri ve siyasî konum elde etmesi bu ülkelerin maksatlarını gerçekleştirmesine engel olmuştur.

    Rusya’nın, Türk-Stream boru hattı üzerinden Türkiye’ye bir doğalgaz bağlantısı açarak Avrupa’ya girmesi ABD-Avrupa yönetimlerinde endişeye yol açmıştır. Yine Türkiye’nin Libya’nın uluslararası meşruluğa sahip olan Sarrac yönetimiyle yapmış olduğu antlaşma, başta İsrail olmak üzere Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs yönetiminde ve Fransa’da rahatsızlıklara neden oldu. İsrail, Türkiye-Libya antlaşmasından rahatsız olup Yunanistan, Kıbrıs ve Mısır’ın dahil olduğu ittifaka katılma konusunda çekimser kalmıştır. Filistin Devleti’ni yok etmek isteyen İsrail, aynı zamanda
Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte hareket edip Akdeniz’de Türkiye’ye üstünlük sağlamak istemektedir. Yunanistan, İsrail’den hem askeri teknoloji satın almış hem de İsrail ile ortak askeri tatbikat yapmıştır. Libya’da Türk politikası karşıtlığı içerisinde bulunan Hafter’i destekleyen Fransa ve Mısır’ın da bu ittifakın içerisinde bulunmasını doğurmuştur.

ABD içinde olan güç mücadelesinde (İsrail-İngiltere) İngiltere’ye karşı 1960 yılından sonra üstünlük sağlayan İsrail, 2013 yılında Mısır’da askeri darbeyi meydana getirerek bölgede hâkim unsur hâline gelmiştir. Son 2-3 yıllık süreç içerisinde Körfez ülkeleri üzerinde de üstünlük sağlamıştır.

Yine İsrail ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn vb. Körfez ülkelerinin stratejik birliktelikleri; İran’ın bölgesel isteklerine karşın geliştirilen düşmanlık ve Obama’nın uyguladığı Arap Baharı politikaları neticesinde oluşmuştur.
   Hususiyetle bölgenin iki mihver ülkesi olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin iki veliaht prensi Muhammed bin Selman ve Muhammed
bin Zayed el-Nahayan’ın, İsrail ile kurdukları “sıkı dostluk” bölgenin geleceğinde İsrail’in hakimiyetine vize demektir! Bu dostluğu teşvik eden en önemli unsur; İran ve Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği Şii-Sünni çekişmesi ve düşmanlığıdır.
Bu suni gerilim, IŞİD ve Haşdi Şa’bi gibi şiddete dayalı terörist grupları doğurmuştur.

Ekini bozmakla mahir olan semitistler İslâmî hareketleri ya yok ederek ya da marjinalleştirerek sorunlu hâle getirmektedirler. Mısır Akdeniz’de bir enerji gücü hâline gelerek Suud ve Körfez ülkelerinin tahakkümünden kurtulmak yerine daha çok kendine verilen vazifeyi yerine getirme amacındadır. Çünkü Mısır’ın siyasi ve iktisadi yönetiminde etkin olan kendi iradesi değil Körfez ülkeleridir. Zira Sisi’yi iktidara getiren güçle onu iktidarda tutan güç aynı güçtür. Tarihte örneğine daha önce çok da rastlanmayan bir ittifak meydana gelmiştir. İsrail ile ilişkilerini yoğunlaştıran Yunanistan ve Güney Kıbrıs devletlerinin hem Mısır hem de Körfez ülkeleri ile ilişkilerinin yoğunlaşması Grek-Yahudi-Arap üçgeninde ilginç bir
ittifakı doğurmuştur. Bu ittifakı doğuran iktisadi, toplumsal, kültürel ve tarihsel etkiler yanında teolojik nedenleri de iyi anlamak gerekir.

Düzensizlikten / kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaları ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir. Birleşik Arap Emirlikleri İsrail li siyasetçiler ve medya tarafından “övgülerle” etki altına alınarak bölgede koç başı olarak kullanılmaktadır. Nitekim Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü yardımcısı Eran Lerman, Israel Hayom adlı gazetede “BAE Antlaşması Daha Büyük Bir Oyunun Parçası” başlıklı yazısında, İsrail’i Doğu Akdeniz’in anahtar oyuncusu olarak nitelemiştir. Birleşik Arap Emirlikleri
ile yapılan antlaşmanın daha büyük bir oyunun parçası olduğunu yazan Lerman, Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki jeopolitik ilişkileri anlamak için Samarya ve Yahudilikde olan İsrail güvenliğiyle ve İran tehdidiyle doğru anlaşılabileceğini ifade ediyor.
Yalnızca İsrail’i anlamak için değil İsrail ile sıkı bir ilişki kurmaya çok istekli olan Körfez ülkelerinin tarihsel ve dinî kökenlerini iyi anlamak gerekir. Bir yıl önce Umran dergisinde yayımlanan “Körfez Ülkelerı̇ ve İsraı̇l Arasındakı̇ Derin İlişkiler” adlı yazımda, “Suudi Arabistan’ın ve BAE’nin mevcut politikalarını 20. yüzyıl başındaki yeni düzenle ilişkilendirmek yeterli değildir.

Medine dışına sürgün edilenlere dair tarihi vakıayı göz önünde de bulundurarak dinî, etnik ve antropolojik araştırmalar ve incelemeler yapılması gerekir, diye düşünüyorum.” diye bitirmiştim. Bu çalışmaların yapılmasının hâlâ elzem olduğunu düşünmekteyim. Bu meselenin İslâm ve dinler tarihçiliğinin konusu olduğunun farkındayım.
    Bu bölgeye sürülen ve sonrasında Osmanlı’ya karşı kışkırtılan bu kabilelerin Hz. Peygamber döneminde sürülen Yahudi kabilelerden olma olasılığı araştırılması gereken bir durumdur. Bu bağlamda Riyad’ın “Diriye” bölgesi ve onun uzantısı olan Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin tarihsel ve dinî kökenlerinin araştırılmaya değer olduğunu düşünüyorum. Nitekim gazete haberlerine göre Birleşik Arap Emirlikleri’nden aktivist Mazraui, Suudi Arabistan’ın Hayber’den çıkarılan Yahudiler için İsrail’e tazminat ödemesi ve vatandaşlık vermesi gerektiğini söylemiştir.

Velhasıl yönetimleri belirleyerek halkları mahkûm eden ve onların karakterleri üzerinde dönüşüm gerçekleştiren Batılı hegemonya aynı zamanda İslâm coğrafyasının halklarını ve yönetimlerini diğer İslâm ülkelerine düşman kılmaktadır.

Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir.

İslâm coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. 

Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. Doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlanması konusunda mücadeleye devem edilmeli.

Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, hem Kuzey Afrika/ Mağrib ülkelerinin kadim tarihsel ve kültürel bağlarını dikkate alarak hem de bu bölgenin bir dönem Endülüs gibi bir medeniyete ev sahipliği yapma tecrübesini göz önünde bulundurarak Akdeniz’in uzak kısımlarında da etkin olmayı sağlayabilir.

Kaynakça

John N. Mearshiner ve Stephen, İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası, çev. Hasan Kösebalaban, Küre Yayınları, İstanbul, 2009, s. 610.
Eran Lerman, UAE treaty part of a much biggergame, 

Umran • Ekim 2020

***

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası” BÖLÜM 1

Doğu Akdeniz’de ve Arap-İslâm  Coğrafyasında “İsrail Hegemonyası”  BÖLÜM 1 





Ahmet DAĞ 

   Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin başını çektiği kamp kadim 
Osmanlı düşmanlığını besleyerek Türkiye düşmanlığını körüklemektedir. İslâm 
coğrafyasının bir araya gelmemesi için tarihsel, kültürel, mezhebi ve siyasî farklılıklar kışkırtılmaktadır. Batılı dünya küreselleşmesini yoğunlaştırırken tarihsel hasmı olarak gördüğü İslâm dünyasının daha da parçalanmasını sağlama amacındadır. 

Dünyanın jeolojik, İsrail’in varlığının ne tarihî, kültürel, coğ-anlama geldiğini gösterafi ve stratejik bakım-ren en önemli gösterge den en zengin toprakları olan bir  “Ortadoğu” İsrail’in Varlığının olarak isimlendirilerek Teo-Politiği olumsuz “Doğu” ima Dünyanın jeolojik, tarihî, kültürel, coğrafi ve stratejik bakımdan en zengin toprakları olan bir (müslüman) coğrafya, “Ortadoğu” olarak isimlendirilerek olumsuz “Doğu” imajına mahkûm edilerek fikirsiz, tarihsiz, çorak ve kargaşa zemini şeklinde imgeleştirilir. 

  Oysa “Ortadoğu” diye nitelendirilen bu bölge, gerek deniz ve kara ulaşımıyla gerekse tarihi ve kültürel birikimiyle medeniyet tarihinin en önemli unsuru
olmuştur. Bu isimlendirmeye muhatap olan Mısır, Sümer, Mezopotamya, Kuzey Afrika ve Hicaz tarihin yapıldığı bölgeler olmuştur. 19. yüzyılın başında (1801) Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi bölgenin mahkum olmasının, hem kültürel hem de coğrafi ve siyasal emperyalizmin başlangıcı olmuştur.

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetine son verilişi ve 1917 yılında yapılan Balfour Deklarasyonu’yla bir Yahudi Devleti olarak İsrail Devleti’nin kurulma sürecinin başlatılması bölgenin kimyasını bozan iki önemli etken olmuştur.
Chomsky’nin ifadesiyle “bölgeye bir virüs” gibi yerleştirilen İsrail dışındaki Afrika ve Kuzey Afrika Devletleri dahil tüm devletler istikrar sorunu yaşamışlardır. “İslâm Dünyasının Anası ve Afrika’nın Kapısı” olarak sıfatlandırılan Mısır’ın son iki yüzyılda yaşadığı sorunlar bu coğrafyada Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hakimiyetine  son verilişi ve 1917 yılında yapılan Balfour  Deklarasyonu’yla bir Yahudi Devleti olarak İsrail  Devleti’nin kurulma sürecinin başlatılması bölgenin  kimyasını bozan iki önemli etken olmuştur. 

Chomsky’nin ifadesiyle “bölgeye bir virüs”  gibi yerleştirilen İsrail dışındaki Afrika ve Kuzey  Afrika Devletleri dahil tüm devletler istikrar sorunu  yaşamışlardır. “İslâm Dünyasının Anası ve  Afrika’nın Kapısı” olarak sıfatlandırılan Mısır’ın  son iki yüzyılda yaşadığı sorunlar bu coğrafyada İsrail’in varlığının ne anlama geldiğini gösteren en önemli göstergelerden biridir.

İsrail’in Varlığının Teo-Politiği

“Geri kalmış ilkeller”in içinde “gelişmiş beyaz bir medeniyet”in timsali olarak görülen İsrail’i korumak ve yaşatmak ABD ve Avrupalı devletlerin en önemli amacı olmuştur. Hatta bu ehrama entelektüeller hatta Derrida gibi filozoflar taş taşımışlardır.
İngilizlerin himayesinde kurulan İsrail Devleti, 1970’lerden sonra kendine İsrail’i korumayı itikat esası olarak alan ABD’nin dış politikasında bu korumacılık önemli bir ilke ve kabul hâline gelmiştir. Her ne kadar Irak’a (Saddam döneminde) ve İran’a, dolayısıyla Basra’daki Körfez petrolüne ulaşmada etken bir devlet olamamış olsa da Evanjelik ve Kabalacı itikada dönüşen Batılı itikat eksenindeki siyaset ve diplomasi, bölgedeki İsrail’i gözü gibi koruma amacı gütmüştür. Her ne kadar de eski bir Pentagonlu yetkili İsrail’i, “Ortadoğu üzerine yapılan hesaplarda % 5 kadar bile etkisi olmayan bir külfet” olarak nitelese de İsrail’in varlığı teo-politik düzlemde zaruret olarak görülmüştür. Nitekim Kissinger, “İsrail’in
gücü İsrail’in hayatta kalması için gereklidir.” sözüyle İsrail’in konumunu özetler. Amerika ile İsrail arasında Yahudi-Hıristiyan geleneğine dayalı kültürel yakınlık bulunmaktadır. “Amerikan Yahudi Muhafazakârlığı” denilebilecek bir kesim, Tanrı tarafından bu toprakların kendilerine verildiğini İsa’nın dönüşü için İsrail devletinin kurulması gerektiği inancını taşımaktadırlar.

