25 Ocak 2021 Pazartesi

Türkiye'de Yaklaşık 25 Milyon Kişinin Koronavirüs Aşısından 'Muaf' Olacağı Açıklandı

Türkiye’de Yaklaşık 25 Milyon Kişinin Koronavirüs Aşısından ‘Muaf’ Olacağı Açıklandı




Adnan Güney

Toplum Bilimleri Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca‘nın kimlere koronavirüs aşısı vurulmayacağı ile ilgili açıklamalarını değerlendirdi. İlhan’a göre aşılamadan muaf olan kısım, kaba bir hesapla 25 milyon insanı kapsıyor.

Aralık ayının ortalarına yaklaşmamızla birlikte koronavirüs aşısıyla ilgili tartışmalar da çoğaldı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından yapılan açıklamalarda, aşılamanın aralık ayının ikinci yarısı itibarıyla başlayabileceği ifade edilmişti. Hal böyle olunca da vatandaşlar, kimlerin aşı olacağı, bunun zorunlu olup olmadığı gibi konuları merak etmeye başladılar. Fahrettin Koca ise yaptığı açıklamalarda bu soruların cevabını vermeye çalışmıştı.

Bakan Koca tarafından yapılan açıklamalara göre COVID-19 aşısı; 18 yaşından küçüklere, hamilelere, emzirenlere ve hastalığı son 6 ay içinde geçirmiş olan kimselere yapılmayacak. Koca’nın açıklamalarıyla ilgili değerlendirmelerde bulunan Toplum Bilimleri Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mustafa Necmi İlhan, yapılan açıklamalara göre 25 milyon kişiye koronavirüs aşısının vurulmayacağının söylenebileceğini belirtti.

TÜİK’e göre Türkiye nüfusu, 2019 sonu itibarıyla 83 milyon 154 bin 997 kişi
TÜİK'e göre Türkiye nüfusu, 2019 sonu itibarıyla 83 milyon 154 bin 997 kişi
Mustafa Necmi İlhan, TÜİK‘in açıkladığı son veriler üzerinde basit bir hesaplama yaptı. 2019 yılı sonu itibarıyla açıklanan 83 milyon 154 bin 997 kişilik nüfusun 22 milyon 876 bin 798’inin 0-17 yaş grubunda olan çocuklardan oluştuğunu ifade eden bilim insanı, bu sayının Türkiye nüfusunun yüzde 27,5’ini oluşturduğunu söyledi. Bakanın açıklamalarına göre bu yaş grubundaki çocuklar, koronavirüs aşısı vurulmayacak.

Prof. İlhan, çocukların sayısına hamileler ile emziren annelerin de eklediği zaman, kabaca 25 milyonluk sayıya ulaşılabileceğini söyledi. Bilim insanı, 25 milyon insanımızın koronavirüs aşısından “muaf” olacağını söylüyor. Ancak bu noktada da kafa karıştıran bir husus var. Daha önce yapılan açıklamalarda, salgının üstesinden gelinebilinmesi için nüfusun yüzde 60 kadarının aşılanması gerektiğine değiniliyordu. Bu da yaklaşık 50 milyon kişiye tekabül ediyor. Muaf kısmı Türkiye nüfusundan çıkardığımızda 58 milyon vatandaş kaldığını düşünecek olursak, anlaşılan o ki gerekli koşulları sağlayan hemen herkes, koronavirüs aşısı vurulacak.
koronavirüs aşısı

Aşılama sürecinde antikor miktarına bakılmayacak

Milliyet’e verdiği demeçte aşılama süreciyle ilgili de bilgi veren Mustafa Necmi İlhan, aşılama sürecinde antikor durumuna bakılmayacağını söyledi. Bugüne kadar hastalığı geçirmemiş olanlar ile hastalığı geçirip geçirmediğini bilmeyen herkese aşı yapılacağını söyleyen bilim insanı, tek kriterin geçmiş 4 ila 6 ay aralığında COVID-19’a yakalanıp yakalanılmadığının tespit edilmesi olduğunu belirtiyor. İlhan’a göre bu tespit de HES uygulaması üzerinden kolaylıkla yapılabilecek.
Türkiye'de Yaklaşık 25 Milyon Kişinin Koronavirüs Aşısından 'Muaf' Olacağı Açıklandı

kaynak: https://t24.com.tr/haber/ortalama-25-milyon-kisiye-koronavirus-asisi-yapilmayacak,919960

https://www.adnanguney.com/turkiyede-25-milyon-kisi-koronavirus-asisi-vurulmayacak/

***

COVID-19 Aşısı Ne Zaman, Nerede ve Nasıl Yapılacak? Tüm Cevaplar İçerikte

COVID-19 Aşısı Ne Zaman, Nerede ve Nasıl Yapılacak? Tüm Cevaplar İçerikte


COVID-19 aşıları Türkiye sınırlarından giriş yaptı. 

Şimdi herkes, aşılama işleminin nasıl ve ne zaman yapılacağını, nasıl bir aşılama programı takip edileceğini merak ediyor.

Adnan Güney

   COVID-19 aşıları Türkiye sınırlarından giriş yaptı. Şimdi herkes, aşılama işleminin nasıl ve ne zaman yapılacağını, nasıl bir aşılama programı takip edileceğini merak ediyor. 
Biz de, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca‘nın açıklamalarının ışığında, aşılama ile ilgili merak edilen cevapları bir araya getirdik.
 Çin‘den gelen Koronavirüs aşıları ülkemiz sınırlarına giriş yaptı. Şimdi herkes, aşılamanın ne zaman başlayacağını, aşıların nerede ve nasıl yapılacağını merak ediyor. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca‘nın yaptığı açıklamalar, tüm bu soruların cevaplarını veriyor.
COVID-19 Aşısı Nasıl Yapılacak?
Koca, yaptığı açıklamada COVID-19 aşılarının 2 doz olarak yapılacağını doğruladı. Salgının hızının yavaşlamasını da göz önüne aldıklarını söyleyen Koca, ikinci dozun ilk dozdan 28 gün sonra yapılmasını uygun bulduklarını sözlerine ekledi. Yani ilk dozu olan kişiler, ikinci doz aşı için 28 gün bekleyecek.
COVID-19 Aşıları Türkiye Gelirken Zarar Görmüş Olabilir mi?
Fahrettin Koca’nın bu konudaki açıklamasına göre aşılar, Pekin gümrüğüne kadar soğuk zincirle getirildi. Gümrükteki işlemler tamamlanıncaya kadar da bataryalı soğutucular bulunduran konteynırlarda saklandı. Böylece aşılar, gümrük ve sevkiyat sürecinde herhangi bir ısı değişimine maruz kalmamış oluyor ve zarar görme ihtimalleri bulunmuyor.

Aşılama Hemen Başlayacak mı?
Sağlık Bakanı Koca, aşılamaya başlamadan önce bir analiz süreci geçireceklerini söylüyor. Bunun için, gelen aşılar içerisinden rasgele seçilen örnekler Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Laboratuvarlarına gönderildi ve analiz süreci başlatıldı. Eğer bir aksilik çıkmazsa, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Laboratuvarları tarafından Acil Kullanım Onayı verilecek. Aşılama da bundan sonra başlayacak. Sürecin, 15 gün sürmesi bekleniyor.
COVID-19 Aşıları Nerede Yapılacak?
Aşılamanın, aile sağlığı merkezleri ve kamu, özel ya da üniversite hastanelerinde yapılması planlanıyor. Yani ülkemizdeki pek çok sağlık kuruluşu, aşılama işlemine dahil ediliyor.

Kim, Ne Zaman Aşı Olacak?
Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu, daha önce aşılama programını 4 farklı gruba göre düzenlendiğini duyurmuştu. İlk aşamada aşılanacak olan grupta sağlık çalışanları, 65 yaş üzerindekiler (öncelikli olarak kronik rahatsızlığı olanlar, sonrasında diğer 65 yaş üzeri vatandaşlar), görevi gereği kalabalık yerde bulunması gereken kişiler (bakımevi görevlileri gibi) ve engelliler bulunuyor. İkici grupta ise toplum hizmeti veren polis, asker, öğretmen, cezaevi çalışanları ve adliye çalışanları yer alıyor. Hizmet sektörü çalışanları üçüncü grubu oluşturuyor (Öncelik belediye çalışanları ve alt yapı çalışanlarında olacak). Son grup ise, ilk 3 gruba girmeyen tüm vatandaşlardan oluşuyor. Kısacası şu an ülkemize gelen aşılar, ilk grubun aşılanması için kullanılacak.
COVID-19 Aşısı İçin Randevu Ne Zaman Alınacak?
Programa göre aşılama zamanı gelen vatandaşlara bir mesaj gönderilecek. Bu mesajı alan vatandaşlar, aile hekimliğinden ya da uygun bir hastaneden randevu alarak aşılarını yaptırabilecek.
COVID-19 Aşılaması Ne Zaman Tamamlanacak?
Şu an için kesin bir zaman vermek mümkün değil. Sağlık Bakanı Koca tarafından yapılan açıklama şu şekilde: “Oluşturulan risk sıralamasına göre, vatandaşlarımızın aşılanmasının ülke çapında bir programla en kısa zamanda tamamlanması hedeflenmektedir. Aşılama önceliğinde Bilim Kurulumuzun belirlediği stratejik plan dışında hiçbir öncelik tanınmayacaktır.”
COVID-19 Aşısı Yaptırmak Zorunlu mu?
Bugüne kadar yapılan tüm açıklamalar, aşı yaptırmanın zorunlu olmayacağı yönünde. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, zorunlu aşılama yerine, vatandaşları ikna ederek herkesin aşı olmasını sağlamak istediklerini defalarca söyledi. Yani COVID-19 aşısını yaptırmak zorunlu değil.

Kaynak: https://www.chip.com.tr/haber/covid-19-asisi-ne-zaman-nerede-ve-nasil-yapilacak-tum-cevaplar-iceride_92409.html

https://www.adnanguney.com/covid-19-asisi-ne-zaman-nerede-ve-nasil-yapilacak-tum-cevaplar-icerikte/

***

Apple’ın RGB Klavyeleri Unutturacak Klavye Patenti

Apple’ın RGB Klavyeleri Unutturacak Klavye Patenti






Adnan Güney
Apple’dan Işıklı Mışıklı Klavyeleri Unutturacak Klavye Patenti
   
Apple, yalnızca arka ışığı özelleştirilebilen RGB klavyeleri unutturacak yenilikçi bir klavye için patent aldı. Söz konusu klavyenin tüm tuşları OLED ekranlara sahip ve ekran üzerindeki görseller özelleştirilebiliyor.

Dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinden biri olan Apple, ABD Patent ve Ticari Marka Ofisi’nin (USPTO) 2020’deki son çalışma gününde heyecanlandıran bir patent aldı. Söz konusu patente göre yakın gelecekte Apple’dan uyarlanabilir klavyeler görebiliriz. Peki, uyarlanabilir klavye tam olarak ne anlama geliyor?
Apple tarafından alınan yeni klavye patenti, her bir klavyenin mini ekranlara sahip olduğu yenilikçi bir tasarım ortaya koyuyor. 

Paylaşılan bilgilere göre söz konusu klavyelerin tuşları cam, seramik, metal veya polimer malzemelerden üretilebilecek. Hatta yeni tasarım klavyelerin nokta ya da makas anahtar tasarımlarına da bir değişiklik getirmiyor. Yalnızca söz konusu teknoloji ile birlikte her bir klavye tuşu, mini bir OLED ekran oluyor.

Apple, her bir tuşun üzerinde OLED ekranlar bulunan özel bir klavye için patent aldı

Bu noktada klavye tuşlarının üzerinde bir ekran bulunmasının kullanıcılara nasıl bir fayda sağlayabileceğini sorabilirsiniz. 