   Her iki devletin (ABD-İsrail) fedakârlık ve mücadele sonucunda doğmuş ve temel inançlara sahip olmaları, kapitalist ve demokratik yapıları, iki ülkenin benzeri ahlakî (!) bir zemini paylaşmalarını sağlamıştır. Bu “ahlakilik” üzerinden hareket eden Şaron ve Olmert, İsrail ordusunu “dünyanın en ahlaklı ordusu” olarak görmüştür.

Oysa bu ahlakî (!) ordu;

250 bin Filistinliyi, 80 bin Suriyeliyi sürgüne göndermiş, iki yılda 30 bin çocuğu darp etmiş 8.500 çocuğu öldürmüştür.

Bu çocukların 3/1’i, 10 yaşın altındadır. Yani İsrail’in, düşmanlarına karşı her zaman ölçülü tepki verdiği ve en ahlaklı ordusu iddiası temelsizdir. Bu ahlaksız ordu ve yöneticileri Filistinlileri ne kadar yalnızlaştırıp çaresizleştirdiklerinin bizatihi farkındadır. 

Nitekim bu çaresizleştirmenin ne gibi sonuçlara yol açacağını iyi bilen eski Başbakan Ehud Barak “Eğer Filistinli doğmuş olsaydım, bir terör örgütüne katılırdım.” demiştir. Batı’nın iki yüzlü tutumunu (mazlum olduğunu söyleyen en büyük zalim) edinen İsrail tüm bunlara rağmen, her zaman kendini mazlum, mağdur, zayıf ve kuşatılmış olarak resmetmiştir.

Kendini bu şekilde konumlandırmasına teolojik bir durum ve ifade olan “Arap Calut’un kuşattığı Yahudi bir Davut” söylemini ve duruşunu uygun görmüştür.

İsrail, akrabalığa dayalı etnik bir kökeni önemseyerek insanlara yaşama hakkını verme tutumunu sergilemiştir. Yaşamayı fazlasıyla hak eden unsurları kendi etnik ve akrabalık unsurları olarak görmüştür. Nitekim Yahudi geleneği ve tarihi tecrübesi bağlamında Yahudiler, tikel olarak insan bedeninin gelişmesiyle ilgilenmiş ve öjeniyi bilime sokmuşlardır. Yahudiliğin seküler çeşitlerinde -özellikle Siyonizm’de- öjenikler, bedensel durumu geliştirmek için aletlerin geliştirilmesini desteklemişlerdir. Hem bilimsel hem de teolojik zeminde “öteki”nin “köle” olmasını istemesini bırakın, yok olmasını isteyen itikadi kökleri olan İsrail Devlet yaklaşımı yalnızca Filistinlilerin yok olması gerektiği yaklaşımına sahip olmayıp Arap
kökenli İsraillilerin varlığından bile rahatsız olmaktadır.

Nitekim Netanyahu, Arap İsraillilerinde olan doğum oranının düşüşünü kayda değer bir gelişme ve sevindirici bir istatistik olarak görmüştür. 

  <  Düzensizlikten/kaos hoşlanmayı tarihsel olarak kültürel kodlarında bulunduran İsrail Yemen, Libya, Suriye, Sudan ve Irak’taki düzensizlikten faydalanarak ya yeni çatışmaların ya da yeni ittifakları doğurmak için sürekli bölgeye müdahale etmektedir. Körfez Ülkeleri, Trump yönetiminin desteğini arkasına alan İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşı ciddi itirazda bulunmadıkları gibi Birleşik Arap Emirlikleri hem İsrail’in işgaline hem de bu teşebbüsüne onay vermiştir.  >

Bu mutluluğunu, “Ne kadar az Arap İsrailli doğarsa o kadar iyidir.” cümlesini sarf ederek göstermiştir. Eski Genel Kurmay Başkanı Eitan ise “Filistinlileri şişeye sıkışmış hamam böcekleri” olarak tasvir etmiş ve “en iyi Arap ölü Arap’tır.” ifadesini sarf etmiştir.

İsrail’in kurucu isimlerinden olan Ben Gurion; “Şartları müsait olan bir kadının 4 çocuktan az çocuk edindiğinde kadın, askerden kaçan, vatani görevini yerine getirmemiş bir erkek konumuna düşer.” ifadesiyle Filistin bölgesinde Filistinlilere ve Araplara karşı İsraillilerin-Yahudilerin sayıca artmasının önemli olduğunu beyan etmiştir. “Ben Arap bir lider olsaydım asla İsrail’le anlaşma yapmazdım.

Biz Tanrı’nın vadini yerine getirmiştik. Fakat bundan onlara ne? Bizim Tanrımız onların tanrısı değil. Onlar tek bir şey gördüler, biz buraya geldik ve ülkelerini çaldık.” ifadesiyle de tesis edilen bu devletin, teolojik karakterde kurulduğunu ve çalıntı bir devlet olduğunu itiraf etmiştir.

ABD ile İsrail arasında olan bu ahlaki ve teolojik yakınlık, bölgede mevcut istikrarsızlığı körüklemiş ve yeni istikrarsızlıklar üretmiş, İslâm ülkelerinin ciddi sorunlar yaşamasına sebep olmuştur.

İsrail lobisi bazı ülkeleri “haydut devlet” diye nitelendirip devirerek İsrail’in barış hâlinde yeni yönetimler tesis etmek amacında olmuş ve nükleer silah elde etmelerine engel olmayı kendilerinin en önemli gündemi olarak görmüştür. 
    11 Eylül’den sonra İsrail ve ABD, Arap ve İslâm dünyasıyla baş etmek için güç birliklerini daha artırmışlardır. Nitekim Filistin ve Suriye konusunda farklı düşüncelere sahip olan Bush, zamanla lobinin baskısıyla tavır değiştirmiştir.
    Şeyh Ahmet Yasin ve Rantisi gibi liderler Amerikan yapımı “Cehennem Ateşi” füzeleriyle, Arafat ise İsrail-ABD ortak suikastıyla öldürülmüştür.

İsrail’in bölgede yapmış olduğu fitne ve fesada ve Filistinlilere karşı uyguladığı şiddete karşı gözlerini ve kulaklarını kapatan Batı (Avrupa ve ABD), Hamas konusundaki ön yargısını da hiç değiştirmemiştir.

Türkiye’nin Kuşatılması Hareketi İsrail’in özelde Filistin’de, genelde bölgede yaptığı Avrupa ve ABD merkezli perspektif için “şımarıklık”, İslâm coğrafyası için fitne-fesat politikası sonucunda oluşturmuş olduğu kaos siyaseti, İslâm dünyasının iki yakasının bir araya gelmesini engellemektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası inşa
edilen Türkiye’yi ve İslâm dünyasını kuşatma hareketi, İkinci Dünya Savaşı’nda da devam etmiştir.

***

25 Aralık 2020 Cuma

ABD NİN SURİYEDE YENİ ARAYIŞLARI DEYRİZOR PLANI

ABD NİN SURİYEDE YENİ ARAYIŞLARI DEYRİZOR PLANI



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
27 Ekim 2019 

ABD’nin Suriye için yeni arayışları, Deyrizor Planı..1 


     Türkiye‟nin Barış Pınarı Harekâtı, YPG/PKK‟yı bertaraf etmekten çok Suriye‟nin kuzeyinde bir Arap Hilali oluşturma gayretinden öteye gidemedi. 
Aslında Suriye‟de olacaklar konusunda örtülü bir ABD-Rusya planı var ve bu Soçi Mutabakatı‟na da yansıdı. Soçi Mutabakatı‟nda yazılı olmayan bir 
(gayriresmi) uzlaşma ile İdlib bölgesinde gelişmeler bekleniyor1. Soçi Mutakatı, Rusya‟nın Suriye sahnesindeki stratejisinin önünü açtı. YPG/PKK‟yı 
kontrollerine almak için adımlar atıyorlar. Bu arada işin ABD cephesinde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Önce Trump, “Petrolü garanti altına aldık” dediğinde 
ciddiye almadık; “Suriye’deki petrol işlerine yaramaz, öyle olsa idi oraya çoktan bir Amerikan şirketi gelirdi” diye düşündük. Ama ABD içinde özellikle 
Kongre ve Dış İşleri Bakanlığı arasındaki tartışmaları izlerken yeni bilgiler öğrendik. Bir de aşağıdaki haritayı görünce bu olasılığı sorgulamaya karar verdik. 
Ama önce ABD‟deki dış politika anlayışındaki değişim ve Kürtlere nasıl baktıkları ile işe başlayalım. Trump’ın muhafazakar milliyetçiliği.. ABD dış politika 
ile anlayışında Trump ile başlayan bir değişim yaşanıyor. Amerikan dış politikacı kurucuları sayılan Washington, Jefferson, Hamilton gibi başkanların 
geliştirdiği bir tür “milliyetçilik” esasına dayanır. Kurucuların devlet yönetiminde dayandığı temel esaslar şunlardı; hukukun üstünlüğü, bireysel özgürlük, 
serbest teşebbüs, eşitlik ve sınırlı devlet. Dış politika devletin çıkarlarını sağlamalıydı ve Amerika, (dünyayı düzenleme rolü olan) “istisnai ülke” idi. 
Bu tüm ABD devlet başkanlarının aynı dış politikayı izlediği anlamına gelmiyor. Diğerleri bu temellere bağlı kalmışlardır ama konjonktüre uygun bir dış 
politika izlemişlerdir. Ülkenin kurucusu George Washington, o dönemde Avrupa‟nın güç çekişmeleri karşısında “yalnızcılık” politikasına başvurmuş, 
ittifaklara girmemiştir. William McKinley, emperyalizme başvurmuş ve Asya‟daki çıkarları için Pasifikte‟ki Filipinleri işgal etmişti. 

Woodrow Wilson ile büyük bir kırılma yaşandı; Birinci dünya Savaşı ile birlikte ulus-devlet batıyordu, çare “uluslararasıcılık” olmalıydı. 

Trump‟ın uyguladığı dış politika da “muhafazakâr milliyetçilik” ya da sadece “milliyetçilik” esasına dayanmaktadır2. Trump, ne savaş ne de yalnızcılık 
yanlısıdır. Trump‟ın oyun planı; şartlar istediği duruma gelene kadar ya baskı yapmak ya da gerginliği azaltmaktır. Öncelikle ABD‟nin çıkarını korumakta 
kararlı olduğunu göstermekte, eğer karşı tarafla bir ortak noktada buluşursa anlaşmaktadır. Trump‟ın anladığı dış politika da budur; büyük jeopolitik 
rekabetin olduğu ortamda baskı ve işbirliği karışımı bir formül uygulamak3. ABD‟nin Türkiye ile ilgili dış politikası da buna benzerdir. Her seferinde 
yaptırım tehdidi ile gelmekte, alabileceklerini görmekte, daha fazla gidemediği yerde geri çekilmektedir. Diğer ülkelere uygulanacak yaptırımlar, 
tarihsel olarak ABD Maliye ve Hazine Bakanlıklarının en önemli projesidir ve bunlar özellikle kurgulanır. Örneğin İran ile nükleer program anlaşması 
yapıldığında Obama yönetimi, İran‟ın ülke dışındaki paralarını bloke etme kabiliyetlerini caydırıcılık için yeterli görüyordu. 

    ABD için artık ittifaklar yok vekiller var.. 

    İttifak kurmak, 19. yüzyıl Avrupa‟sından kalma bir gelenektir. Artık NATO gibi sağlam resmi ittifaklar bile çalışmıyor. Strateji oyununun kendi tarafında 
artık „müttefikler‟ değil, „rica edenler‟ ve „vekil güçler‟ var4. Çünkü dostları korumak çok pahalı, vekil güçler için ise parasını öde, işin bitince sırtını dön 
yeterli. Önemli olan vekil güçlerin bunu bilmesidir. ABD, zaten Suriye‟de sonsuza değin kalamayacaktı. Bunu sadece YPG/PKK değil, diğer Kürtler de 
biliyordu ama kendilerini buna mecbur hissettiler. YPG/PKK‟nin Esat ve Rusya tarafına geçiş süreci yani „özgürlük savaşçısı‟ iken Esat ve Rusya tarafına 
katılmaları bir hafta bile sürmedi. Ama Esat biliyor ki, ihanet genetik bir alışkanlıktır. İttifaklar konusuna dönecek olursak; bu yeni mantıkla 
ABD; Güney Kore, Japonya, Filipinler ve Suudi Arabistan ile ilgili yükümlüklerinden kurtulmaya çalışıyor. ABD‟ye rica eden veya yalvaranlar karşılığını 
ödemeli ve bu sonsuza değin sürmemeli yani yakın bir çıkış zamanı olmalı. ABD için, Kuzeye karşı Güney Kore, Rusya‟ya karşı Polonya, Çin‟e karşı 
Filipinler ve Türkiye‟ye karşı PKK tek taraflı bir rica-yalvaran ilişkisidir. Strateji üretmek bakımından tembel olan Avrupa ise hala romantizmle yaşıyor. 
Ama yukarıda anlattıklarımızdan en çok ders alması gereken hala ABD‟nin kuklası olmakla hayatta kaldığını sanan Arap ülkeleri ve nihayet Orta Doğu‟yu 
tek başına yönettiğini sanan İsrail‟dir. Artık Amerikalılar, daha önce Afganistan ve Irak‟ta yaptıkları gibi, uzun zaman alacak zaferler yerine kolay çıkışı 
olan başarıları seçecekler. Gerçekçi sonuçlar için maddi çıkar sağlayacak, sınırlı savaşlar tercih edilecek. Aksi takdirde Amerikan kanının akması ve para 
kaybı söz konusudur. Bunları sağlamanın yani Amerikan kanı akmamasının ve de ucuza getirmenin yolu ise fantezi peşindeki vekil güçleri kendi yerine 
kullanmaktır5. Müttefiklik ise dostluğu çağrıştıran eski bir romantik söylemdir. ABD’nin Kürtlere bakışı.. ABD‟de Kürt hayranları; Kürtlerin hala devlet 
kuramamış, mazlum bir millet olduğu hikâyesi ile işe başlıyor. Orta Doğu‟da yaşayan 30 milyon Kürt‟ün yaklaşık yarısı Türkiye‟de yaşıyormuş. 
CIA‟ya göre Türkiye‟de 14.5 milyon, İran‟da 6 milyon, Irak‟ta 5-6 milyon, Suriye‟de ise 2 milyondan az Kürt yaşamaktadır. 1.2 milyon civarında Kürt‟ün 
iç savaş esnasında Suriye‟yi terk ettiği tahmin ediliyor. Dört ülkedeki Kürtler homojen değildir; Irak‟rakiler Sorani, Türkiye‟deki Kurmanji lehçesi konuşur 
ve tercüman olmadan anlaşamazlar. Hepsinin derdi kendisinin lider olduğu kendi devletini kurmak olduğundan aralarında anlaşamazlar. 

Büyük Kürdistan sadece eşkıya başı Apo‟nun hayalidir ama bu sadece PKK‟nın söylemi olarak kalmıştır. Suriye‟deki YPG/PKK‟yı savunan Amerikalılar 
Suriye‟nin kuzeyinde kurdukları Suriye Demokratik Güçleri‟nin (SGD) tamamının YPG/PKK olmadığını iddia ediyorlar. PKK‟dan türeyen YPG‟nin monolitik bir yapı olmadığını, ilerici ve ılımlı olduğunu, PKK‟nın Soğuk Savaş‟tan kalma Marksizmini paylaşmadığını söylüyorlar. Üstelik 70 bin kişinin  katili PKK, uzun zamandır sivillere saldırmıyor muş 6. Bu mantığa göre, El Kaide, Amerikan askerlerini öldürdüğü zaman terörist olmuyor. Bombalamaları yapan Özgürlük Şahinleri denen grup, aslında PKK‟dan kopan bir grupmuş, onların Suriye‟de bir kolu yokmuş. Ne yazık ki Suriye, Irak, İran ve Türkiye‟de yaşayan Kürtler, bu ülkelerin meşru rejimlerini hedef alan büyük devletlerin kuklası oldular ve İran senaryosu için de onları gene sahada kanları akıtılacak. 

Yeni bir vekil güç görevi onları bekliyor.

   ABD ve YPG/PKK İlişkileri.. 

ABD Özel Kuvvetleri ve CIA, Suriye‟nin kuzeyindeki Kürt yoğunluklu bölgede 2012 yılında çalışmaya başladı. 
2014 yılında ise IŞİD ile mücadele görüntüsü altında bu yapılar açıktan faaliyet göstermeye yöneldi. ABD, Suriye topraklarında asker bulundurmak için 
IŞİD ile mücadele bahanesi ile YPG/PKK‟yı vekil güç seçti ve İsrail ile birlikte yarı özerk bir Kürt bölgesi oluşturdu. SDG, ABD Özel Kuvvetleri tarafından 
eğitildi, donatıldı ve maaşları ödendi. 

Bu yapının içinde sözde IŞİD‟in uyuyan hücrelerini yok etmek için özel anti-terör birimleri (Kürtçesi; Yekîneyên Antî Teror ) kuruldu7. İsrail, 3.84 milyar dolar değer değerinde petrol satın alarak, Kürt bölgesini finanse etti8. İşin ilginç yanı, 
2015 yılında Irak‟ın kuzeyinde Barzani‟nin çaldığı petrol Türkiye üzerinden Ceyhan Limanı yolu ile denizden İsrail‟e gidiyordu. 

ABD‟nin YPG/PKK‟ya sağladığı silah, araç ve diğer askeri teçhizat konusunda uzun bir liste var. 

Şekil: 

SDG’nin Suriye’deki Yapılanması Barış Pınarı Harekâtı öncesi ABD Dış İşleri Bakanlığı ve PYD arasında görüşmelerle ilgili önemli bilgilere vakıf oluyoruz. 

Örneğin görüşmelerde ABD tarafının PYD‟yi Türkiye‟nin desteklediği gruplarla işbirliğine zorladığı, ABD‟nin İslamcı savaşçı kartına yeniden sarılmak istediği anlaşılıyor. ABD, PYD‟yi Suriyeli muhaliflerin kontrolündeki Suriye Görüşmeler Komisyonu ve muhaliflerin olduğu bölgelerde faaliyet gösteren sivil savunma örgütü Beyaz Helmetler ile temas kurmaya zorluyor. Jeffrey‟in büyük ölçüde YPG/PKK‟dan oluşan SDG yapısının Arap kısmı ile ile ilgili İran karşı bir güç oluşturmak için çeşitli planlar üzerinde çalıştığı ortaya çıkıyor 9. Nitekim Kürt kartını Rusya‟nın elinde almak için Mazlum Kobani (Gerçek adı; Ferhat Abdi10), Washington‟a davet edildi. 

James Jeffrey, Trump‟ın IŞİD ile mücadeleden sorumlu büyükelçisi olarak, son gelişmeler üzerine eleştirilmeye başlanmıştı. Eleştirilerden en önemlisi 
öncesinde Türkiye‟nin harekâtını küçümsemesi ve Suriyeli Kürtlere çekilmeleri konusunda yanlış mesaj verdiği üzerine idi. Washington‟a giden PYD heyetinin başı ise kendilerine “IŞİD yenilgiye uğratılana ve Suriye’de siyasi çözüme ulaşana kadar ABD’nin Suriye’den çıkmayacağı” sözü verdildiğini söyledi. 

Hatta “Türkiye’nin harekâtının başlamasına bir gün kala bile hava sahasının Türklere kapalı olacağını sanıyorduk” dediler. Jeffrey ise Kongre Dış İlişkiler 
Komitesin‟de yaptığı tanıklık görüşmesi esnasında Türkiye‟nin harekâtı esnasında YPG/PKK‟ya koruma söz vermediklerini söyledi. Jefrrey, Türkiye‟nin 
ABD askerlerini caydırıcı görmediklerini, zaten onların görevinin de Kürtleri korumak olmadığını açıkladı. PYD tarafı ise çekilmelerini Türkiye‟nin harekât 
yapmaması şartı ile kabul etmiş olduklarını öne sürüyor. Deyrizor Planı’na nasıl gelindi?.. ABD‟nin Suriye‟deki gelişmeler konusunda hem Türkiye hem 
de Suriyeli Kürtler ile yaptığı görüşmelerin merkezinde eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey var. 

Jeffrey, geçen Aralık ayında ABD-Türkiye Çalışma Grubu içinde iken de ABD‟nin Kürtlerle ilişkisinin “taktiksel ve geçici” olduğunu söylemişti. 

Belki de en doğru cümleleri Bush dönemi danışmanlarından Michael Doran söyledi 11; “Rus ve İranlıların kullandığı vekil gücü ödünç aldık, stratejik olarak aptallık, herkes biliyor ki biz eninde sonunda oradan ayrılacağız ama Türkler hep orada kalacak.” Ancak, ABD‟deki savaş meraklısı danışman timleri Suriye‟de kalmak istiyor. Ortada bir Deyrizor Planı var. Bu işi kotarmak için hem Güney Suriye‟de özel bir üs olan ve PYD kontrolü dışındaki El-Tanf seçildi ve kuzeydeki Amerikan askerleri buraya çekiliyor. James Jeffrey, Kongre‟de yaptığı tanıklık görüşmesin de; ABD‟nin Suriye‟den İran‟ı çıkarma görevinin devam ettiğini, Trump yönetiminin PYD kontrolündeki alanda Suriyeli Kürtlerden ayrı bir İran karşıtı güç hazırlama planları yaptığını açıkladı12. ABD‟nin ürettiği, yaşattığı ve kontrol ettiği IŞİD, askeri operasyonlarının da terörle mücadele görüntüsü için korkuluğu olmaya devam edecek. Savunma Bakanlığı‟nın Suriye‟nin güneyinde Irak ve Ürdün sınırlarına yakın bölgeleri işgal hazırlığı yaptığı konuşuluyor13. 

Üstelik kuzeyden tüm Amerikan askerlerini çekilmediği Pentagon‟un hava üssünde bazılarının kaldığı biliniyor14. ABD uçakları, taarruz helikopterleri ve silahlı drone‟ları Türkiye sınırı dâhil Suriye hava sahasında uçmaya, İsrail‟e de hedef göstermeye devam ediyor. El-Tanf her ne kadar Ürdün‟e yakın olsa da Deyrizor üzerinden Irak ve Rmelian askeri hava üssüne bağlantı kurulabilir. Ancak asıl destek bölgesi Türkiye‟nin güvenli bölgedeki varlığı ile kurulabilir. Deyrizor tamamen bir Arap bölgesi, bu bölge yöneticileri Esat ve İranlılardan çok çektiğini iddia ederek ABD‟ye sıcak mesajlar veriyor. Deyrizor Planı uygulanabilir mi?.. Söz konusu plan için Jeffrey‟in ekibinin uzun zamandır çalıştığı belirtiliyor. Merak edilen bu yapının YPG/PKK olmadan nasıl teşkil edileceği. Eski Özel Temsilci Brett McGurk, bu gücü ikmal etmenin zorluğundan bahsetti. Akla gelen çözüm ise Arap muhaliflerin bu bölgeye uzanması için bir kordidor açılması ya da Irak ve Ürdün üzerinden destek sağlanması. Jeffrey, SDG‟nin Arap kolundan hem Esat hem IŞİD karşıtı bir güç oluşturma planı yapıyor15. Plana göreİ ABD, Deyrizor‟daki petrol bölgesini Kürtler değil Arap muhaliflerle kontrol edecek. 