Örneğin Bu noktada klavye tuşlarının üzerinde bir ekran bulunmasının kullanıcılara nasıl bir fayda sağlayabileceğini sorabilirsiniz. Örneğin, bilgisayarınızın dil seçeneğini değiştirdiğinizda, klavyedeki tuşların seçtiğiniz dilin alfabesine göre şekillendiğini görebilirsiniz. Ya da ALT, CRTL yada SHIFT tuşlarına bastığınızda klavyede direkt olarak alternatif simgeleri görüntüleyebilirsiniz.

Bu noktada klavye tuşlarının üzerinde bir ekran bulunmasının kullanıcılara nasıl bir fayda sağlayabileceğini sorabilirsiniz. Örneğin, bilgisayarınızın dil seçeneğini değiştirdiğinizda, klavyedeki tuşların seçtiğiniz dilin alfabesine göre şekillendiğini görebilirsiniz. 

Ya da ALT, CRTL yada SHIFT tuşlarına bastığınızda klavyede direkt olarak alternatif simgeleri görüntüleyebilirsiniz.

Apple, patent dosyasında mini ekranlı klavyelerin oyuncular için de faydalı olacağını ifade ediyor. Örneğin, her oyunda klavyedeki tuşlara farklı görevler 
atamanız gerekir. Doğal olarak uzun süre oynamadığınızda hangi tuş ne işe yarıyordu unutabilirsiniz. Ancak Apple’ın öne sürdüğü klavye tasarımında 
oyunu yönetmek için atadığınız işlevler, direkt olarak tuşların üstünde gösterilebilecek. Örneğin; PUBG oynuyorsunuz ve klavyedeki “8” tuşuna İlk Yardım  Çantasını Kullan işlevini atadınız. Klavyede “8” yerine bir ilk yardım çantası görseli görebilirsiniz.

Örneğin, her oyunda klavyedeki tuşlara farklı görevler atamanız gerekir.

Kaynak: 

https://www.macrumors.com/2020/12/29/apple-researching-keyboards-with-displays-on-keys/


https://www.adnanguney.com/applein-rgb-klavyeleri-unutturacak-klavye-patenti/


Türk Bilim İnsanları, Koronavirüsü 10 Saniyede Teşhis Eden Tanı Sistemi Geliştirdi

Türk Bilim İnsanları, Koronavirüsü 10 Saniyede Teşhis Eden Tanı Sistemi Geliştirdi




Türk Bilim İnsanları, Koronavirüsü 10 Saniyede Teşhis Eden Tanı Sistemi Geliştirdi.,



Ulusal Nanoteknoloji Araştırma Merkezi’ndeki bilim insanları, koronavirüsü yalnızca 10 saniyede tespit edebilen yeni bir tanı sistemi geliştirdi. Sistem, patentlerin alınmasının ardından önce Türkiye, daha sonra da dünyada kullanıma sunulacak.
AA tarafından paylaşılan bilgilere göre Türk bilim insanları, mevcut PCR testlerinin yerini alabilecek, burundan sürüntü almadan yalnızca 10 saniyede yüzde 99 güvenilirlikle COVID-19 teşhisi koyabilen nanoteknoloji temelli bir tanı sistemi geliştirdi. Konuyla ilgili açıklamalar, bizzat Bilkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Abdullah Atalar’dan geldi.

 
“Koronavirüs, 150 nanometre boyutunda bir parçacık.” diyen Prof. Dr. Atalar, “UNAM araştırmacılarımız yıllarca nano boyuttaki parçacıklarla uğraştılar. Dolayısıyla bu konu, nanoteknoloji ile uğraşan hocalarımızın tam alanına giriyor” diyerek dünyada ilk olacak tanı sistemi hakkında şu şekilde konuştu:
“Türkiye’ye ait eşi bulunmayan bu teknolojiden bütün dünya faydalanacak”
Proje tamamlandı ve PCR‘ın yerini alabilecek hem de çok hızlı yani saniyeler içinde sonuç verebilen bir yöntem geliştirildi. Pozitifse hemen sonuç veriyor, negatiflik olması halinde kontrollerle biraz daha uzun sürüyor.

Yapılan kontrollerde bu yöntemle pozitif bulduklarımızın PCR’ı negatif çıksa bile birkaç gün sonra PCR’larının pozitife döndüğünü gördük. Bu cihaz tamamen Türk malı. Türkiye’ye ait eşi bulunmayan bu teknolojiden bütün dünya faydalanacak. Bunu tabii hocalarımıza ve Bilkent UNAM’daki araştırma ortamına borçluyuz.
“Bir kişini pozitif olduğunu bulup karantinaya almak çok önemli”

 
Koronavirüsü tedavi etmek kadar hızlı tespit etmenin de önemli olduğunu ifade eden Prof. Dr. Atalar, “Kitleri de çok ucuz, cihazla seri halde testler yapılabilir. 
Bir kişinin çok hızlı bir şekilde pozitif olduğunu bulup karantinaya almak, salgını kontrol altına almak için çok önemli. Teknoloji, aynı zamanda koronavirüs benzeri salgınlarda kullanılabilecek özellikler taşıyor.” dedi ve “Önümüzdeki süreçte bu buluşun ülkemizde ve dünyada çok ses getireceğine inanıyoruz” ifadelerini kullandı.
Ulusal Nanoteknoloji Araştırma Merkezi (UNAM) baş araştırmacılarından 
Dr. Bülend Ortaç ise koronavirüsün Türkiye’de görülmesinin hemen ardından fotonikçiler, malzeme bilimciler ve biyoloji alanında çalışan bilim insanlarından oluşan çalışma grubu kurarak yeni test kiti geliştirmek üzere çalışmalara başladıklarını ifade ederken; açıklamalarına şu şekilde devam etti:
“Doğruluk payı ise yüzde 99’lık oran ile çok çok yüksek”
"Doğruluk payı ise yüzde 99'lık oran ile çok çok yüksek"
“İkinci faz çalışmalarında olumlu sonuçlar aldık. Burada hem laboratuvarda yaptığımız hem de hastanede koronavirüs hastalarıyla yaptığımız testlerin büyük bir doğrulukla sonuç verdiğini gördük. Sadece ağızdan alınan sürüntü için hızlı bir kit ve optik düzenekle hızlı tanı yapabilen cihaz geliştirdik.
PCR testi, hata payı yüksek ve hastalık başladıktan 2-3 gün sonra sonuç veren bir yöntemken bizim sistemimiz saniyeler içinde ve hastalığın erken evresinde sonuç veriyor, doğruluk payı ise yüzde 99‘lık oran ile çok çok yüksek. Hastalar üzerinde yaptığımız testlerde, PCR testlerinin çok öncesinde sonuç aldık.”

“2 ay içerisinde kullanıcılarla buluşturulması planlanıyor”

Geliştirdikleri tanı sisteminin yeni bir sistem olduğunu ve fikri korumak için uluslararası patent başvuruları yaptıklarını ifade eden Dr. Ortaç, “Bu biyosensör sisteminin seri üretimi için gerekli altyapı yatırımlarına halihazırda başlandı. Etik Kurul onayı ve Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu (TİTCK) onayı gibi gerekli izinlerin en kısa sürede tamamlanarak, ürünün seri üretim safhasına geçilmesi ve tahminen 2 ay içerisinde kullanıcılarla buluşturulması planlanıyor. Bu sayede pandeminin kontrol altına alınmasına katkıda bulunulacak ve sosyal hayatın önemli ölçüde rahatlatılması mümkün olacak” dedi.

UNAM’daki bilim insanlarından Dr. Ali Aytaç Seymen, geliştirdikleri sistemin hastalar için sıkıntılı durum yaratabilen burundan derin sürüntü alma yerine ağız içinden tükürük örneği alarak çalıştığı bilgisini verirken; numunelerin pozitif olması halinde 5-10 saniye, negatif olması halinde ise 20-30 saniye içinde sonuç verdiğini belirterek şu şekilde konuştu:

“Sisteme benzer bir çalışmaya rastlanmadı”
"Sisteme benzer bir çalışmaya rastlanmadı"
“Yaptığımız klinik çalışmalarda yüzde 99 doğruluk oranıyla çalıştığını test ettik. Sistem nanoteknoloji temelli olarak çalışıyor. Yaptığımız bilimsel çalışmalarda ve patent araştırmalarında bizim yaptığımız sisteme benzer bir çalışmaya rastlanmadı.

Bu sistemde, bir biyosensör cihazına özel olarak geliştirilen patojen tespit çipi üzerinden, dinamik olarak floresan sinyali alınarak, patojenlerin saniyeler içerisinde tespit edilmesi sağlanıyor. Bir hastadan alınan örnek, özel bir solüsyonla karıştırıldıktan sonra patojen tespit çipi üzerine damlatılıyor, biyosensör cihazı tarafından ortamda patojen varsa, floresan sinyali alınarak yüksek doğrulukta patojen varlığını tespit ediyor.

Halihazırda orofarenks ve nazofarenks gibi derin bölgelerden sürüntü örneği almak yerine, ağız içinden tükürük örneği alınması da sistemin kullanımını tercih edilir kılıyor. Yaygın olarak kullanılan PCR testlerinden farklı olarak, sistem örnek çoğaltmaya değil, gelişmiş optik yöntemlerle virüsün varlığı ya da yokluğunun tespitine dayanıyor. Sistemde hem hassas biçimde virüs tespitini hem de tespitte yüksek derecede seçiciliği sağlayan optik ve elektronik modüller, ayrıca üst düzey biyoteknoloji ve malzeme bilimi bilgisi kullanıldı.”

“2 ay içinde öncelikle Türkiye’ye, sonrasında da dünyaya bu teknolojiyi sunacağız”
İş Geliştirme ve Strateji Grup Başkanı Tunç Batum ise “Diagnovir” olarak adlandırılan yeni sistemin Bilkent UNAM altyapısı kullanılarak Bilkent Holding ve E-A Teknoloji adlı şirketlerin ortak bir çalışması olduğunu aktardı. Sistemin hız ve doğruluk bakımından benzersiz olduğunu ifade eden Batum, açıklamalarına şu şekilde devam etti:

“Seri üretim altyapısını hazırlıyoruz. 2 ay içinde öncelikle Türkiye’ye, sonrasında da dünyaya bu teknolojiyi sunacağız. Ülkemizde kullanılan PCR testleri yurtdışından geliyor. Amacımız yerli kit ile maliyet etkin bir çözüm yaratmaktı ve bunu başardık. PCR’a göre çok çok ucuz. Bu ucuzlukla Türkiye’de ve dünyada insanlar çok fazla test imkanına kavuşacak.”
Kaynak: 

***

MUHAFAZAKAR

MUHAFAZAKÂR

 

Suay Karaman

 

17 Ağustos tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile yapılan bir röportaj yayınlanmıştı. Bu röportajı eleştirirken şöyle yazmıştık: “Hepimizin bildiği ve güvenmediği Kılıçdaroğlu, bu röportajda da her zamanki gibi gerçekleri bir yana bırakmış, kelimenin tam anlamıyla saçmalamıştır.”

 

Saçmalamakta sınır tanımayan yeni CHP’nin genel başkanı, böylelikle CHP’yi bitirdiği gibi, ülkemizin de bitirilmesine aracı olmakta, katkı sunmaktadır. 16 Ocak 2021 tarihinde İstanbul Anakent Belediyesi Halkla İlişkiler Koordinatörü tarafından çevrimiçi bir toplantı düzenlendi. Ahmet Hoca Enstitüsü adı altında toplanan muhafazakâr - tutucu isimlerle bir araya gelen CHP genel başkanı, her zaman olduğu gibi yine saçmaladı. Toplantıya katılanlar arasında Yeni Şafak Gazetesi yazarı, AKP kurucusu ve genel başkan yardımcısı, türbana özgürlük bildirisine imza atan akademisyen, HAK-İş Konfederasyonunun eski genel başkan yardımcısı, TESEV için raporlar yazan DEVA Partisi’nin kurucusu, AKP’nin Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon genel müdürü, dindar Kürtleri temsil eden ‘Hakkı Savunanlar Platformu’nun başkanı gibi muhafazakâr kişilerin olması, CHP genel başkanının yönünü göstermektedir.