Buradaki Arapları savaşçıya dönüştürmek için eğitilmiş YPG/PKK elemanlarının kullanılması bile düşünülüyor. Trump, 23 Ekim‟de YPG/PKK‟nın başı Mazlum Abdi ile görüştükten sonra, “Belki Kürtlerin ‘Petrol Bölgesi’ne doğru ilerlemeye başlama zamanıdır” açıklaması yaptı. Böylece, petrol sahaları ile Kürtleri memnun edilmesi ve IŞİD tehlikesinin kullanılması amaçlanıyor. 


Harita: 

Deyrizor Planı Trump, Suriye‟den çekilme ile ilgili olarak “Petrol nerede ise orada küçük bir Amerikan unsuru kalacak” demişti. Trump‟ın petrolü garanti altına aldık ve IŞİD ile mücadeleye devam açıklaması bunun örtüsü ama buradaki petrol ve doğal gazın fazla bir ekonomik değeri olmadığı biliniyor. Öte yandan, Suriye devleti kendi servetinin bu şekilde gasp edilmesini sineye çekmeyecektir. 

Suriye ordusunun bölgeye intikali sürüyor. Amerikan güçlerine ikmal hattı olarak çalışan Semelka (Fiş Habur) sınırının Suriye ordusunun kontrolüne geçmesi halinde petrol sahasındaki askerlerin lojistik sorunu da başlayacaktır16. Uzun süre hava ikmaline bel bağlayarak orada kalamazlar. Türkiye de epey zamandır Irak‟ın kuzeyi ve Suriye arasındaki geçişleri kapatacak bir koridor peşinde. Türkiye için Küetlerin petrol gelirine sahip olması terörün finansmanıdır. 

ABD‟nin Irak‟tan Suriye‟yi vurması ise bu ülkeyi de karıştırabilir. Sonuç; ABD’nin İran senaryosu yaklaşıyor.. Trump, sonsuz savaşlara son vermek isterken, 
İran karşıtı cephe Suriye‟nin güneydoğusunda uzun süreli bir kalış planlıyor. ABD‟de hala Cumhuriyetçilerin çoğunluğu ve pek çok Demokrat, Suriye‟ de Esat‟ın gitmesini ve rejim değişikliğini, Amerikan kuklası bir yönetimin gelmesini destekliyor. Aynı şey İran için masadan sahaya iniyor. 

ABD, İkinci Dünya Savaşı‟ndan beri gündemi sürekli savaş olan bir güvenlik ekibinin danışmanlığında yönetiliyor. ABD‟nin Türkiye ile çıkarları söz konusu 
olduğunda Kürt devleti fantezisi ile kandırdığı PYD‟yi bırakıp, Suriye‟den çıkması kaçınılmazdı, mesele bunun ne zaman olacağı idi. 

ABD, Kürtlerden ümidi kesip İran‟a karşı da savaştırmak üzere bölgedeki muhalif Arap cihatçı unsurlarla da yoluna devam edebilir. 

Belki de buna Esat‟ı düşürmekten ve Arap muhaliflerden vazgeçmeyen Türkiye ile beraber karar verildi. Görünen o ki, barışa yaklaştık denilirken, 
başka planların gereği olarak, yeni bataklıklara çekileceğiz. 

DİPNOTLAR;

1 Nauman Sadiq, Why Did Trump Give the Green Light to Turkish Intervention in Northern Syria? Framed by Russia? Global Research, (October 23, 2019).
2 Colin Dueck, Age of Iron: On Conservative Nationalism, Oxford University Press, (2019).
3 James Jay Carafona, Trump Prepares America for a Great-Power Competition, Heritage Foundation, (October 24, 2019).
4 Salvatore, The United States Has Supplicants, Not Allies, National Interest, (October 26, 2019).
5 Gil Barndollar, America Was Always Going to Dump the Kurds, RealClearDefense, (October 23, 2019).
6 Michael Rubin, Turkey's Syria Policy Could Lead to Its Own Destruction, American Enterprise Institute (October 21, 2019).
7 Joseph Fitsanakis, US Special Forces’ Secrets Fall into Hands of Russians as Kurds Side with Syria, True Republica, (October 25, 2019). 
8 Sarah Abed, The Kurds: Washington’s Weapon of Mass Destabilization in the Middle East, The Rabbit Hole, (October 23, 2019).
9 Matthew Petti, Exclusive: Inside the State Department's Meltdown with the Kurds, National Interest, (October 22, 2019).
10 Mazlum Kobani haricinde Mazlum Abdi, Şahin Çilo gibi pek çok kod ismi kullanmakta, ancak gerçek isminin Mustafa olduğu bilinmektedir.
11 Michael Rubin, Turkey Is No Ally of the United States, American Enterprise Institute, (October 23, 2019).
12 Matthew Petti, Trump Team Member James Jeffrey Spars With Kurdish Diplomat, Reason, (October 23, 2019).
13 Gordon Lubold, U.S. Weighs Leaving More Troops, Sending Battle Tanks to Syria, Wall Street Journal, (October 25, 2019). 
14 Stephen Lendman, US Reoccupation of Northern Syria? Turkish Aggression Halted? CRG, (October 25, 2019).
15 Matthew Petti, Inside the Iran Hawks' Hijacking of Trump's Syria Withdrawal Plan, National Interest, (October 21, 2019).
16 Fehim Taştekin, Kürtlere petrol görevi mi? Ne sefillik! Gazete Duvar, (25 Ekim, 2019).

***

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ

 ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ





Üçüncü nükleer çağ..
Prof.Dr.Sait Yılmaz
28 Kasım 2018


Giriş

ABD yönetimi 1987’de imzalanan Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan (INF ) çekilmeyi ve anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini istiyor . ABD başkanı Donald Trump, kararının gerekçesini ‘Rusya ve Çin sürekli silahlanırken biz buna müsaade edemeyiz’ şeklinde açıkladı. ABD, INF anlaşmasından çekilme kararını henüz resmen hayata geçirmedi. Amerikalılar, Rusların hem START hem de INF Anlaşmalarını ihlal ettiklerini iddia ediyorlar. 2010 yılında imzalanan ve 2021 yılında yenilenecek Yeni START (Stratejik Silahlar) Anlaşması’na göre, her iki tarafın elinde ancak 1.500 (konuşlu) stratejik savaş başlığı olabilir. 

Amerikalılara göre, Ruslar 1.550 adet sınırına rağmen her çeşit nükleer envanterlerini geliştiriyorlar. 

Gene Amerikalılar, olası bir savaşta Rus tehdidinin nükleer seyir (cruise) füzeler ile destekleneceğini ve ‘ilk kullanan’ olma stratejisi izleyeceklerini iddia ediyorlar. 

Bu iddialar, Amerikalıların nükleer silahlarını modernize etme, artırma yanında füze, denizaltı ve savaş uçakları gibi nükleer silah atma platformlarını geliştirme gerekçesi olarak sunuluyor. Nükleer silahların azaltılması konusunda yakın zamanda tekrar bir işbirliği veya silahlanmadan vazgeçme olasılığı gözükmüyor ama nükleer kabiliyetleri artırma çalışmaları hızla devam ediyor. Putin ise Nükleer Armageddon’dan (Kıyamet Savaşı) bahsediyor. 

Gelinen durum Soğuk Savaş döneminden daha kötü. Neler oluyor ve olabilir? 

Anlatalım. 

Üçüncü nükleer çağ..

Nükleer silahlanma gayretlerini üç ayrı döneme ayırabiliriz. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması ile başlayan ilk dönemde nükleer silahlar, Doğu ile Batı arasındaki muhtemel bir çatışmanın korkutucu unsurları idi. Önceleri Amerikalılar, nükleer silahları savaşta daha fazla insanı yok etmek için ‘topçunun takviyesi’ rolünde gördüler. Bu dönemin önemli bir virajı 1962 yılında yaşanan Küba Krizi oldu ve nükleer savaşın kazananının olmayacağı düşüncesi yani nükleer silahtan kullanmaktan uzak durulması gereği kafalara iyice yerleşti. Artık nükleer silahlar ‘caydırıcılık’ vasıtası idi. Tarafların elindeki nükleer silahlar ‘karşılıklı caydırıcılık’ içinde siyasi kararların yumuşamasına da etki etti. 

Örneğin, 

Sovyetlerin Berlin Duvarı’nı inşası veya Çekoslovakya’yı işgali gibi çatışmalar geri plandaki nükleer silah endişesi ile daha fazla tırmanmadan bir noktada durdu. Nükleer caydırıcılık sadece nükleer savaşı değil, konvansiyonel savaşı da önledi. Soğuk Savaş süresince taraflar vekilli savaşlara ve silahlanma yarışına ağırlık verdiler.

TÜRK UÇAK GEMİSİ TAMAM SIRADA NÜKLEER SİLAH MI VAR

İkinci nükleer çağ, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başladı ve Soğuk Savaş’ın son döneminde imzalanan anlaşmaların gereği ve genel iyimserlik havası içinde taraflarca nükleer silah envanterleri önemli ölçüde azaltıldı. Ancak, Rusya tarafında nükleer silahlar, eski Sovyet gücüne ulaşmanın ve dünya gücü kalmanın bir garantisi olarak görülmeye devam etti. Rusya’nın elde kalan ortaklıkları da onun nükleer gücünden cesaret alıyordu. 1998 yılında Hindistan ve Pakistan tarafından yapılan nükleer testler bu çağın yeni zorluklarının habercisi oldu. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT ) Anlaşması’na aykırı olmasına rağmen ABD ve Rusya’yı hedef almayan bu iki yeni nükleer güç çok fazla tepki almadı. Bununla beraber, Hint nükleer silahları 1950 sonrası gelişen düşmanlık nedeni ile Çin için tehdit ya da caydırıcılık teşkil ediyor. Böylece caydırıcılık iki taraflı olmaktan çıkıp, çok taraflı hale geldi. 11 Eylül 2001 saldırıları ise devlet dışı aktörlerin nükleer silah kullanma olasılığını da gündeme taşıdı. Bu dönemde, nükleer silahların artık stratejik seviyede bir caydırıcılık unsuru olmaktan öteye terörizm vasıtası olma ihtimali istihbarat teşkilatlarını alarma geçirdi.

Üçüncü nükleer çağın başlangıç noktası, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi oldu. Rusya, gördüğü tepkiler üzerine Avrupa güvenlik sisteminin bir parçası olmaktan ve NATO üyeliğinden ayrıldı. Daha da önemlisi 1989’dan tam 25 yıl sonra tekrar NATO için bir tehdit kabul edilmeye başlandı ve ittifakın çarkları son dört yıldır Rus tehlikesine yönelik olarak dönüyor. 1990 sonrasında konvansiyonel kabiliyetlerinin ABD’nin çok gerisinde olduğunun farkında olan Ruslar, ikinci çağda nükleer kabiliyetlerine dayalı bir savunma anlayışını korumuşlardı. Şimdi ise konvansiyonel gücü sınırlı olan Rusya’nın nükleer gücü komşuları için ciddi bir endişe konusudur. Çünkü Ruslar, nükleer kabiliyetlerini konvansiyonel savaşta kullanmanın hesaplarını yapıyorlar. Sovyet etki dönemine dönmek isteyen Ruslar, İsveç ve Polonya üzerinde uçurdukları nükleer kabiliyetli bombardıman uçakları ile mesaj veriyorlar. Batı ise önceki iki çağdan alınan derslerden üçüncü çağa yönelik bir nükleer strateji geliştirmeye çalışıyor; hem konvansiyonel bir savaşın hem de devlet dışı bir aktörün tehdidini önleyecek bir strateji . Diğer yandan Kuzey Kore ve İran’ın nükleer programları, Üçüncü Çağ’da nükleer silahların rolü konusunda yeni tartışmalar başlattı. 



Harita: INF Anlaşmasına Göre Rus Orta Menzil Nükleer Silah Etki Sahası
 
Nükleer stratejik ortamdaki değişimler..

Bugünün stratejik ortamı 30 yıl öncesinden çok farklı. Soğuk Savaş sonrası nükleer silahlar konusundaki trendleri şu şekilde sıralayabiliriz ;
- ABD ve Rusya, nükleer savaş başlık sayısını azaltmaktaydı. Her ikisi de, 1991 yılından beri stoklarını %75 azalttı.
- Ruslar 1990’ların sonundan itibaren nükleer silah atma sistemlerini modernize etmeye başlarken, ABD ise kendi sistemleri için araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ciddi fonlar ayırmaya başladı. ABD bir nükleer atma sistemini son olarak 1994’de kurarken, Ruslar en son yeni bir sistemi 2016’da kurdular.
- ABD’ye göre kendi nükleer modernizasyon programı Yeni START Anlaşması’na uygun olarak 1.550 kurulu savaş başlığı sınırları içinde yürümektedir. Gene Amerikalılara göre Ruslar, bu sınırı 2011’de aştılar. 
- ABD, Avrupa’daki ‘stratejik olmayan’ nükleer silah sayısını 1970’lerdeki yaklaşık 7.000’den bugün 180’e düşürdü. Sovyetler Birliği döneminde bu miktar yaklaşık 20.000 civarında idi. Bugün ise Ruslarda 2.000-4.000 civarında bulunduğu iddia ediliyor. Dolayısı ile ABD, Rusları azaltma yönündeki kendi trendini izlememekle suçluyor.

- Amerikalılar, Rusların her yıl daha akıllı ve etkili nükleer savaş başlıkları üretirken, kendilerinin yeni kabiliyetler inşa etmediğini iddia ediyorlar. Hatta 1980’lerden beri yeni bir nükleer başlık, 1990’ların başından beri ise hiçbir yeni başlık üretmediklerini söylüyorlar. Rusların, kilotondan daha düşük ve taktik nükleer silah üreterek, Batının Avrupa’daki olası müdahalelerini önlemeye niyetinde oldukları düşünülüyor.

Bu iddialara dayanarak ABD, Rus nükleer kabiliyetlerine bir reaksiyon olarak yeni bir strateji ihtiyacı arayışındadır. Sadece Rusya’ya karşı değil Çin’e yönelik olarak da nükleer gücünün modernize edilmesi ve caydırıcı seviyeye ulaştırılması hedefleniyor.
Gelinen stratejik ortamda Batılı güçleri kendine tehdit olarak gören, ekonomisi ve askeri gücü yetersiz Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeler, güç konumunu nükleer silahlarla takviye etmeye çalışıyor. Yani anlayış; konvansiyonel gücün zayıf ve ABD gibi bir ülke ile başın belada ise nükleer güç edineceksin. Öte yandan Ruslar ilave olarak, nükleer silahları konvansiyonel güçlerinin yanında onları tamamlamak için yani konvansiyonel savaş içinde kullanmak istiyor. Silahsızlanma anlaşmalarının gereği olan şeffaflık yani bilgi paylaşımını reddediyor. Kırım’ın işgalinin ardından Moskova, Kasım 2014’de, nükleer emniyet ile ilgili yıllık Rusya-ABD Zirvelerine katılmayacağını açıkladı. Bir ay sonra ise Rus nükleer atıkları ile ilgili Nunn-Lugar Kanunu diye bilinen ikili işbirliği programından çekildiğini beyan etti. Amerikalılara göre Ruslar, INF aleyhine Avrupa’ya yeni sistemler kuruyorlar ve bu nedenle Doğu Avrupa’daki Amerikan nükleer silahları önemini koruyor. Buna Asya Pasifik’te güce susayan Çin’in arayışları da eklenince, ABD’ye göre nükleer silahlardan arınmış bir dünya hayali artık masada bir konu değildir. 

ABD, gerçekte ne yapmak istiyor?

INF, 1991’deki uzun menzilli stratejik nükleer silahlara ilişkin START anlaşmasına paralel olarak, menzili 500-5.000 km. arasında olan yerde konuşlu kısa ve orta menzilli balistik ve seyir (cruise) füzelerinin elimine edilmesini öngörüyordu. Bazılarına göre Trump’ın INF’den çekilme niyeti sadece Rusları yeni bir anlaşma için zorlamaya yöneliktir . Ancak, INF’nin reddi ABD için Rusya’ya karşı artık kuvvetli bir baskı vasıtası olacak çünkü Doğu Avrupa’nın özellikle Ukrayna’nın Rus sınırlarına yakınlığı kısa ve orta menzil için en çok Rusları tehdit ediyor. ABD, 2010’lu yılların başından itibaren Rusları sık sık INF Anlaşması’nı ihlalle suçlamaya başlamıştı. INF’nin ABD’ye diğer bir yararı da Çin, Kuzey Kore ve İran’a yönelik sınırlamaların da ortadan kalkması olacak. Özetle nükleer çılgınlığın önü tamamen açılıyor. Amerikalılara göre INF Anlaşması’nın diğer bir imzacısı olan Çin anlaşmayı halen %95 oranında ihlal etmiş durumdadır . Öte yandan ABD’nin Çin ile Güney Çin Denizi’nde beklenen savaşında kullanacağı ASB  (Hava-Deniz Muharebe) Konsepti) ile Çin’in A2/AD  önleme konsepti INF düzenlemeleri içinde uygulanamaz. Ancak, ABD’nin unuttuğu bir şey var; INF’den çekilmek Rusların da bu tür silahları sınırsızca hem Avrupa’ya hem de ABD kıtasına karşı kullanılması imkânı sağlayacak. Halen hem ABD hem de Rusya, parasının çoğunu stratejik bombardıman, karada konuşlu kıtalararası balistik füzeler, denizaltıdan atılan balistik füzeler ile hipersonik uçan aletler ve uydusavar sistemler gibi yeni projelere harcıyorlar . ABD ve Rusya arasında bir nükleer anlaşma olmadan diğer ülkeleri de durdurmak mümkün olmayacaktır. Özetle sınırsız bir yeni nükleer silahlanma yarışı içine sürükleniyoruz. 

Bugün NPT’ye dâhil olmayan Hindistan, Pakistan ile NPT dâhilindeki Çin daha fazla nükleer silah yapmaya devam ederken, ABD ve Rusya ise elindekileri modernize etmeye odaklanmış durumdalar . INF’nin kalkması Washington’a Rusya’ya karşı daha yakın ve saldırgan vasıtalar sağlayacak. ABD, Doğu Asya’da gemileri ve denizaltıları dışında da Çin’i nükleer füzelerle kuşatabilecek. Trump, INF’den çekilerek ABD’nin nükleer envanterini geliştirmenin önünü açacak. ABD yönetiminin nükleer silahlanmaya kamu desteği sağlamak için medyada propaganda teması “daha güvenli ülke” . Ama bu Rusların da işine gelecek. Putin, askeri gücünü ancak nükleer gücü ile ayakta tutabileceğinin ve bu şekilde Rus çıkarlarını ve gündemini sürdürebileceğinin, bunun da kendi varlığını meşru kılmanın en önemli sahnesi olduğunun farkında. Nitekim Putin, şimdi bir konferanstan diğerine gidip korku senaryoları anlatıyor. 

Nükleer yol, Rusları tekrar süper güç konumuna getirecek. Bu işten en çok uzun zamandır yeni silah satışına ve projelerine susamış savunma sanayi ve silah şirketleri karlı çıkacak. Eğitime ve sağlığa harcanacak paralar şimdi sınırsızca onlara gidecek. Nükleer savaşın kazananın olmayacağı yönünde Soğuk Savaş döneminde öğrenilen dersler unutulmuş durumda. Trump, silahların kontrolü ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda ise diğer konularda olduğu gibi kendini işin ustası ve ülke çıkarlarını koruduğu varsayımı ile hareket ediyor. 

Sonuç..

Eğer nükleer silahlanmayı durduramazsak, bu sefer Soğuk Savaş’taki gibi şanslı olmayabiliriz. ABD yeni nükleer stratejisinin gerekçelerine inandırmak için hikâyeler düzerken, NATO içinde yeni strateji tartışmalarını başlatarak, her zaman olduğu gibi başta İran olmak üzere kendi tehdidini diğerlerine satmak istiyor. Nitekim Temmuz 2016’daki NATO’nun Varşova Zirvesi’nin ana gündem konularından birisi ‘yeni nükleer strateji’ oldu. Avrupa’nın öte yakasındaki Rusların nükleer kabiliyetli savaş uçakları, denizaltıları komşu ülkelere yönelik tehdidin ana kaynağıdır. Caydırıcılık ve karşı koymak için ABD’den çok bizlerin yeni stratejilere ihtiyaç var. Bizim gibi ülkelere düşen, hava savunma sistemleri yani denizden ya da havadan atılacak bu savaş başlıklarını ve atma vasıtalarını vuracak kabiliyetleri edinmektir. Nükleer savunma, füze savunması ile birlikte ele alınmalıdır. İsrail gibi ABD savunma garantisine sahip olmadığımıza ve Rusya’nın ise en yakın potansiyel tehdit olduğunu göz önüne alırsak, kendi milli hava savunma sistemimizi geliştirmek için oldukça yolumuz olduğunu ve ABD tarafından NATO içinde 70 yıldır uyutulmaya devam ettiğimizi söyleyebiliriz. En iyi savunma, ‘taarruz’ olduğuna göre belki de kendi nükleer silahımızı yapmamızın zamanı gelmedi mi? Türkiye’nin nükleer stratejisi kendi askeri hedeflerine uygun, daha çok taktik seviyede olmalıdır; bunun için de bazı fikirlerimiz var..

DİPNOTLAR;

1  INF: Intermediate-Range Nuclear Forces Treaty.
2  Marwan Salamah, Do Treaties Eliminate Nuclear Wars? South Front, (October 26, 2018).
3  NPT: Non Proliferation Treaty.
4  Karl-Heinz Kamp, Welcome to the Third Nuclear Age, Federal Academy for Security Policy, (May 2, 2016).
5  Matthew Costlow, Washington’s Imaginary Nuclear Arms Race, National Institute for Public Policy, (May 13, 2016).
6  Martin Pengelly, Trump promise to leave nuclear deal could be bargaining move, Corker says, The Guardian, (October 22, 2018). 
7  John Lee, Trump was right to pull out of arms treaty, but not because of Russia, CNN, (October 22, 2018).
8  ASB: Air Sea Battle.
9  A2/AD: Anti Access / Anti Denial.
10  Uri Friedman, Trump Hates International Treaties. His Latest Target: A Nuclear-Weapons Deal With Russia, Atlantic, (October 24, 2018).
11  Heather Hurlburt, Russia Violated an Arms Treaty. Trump Ditched It, Making the Nuclear Threat Even Worse, Foreign Polcy, The Intellgencer, (October 26, 2018).
12  Sarah Rainsford, INF treaty: Putin shrugs off Trump’s nuclear arms move, BBC, (October 26, 2018).

***

Yunanistan Dayak istiyor..