 

 Toplantıya katılanlara “siz kendinize muhafazakâr diyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Asıl muhafazakâr olan CHP, çünkü değişime direniyor” diyerek partisini karalayan CHP genel başkanı “değişimin temel felsefesi toplumun her kesimini kucaklamak tır” sözüyle muhafazakâr seçmene göz kırpmaktadır. Kısaca CHP’den korkmanıza gerek yok, sayemde CHP de size benzedi demeye getirmektedir. 


   CHP’nin muhafazakâr bir parti olduğunu söylemek, sürekli değişimi simgeleyen devrimcilik okunu anlamamaktır. Bu söylem CHP’ye yöneltilen en büyük iftiradır. Bir siyasi partiye, o partinin programını, tüzüğünü benimseyen kişiler üye olur, görev alır. Toplumun her kesimini kucaklıyoruz diye CHP’nin kurucusu eşsiz liderimiz Atatürk’e “kefere” diyenleri, aşağılayanları, PKK terör örgütünün avukatı olanları, liberal takımdan Sorosun çocuklarını partiye doldurarak siyaset yapılmaz. Bunun adı sadece proje olarak verilen görevi yerine getirmektir.

 

“Necip Fazıl, CHP parti meclisi üyesiydi” diyerek, muhafazakâr seçmenden oy avcılığına çıkmak, bindiği dalı kesmektir. 1934 yılında Nakşibendîlik tarikatına giren Necip Fazıl, 1940 yılında CHP'den milletvekili olmayı istemiş ancak kabul edilmemiştir. Böyle birisinin CHP parti meclisi üyesi olduğunu söylemek gülünçtür.

 

Sağ ve sol kavramlarına karşı olduğunu bildiren CHP genel başkanı; “21. yüzyılın sorunlarını 18. yüzyıl kavramlarıyla mı çözeceğiz? Nedir sağcılığın, solculuğun kriterleri? Solcular kamu adına çalışır. Sağcılar kamu adına çalışmıyor mu? Solcular fakire yardım eder. Sağcılar fakire yardım etmiyor mu?” demiştir. Solculuk, kamucu bir anlayışla, eğitim, bilim, kültür, sağlık, sosyal güvenlik, tarım, hayvancılık ve sanayide insanları ekonomik ve sosyal özgürlüğe kavuşturmaktır. Yoksulluktan kurtararak üretime dönüştürmektir,  paylaşımda adaletli ve eşit olmaktır.  Sağcılık ise hep sermayeden yana olmuştur ve kapitalizmin yanındadır. Genel başkanı olduğu partinin tüzüğünden bile haberi olmayan birinin sağ ve sol kavramları üzerine konuşması da aymazlıktır. CHP Tüzüğü’nün “Kuruluş ve İlkeler” başlığını taşıyan 1. maddesinin 4. fıkrasında “çağdaş demokratik sol bir siyasal parti” olduğu yazılıdır. CHP Tüzüğü’nün “Genel Başkan” başlığını taşıyan 19. maddesinin 4. fıkrası şöyledir: “Genel Başkan partiyi bağlayıcı demeçler vermeye ve bildiriler yayınlamaya yetkilidir.” Buna göre parti tüzük ve programına ters düşecek açıklamaları tartışma konusu olacaktır. Buna karşın, sol ve sağ kavramlarını geçersiz ve anlamsız bulan açıklamaları sadece kendini bağlar, gerçek CHP’lileri bağlamaz.

 

CHP genel başkanı %3 daha fazla oy alacağını sanarak, yeni muhafazakâr dostlarına mavi boncuk dağıtmaktadır. Ali Babacan’ı “siyasetin yeni yıldızı” ilan eden, Ahmet Davutoğlu için “memlekete yararları, hizmetleri olmuştur” diyen Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP bitirilme aşamasına getirilmiştir. Kemalist, laik, devrimci ve sol değerlere kapalı olan CHP genel başkanının ideolojisi de yoktur, stratejisi de yoktur. Amacı böyle kadroları CHP’den tasfiye edip, partiyi Sorospularla, tarikatçılarla, ırkçılarla, cumhuriyet ve Atatürk ile sorunu olanlarla, ‘yetmez ama evet’çi liberal artıklarla doldurmaktır. Çünkü kendisine verilen görev budur, bu yüzden genel başkanlığa getirilmiştir.

 

Partiye demokrasi getireceğim diyerek, CHP’deki az da olsa demokrasiyi bitiren ve girdiği tüm seçimleri yitiren Sorosçuların TESEV kurucusundan hala beklentisi olanlar var mıdır? “Tıpış tıpış Ekmeleddin” olayı unutulmayacaktır. “Eşit yurttaşlık” diyerek, etnik ve din üzerinden siyaset yapan CHP genel başkanı, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kabul edilmesi için çırpınmaktadır. Özellikle AKP iktidarı döneminde “laiklik tehlikededir diyemem, çünkü altını dolduramam”, “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” gibi gerçek dışı sözleri söyleyen bir genel başkan yok hükmündedir. Yeni seçilen ABD başkanından Türkiye’deki bütün demokrasi hareketlerini desteklemesini isteyen CHP genel başkanı, emperyalist projelerin oyuncağıdır. Birçok ülkede demokrasileri ortadan kaldıran emperyalist güçlerden, ülkemize demokrasi istemek, yüz yıl önceki mandacılığı savunmaktır. Bunun sonu ihanete kadar gider. Atatürk’ün partisi CHP bitirilmeden, güzel ülkemiz yitirilmeden Kemalist güçlerin çıkış yapmasının zamanı gelmiştir. 

 

Azim ve Karar, 25 Ocak 2021.

 https://azimvekarar.net/index.php/2021/01/24/muhafazakar/


***

24 Ocak 2021 Pazar

Blogger, Yeni ve Eski Temada “Bunlarda İlginizi Çekebilir Uygulaması”

Blogger, Yeni ve Eski Temada “Bunlarda İlginizi Çekebilir Uygulaması”


Adnan Güney


Benzer Yazılar, Bunlarda İlginizi Çekebilir, Related post, Uygulamasını Blogger Emporio ve Diğer Yeni Temalarda Kullanabilirsiniz.
 
İlgili Gönderi uygulaması her blogger için çok önemli bir pencere öğesidir. 
Çünkü sadece bir blogun hemen çıkma oranını geciktirmekle kalmaz, aynı zamanda blog trafiğini de artırır!

Emporio, Soho ve Diğer Yeni Blogger Temalarına İlgili Gönderiler uygulaması Nasıl Eklenir

Benzer Yazılar Uygulamasını eklemek için, Herkesin çok yakından tanıdığı 
AddThis Sosyal Paylaşım Platformundan yararlanacağız.

AddThis Sosyal Paylaşım Web Sitesinde Profil Oluşturma

1. AddThis, buradan Platforma gidip Profil kaydınızı olusturun.
2. Üye olduktan sonra, AddThis sitesindeki Sol üst köşeden “Profiller” Bloğunuza tıklayın. Ardından Araçlara tıklayın.
3. Açılan sayfada Yeni Araç Ekle tıkla.
4. Ardından açılan sayfada ilgili Mesajlara tikla
5. Ardından Çizgide seç ve Devam Et butonuna tikla.
6. Aşağıda gördüğünüz resim gibi, Oryantasyon Yatay, Başlık Bunlarda ilginizi Çekebilir : 

Üstte dört köşeli Posisyon ok‘a tıkla, Cepten gizlemek isterseniz Cep telefonu yazısına tıklayın. 

İstemiyorsanız tiki kaldırmak için Hiçbiri (Neither) tıklayın. 

Tema rengi: Sağ taraftaki görüntüdeki Beyaz, Gri, Siyah, Şeffaf, seçebilirsiniz.
7. Buradaki işimiz bitti Güncelleme Aracına Dokunun.

Not: Blogunuzun yedeğini kesin alın.
1. Açılan sayfada, Kodu Alın tikla. 
 2. Gelen sayfada, Artı + simgesine tıklayıp kodları kopyalayın.
3. yukarıdaki kodu web sitenizdeki HTML’nin kapanış </body> kısmının hemen üstüne yapıştırın.
4. Gövde kapaniş kod satırını bulmak için: Html kodlarını açın, Sağ dikey çubuğu en aşağıya çekin, kod satırını göreceksiniz.

Satır İçi Araçları Ekle:

1. Satır içi araçlar kodunu (İlgili Mesajlar) eklemek için, Html kodlarınızda iken boş bir yere tıklayın ve Ctrl + F arama kısa yolu ile şu satırı aratın:
 <b:include name=’super.postLabels’/>
 2. Aynı kod satırından birkaç tane çıkacaktır. Aşağıdaki resimdeki  gibi yere geldiğinizde doğru yerdesiniz.
3. Arayıp bulduğunuz kod satırının hemen üstüne AddThisdeki kodu + işaretine tıklayıp kopyalayıp ve yapıştırın.
4. Blogunuzu kaydedin.

Sonuç: 
 
Makalenizde mutlaka etiket bulunması gerekir olduğunu unutmayın.
 
AddThis İlgili Mesajlar Kodunu Blogumuza Ekleme:

Benzer Yazılar, Bunlarda İlginizi Çekebilir, Related post, Uygulamasını Blogger Emporio ve Diğer Yeni Temalarda Kullanabilirsiniz.


***

Dünya Sağlık Örgütü Onaylı İlk Covid-19 Tanı Kiti

Dünya Sağlık Örgütü Onaylı İlk Covid-19 Tanı Kiti





Türkiye’nin Dünya Sağlık Örgütü Onaylı İlk Covid-19 Tanı Kiti Geliştirildi

 Adnan Güney


Türkiye’nin Dünya Sağlık Örgütü Onaylı İlk Covid-19 Tanı Kiti Geliştirildi
 
Bioeksen Ar-Ge Teknolojileri’nin T.C. Sağlık Bakanlığı ortaklığıyla geliştirdiği Covid-19 tanı kiti Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) onayını alarak Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilmiş oldu.
Bioeksen Ar-Ge Teknolojileri ve T.C. Sağlık Bakanlığı işbirliği ile geliştirilen ve Bioeksen firması tarafından üretilen “Bio-Speedy® SARS-CoV-2 (2019-nCoV) qPCR Tespit Kiti, DSÖ onayını alarak, acil durum kullanım listesine girmeyi başardı. Alınan onay ile Birleşmiş Milletler (BM) ve üye ülkeler, Bioeksen’in tanı kitini ilave bir onay mekanizmasına gerek duymadan doğrudan kullanabilecek. DSÖ tanı kitini satın alıp, ekonomik açıdan zor durumda olan bölgelere de dağıtabilecek.


Türk tıbbi tanı teknolojisi, artık dünya liderleri arasında BM çatısı altında 1948 yılında kurulan ve 194 üye ülkesi olan DSÖ, Covid-19 salgınını 11 Mart’ta pandemi olarak ilan ederek COVID-19 salgınına karşı küresel mücadeleye öncülük etmeyi sürdürmekte. DSÖ onayını alan Bioeksen Ar-Ge ve T.C. Sağlık Bakanlığı ortaklığıyla geliştirilen Covid-19 tanı kiti Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olma özelliği de taşıyor. Onay ile ülkemiz tarihinde ilk defa bir yerli tıbbi tanı teknolojisi tüm dünyanın kullanımına sunulmuş oldu.
Dünyada “Acil Kullanım Listeleme” kapsamına girebilmiş 22 test var
Dünya Sağlık Örgütü onayını alan yerli tanı kitleriyle COVID-19’la global mücadeleye daha büyük bir katkı yapabilecek olmanın gururunu yaşadıklarını belirten Bioeksen Kurucusu Canan Ketre Kolukırık, “DSÖ Acil Kullanım Listeleme (EUL) prosedürü, bir halk sağlığı acil durumunda, BM ve üye ülke satın alma ajanslarına, kalite, güvenlik, etkinlik ve performans verilerine dayalı olarak, kabul edilebilir aşıların, ilaçların ve tanı cihazlarının bulunabilirliğini hızlandırmak amacıyla oluşturuldu. EUL prosedüründe sadece ürün kalitesi değil, üretici firmanın kalite yönetim sistemi de ayrıntılı bir değerlendirme sürecine tabi tutuluyor. 