Yunanistan Dayak istiyor.. 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 

13 Haziran 2020 
 Türkiye ve Yunanistan’ın, birbirlerini algılamasında tarihin payı oldukça önemlidir. 

Yunanistan bağımsızlığını, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazanmıştır. Yunanistan için, bu bağımsızlık, dış güçlerin desteğiyle de olsa, 500 küsur yıllık boyunduruk altında yaşamanın bir sonucu olarak, “büyük efendiye” karşı verilmiş ve kazanılmış bir savaştır. Yunanlılar için bağımsızlık savaşı olarak nitelendirilen bu hareket, Türkiye açısından, bir başkaldırı, bir isyandır. Osmanlı toprak bütünlüğünü bölen bir girişimdir. Bugün ise bölgenin (Akdeniz, Ege ve Balkanlar) kaynaklarının kimin tarafından etkin olarak kullanılacağı, yani bir potansiyel 
rakip olma durumu da söz konusudur. Bu çerçevede, iki ülke arasındaki ilişkiler, adeta sıfır toplamlı (Zero Sum) yani, bir tarafın karı, diğer tarafın tam kaybı anlayışı ile yürümektedir. 

Türkiye ile Yunanistan arasında bölgesel rekabetin ötesinde birikmiş ve sürekli artan egemenlik sorunları bulunmaktadır ve bunlar karşılıklı büyük tavizler verilmezse ancak bir savaş ile çözülebilir. 

 Yunanistan; 

 - Ege Denizi’ni Yunan Gölü haline getirmek istemektedir. Ege’deki adaların 
karasuları, kıta sahanlığı ve hava sahası mesafelerini tek taraflı olarak aldığı kararlar ile genişleterek, egemenlik alanını Türkiye aleyhine artırmak istemektedir. Ege ve Girit bölgesinde herhangi bir anlaşma ile kendilerine verilmemiş yaklaşık 120 adaya son 10 yıldır yerleşmeye çalışmaktadır. Doğu Ege Adaları’nı uluslararası anlaşmalara aykırı olarak silahlandırmıştır. 

 - Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak (Enosis) istemektedir. Doğu Akdeniz’de 
Türkiye’yi güneyden kuşatmak ve bölgedeki enerji kaynaklarına Türkiye aleyhine sahip olmak için diğer ülkeler ile anlaşmalar yapmaktadır. Ege’den sonra Doğu Akdeniz’i de Yunan Gölü haline getirme gayretlerine karşı yeni bir Casus Belli (savaş nedeni) ilan edilebilir. 

 - İstanbul’da Ekümeniklik adı altında yeni bir Vatikan kurmak isterken, son on yıldır Türkiye’deki Rum vakıfları önemli tavizler kopardılar ama Batı Trakya’daki Türklerin durumunda hiçbir iyileşme olmadı. Küçük Asya dediği Batı Anadolu’yu ele geçirme ve Karadeniz’de Rum Pontus devleti kurma hayalinden vazgeçmeyen Yunanistan; Türkiye aleyhine başka ülkelerle savunma işbirliği anlaşmaları yapmakta, terörü desteklemektedir. 

NATO ve AB içindeki konumunu Türkiye aleyhine kullanmaktadır. 
Bunlar kadar önemli bir husus, Türkiye’nin son 20 yıldır özellikle Ege Denizi’ndeki 
gelişmeler konusunda sessiz kalmasına, Türkiye’de ki Rumlara sürekli taviz verilirken Batı Trakya Türkleri için karşılık alınmamasına bir anlam veremiyoruz; 

- Yunanistan, kendisine anlaşmalarla verilmemiş adalar yanında Türkiye’ye ait bazı adaları da sahiplendi. 
- Ege’de 12 mili ilan etmese de fiilen uyguluyor. 
- Kuzey Ege adalarının sadece kullanımı kendisine verildiği halde Taşoz Adası 
etrafında (bize ait olması gereken bölgede) petrol çıkarıyor. 
- Doğu Ege Adaları ve Oniki Adaların silahlandırılması devam ediyor. 
- Rum Vakıfları tekrar eski gelir kaynaklarına kavuştu ve şimdi Rum varlığını 
Türkiye’de canlandırmak, Üç İstanbul için canla başla çalışıyorlar. 

Bunlar birer taviz midir? Taviz ise neyin karşılığıdır, bilmek istiyoruz. 

İki ülke sorunlarının çözümsüzlüğü ve gittikçe daha da karmaşık hale gelmesinde, hem Türkiye hem de Yunanistan açısından, diğer tarafın görüşlerini yanlış veya eksik algılama, çözümsüzlüğün derinleşmesinde önemli bir paya sahiptir. Özellikle Yunanlı politikacılar, iki ülke arasındaki uyuşmazlığı kendi iç politika amaçlarının gerçekleşmesinde bir araç olarak görme eğilimindedirler. Ayrıca, bu çözümsüzlüğü artıran bir başka etken olarak taraflar arasındaki iletişim eksikliğinin olumsuz etkilerinden de söz edilebilir. 

Yunanistan’ın Türkiye’ye bakışı.. 

 Yunanistan’ın, Türkiye’ye bakışını şekillendiren tarihsel birkaç dönüm noktasından bahsetmek mümkündür. İlk olarak, Yunan halkı, çok uzun bir süre, Bizans’ın sonunu getiren Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında yaşamıştır. Yunanlılar, Osmanlı egemenliğini, tarihlerinde kara bir sayfa olarak algılamakta ve barış içinde birlikte yaşandığı düşüncesini asla kabul etmemektedirler. 

 İkinci nokta, Yunanistan’ın, bugüne kadar Türklere karşı hiçbir savaşı tek başına 
kazanamamış olmasıdır1. Yunanistan’ın bağımsızlığı ve kuruluşu büyük güçlerin desteğiyle gerçekleşmiştir. 1897’de Teselya Savaşı’nı kaybetmiş, 1922 yılında Anadolu’da yenilmişlerdir 2. Tarihten gelen, “büyük efendiye” sürekli yenilgi psikolojisi, Yunan halkının bilinç altına yerleşmiş ve son 50 yılda yaşanan krizlerde, talep edilen sonuç elde edilemeyince, “Türkiye’ye karşı yine yenildik”, “Türkler kazandı” gibi söylemlerle hep kendini göstermiştir. 

 Üçüncü unsur, Yunanlıların tabiriyle “Küçük Asya Felaketi”dir. Kurtuluş Savaşı ’nda, Yunan ordusunun yenilmesi ve Anadolu’da yasayan pek çok Rum’un Yunanistan’a kaçmak zorunda kalması, Yunan halkında “Türkler tarafından yurdumuzdan kovulduk” söyleminin yer etmesine sebep olmuştur 3. Ayrıca, bu mağlubiyet, Yunanistan açısından, uluslararası alanda da ciddi bir prestij kaybı sayılmıştır4. Bu da, Türkiye’ye karşı zaten mevcut olan düşmanca görüşleri bir kat daha arttırmıştır. 
 Dördüncü noktanın, “1974 Kıbrıs Barış Harekâtı” olduğunu söylemek mümkündür. 
Yunanistan, 1974 yılında Kıbrıs’ı kaybettiğini düşünmektedir. Çünkü Kıbrıs’ı daima kendi adası olarak algılamış, bu savında Kıbrıslı Rumlardan da destek bulmuştur. 1974 yılı, Kıbrıs temelinde, Yunanistan’a Türkiye karşısında bir yenilgi daha getirmiştir. Öte yandan, Barış Harekâtı, Yunanlılarda, Türkiye’nin Kıbrıs’ta olduğu gibi ilerleyen dönemde başka topraklar da alabileceği düşüncesini uyandırmıştır. Bu çerçevede Atina, Ege Adaları’nın silahtan arınmış statüsünü bozmuş ve uluslararası alanda “Türk tehdidi”, “Ankara’nın yayılmacı emelleri” ve “Türkiye’nin toprak talebi olduğu 5” yönündeki söylemine sarılmıştır. 

Yunanistan açısından, negatif yargının ana teorisi konumunda olan “Megali İdea 
(Büyük Ülkü)” temelde, “İstanbul, Yunanistan’ın ikinci başkentidir” söylemini taşıyan ideoloji, olarak Yunanistan’da hala destekçi bulmaktadır. 

Yunanistan, Ege, Adriyatik, Akdeniz ve Balkanlar’daki konumu açısından önemli bir ekonomik coğrafyada bulunmaktadır. Bu bağlamda ele alındığında, Adriyatik hariç, deniz bölgelerindeki en güçlü rakibi şüphesiz Türkiye’dir. Türkiye’nin, bağımsızlığını ilan etmesiyle Batı’nın siyasi, ekonomik ve sosyal modelini benimsemesi, Yunanistan’ın, I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeni ekonomik ve siyasi sistemde “alternatifsiz” olma özelliğini kaybetmesini sağlamıştır. 
Bu çerçevede Yunanistan, kendisinden daha büyük bir coğrafyaya ve ekonomik potansiyele sahip Türkiye’nin varlığıyla bölgedeki kaynakları sınırsız  kullanamayacağını anlamış ve bunu engellemenin yollarını aramıştır. 
İşte Türk tehdidi, bu engelleme çabaları temelinde kendini göstermektedir. Bölgedeki pay savaşlarında “aslan payını” alamayarak bölüşmek durumunda kalınması, Atina’yı son derece rahatsız etmektedir. Bu çerçevede, Doğu’dan gelen tehdit söylemi, bölgedeki dengelerin değişmesini pek arzulamayan Batı ülkelerinin, dikkatini buraya yöneltme amacından başka bir şey değildir 6. 

 Askeri Dengeler.. 

 Türkiye, coğrafi büyüklüğü, nüfusu ve askeri gücü çerçevesinde Yunanistan’dan 
tedirginlik duymamakta ve enerjisini bu yöne kanalize etmemektedir7. Özetle, Türkiye’nin Yunanistan’dan daha önemli sorunları vardır. Yunanistan, Türkiye’de sürekli konuşulan bir gündem maddesi olamamıştır. Yunanistan, Türk dış politikası için önemlidir ama odağında değildir. Bununla birlikte, Yunanistan’ın, AB üyeliği çerçevesinde ve vetolar nedeniyle son 20 yılda Türkiye’de daha çok gündeme geldiği kesindir. Sonuç olarak Türkiye, Yunanistan’ı bir tehdit olarak görmese de bir sorun olarak algılamaktadır8. 

 İki ülke Ege’de kıta sahanlığının paylaşımı ve egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş adacıklar konusunda iki kez sıcak savaşın eşiğine gelmiştir. İki durumda da Yunanistan’ın Ege’deki hak iddialarına yönelik tek taraflı eylemlerine Türkiye’nin itirazı ve misilleme girişimleri sonucunda gerginlik tırmanmış, üçüncü tarafların araya girmesiyle ikili diyalog tekrar tesis edilebilmiştir. 

 Soğuk Savaş sonrası döneminin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden yapılandırılan 
Yunanistan Silahlı Kuvvetleri; Kara, Deniz ve Hava olmak üzere toplam üç kuvvetten oluşmaktadır. Kara Kuvvetleri, bir ordu, dört kolordu, Adalar Yüksek Askeri Komutanlığı (ASDEN) ve Atina Askeri Komutanlığı’ndan (ASDİS) müteşekkildir. Son yıllarda yapılan yeniden yapılanma ile birlikte Tümenler mevcut yapıda tutulmakla birlikte, mekanize tugay yapıları ana kuvvet unsuru haline geldi. 
 Yunan askeri birlikleri her an Türkiye ile savaşılabilir düşüncesiyle 
konuşlandırılmıştır 9. Yaşadığı büyük ekonomik krize rağmen silahlanmaktan, Türkiye aleyhine provokasyon ve tehditten vazgeçmemektedir. 

Yunanlı yazar Aleksis Heraklides, savaş jeopolitiği çerçevesinde Türkiye’deki nüfus artışının ve ekonomik gelişmelerin bu ülkeyi yayılmacı olmaya zorlayacağından Yunanistan’ın önlem olarak ilk vuruşu yapmasının şart olduğunu düşündüğünü belirtmektedir 10. 

Yunanistan askeri stratejisinin “savunmada yeterlilik (defensive sufficiency)”, “esnek mukabele (flexible response)” ve “Yunan-Kıbrıs ortak savunma alanını etkin bir şekilde kapsama kabiliyeti” olarak üç ana unsur etrafında tanımlanmaktadır 11. 

Türk Silahlı Kuvvetleri; Kara, Deniz ve Hava olmak üzere üç kuvvetten oluşmaktadır. 

TSK, 514.850 asker sayısı ile Avrupa’nın en büyük ve dünyanın sekizinci büyük ordusu durumundadır. Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı dört ordu, 10 kolordu, altı tümen ve 50 tugay bulunmaktadır. Asker, tümen ve tugay sayıları ile bunların kullandıkları savaş teçhizatları göz önüne alındığında konvansiyonel silah kuvvetleri açısından Türkiye’nin Yunanistan karsısında açık bir farkla üstün olduğu söylenebilir. Bu üstünlük de Yunanistan’da tedirginlik ve endişeyle karşılanan diğer bir hususu oluşturmaktadır. 

 Sonuç; Savaş ihtimali.. 

Olası bir Türk - Yunan savaşı sırasında savaşın niteliğinin genel olarak hızlı ve kara savaşından daha fazla, kesin sonuç almaya yönelik, hava kuvvetlerinin ağırlıklı olarak kullanılacağı ve füze sistemlerinin büyük önem taşıyacağı açıktır. Türkiye’nin gücü ne oranda büyük olursa olsun, kimi dışsal nedenlerden dolayı kısa süreli olması büyük bir ihtimal olan ve istenmeyen bir Türk - Yunan savaşı sırasında karşı tarafa en kısa süre içerisinde en fazla kaybı verdirebilecek olan taraf, savaşın olası galibi olarak çıkacaktır. Böylesi bir durumda, Ege Denizi’ndeki Yunan adalarının çokluğu ve dağınıklığı, Türk kıyılarına yakınlığı, bu adalara stratejik bir önem kazandırmakta ve Türkiye açısından ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğü yönünden sürekli olarak göz önünde bulundurulması gereken bir faktör 
olarak değerlendirilmektedir. 

Yunanistan yaptığı provokasyonlarla savaşı başlatan tarafın Türkiye olmasını 
hedeflemektedir. Çünkü Yunan savunması Kıbrıs’ta olduğu gibi askeri güce değil, 
uluslararası alanda çıkarılacak yaygaraya dayanmaktadır. Yunanistan’ın hesapları içinde büyük ağabeylerinin çok geçmeden yardıma geleceği, masa başında kazanacakları hesabı vardır. Yanlış hesapları şudur; Türkiye’nin en fazla birkaç adayı alarak duracağı. Türkiye, 1974’den ders almıştır; bu sefer işi yarım bırakmayacaktır. Yunanistan’ın diğer önemli bir hesap hatası ise Türkiye’nin bugünlerde bir oldu-bittiyi kabul edecek kadar meşgul ve zayıf durumda olduğu inancıdır. Nitekim Yunanistan bu dönemde özellikle Ege’de bir oldu-bitti 
yaratmaya çalışabilir. Yunan tahrikleri bunun işaretleri olarak da görülmelidir. 

Özetle, 

Türkiye büyük bir devlet olmanın vakuru ile hareket ederken, Yunanistan dayak istiyor. 

Umarız, Yunanlılar yanlış hesaptan erken dönerler. 

DİPNOTLAR;

1 Thanos Veremis, Theodoros Kouloumbis, Elliniki Eksoteriki Politiki, Dilimmata Mias Neas Epohis, ELİAMEP 
I. Sideris Yayınları, (Atina, 1997), 44. (Kitabın adı: Yunanistan’ın Dış Politikası, Yeni Bir Dönemin Açmazları). 
2 Baskın Oran, Türk-Yunan İlişkilerinde Batı Trakya Sorunu, Bilgi Yayınevi, (Ankara, 1992). 
3 Herkül Millas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Tencere Dibin Kara, Kavram Yayınları, (İstanbul, 1995), 99. 
4 Aksu: a.g.e., (2001), 146. 
5 Aleksis Heraklides, Yunanistan ve “Doğudan Gelen Tehlike” Türkiye, Türk-Yunan İlişkilerinde Çıkmazlar ve 
Çözüm Yolları, (Çev.) M. Vasilyadis &H.Milas, İletişim Yayınları, (İstanbul, 2003), 38-40. 
6 M.Fatih Tayfur, Akdeniz’de Bir Adanın Kalın Uçlu Bir Kalemle Yazılmış Hikâyesi: Kıbrıs, (Der.) O. Türel: Akdeniz’de Bir Ada, KKTC’nin Varoluş Hikâyesi, İmge Kitabevi, (Ankara, 2002),143. 
7 S.Gülden Ayman, Neo-Realist Bir Perspektiften Soğuk Savas Sonrası Yunan Dış Politikası: Güç Tehdit ve İttifaklar, SAEMK, Araştırma Projeleri Dizisi 7/2001, Ankara Üniversitesi Basımevi, (Ankara, 2001), 43. 
8 Millas: a.g.e., (1995), 60. 
9 Aksu: a.g.e., (2001), 290. 
10 Heraklides, a.g.e., (2001), s.71-72. 
11 Ayman: a.g.e., (2001), ss.37. 

***

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 2

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcı., BÖLÜM 2
 




Sait YILMAZ, Obama, Jimmy Carter, Strateji, Afganistan, Soğuk Savaş, Özgür Dünya, Yeni Bir Dünya Düzeni, Doğu Çin Denizi, Jeff Bezos, Bill Gates,  iPhone, Amazon, Facebook, Google,

2014’de Büyük Güçler ve Beklenen Gelişmeler

Petrole dayalı Amerikan ekonomisi yaelindeki petrolü ya da onu dışarıdan satın alacak parayı bitirecektir. Ancak durumun bu kadar kötü olmadığını gösteren gelişmeler var. Öncelikle yatay petrol kuyusu açma ve yer tabakalarının arasına girilmesi teknolojisinin geliştirilmesi daha önce keşfedilmemiş yeni petrol rezervlerinin ortaya çıkmasını sağladı. Amerika kendi keşfettiği bu teknoloji ile Suudi Arabistan, Venezüella ve Afrika’dayeni kaynaklar yaratma peşinde, bunun için de buraları karıştırma peşindedir. ABD’nin ikinci büyük güç çarpanı gene yeni geliştirdiği iPhone, Amazon, Facebook, Google gibi sosyal medya veya Microsoft yazılım teknolojileri olacaktır. Tüm dünyada Jeff Bezos, Bill Gates, Steve Jobs gibi yeni beyinler yakalama peşindedir. Avrupa’nın ‘sınıf’, Hindistan’ın ‘kast’, Çin-Japonya-Kore’nin ‘ırk homojenliği’, Afrika’nın ‘kabilecilik’, Ortadoğu’nun ‘din muhafazakârlığı’ temeline karşı Amerika; yeni fikirler ve icatlar için geçmiş, ırk, yaş, din ayırımı yapmadan üstün zekâlılar toplumu yaratma peşindedir. Amerikalılara göre daha çok para kazanmak isteyen iş adamı, daha çok okunmak isteyen yayıncı ya da daha çok insana hitap eden eğlence dünyası sonunda Amerikan zenginliği ve gücüne hizmet etmektedir. 

Bu ırksız ve kozmopolitan düzende artık gençler devlet kademelerinde üst makamlara gelmek ya da milliyetçilik gibi ideolojiler peşine düşmek yerine Lockheed ya da Toyota’da iyi maaşı olan bir iş kapmak peşine düşeceklerdir. 

Bu sistemin gereği olarak da ulus-devlet anlayışı bitecek, artık hiçbir ülkede bağımsızlık ve egemenliğe düşkün milliyetçi ya da solcu liderler ve güçlü ordular barınamayacaktır.

Avrupa, egemenliği büyük ölçüde üye devletlere bırakarak üstüne kurduğu ekonomik entegrasyona dayalı birlik anlayışında başarısız oldu ve çözülüyor. 2008’de ortaya çıkan ülkelerin borç ve bankacılık krizi, Avrupa Birliği’nde finansal ve ekonomik krize yol açtı. İşsizlik hala pek çok ülkede %10’un üzerinde ve ekonomi geriliyor. Bu dönemde, AB içinde,genel olarak kabul edilebilir ve uygulanabilir politika üretme sorunu ortaya çıktı. Fransa son derece vasıfsız François Hollande’i başkan seçti. İngiltere batıyor, İtalya’da günü TV komedyenleri kurtarıyor. Avrupa’nın gerçek lideri olan Almanya’nın Angela Merkel’i ise Avrupa Birliği’nin söküklerini dikmeye çalışıyor. Avrupa, birlik öncesi ulus-devletlerin çoklu rekabet dönemine geri dönüyor.Ülkeler kendi çıkarları peşinde sıfır toplamlı bir yarışa girdiler. Zayıf ülkelere yapılacak yardımın yükünün paylaşılması kadar, ülke içinde bu yükün nasıl paylaşılacağı da sorun oldu. Böylece kriz ülkelerin içinde sınıf çatışmasına da dönüştü. Avrupa’nın büyük bölümü de zayıf ülkelerden oluşmaktadır ve ekonomik entegrasyon zayıf ülkelere göre değildir. Bugün bu ülkelerin elindeki tek güç AB’nin dayatmaları karşısında egemenliklerini savunmaktır. Nitekim Macaristan, AB yapısınıumursamadan daha egemen ve otoriter bir siyasi sistem kurmaya başladı. Ticari çıkarları nedeni ile Avrupa’nın bölünmesini istemeyen Almanya, diğer ülkelerin sistemde kalabilmesi için bütçelerini ve ekonomi politikalarını kontrol altına alıyor. Güney Kıbrıs önce Alman mallarını almayı reddederek karşı koydu ama sonunda egemenliğini Almanya’ya teslim etti. Şimdilerde Güney Kıbrıs’ın başından beri AB’ye hiç alınmaması gerektiği daha yüksek sesle mırıldanılmaya başlandı.

Yeni uluslararası sistemde üç ana ekonomik motor bulunmaktadır; ABD, Avrupa ve Çin. Çin ve Avrupa’nın ABD’yi dengeleyememekteki en büyük hataları gücü sadece ekonomik olarak algılamaları, siyasi ve askeri boyutunu ihmal etmeleri oldu. ABD, Sovyetler Birliği ile güç dengesini kendi lehine değiştirerek çökertmişti. Avrupa ve Çin ise sadece ekonomiye odaklanarak kendi kendilerini çökertme yolundalar. Böylece yeni bir çağa giriyoruz.Çin, ihracatın ağır baskı altında olduğu ve sosyal istikrarın tehlikeye girdiği bir dönemdedir. Çin’in temel problemi 1 milyardan fazla kişinin günde 6 dolardan az kazanmasıdır. Bunların çoğu 3 doların da altındadır. Çin, iç kesimlerdeki hayat standartlarını değiştirmek zorunda aksi takdirde büyük iç karışıklıklara gebedir.Çin, askeri olarak deniz kuvvetleri bakımından hassastır ve en büyük korkusu Amerikan ablukası dır. Çin’in Kasım 2013’de Doğu Çin Denizi’nde Hava Savunma Kontrol Bölgesi ilan etmesi üzerine; ABD bunu ilk protesto eden ülke oldu ve bölgeye iki B-52 bombardıman uçağı gönderdi. Diğer ülkelerde ABD ile dayanışma içinde olduklarını göstermek için bu hava sahasını kullanmaya devam ettiler. Çin’e göre bu kontrol bölgesinin amacı ticari amaçlı olmayan uçaklara karşı savunma amaçlı bir tedbirdir. Çin Savunma Bakanlığı sözcüsü Geng Yansheng; “Çin’in ilgili hava sahasını etkin bir şekilde yönetecek ve kontrol edecek kabiliyete sahip olduğunu” açıkladı.