COVID-19 tanısında küresel çapta bir diğer otorite kurum olan Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) onayını alan yaklaşık 200 test mevcut,firmamızın da FDA onaylı Covid-19 tanı kiti mevcut, ancak DSÖ onayını alıp EUL kapsamına giren sadece 22 test var. Bu testler, sektörlerinde dünya lideri firmalar tarafından üretilmekte. Bu listeye girmeyi başarmak hem bizler hem de ülkemiz için gurur verici, çünkü bu listede yer almak sadece bir ürünün en üst otorite tarafından onaylanmasından ziyade, Bioeksen’in dünya çapında birçok rakibini geride bıraktığının resmi bir göstergesi” dedi.

Amaç Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltmak  Kolukırık, sözlerini şu şekilde sürdürdü:



“2014 yılında KOSGEB Ar-Ge İnovasyon desteği alarak kurulan Bioeksen olarak, koronovirüs pandemisinin başlangıcından bu yana Türkiye’ye 20 milyondan fazla test temin ettik. Yurtdışına ise 5 milyon test satışımız oldu. Aylık 10 milyon test üretim kapasitemiz mevcut. Dünyanın farklı ülkelerine ihracat gerçekleştirirken kapasitemizin çoğunu Türkiye için kullanıyoruz. Halen hem T.C. Sağlık Bakanlığı, hem de özel hastanelere tanı kiti temin etmeye devam ediyoruz. 

Kurulduğumuz günden bu yana 32 farklı Ar-Ge projesini TÜBİTAK, Kalkınma Bakanlığı ve KOSGEB desteğiyle gerçekleştirdik. Bu projeler sonucunda 164 farklı moleküler biyoteknoloji ürünü ortaya çıkardık.
 
2019 yılında ürünlerimizin Türkiye çapında rutin satışına başladık. Ürünlerimiz ve teknolojimizi, takip ettiğimiz uluslararası literatür ve kullanıcı bildirimlerine dayanarak sürekli bir adım öteye taşımaya gayret gösteriyoruz. Bioeksen olarak amacımız, Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltmak ve çok yüksek fiyatlar ile ithal edilen ürünlerin uygun maliyetli olarak Türkiye’de üretilmesini sağlamak.”

***

Çin, Kuantum Şifrelemeli Görüşme Hizmetini Başlattı

 

Çin, Kuantum Şifrelemeli Görüşme Hizmetini Başlattı..,
Telefon Görüşmelerini Dinlemek Tarih Oluyor: 




Çin, Kuantum Şifrelemeli Görüşme Hizmetini Başlattı

China Telecom, üçüncü bir kişinin telefon görüşmelerini dinlemesinin mümkün olmadığı kuantum şifrelemeli telefon görüşmesi hizmetini başlattı. 
Henüz pilot aşamada olan hizmetin ilk olarak askeriye, hükümet kurumları gibi üst düzey güvenlik gerektiren alanlarda kullanılması planlanıyor.
Çin’in devlete bağlı üç telekomünikasyon şirketinden biri olan China Telecom, kablosuz iletişimde yeni bir dönüm noktası olabilecek bir hizmeti 
hayata geçirdi. Henüz pilot program kapsamında belli bir bölgede kullanıma sunulan hizmet kapsamında China Telecom kullanıcıları, kuantum 
şifrelemeli telefon görüşmeleri gerçekleştirebilecekler.
Çin’in Anhui eyaletini pilot bölge olarak seçen China Telecom, özel bir SIM kart ve mobil uygulama ile birlikte kuantum şifrelemeyle korunan 
telefon görüşmeleri gerçekleştirilmesini mümkün kılıyor. Söz konusu hizmetin, Çin’in 5G ve yapay zekanın yanı sıra kuantum bilişime verdiği önemi 
de ortaya koyduğu ifade ediliyor.

Kuantum şifreleme ne işe yarıyor ve neden önemli?



Kullanıcıların kuantum şifrelemeli telefon görüşmesi hizmetinden faydalanabilmesi için öncelikle bir China Telecom mağazasına gidip hizmeti 
destekleyen bir SIM kart almaları gerekiyor. Sonrasında ise SIM kartın takılı olduğu telefona “Kuantum Güvenli Arama” uygulamasının indirilmesi gerekiyor. 
China Telecom, şu an için servisin fiyatı hakkında bir bilgi paylaşmadı.
Algoritma tabanlı geleneksel şifreleme yöntemleri, yeterince güçlü bir bilgisayar ile yeterli zaman verildiğinde kırılabiliyor. Kuantum şifreleme ise verileri 
ele geçirmeye yönelik herhangi bir girişim olduğu takdirde mesajda fiziksel bir değişiklik gerçekleşeceğinden tespit edilip göndereni ve alıcıyı uyarabiliyor.
China Telecom’un kuantum şifrelemeli telefon görüşmesi hizmeti, telefon görüşmelerinin uçtan uca şifrelenmesini sağlıyor ve gönderen tarafından 
oluşturulan her veri, kuantum şifreleme ile korunduktan sonra alıcıya iletiliyor. Söz konusu kuantum şifreyi yalnızca alıcı çözebildiğinden görüşme tam 
anlamıyla korunmuş oluyor.

Kuantum şifrelemeli telefon görüşmesi hizmeti şu an için yalnızca mutlak güvenliğe ihtiyaç duyan alanlarda kullanılacak

Bir kriptografi uzmanı olan Shanghai Hashvalue Information Technology’nin kurucu ortağı Gao Chengshi, alıcı ve gönderenin kimliğini doğrulamak için kullanılan mevcut asimetrik kriptografinin mevcut pazar talebini karşılamak için yeteri kadar güvenli olduğunu belirtirken; süper hızlı kuantum bilgisayarların gelişmesiyle birlikte mevcut kriptografi teknolojilerini kırmanın kolaylaşacağını bu nedenle de kuantum şifrelemenin gelecek için önemli olduğunu belirtiyor.
China Telecom tarafından yapılan açıklamaya göre yeni hizmet ilk olarak hükümet, askeri ve finans kurumları gibi “mutlak güvenliğe” ihtiyaç duyan alanlardaki kullanıcılara sunulacak ancak ilerleyen dönemde hizmet, sivil kullanıma da açık hale gelecek. China Telecom’un direktörü Liu Guiqing, önümüzdeki 5 yıl içinde hizmeti 10 milyon kullanıcıya ulaştırmayı hedeflediklerini belirtti.

Çin, Kuantum Şifrelemeli Görüşme Hizmetini Başlattı

 https://www.scmp.com/tech/innovation/article/3116659/china-telecom-launches-quantum-encrypted-phone-calls-smartphones

***

DONALD TRUMP DERHAL AZLEDİLMELİ VE YARGILANMALIDIR.

 DONALD TRUMP DERHAL AZLEDİLMELİ VE YARGILANMALIDIR.


Dr. Tahir Tamer Kumkale
10 ocak 2021

Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için onun ihtiyacını görebilme ve onun kudretini takdir edebilmede ehliyet sahibi olmak birinci şarttır.- 
Gazi Mustafa Kemal Atatürk-1927


Dünya demokrasisi önemli bir sınavın eşiğindedir. Gücünü kontrol edemeyen ABD Başkanı Donald Trump hırslarının esiri olmuş ve dünyada demokrasinin beşiği olarak bilinen ABD’nin tarihine kara bir leke sürmüştür.

 Donald Trump

Demokrasilerde seçilerek iktidar olanların yine seçilerek kazananlara yerlerini terk etmeleri kaçınılmaz bir gerçektir. Şimdi ABD’nin önünde tarihi bir görev vardır. Bu görev dünya insanlığına örnek olacak şekilde seçmenin gücünü kendi diktatoryası nı kurmak için kullanan liderlere örnek olacak şekilde Trump’ın cezalandırılmasıdır.

Eğer bu yapılmaz ve son günlerde meydana gelen kanlı olaylar görmezden gelinirse dünya tarihinde karanlık bir dönem başlamış olacaktır. Yani dünyadaki dikta heveslisi devlet yöneticilerine demokrasinin beşiği kabul edilen ülkeden yeşil ışık yakılmış olacaktır. Ve böylece seçimle gelen ve seçimle gitmemek için kendilerini diktatör ilan eden liderlerin önü açılacaktır.
Bekleyip göreceğiz. 

Ama ben ABD’de demokrasinin tüm kurumlarıyla galip geleceğine inanıyorum.

23 Ocak 2021 Cumartesi

Suriye Satrancında Rusya Hamlesi.,

Suriye Satrancında Rusya Hamlesi.,  


John Kerry,Sergey Lavrov,kimyasal silah,Mig-31 askeri uçakları,S-300 füzeleri,Arap Baharı,Beşşar Esad, Hafız Esad, Vladimir Putin, Gorbaçov, Dimitri Medvedev,




Suriye Satrancında Rusya Hamlesi 
Dr. Nazim Cafersoy*

*Dr. Nazim Cafersoy
KAFKASYA ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ (QAFSAM) ANALİSTİ 

    Suriye krizi beklenenden uzun sürdü. 100 bini aşkın kişinin ölmesine, yüz binlerce kişinin yaralanmasına, milyonu aşkın kişinin mülteci durumuna düşmesine neden olan iç savaşın ne zaman sona ereceği belli değil. İç askeri denge tam olarak bozulmazken uluslararası güçlerin hamleleri de süreci sona erdirmekten ziyade uzatıcı ve genel anlamda Suriye’yi güçsüzleştirici nitelikte.

    Özellikle Batı kendisinden beklenen hamleleri bir türlü yapmazken Rusya’nın bazen beklenen, bazen de beklenmeyen hamleleri sürecin ve doğal olarak Esad yönetiminin ömrünün uzamasına neden oluyor.
Irak ve Libya’da Batı karşıtı yönetimlerin kurban edilişine bir ölçüde müsamaha gösteren Rusya, Orta Doğu’da daha kritik gördüğü iki müttefikini, İran ve Suriye’yi şimdilik başarıyla koruyor. Bunun son örneği geçtiğimiz günlerde yaşandı.
Konu Suriye olunca, Rusya’nın Tunus, Mısır ve hatta doğal gaz zengini ve Moskova’nın mühim ekonomik partnerlerinden olan Libya’daki olaylardan daha faal ve göreceli olarak daha sert bir tutum içine girdiği görülmektedir. Hatta doğrudan NATO askeri müdahalesinin yapıldığı ve bu konuda bir BM kararının alındığı Libya konusunda bile zımni bir rıza gösteren Rusya, Nisan 2011’den itibaren sürekli olarak Suriye konusunun Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi gündemine gelmesine veto tehdidi ile engel oldu, konu BM Güvenlik Konseyi gündemine geldiği zaman da kararın çıkmasına müsaade etmedi. 
Bazı durumlarda sivil ölümlerin artması üzerine BM gündemine gelen Suriye kararlarının daha yumuşayarak çıkmasını sağladı.

< Özellikle Batı kendisinden beklenen hamleleri bir türlü yapmazken Rusya’nın bazen beklenen, bazen de beklenmeyen hamleleri sürecin ve doğal olarak Esad yönetiminin ömrünün uzamasına neden oluyor.>

   “Arap Bahar”ı olarak nitelendirilen süreç Rusya için çeşitli anlamlar ifade etmekteydi. Süreç bir yandan dünyadaki enerji fiyatlarını yükselterek Rusya bütçesine ciddi paralar getirmesi bakımından “maddi kaynak” anlamını taşısa da, genel anlamda, Moskova yönetiminin “Arap Baharı” sürecinden rahatsız olduğu bilinmektedir.
Bu rahatsızlığın sebepleri arasında sürecin daha çok Batı tarafından yönetildiği ya da yönlendirildiği ve bunun da uzun vadede Rusya’nın Ortadoğu’daki stratejik çıkarlarına zarar vereceği inancı önemli yer tutuyor. 

<  Rusya’nın “Arap Baharı” sürecine ilişkin bütün açıklama ve eylemlerinde Batı müdahaleciliğinden rahatsızlığın izlerini çok açık görmek mümkün. >

Öte yandan, Suriye tarihsel açıdan Rusya’nın kendi selefi hesap ettiği SSCB’nin Orta Doğu politikasında Irak’la birlikte özel öneme sahip olmuştur.
Özellikle Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad zamanında zirveye çıkan SSCB-Suriye ilişkileri Gorbaçov’un politikaları ile ciddi bir sekteye uğrasa da Vladimir Putin’in 2000’li yıllardaki başkanlığı döneminde yeni bir ivme kazanmıştır.
Ocak 2005 yılında Beşşar Esad’ın Moskova ziyareti ve Mayıs 2010’de Dimitri Medvedev’in Şam ziyareti bu ilişkiler sürecini yeni bir noktaya taşımıştır. 
    Moskova için Suriye ile ilişkilerin güçlendirilmesi Ortadoğu denkleminde yerini almak bakımından önemli bir fırsat sunuyor. Suriye’nin Arap-İsrail problemindeki konumu ise Moskova’nın bu hesabının hiç de yanlış olmadığının göstergesi sayılabilir.
Suriye’nin Akdeniz’e sınırının olması bir başka neden sayılabilir. Akdeniz’in hem tarihsel konumu, hem de son dönemlerdeki artan stratejik önemi  Moskova’nın tarihsel denizlere açılma stratejisi ile birlikte düşünüldüğünde bu konu daha iyi anlaşılmaktadır. Daha 1971 yılında SSCB’nin Hafız Esad’la yapılan bir anlaşma gereği Tartus’da Akdeniz’e çıkan Sovyet Donanması için bir deniz üssü oluşturması bu durumun en önemli kanıtı. 
   Ortadoğu’ya ve Suriye’ye en ilgisiz göründüğü 1990’ların başında bile Tartus daki deniz üssüden vazgeçmeyen Rusya 2009 yılında buranın yenilenmesi ve daha büyük gemiler için genişletilmesi çalışmalarına başlamıştır.
Amerikan ve NATO gemilerinin, İran’ın, Türkiye’nin, İsrail’in, hatta Güney Kıbrıs’ın boy gösterdiği, hemen kıyısında Libya, Suriye gibi ülkelerde başverenler ve baş verecekler Akdeniz’deki Tartus limanının önemini iyice açığa çıkarmış durumda.
Bölgede gerginlik tırmandıkça Akdenizdeki Rus savaş gemilerinin sayısı sürekli artış göstermiştir. Son günlerde boğazlardan geçen gemilerle birlikte Akdenizdeki Rus gemilerinin 15’e ulaştığı ifade edilmektedir.
    Bir anlamda Rusya’nın Suriya krizinden yararlanarak açık denizlerde, özellikle de Akdenizde askeri kapasitesini artırdığı da ileri sürülebilir.
Suriye’nin Rusya için öneminin bir başka sebebini bu ülkeye satılan Rus silahları oluşturmaktadır. SSCB döneminde mühim silah müşterilerinden olan Suriye ile silah ticareti Esad’ın Moskova ziyareti ile yeni boyutlar kazanmıştır. Zaten Suriye’nin Rus silah ihracatının içinde öncü yerlerden birini tutması ve Suriye ordusunun silahlarının yüzde 90’ının Rus yapımı olması da dikkatlerden kaçmıyor. Moskova’nın Suriye’ye sattığı S-300 füzeleri ile Mig-31 askeri uçakları ise İsrail ve ABD’de ciddi rahatsızlık yaratmaktadır. Tüm tepkilere rağmen Rusya’nın iç savaşın en amansız dönemlerinde bile Suriye’ye silah vermeyi durdurmadığı bilinmektedir.
   Suriye’yi Rusya için önemli kılan bir başka neden iki ülkenin ticari-ekonomik ilişkileridir. İki ülke arasında iç savaşın hemen öncesinde (2010 yılındaki) ticaret hacmi 1,1 milyar dolar civarındaydı. Ayrıca Suriye’de Rus yatırımlarının daha 2009 yılı sonu itibariyle 20 milyar dolara ulaştığı biliniyor.
   Tüm bu nedenlerden dolayı Rusya Suriye krizinde bazen bölgedeki geleceğini riske atıyor görüntüsüyle karşılaşmasına rağmen kararlılığını sürdürdü. 



< Rusya Suriye krizi nedeniyle, son yıllarda büyük önem verdiği Türkiye ile olan ilişkilerini riske attı. > 

    Batı ile Ağustos 2008 olayları sonrasında gerginleşen ilişkilerini yeniden rayına oturtma stratejisinin zarar görmesini de çok önemsemedi. En son Suriye’de geniş bir biçimde kimyasal silah kullanıldıktan sonra Suriye’ye askeri müdahale seçeneği en ciddi biçimde dillendirilmekteyken Rusya bir hamle daha yaptı. Bir yandan Suriye’de kimyasal silahların muhalifler tarafından kullanıldığını iddia etti, diğer yandan bu ülkenin kimyasal silahlardan arındırılmasına ilişkin öneride bulundu. Suriye’ye müdahale konusunda kararlı görünen güçleri uyarmaktan da geri durmadı.
   En kritik süreç ise ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov arasında 3 gün süren Cenevre görüşmeleri oldu. Bu görüşmeler sonucunda taraflar Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması konusunda uzlaşmaya vardılar.
Buna göre Esad yönetimi bir hafta içinde mevcut kimyasal silah envanterini tüm detayları ile açıklayacak. İlgili kurumların uzmanlarının incelemeleri Kasım ayına kadar tamamlanacak. Üçüncü aşama olan silah ve ilgili sistem ve araçların tamamının imha ve tasfiyesi süreci ise 2014 yılı ortalarına kadar tamamlanacak.
    Türkiye bu anlaşmanın Esad rejiminin ömrünü uzatmaya hizmet ettiğini, iç savaşı bitirmeyeceğini ve ayrıca çok net olmadığını ileri sürerek eleştirilerde bulundu.
Gerçekten de Esad yönetiminin işbirliğine muhtaç olduğu için kabul ettiği anlaşmaya en azından süre bakımından uymaması durumunda ne olacağı belli değil. Rusya’nın yine Esad’ı korumayacağı da garanti edilemez.
Süreç uzadıkça ve muhaliflere yardım gerektiği düzeyde yapılmaz ise Esad yönetiminin güçlenme ihtimali de zayıf değil.
Ayrıca Türkiye’nin dillendirdiği “kimyasal silah kullanılmadığı sürece sivil halkı katletmek serbest midir” sorusu da cevabını bulamıyor. Böylece Rusya Suriye satrancındaki hamlesi ile gerekli hamleleri yapamayan Batı karşısında sanki avantajlı duruma geliyor. 

Ama en kötüsü, bir ülkede insanlık dramı yaşanmaya devam ediyor.

***

Sırbistan’ın Arap Yatırımcıları

Sırbistan’ın Arap Yatırımcıları 





Gözde Kılıç Yaşın 

21. YÜZYIL TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ BALKAN VE KIBRIS ARAŞTIRMALARI MERKEZİ BAŞKANI 

Sırbistan’ın dış ticaretteki en önemli ortağı yakın zamana dek Rusya olmuştur. 
Rusya’yı Almanya, İtalya ve Çin izlemektedir. Ancak “yabancı yatırım” denildiğinde tablo biraz değişmektedir. 
Resmi verilere göre Sırbistan’da 30 yatırımla en fazla Almanların boy gösterdiği,1 
23 yatırımla Avusturyalıların Almanları takip ettiği kaydedilmektedir. Son 10 yılda Sırbistan’daki en büyük yatırım ise mobil telefon şirketi Telenor (Norveç), petrol şirketi Gazprom (Rusya) ve otomobil şirketi Fiat (İtalya) tarafından yapılmıştır. Ancak son dönemde Arap, Rus ve Çin yatırımlarının hız kazandığı da bir gerçektir. Burada Arap yatırımının Sırbistan’a yönelme sebepleri irdelenecektir. 

Sırbistan’ın büyüyen ulusal borcu ve gayri safi yurtiçi hasılanın artırılması çabaları, yabancı yatırımcının çeşitlendirilmesini ve sıcak paranın artırılmasını gerektirmiştir. 

Bu çerçevede en az 10 milyon Euro yatırım ve 200 kişinin istihdamını sağlayan her yatırımcıya 10 yıllık gelir vergisi muafiyeti, çifte vergilendirmenin önlenmesi, yap-işlet-devret modelindeki yatırımlar için 5 seneye kadar vergi muafiyeti gibi vergi avantajları sağlanmasına dönük yasal düzenlemeler yapılmıştır. 

Sırbistan’ın aktif bir şekilde izlediği yatırımcı çekme politikası 2013 henüz tamamlanmadan olumlu sonuçlar doğurmayı başarmış ve 1 milyar 400 milyon Euro’yu ülkeye getirmiştir. 44 bin kişinin istihdamını garantileyen 200 aktif projenin varlığından bahsedilmektedir. 

2013 yılında hızlı bir kalkınma hedeflendiği ve BAE, Katar, Kuveyt ve Suudi Arabistan’dan yatırım beklendiği Sırbistan yetkililerince açıklanmıştır. Gerçekten de Arap ülkelerinin Balkan yatırımları incelendiğinde de en önemli ortağın Sırbistan olduğu görülmektedir. 

1 Almanya’nınSırbistan’dadoğrudanyatırımları 1,5milyar Euro düzeyindedir. 
2 Arabische Unternehmen auf Einkaufstour in Serbien, Economic Journal, 30 Temmuz2013 
3 Economic Chronicle – Arab investments reviving economy, Voice of Serbia, 1 Eylül 2013
4 Arabische Länder bereit, in Serbien zu investieren, Voice of Serbia, 9 Ocak 2013

Birleşik Arap Emirlikleri’nin Sırbistan Yatırımları 

Birleşik Arap Emirlikleri’nden yapılan sermaye girişi Sırbistan’da giderek önem kazanmaktadır. BAE’nin Sırbistan’daki yatırım alanları arasında tarım sektörünün ön plana çıktığı, savunma ve ileri teknoloji alanında da ortaklıklar kurulduğu görülmektedir. 

Önce Ekim 2012’de Abu Dabi’de sonra Ocak 2013’de Belgrad’da bir araya gelen BAE Veliaht Prensi Şeyh Abdullah bin Zayed el Nahyan ile Sırbistan Başbakan Yardımcısı Aleksandar Vuciç, BAE’nin 20 yıllık geri ödeme planıyla yüzde 1.5 faiz uygulanmak üzere 300 milyon Euro kredi vermesi, savunma alanında işbirliği ve iki ülkenin ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi üzerine görüşmüştü. 19 Şubat 2013’de Abu Dabi’de tekrar bir araya gelen ikili, stratejik yatırım anlaşması imzalayarak bazı yatırımları süreğen kılmış, görüşülen konuları da neticeye erdirmiştir. 

Öncelikle gıda üretim tesislerine yatırım yapmak istediğini açıklayan BAE’nin, Sırbistan’a tarım alanında 200 milyon Euro yatırım yapacağı bu anlaşma 
ile kesinleştirilmiştir. 