Enerji ihracına dayalı ekonomisi kötü giden Rusya’da iç huzursuzluklar devam ediyor. Enerji dışında madencilik, metal, inşaat, yiyecek gibi sektörleri ayağa kaldırmaya çalışan Rusya’nın kısa sürede sonuç alması beklenmiyor.Bir yandan Eski Sovyet çevresindeki konumunu güçlendirmeye çalışan Rusya, Ukrayna’yı en azından 2015 başkanlık seçimlerine kadar Batının elinden kurtardı. Rusya; Moldova ve Gürcistan’a siyasi ve askeri baskı yaparak AB ile yakınlaşmalarını engellemeye çalışıyor. Baltık ülkeleri, Rusya’nın etraflarında gittikçe saldırgan bir konuşlanma içine girmesinden oldukça rahatsız ve NATO garantisini sorguluyorlar. Rusya, Avrasya Birliği ile eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekonomik olarak kendine bağlamak istemektedir. Ermenistan, Kırgızistan ve Tacikistan; önce ekonomik ve güvenlik bağlarını güçlendirerek, Rusya ile Gümrük Birliği’ne girmeyi, 2015’de ise Avrasya Birliği’nde olmayı planlıyorlar. Asya-Pasifik bölgesi ile ilişkilerini de enerji kartı üzerinden geliştirmek isteyen Rusya, bunun için gerekli altyapıyı geliştirmeye çalışıyor.

2014’ü şekillendirecek 5 en önemli gelişme şu şekilde öngörülmektedir;

- İran ve ABD arasındaki yumuşamanın devamlılığı;
İran’ın geliştirmeye çalıştığı nükleer program ile ilgili daha önceleri görüşmeyi bile kabul etmeyen ABD yönetimi, Obama ile diyalog kapısını açtı. İki ülke arasındaki 35 yıllık gerilim ilk defa normalleşme sürecine girdi ama ABD’deki İsrail lobisi başta AIPAC olmak üzere sert bir şekilde bu diyaloga karşı çıktı. ABD-İran yumuşaması devam edecek olsa da iki ülkedeki iç dengeler durumu tersine çevirebilir. İran karşısında kendisini güçsüz ve cesaretsiz hisseden Suudi Arabistan, İran ile görüşmek yerine Arap koalisyonunu ona karşı güçlendirme yolunu seçti ancak bir sonuç alması beklenmiyor. Suudi Arabistan, 2014’de aktif mezhep politikalarına devam edecek, görüş ayrılıklarına rağmen ABD ile enerji ve askeri bağlarını sürdürecektir. Suriye’deki vekilli iç savaş sınırlı da olsa devam edecektir.

- Avrupa’da milliyetçi ve aşırı partilerin yükselişi;

Ekonomik durgunluğun ve yüksek işsizliğin devam ettiği Avrupa’da bu yıl sosyal huzursuzluklar beklenmektedir. Mayıs 2014’de yapılacak Avrupa Parlamentosu ve 2014’ün sonunda yapılacak Avrupa Komisyonu seçimleri ile milliyetçi partilerin daha etkin konuma geleceği ve entegrasyon politikalarının daha da zora gireceği hesaplanmaktadır. 2014’de Yunanistan, Güney Kıbrıs, Portekiz ve Slovenya ekonomik olarak en sıkıntılı ülkeler olacaktır. Bu yıl, Avrupa’da bölücü faaliyetler için özel bir yıl olacaktır. 

Eylül’de İskoçya’da yapılacak bağımsızlık referandumundan İngiltere’nin baskısı ile önemli bir sonuç çıkması beklenmemektedir. 
Ancak durumun daha ciddi olduğu İspanya’da Katalanların referandum isteği Madrid yönetimi tarafından reddedilmektedir. Referandum yapılsa bile Katalanların arasındaki derin bölünme 2014’de bağımsızlık ilanını engelleyebilir.

- Rusya ve Almanya’nın Doğu/Orta Avrupa ve enerji üzerine pazarlığı;

Avrupa Birliği, artık zorlayıcı güç olma özelliğini yitiriyor. Avrupa çözülürken, eski gücüne dönmeye çalışan Rusya, bulanık suda balık avlamayı seçiyor. Bunun için bir yandan doğal gaz kartını kullanırken, diğer yandan Macaristan ve Polonya’da metalürji tesisleri, Slovakya’da demiryolları satın alarak Avrupa’da siyasi etkisini artırmak istiyor.Orta Avrupa’ya ticaret yolu ile girmeye çalışan Rusya, buraların asıl sahibi olan Almanya ile Orta Avrupa, Ukrayna ve enerji konusunda pazarlık yapıyor. Amerikan gücünden memnun olmayan Almanya, Rusya’nın enerjisine o da Almanya’nın teknolojisine muhtaçtır. Alman-Rus yakınlaşması ABD’ye iki dünya savaşı arası dönemi hatırlatmaktadır. ABD, bu ikilinin arasındaki Polonya’ya güçlü destek vermektedir.

- Çin’in güç politikalarına dönüşü;

Çin, etrafındaki denizlerin kendi gölü olduğunu iddiasındadır. Çin, Asya-Pasifik’teki rolünü ABD aleyhine geliştirmeye devam etmekte ve geri adım  atmamaktadır. Ekonomik mucizesi artık bir sona gelen Çin, askeri seçeneklerini geliştirmeye başladı.Çin’in küresel bir askeri güç projeksiyonu geliştirmesi ekonomisi iyi gitse bile çok zaman alacaktır. ABD’nin Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışı (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edilmekte, Çin ile egemenlik sorunları olan Japonya da bu savaşın kaçınılmaz aktörü olarak gözükmektedir. Japon Başbakanı Abe, şimdilerde sadece ekonomiyi canlandırmak değil, orduyu da yeniden inşa etmek peşindedir.

- Türkiye’de iç karışıklık ve ekonomik sıkıntı;

Türkiye, 17 Aralık 2013’de başlayan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları sonrası ağır bir siyasi ve ekonomik kriz dönemine girmiştir. Erdoğan yönetimi, önceliğini iktidarının açıklarını kapatacak bir (E Tipi) hukuk sistemi ve kolluk yapılanmasına vermiştir. Büyük ölçüde yabancıların kontrolünde olan Türk ekonomisi de alarm çanları çalmaya başlamıştır. AB ve NAFTA tarafından istenmeyen Erdoğan’a Transatlantik Yatırım Ortaklığı, Avrasya Birliği ve Şangay İşbirliği Örgütü kapıları da kapatılmıştır. Erdoğan, yerel seçimlerden zayıflayarak çıkacaktır. PKK ve siyasi uzantıları ile yürütülen çözüm görüşmeleri sonucu ortaya çıkan silahlı eylemsizlik; kolluk güçlerinin elini-kolunu bağlamış, PKK/KCK Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da istediği de facto yönetimi hayata geçirmiştir. Bu nedenle, strateji değişikliğine giderek gerilla savaşı yerine, geniş halk ayaklanması ile kendi kaderini tayin hakkı yöntemini benimsemiştir. Bu yıl içinde bazı halk hareketleri ve silahlı eylemler görülecek olsa da, geniş kapsamlı ayaklanma genel seçimler sonrasını bekleyecektir.

Sonuç; 

Yeni Bir Dünya Düzeninin Başlangıcındayız…

2013 yılı ile birlikte Soğuk Savaş sonrası dönemin 11 Eylül 2001 ile belirlenen paradigmalarını bir kenara bırakıyor ve yeni bir dünya düzenine yelken açıyoruz. Çünkü artık içinde bulunduğumuz dönemi 11 Eylül sonrasının kuralları ile açıklama imkânı kalmadı. Yeni dönemin temel özellikleri şu şekilde sıralanabilir;

- Stratejik büyük güç mücadelesinin Asya-Pasifik bölgesine kayması, başta Çin’in olmak üzere bölge ülkelerinin askeri kapasitelerini hızla geliştirmekte olması,
- ABD’nin aktif güç dengeleme stratejisini terk ederek, müdahaleleri bölgesel güçlere bırakması, Avrupa’dan uzaklaşarak yeni bölgesel müttefikler araması,
- Dünyanın içinde bulunduğu ağır ekonomik kriz nedeni ile müdahalelerin sivil güç-istihbarat işbirlikleri, cerrahi askeri operasyon niteline dönüşmesi,
- Soğuk Savaş’ın uluslararası güvenlik kurumlarının (NATO, BM vb.) işlevlerini kaybetmeleri, bölgesel güçlerin ve güvenlik çözümlerinin öne çıkmaya başlaması.
Yeni dünya düzeninde güç dengesinin nasıl bir şekil alacağını ABD-Çin rekabeti kadar; 
Rusya, AB ve Japonya’nın toparlanma gayretleri belirleyecektir. 

Gidişat çok kutupluluğa doğru olup, bugünkü 1+4 (ABD + Çin, RF, AB, Japonya) dengesi; 0+5 veya 2+3’e dönüşebilir.

Türkiye’nin bulunduğu Ortadoğu bölgesine dönecek olursak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi beklenen sonucu vermedi; Mısır, Suriye ve Irak yoldan çıktı. Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan’daki ABD onaylı liderlerde kendi özel gündemlerinin peşine düştüler. Şimdi asıl sorun Ortadoğu’daki yeni durumda taşların yerine nasıl oturacağıdır. Esat kalacak ve ülkedeki seçimleri yönlendirmeye çalışacaktır. Suriye’ye sokulan cihatçı El Kaide, Lübnan’da ki yerli cihatçıları takviye ederek Hizbullah’ı iki cephede savaşmaya zorlayacak, sonuçta Lübnan da karışacaktır. Mısır ordusu, bahar aylarındaki seçimde Selefilerin kazanması için çalışacak ve Sina Yarımadasından içeriye doğru cihatçı (Sünni terörist ya da çakma El Kaide) tehdidi artacaktır. İç politikası gibi on yıllık Osmanlıcı ve mezhepçi dış politikası iflas eden Türkiye, ABD’ye yakınlaşarak bölgesel güç konumunu takviye eden İran’a karşı Türkiye, denge arama peşindedir. Tüm komşuları gibi Irak merkezi yönetimi ile de arası bozuk olan Türkiye gene Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi liderine sarılmakta ve buradaki enerji kartını oynamaya çalışmaktadır.Irak ise, bölünme sürecinde oldukça ilerledi. Ortadoğu haritasında Irak’ın kuzeyinden başlayan bir yırtılma beklenmektedir. Bu yırtılmadan Türkiyede nasibini alabilir. Jeopolitiğin evrimi döngüseldir. Büyük güçler doğar, yükselir, düşer ve yok olur. Hatta yok olurken, tıpkı Osmanlı’nın Türkiye’yi doğurması gibi yavrular ve imparatorluk genlerini de aktarırlar. 

Ancak yanlış ellerdeki Türkiye bugün doğum sancıları çekmektedir.

Doç.Dr.Sait YILMAZ
@DocDrSaitYilmaz


[1]Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014). 
[2]Conrad Black: A New World Order, The National Interest, (March 14, 2013). 
[3]Robert D. Kaplan:Anarchy and Hegemony, Stratfor, (April 17, 2013). 
[4]George Friedman: The State of the World: Explaining U.S. Strategy, Stratfor, (February 28, 2012). 
[5]Victor Davis Hanson: America’s Big Fat Advantage, National Interest, (March 21, 2013). 
[6]George Friedman: Europe in 2013: A Year of Decision, Stratfor, (January 3, 2013). 
[7]George Friedman: Beyond the Post-Cold War World, Stratfor, (April 2, 2013). 
[8]Stratfor Global Intelligence, 27 December 2013. 
[9]American Israel Public Affairs Committee 

http://www.21yyte.org/ adresinden  19.02.2014 16:58 tarihinde indirilmiştir .,

***