Bu çerçevede Abu Dabi’nin önemli bir tarım şirketi olan ve Prens Nahyan’a ait Al Dahra’nın Sırbistan’daki yatırımlarının 300 milyon Euro’ya ulaştığı ifade edilmektedir.2 

BAE Kalkınma Fonu’ndan da aynı miktarda tarım kredisinin Sırbistan için çıkarılması gündemdedir. Al Dahra’nın, 300 milyon Euro’luk yatırımının 
75 milyon Euro’sunu iflas etmiş 8 tarım kooperatifini satın almak için kullanacağı, kalanını ise 14 bin dönüm alanı sulama imkanı sağlayan sulama sistemi yapımı ve beş otlak alanı oluşturmak için ayırdığı açıklanmıştır.3 

< Sırbistan’ın büyüyen ulusal borcu ve gayri safi yurt içi hasılanın artt ırılması çabaları, yabancı yatırımcının çeşitlendirilmesini ve sıcak paranın artt ırılmasını gerektirmiştir. >

Daha önce 16 bin hektarlık tarım arazisinin BAE tarafından kiralanması 4 gündeme gelmişse de anlaşmada bahsi geçen alan, 9 bin hektar olarak belirlenmiştir.
Sırp hükümetine ait bu arazilerde, Sırbistan küçük bir hisseyle ortak kalacaktır. Al Dahra, tarım ürünlerinin ihracatını sağlamak amacıyla oluşturulan “Yugoslav Nehir Filosu” projesi için de ek 30 milyon Euro ayırmıştır. Şirket aynı amaçla Pancevo’da
43 hektarlık bir alan üzerinde, 4.1 milyon Euro değerinde bir nehir limanı inşası planlamaktadır.
   BAE’nin özellikle tarım ve hayvancılık sektörlerinde yatırım yapmak istemesinde ki amaç “Sırbistan’ın gıda üretiminde potansiyelini sınırlı kullanması” ile izah edilmektedir. Tarım alanındaki ek yatırımla gıda üretiminin ve ihracatının on kata
dek arttırılabileceği de bu çerçevede ifade edilmektedir. BAE’nin tarım ürünlerine ve hayvansal gıdaya duyduğu ihtiyaç da anlaşmaların imzalanması aşamasında basına yansıyan bilgiler arasında yer almaktadır.
   Balkan coğrafyasının temiz ve güvenli tarıma elverişli olduğu ve Sırbistan’ın bu alanda yeterli devlet desteğini üreticiye sağlayamadığı doğrudur. Aynı şekilde Sırbistan’daki –güvenilir olması bakımından özellikle Sancak’taki- et ve süt ürünlerinin herhangi bir başka coğrafyanın ürünlerine göre tercih edilebilir kalite ve güzellikte olduğuna da şüphe bulunmamaktadır. Ne var ki, bu gerçek tüm Balkan coğrafyası, bilhassa da Kosova, Bosna-Hersek, Makedonya gibi Eski Yugoslavya’nın doğu kısmı için geçerlidir.
 
  Ne var ki BAE’nin yatırımları açık şekilde Sırbistan’da yoğunlaşmıştır. Bunun iki önemli sebebinden biri, Sırbistan’ın bürokratik kolaylık, vergi avantajı ve bir takım teşvikler sağlamasıdır. Diğer önemli sebep ise 1 Eylül’den itibaren İstikrar ve Ortaklık Anlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile Sırbistan’ın AB ile hem siyasi hem ekonomik işbirliğinin derinleşeceği bir dönemin başlamasıdır. 2009’dan bu yana Sırbistan- AB arasında Geçici Ticaret Anlaşması uygulanmakta ve gümrük vergileri kademeli olarak kaldırılmaktaydı.

1 Ocak 2014’den itibaren de sanayi ürünleri üzerindeki gümrük vergilerinin kaldırılması başlatılacaktır. Dolayısıyla Sırbistan önemli bir pazar haline getirilmiştir. Sırbistan açısından ise bu alandaki en büyük kazanç, birkaç yıl içerisinde devlet çiftliklerindeki başta olmak üzere büyük sulama sistemlerinin inşası ve tarımsal üretim kalitesinin ve ihracat miktarını arttıracak yoğun üretime geçecek olmasıdır.
< BAE ’nin özellikle tarım ve hayvancılık sektörlerinde yatırım yapmak istemesindeki amaç “Sırbistan’ın gıda üretiminde potansiyelini sınırlı kullanması” ile izah edilmektedir. >

BAE, yatırımda önceliği tarım ve hayvancılık sektörüne vermektedir. Ancak Sırp tarafının esas mikroçip fabrikası için heyecanlandığı görülmektedir.
Nitekim mikroçip fabrikası, “1980’lerden sonraki en büyük yatırım” olacaktır. Sırbistan yetkililerine göre gerekli finansmanın sağlanması durumunda, Sırbistan, ABD’nin Silikon Vadisi’ne benzer bir yüksek teknoloji merkezi haline gelecektir. Mikroçip fabrikası kurulması projesinin ilk aşamasını araştırma merkezi kurulması oluşturmaktadır. Sadece bunun için bile 400 milyon Euro’luk yeni bir yatırımın gerektiği ifade edilmektedir.

   BAE’den gelen Mubadala şirketi temsilcileri ile Ağustos başında yapılan görüşmelerde Mubadala İleri Teknoloji Araştırma Geliştirme Merkezi’nin resmen açılacağı teyit edilmiş, iş son imzalara kalmıştı. BAE firması Mubadala da benzerleri Dresden (Almanya) ve NewYork’da bulunan 3 milyar Euro değerinde yarı iletken mikroçip üretecek bir fabrika kurmaya sıcak bakmaktadır.

    Böylesi bir yatırımın gerçekleşmesi durumunda, 4.500 yeni işyerinin açılacağına inanılmaktadır. Eylül 2013 sonuna varmadan mikroçip fabrikası için de BAE ile bir anlaşmanın imzalanacağı kesinleşmiştir.
İleri teknolojinin Avrupa’daki merkezi olmak isteyen Sırbistan, bu hedefteki ilk adımı garantilemiş, beyin göçü için yeni cazibe merkezi haline gelmeye yakınlaşmıştır.
    Öte yandan BAE Etihad Airways, Sırbistan ulusal havayolu şirketi JAT ile Ağustos’ta, Air Serbia ismi verilen ve yüzde 49 hissesi Etihad’a bırakılan ortak bir havayolu şirketi kurmuştur. Etihad, ortak şirket için toplamda 100 Milyon Euro’luk
yatırım yapacaktır. Eylül 2013’de imzalanması beklenen bir anlaşmayla BAE, ayrıca uçak parçaları üretimi yapacak bir fabrika da kuracaktır.

    Yıllık cirosu 300 milyon Euro olması beklenen fabrika 400 ila 500 kadar işçiyi istihdam edecektir.

Veliaht prensin aralarında NORA ve ATLAS roket sistemleri de olan askeri teknolojilerin geliştirilmesi için 150 milyon Euro yatırım planı da, savunma sektöründeki en önemli yatırım olmaya aday görünmektedir. Krusik, Teloptik ve Utva gibi Sırp askeri fabrikalarına da BAE yatırımı söz konusudur. Öte yandan

    BAE’nin Sırbistan’dan silah ihracatına hazırlandığı da iddia edilmektedir. Ayrıca roketatar kurulumu konusunda yatırım için yeni tur görüşmelerin yapılacağı duyurulmuştur.
    Kopaonik Dağı üzerindeki Jugobanka Oteli’nin satışı ise Şubat’ta imzalanan anlaşmadan hemen sonra doğrudan Muhammed Bin Zayed adına gerçekleştirilmiş, böylece turizm sektöründe de BAE’nin yatırımlarına Sırbistan açık hale getirilmiş tir. Otel demişken, modern tarzda yeni bir otelin yapımı da anlaşmada yer alan hususlardan. Üstelik bu otel, NATO’nun 1999’da bombaladığı eski bir askeri merkezin yerine yapılacaktır.

Bu otelle de Mubadala Emlak ve Altyapı şirketi ilgilenmektedir. Ayrıca Sırbistan Merkez Bankası’nın Royal Grup ile yaptığı görüşmelerin Sırbistan’da Royal’ın bir şube açması ile sonuçlanması gündemdedir.

Gerçekleşirse BAE’nin Avrupa’nın bu yakasındaki ilk bankası Sırbistan’da olacak demektir. Bankacılık sektöründeki böylesi bir işbirliği, yatırımlar için yeni bir finans desteği yaratacaktır. En son 7 Ağustos 2013’de Sırbistan Başbakanı Ivica Daciç ve
BAE Dışişleri Bakanı Danışmanı Muhammed Al Suvaidia’nın hazır bulunduğu bir toplantıda, BAE Küresel Sermaye Yönetimi (GCAM) CEO’su Arun Ramswaroopji Panchariya ile Sırbistan Şehircilik ve İmar Bakanı Velimir Ilic, Sırbistan için sanayi
ve altyapı projeleri geliştirecek ortak bir şirket kurulmasını içeren bir işbirliği memorandumu imzalamıştır. Anlaşmaya göre projeler, GCAM’ın ilk etapta 10-15 milyon Euro’luk katkı sağlayacağı bir ortak fondan finanse edilecektir..  

Bu anlaşma ve Eylül 2013 sonuna dek imzalanması beklenen üç yeni yatırım anlaşması da Prens Nahyan’la imzalanan stratejik anlaşmanın somut içerikteki
yeni anlaşmalara dönüşmekte olduğunun birer göstergesidir.

Sırbistan Neden Bu Kadar Davetkar?

Sırbistan’ın yatırım çekmek için ek önlemler aldığı dönem, aynı zamanda küresel krizin Avrupa’yı sarstığı döneme denk gelmiştir.

Almanya hala etkindir, Avusturya ve kendi krizine rağmen İtalya da varlık göstermektedir ancak Sırbistan’ın derin ekonomik sorunlarına çare olabilecek boyutta değildir Avrupa’dan gelen yatırımlar. Rusya ise yeni dönemde dış politikasını duygusallıktan uzak tacir zihniyetine yakın bir tavırla belirlemektedir. Gümrük kaldırılmıştır, borçlandırma söz konusudur, Güney Akımı gibi önemli bir projeye Sırbistan dahil edilmiştir, silah satılmaktadır ama bunların hiç birisi işsizlik sorununu da çözecek, büyük yatırımlar anlamına gelmemektedir. Kaldı ki yeni yatırımcıya açılan saha, mevcut yatırımcıdan vazgeçmeyi de gerektirmemektedir.
    Kesin olan ise küresel kriz düşünülecek olursa Çin ve Körfez Ülkeleri’nden gelecek yatırımlar ekonomiyi canlandıracak çok önemli faktör  olarak görülmüştür. Yabancı yatırımın gelmesi için Sırbistan da gerçekten olağanüstü bir çaba göster miş, her fırsatı değerlendirmiş, proje üretmiştir.

Açıkçası yeni işbirlikleri, hem Sırbistan ekonomisi için önemli bir büyüme sağlaması ve istihdam sorununu büyük ölçüde çözmesi yönüyle hem IMF, Dünya Bankası ve AB’nin, istikrar politikaları ve bütçe disiplini konularındaki dayatmalarına karşılık gösterilebilecek başarılı bir proje sağlaması nedeniyle Sırbistan’ın ihtiyaçlarını karşılamaktadır.

Öte yandan ekonomideki iyileşme, dış politikadaki sorunlu konuları çözmek konusunda da Sırbistan’ı rahatlatacaktır.

Bir kere işsizlik ve yoksulluk nedeniyle radikalleşen halkını, yaşanan dönüşüm sürecinden, istihdam ve refahın artışıyla daha sağlıklı bir şekilde geçirebileceği kesindir.
Diğer taraftan da ekonomik istikrarını sağlamış ve ekonomik ortaklıklar yoluyla siyasi destekçilerini arttırmış bir Sırbistan’ın bazı dış baskıları dengelemesi daha kolay olacaktır.
Bilhassa Balkanların istikrarını, Sırbistan’ın istikrarına bağlı gören çevrelerde, -istikrar istendiği müddetçe- bu siyasetin karşılığının olacağı kesindir. Eski Yugoslavya’nın eski parçası olan ancak henüz AB’nin parçası olamamış komşularıyla siyaseti bakımından da ekonomik olarak güçlenmiş bir Sırbistan sadece ortak işsizlik sorununda cazibe merkezi olmayacak aynı zamanda siyaseti
belirleyen konuma da ulaşabilecektir.

Kaldı ki bölgeselleşme faktörünün konuşulduğu ve Arnavutluk-Kosova-Makedonya hattından zaman zaman hararetle bahsedildiği düşünülecek olursa hem denge-fren hem de alternatif hat oluşturma gücünü elinde tutmak Sırbistan’ı gerçekten de her anlamıyla Balkanların kilit ülkesi haline getirebilecektir. 

Bunlara ekonomisini istikrara kavuşturmuş bir Sırbistan’ın AB üyeliğine daha da yakınlaşacağı eklenmeli ve Fransa’dan gelen “AB’nin 29. üyesi olarak Sırbistan’ı görmek istiyoruz” açıklaması hatırlanmalıdır.

Neden Sırbistan?

Yatırım ve ticaret kararlarında nüfuzunu güçlendirebilmek gibi kriterleri, enerji kaynaklarını güvenli bir rotadan taşımak gibi kriterlerle birlikte değerlendiren Rusya gibi bir ülkenin tarih, kültür, din, anlayış yönünden ortağı olarak gördüğü Sırbistan’da gerçekleştirdiği yatırımlar gayet anlaşılır tercihlerdir. Balkanların tamamında yatırımları ile ekonomik etkinliğini ve nüfuzunu arttıran Almanya gibi bir ülkenin Sırbistan’ı diğer Balkan ülkelerinden ayırmayan –nitekim neredeyse her Balkan ülkesinde aynı Alman menşeli firmalarla karşılaşılır- tercihi de anlaşılır bir yatırımcı tavrıdır. Hatta - belirtmeden geçemeyeceğim - Arap sermayesinin Sırbistan’daki hareketini en yakından izleyen de Alman basını olmuştur. Körfez Ülkeleri ise davete icabet eden taraf konumundadır. Sırbistan Devlet Başkanı Tomislav Nikolic’in Nisan 2013’e 9 günlük Sırbistan-Arap- Afrikalı Dostluk Günleri’nin 5 açılışını yaparken Arap ve Afrikalı ülkeleri “ortak tarihlerinin parçası olan Bağlantısızlar Hareketi”ne atıfla selamlaması da bir psikolojik bağ kurulması ile ilgilidir.

< Yeni işbirlikleri, hem Sırbistan ekonomisi için önemli bir büyüme sağlaması ve istihdam sorununu büyük ölçüde çözmesi yönüyle hem 
I M F, Dünya Bankası ve AB ’nin, istikrar politikaları ve bütçe disiplini konularındaki dayatmalarına karşılık gösterilebilecek başarılı bir proje sağlaması nedeniyle Sırbistan’ın ihtiyaçlarını karşılamaktadır. >

BAE’ni Sırbistan’a getiren ise Bağlantısızlar Hareketi’nin sıcak hatıralarından ziyade sağlanan ticaret ve yatırımda sağlanan yasal ve bürokratik kolaylıklardır. 

Örneğin Bosna-Hersek’te herhangi bir yatırımı zorlaştıran binlerce neden varken Sırbistanın kolaylaştırıcılığı karşılık bulmaktadır. Öte yandan hem Avrupa’ya hem Rusya’ya gümrüksüz ticaret yapabilen tek ülkedir ve ayrıca coğrafi olarak iki kanala da kolay sevkıyat gerçekleştirebilecek bir konumdadır. Kaldı ki her bir yatırımcı, Sırbistan’ın iki önemli Avrupa koridoru ile - Koridor 7 (Tuna Nehri) ve Koridor10 (Uluslararası otoban ve demiryolu) - AB, Güneydoğu Avrupa ve
Yakın Doğu pazarlarına yakınlığının sağladığı lojistik üstünlüğün ve nakliye kolaylığının farkındadır. Buna Arap yatırımcılar da dahildir.

    Şüphesiz ki aslında “Neden Müslümanlar değil de insanları Müslüman oldukları gerekçesiyle katletmiş bir ülke, Körfez sermayesiyle kalkındırılmakta ve bölgenin cazibe merkezi haline getirilmektedir?” sorusu, bu makalenin ana sorunsalı dır.

   Yanıtı ne yazık ki sağlanan ticari ve hali hazırda mevcut olan lojistik kolaylıklar yani “sermayenin zenginleşebileceği yere gittiği kuralı” olacaktır. Bu durumda “Paranın sınırları, dini ve milliyeti olmaz” sözü bir kez daha gerçekliğini ispatlamaktadır. Halbuki Sırbistan’a sınır bir ülkenin hiç değilse coğrafyanın sağladığı aynı kolaylıkları barındırdığı kesindir. Sırbistan’ın iyi diplomasi
yürüttüğü, cazip projeler hazırladığı, Boşnakların bu konuda yetersiz kaldığı ve ülkelerindeki siyasi kriz ve sorunların yatırımı güçleştirdiği gerçek olsa dahi Bosna’da 150 cami inşa/tamir eden bir ülkenin (Suudi Arabistan) yatırım konusunda bürokratik engelleri aşamadığını iddia etmek gerçekçi olmayacaktır. Farklı bir coğrafyadan başka bir Müslüman ülkenin, Bosna-Hersek sınırlarında ama Sırbistan’a bağlanmak isteyen Sırp bölgesinde yaptığı yatırımlar da düşünülecek olursa sorun çetrefilleşmektedir.

Sırbistan’la yatırım anlaşmalarının yapıldığı günlerde, BAE Kızılayı da Bosna’da 10 bin kadar öksüz ve yetim çocuğa 250 bin Euro değerinde kıyafet ve ayakkabı yardımı yapmıştı. Bosna-Hersek’te, çalışabilir durumdaki fabrika ve işletmelerin yüzde 80’i kapalı iken İslam dünyasının buraya neden 18 yıldır hala sadece sadaka, zekat, fitre, kardeşçe sevgi ve destek sunduğunu açıklayabilmek
için “sermaye kuralları” terimi çok mekanik kalmaktadır. Bosna-Hersek gerçekten de gözden çıkarılmış mıdır?

DİPNOT:

5 Katılan ülkeler Angora, Cezayir, Fas, Filistin, Gine, Irak, Kongo, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Nijerya, Suriye ve Tunus’tur.

***

22 Ocak 2021 Cuma

2021 YILINDA TÜRKİYE NİN İÇ VE DIŞ SİYASİ GÜNDEMİ NELER OLACAK?

2021 YILINDA TÜRKİYE NİN İÇ VE DIŞ SİYASİ GÜNDEMİ NELER OLACAK?





Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ

Giriş

Covid-19 pandemisi, derinleşen ekonomik kriz, Türkiye’nin büyük devletlerle (ABD ve Avrupa ülkeleri) yaşadığı diplomatik sorunlar, devam eden Suriyeli mülteci krizi ve siyasetteki kısır tartışmalarla geçen zorlu 2020 yılının ardından, bugünden itibaren yeni bir yıla başlıyoruz. 2021’in Türkiye’ye ve dünyaya huzur, barış, sağlık, bol kazanç ve mutluluk getirmesi dilekleriyle, bu yazıda ülkemizin 2021 yılı iç ve dış siyasi gündeminde hangi konuların öne çıkacağına dair öngörülerimi ileteceğim.

1. Koronavirüsle mücadele: Aşı zamanı!

2021 yılı, kuşkusuz, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de pandemi ile mücadelede “aşı yılı” olacaktır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sinovac şirketinin geliştirdiği ve geçtiğimiz gün ülkemize 3 milyon doz düzeyinde ithal edilen ilk kısım aşının ardından, Türkiye, 83 milyonluk nüfusunu Covid-19 (koronavirüs) salgınına karşı bağışık hale getirebilmek için, yaklaşık 200 milyon doz düzeyinde aşı ithal etmek zorundadır (doktoralara göre, hastalığa karşı bağışıklık kazanabilmek için herkes en az 2 defa aşı olmak zorundadır). Dolayısıyla, Çin’den gelen ilk ve daha çok deneme amaçlı “Sinovac aşısı”nın ardından, Türkiye’deki hükümetin ve kurumsal devlet yapısı içerisinde bu konuda yetkili olan T.C. Sağlık Bakanlığı’nın, aşının geri kalan kısmının nereden ithal edileceği veya “yerli aşı” çalışmalarının gidişatına göre ne ölçüde yerli aşının kullanılacağına karar vermesi gerekmektedir. Türkiye’nin önünde birçok alternatif bulunmaktadır; Alman BioNTech firması ve Amerikan Pfizer işbirliğinde üretilen ve Türk bilim insanları Uğur Şahin ve Özlem Türeci’nin geliştirdikleri aşı, kuşkusuz bu konuda ilk seçeneklerden birisi olacaktır. Dünyayı kurtaracak aşıyı iki Türk doktorun geliştirmesi, Türk bilim insanlarının yeterli imkânlar verildiğinde neler başarabildiklerinin görülmesi anlamında da oldukça manidar bir gelişmedir. Ayrıca İngiltere’de Oxford Üniversitesi’nin geliştirdiği “Oxford-AstraZeneca” aşısı da geçtiğimiz gün itibariyla tıbbi onayları almış ve uygulamaya geçilmiş durumdadır. Amerikan Moderna şirketi tarafından geliştirilen aşı da ABD’de kullanıma geçilmiş ve onay almış bir tercihtir. Bir diğer seçenek, kuşkusuz, Rusya’da geliştirilen “Sputnik V corona” aşısıdır. Bu aşılardan Rus ve Çin aşılarını teknoloji transferi ile birlikte Türkiye’de de geliştirmek mümkün gözükmektedir. Batılı aşıları ise daha çok ithal ederek kullanmak tercihi ön plana çıkmaktadır.
 
Almanya’daki Türk doktorlar Uğur Şahin ve Özlem Türeci, geliştirdikleri yüzde 90’ın üzerinde etkili aşıyla tıp dünyasında çığır açtılar Bu noktada, Türk hükümetinin vereceği karar, 3 temel parametreye dayanacaktır. Bunlar; bilimsel (aşının iyileştirme oranı), ekonomik (maddi koşullar) ve siyasidir (aşının ithal edileceği ülke ile Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin durumu). İdeal formül, henüz aşılamanın ilk aşamasında olduğumuz da düşünülürse, aşıda çeşitlilik politikası gütmek ve ilk birkaç milyonluk aşılamanın ardından hastaların durumunu dikkatle takip ederek, sonraki büyük alımları buna göre yapmak olacaktır. Bu konuda kararın T.C. Cumhurbaşkanlığı Sağlık Politikaları Kurulu ve Sağlık Bakanlığı tarafından verileceği ve kararın tüm bu parametreler ışığında en doğru tercih olacağına dair herhangi bir kuşkuya yer olmamalıdır. Bu konuyu muhalefet partilerinin politize etmeye çalışmaması da, vatandaşın aklının bulandırılmaması anlamında son derece gerekli, hatta elzemdir.
Birçok bilimadamının öngörüsüne göre, aşılanmanın başarıyla yapılması durumunda, 2021 yılı sonbahar aylarından itibaren hayatın tamamen normale dönmesi ve ekonominin ve sosyal hayatın kısıtlanmalardan kurtulması mümkün gözükmektedir. Lakin, pandemi döneminde uygulamaya başladığımız maske takımı, sosyal mesafe ve kalabalığa karışmama gibi bazı önlemlerin daha uzun aylar ve belki de yıllar boyunca devam edeceğini belirtmek gerekir.  Şu da bilinmektedir ki, dünya tarihindeki pandemiler (İspanyol gribi vs.), genelde 18 aylık süreçte etkili olmakta ve sonra giderek etkisini kaybetmektedir. Covid-19 virüsünün Çin’in Wuhan şehrinde 2020 yılı başlarında ortaya çıktığı ve Mart ayından itibaren tüm dünyada etkili hale geldiği düşünülürse, 2021 Eylül’den itibaren hastalığın belinin kırılacağı iddia edilebilir. Bu konuda karşılaştırmalı bir gözle bakınca, Türk hükümeti geçer bir not almayı başarmıştır. Zira ABD ve Birleşik Krallık (İngiltere) gibi ülkelere bakılınca, pandemi ile mücadelede siyasi iktidarların çok daha başarısız oldukları görülmektedir. Ancak elbette Yeni Zelanda, Avustralya, Almanya, Güney Kore, Japonya gibi demokratik ülkelerle ve Çin gibi otoriter yönetimlerle kıyaslandığında, Türk hükümeti başarısız bulunabilir.

2. Türkiye ekonomisi ne olacak?

2021’de ikinci önemli konu, hiç şüphesiz, son birkaç yıldır olumsuz giden Türkiye ekonomisinin toparlanması meselesi olacaktır. Ankara, artık dünya piyasaları ile uyumlu ve eski günlerde olduğu gibi sıcak parayı ve dış yatırımları kendisine çekebilen bir ülke haline dönmek zorundadır. Zira resmi rakamların ötesinde, yükselen döviz (dolar ve avro/euro) kurları nedeniyle, Türkiye’de halkın hissettiği enflasyon, açıklanan rakamlardan çok daha fazladır. Pazar ve marketten alışveriş yapan biri olarak, kişisel gözlemim, Türkiye’de yüzde 30 düzeyinde bir enflasyonun olduğu şeklindedir. Bu durum, enflasyonla mücadele için faiz oranlarının da artmasına neden olduğu için, ekonomiyi verimsizleştirmektedir. Bu nedenle, ekonomi yönetiminde ilk yapılacak iş, enflasyonu kontrol altına almak ve yeni iş imkânları yaratmak olmalıdır. Zira işsizlik ve genç işsizliği de önemli bir sorun haline gelmiş durumdadır.

Türkiye’de, 2020 yılı içerisinde halkın alım gücü giderek düşerken, pandemi koşulları da buna tuz-biber ekmiş ve durumu daha da ağırlaştırmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’nin, dış politikasını ve iç siyasetini daha fazla yatırımcı çekecek ve piyasalara güven verecek şekilde dizayn etmesi şarttır. Bunun yolu ise, kuşkusuz, insan hakları ve demokrasiye dayalı bir hukuk devleti olmaktan geçmektedir. Bu, AK Parti hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rahatlıkla başarabileceği bir husustur. Zira Türkiye, en demokratik günlerini de AK Parti iktidarında 2002-2009 döneminde yaşamış ve AB’ye uyum sürecinde inanılmaz süratli ve başarılı demokratikleşme reformları yapmıştır.

Bir diğer önemli yöntem ise masrafları kısmak olacaktır. Bu noktada, Suriye ve Libya gibi ülkelere yönelik dış askeri operasyonların başarıyla icra edilmesinin ardından diplomasi ile mücadeleye devam edilmesi ve askeri harcamaların azaltılması en akılcı seçenektir. Devlette şatafat yerine Bülent Ecevit dönemlerine özgü bir sadelik, tutumluluk ve verimlilik uygulamalarının yaygınlaştırılması da bence Kamu Yönetimi adına doğru bir hamle olabilir.

3. Türk-Amerikan ilişkilerinde CAATSA sonrası yeni dönem: Joe Biden Türkiye’yi kaybetmemeli!

2021 yılı, Türk-Amerikan ilişkileri açısından da kritik bir yıl olacaktır. 2020 yılı sonunda Türkiye’ye yönelik olarak ABD Kongresi’nin baskısının da etkisiyle, Donald Trump yönetimi, giderayak CAATSA yaptırımlarını düşük düzeyli de olsa devreye sokmuş ve Türk savunma sanayiini, özellikle de Savunma Sanayii Başkanlığı’nı (SSB) hedef alan bazı kısıtlamaları uygulamaya geçirmiştir. Bu ortamda, birkaç hafta içerisinde, Demokrat Joe Biden, 46. ABD Başkanı olarak göreve başlayacaktır. Çok deneyimli ve dış politikayı iyi bilen bir kişi olan Biden, Türkiye’ye önem vermekte, ancak son dönemde ülkemize oldukça eleştirel yaklaşmaktadır. Bu eleştirilerin bir bölümü Türkiye’deki rejimin demokrasi ve insan hakları konusundaki eksik ve hatalı uygulamalarından, ancak bir bölümü de tamamen Batılı önyargı ve bilgisizliklerden kaynaklanmaktadır. İşte bu ikinci kısmı düzeltebilmek adına, Ankara, 2021’de Washington’da büyük bir diplomasi atağı başlatmalıdır. Yeni atanan Büyükelçimiz Murat Mercan, bu işi yapabilecek kapasitede oldukça birikimli ve ABD’yi iyi bilen bir siyasetçidir. Her ne kadar diplomat olmasa da, Mercan, iyi bir ekip kurarak bu işi rahatlıkla başarabilir. Bu bağlamda, ABD’deki Türk diyasporası ve Türk lobisinin de artık güçlü ve kurumsal bir yapıya oturması gerekmektedir. Zira önceden bu işi yapan Gülen cemaati, artık Türkiye aleyhinde bir pozisyon almış durumdadır. Bu nedenle, ABD’deki etkili Türklerin Dışişleri Bakanlığı ve Büyükelçilik tarafından belli bir koordinasyon içerisinde görevlendirilmeleri ve dış politikada birlikte hareket etmeleri Türkiye adına önemli bir kazanım olabilir. Ayrıca Türkiye’nin yeniden demokratik reformlar yapmaya başlaması da Biden yönetiminin Ankara’ya bakışını müspet yönde etkileyecektir. Bu konuda, bir dönem PKK terör örgütü elebaşısı Abdullah Öcalan’ın idam kararının infaz edilmemesine bile devlet istikrarı adına büyük tepki göstermeyen iktidar ortağı MHP’nin de sorumlu davranması şarttır. Zira ekonominin ve ABD ile ilişkilerin kötüye gitmesi, Türkiye’nin her alanda kötü gitmesine neden olmaktadır.
 

Murat Mercan
Bir diğer önemli konu, CAATSA yaptırımlarına konu olan S-400 krizini halletmek ve F-35 programına geri dönmek olacaktır. Bu konuda; S-400’leri aktive etmeden bu konuyu soğutmak ve yaptırımların kalkmasının ardından uygun koşullarda çözmeye çalışmak ve ABD ile daha da zıtlaşarak S-400’leri aktive etmek ve daha ağır yaptırımlara hazırlanmak gibi iki temel seçeneğimiz bulunmaktadır. Her ne kadar hükümet ve stratejik çevrelerde ilk görüş ağır bassa da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin geleneğinde kullanmayacağı silahı alıp depoya kaldırmak kültürünün olmaması nedeniyle, iki ülke arasındaki krizin daha da derinleşmesi imkân dahilindedir. Bu da, 2021’de Türk-Amerikan ilişkilerinin ne derece zorlu geçebileceğini göstermektedir. Bu konuda devletin iktidar ve muhalefetiyle birlikte ortak hareket etmesi yine oldukça gerekli ve önemlidir. Bence, şu aşamada konuyu soğutmak ve gelişmelere göre hareket etmek en doğru strateji olacaktır.
Bunların yanında, ABD’nin Kürt yanlısı politikalarının Biden yönetiminde de devam etmesini beklemek yerinde olacaktır. Ancak Biden’ın kurumsal yapılara ve NATO’ya önem vermesi, Ankara için yeni dönemde bir avantaj olacaktır. Ankara, yeni dönemde NATO operasyonlarına koşulsuz destek vermeli ve bu sayede NATO kanadından destek sağlayarak, ABD ile masaya avantajlı oturmalıdır. Bir diğer avantaj ise, Biden’ın demokrasiye verdiği büyük önemdir. Dolayısıyla, Trump döneminde ABD’nin en iyi müttefikleri haline gelen Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeler yerine, Türkiye’nin İsrail’den sonra ABD’nin iyi bir Ortadoğu partneri olması mümkün gözükmektedir. Biden yönetiminin İran’la nükleer anlaşmayı (JCPOA) yenilemeye sıcak bakması da Ankara için iyi bir haberdir. Zira Türkiye, sorunlarına ve rekabet algısına karşın, İran’la siyasi ve ticari ilişkilerin devamından yanadır. Ancak Biden’ın Rusya’ya karşı daha sert politikalar geliştireceğinin beklenmesi, Rusya ile birçok ortak proje (Akkuyu Nükleer Santrali, Türk Akımı vs.) geliştiren Türkiye adına olumsuz olabilir. Son olarak, Biden döneminde ABD-AB ilişkilerinde bahar havası eseceği için, Türkiye, iki büyük cephe ile doğrudan karşı karşıya gelmemek konusunda çok dikkatli olmalıdır. Zira aynı anda iki büyük bloktan da yaptırımlar gelmesi durumunda, Türkiye ekonomisi, büyük bir felaket senaryosu ile karşı karşıya kalabilir.
Son olarak, her ne kadar Ankara’nın eli zayıf gözükse de, Biden yönetiminin de Türkiye’yi kaybetmek gibi bir lüksü olmadığını belirtmek gerekir. Zira Türkiye oyun kurucu bir aktör olmayı tam olarak beceremese de, Türkiye’siz planların Ortadoğu’da başarılı olması da mümkün değildir. Zira Ankara, müthiş bir oyun bozucu savunmacı aktördür. Bu süreçte İsrail’le de ilişkilerin düzeltilmesi ya da en azından kriz algısından çıkarılması ise çok önemli ve avantajlı bir gelişme olacaktır.

4. Türkiye-AB ilişkileri: Pozitif gündem zamanı!

2021’de bir diğer çok önemli siyasi mesele Türkiye-AB ilişkileri olacaktır. Bu konuda mucize beklememek gerekir; ancak atılacak birkaç ufak adımla ilerleme sağlanması gayet mümkündür. Öncelikle, Türkiye’ye yönelik yaptırımların gündeme gelmesine neden olan Doğu Akdeniz krizi konusunda, Ankara, Atina (Yunanistan) ile istikşafi görüşmelere yeniden başlamalıdır. Bu, elbette Yunan tarafının talepleri kabul edilecek anlamına gelmemelidir; ancak askeri müdahale yerine diplomasinin gündemde olması, tansiyonu düşürecek ve Avrupa’daki Türkiye algısını düzeltecektir. Ayrıca Türkiye’nin tutuklu gazeteciler, sivil toplumcular (Osman Kavala) ve siyasetçiler (HDP lideri Selahattin Demirtaş) gibi konularda demokrasi ve hukuk devletine uygun adımlar atması (örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları uygulamak gibi), Avrupa’da olumlu karşılanacaktır. Reform sürecinin yeniden başlaması hükümetin yapısı nedeniyle kolay gözükmese de, geçmişte MHP’nin üçlü koalisyon (DSP-MHP-ANAP) döneminde reformlara destek verdiği düşünülürse, bu da imkân dahilindedir.
 

Ersin Tatar ve Recep Tayyip Erdoğan

AB ile ilişkilerde pozitif gündem yaratacak bir diğer konu, Kıbrıs’ta iki toplum lideri arasında görüşmelerin başlaması olacaktır. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’ye çok yakın ve Ankara’nın sözünden çıkmayan bir liderdir. Tatar, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Cumhurbaşkanımız” diyecek kadar Türkiye yanlısıdır. Bu nedenle, Tatar gibi güvenilir bir aktör masadayken, Ankara’nın müzakereden kaçmaması gereklidir. Zira müzakereden kaçan Ankara, Kıbrıslı Rumlara ve Yunanistan’a siyasi koz sağlamaktadır. Birleşmiş Milletler denetiminde yapılacak müzakerelerde, Türkiye, alışılageldik şekilde iki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı ve Türkiye’nin garantörlük hakkı ve askeri mevcudiyetini koruyan bir çözümü savunmaya devam etmeli ve çözümsüzlüğün Rum kaynaklı olduğunu tüm dünyaya -2004 Annan Planı sürecinde olduğu gibi- ispatlamalıdır. Bu şekilde olursa, AB’nin taraflı bakış açısında da yumuşama olabilir.

AB ile ilişkilerde bir diğer önemli hedef, Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilerek güncellenmesi olmalıdır. Bu, hem Ankara, hem de Brüksel’in lehine ve tüm Avrupa ekonomilerini ve Türkiye ekonomisini olumlu yönde etkileyecek bir gelişme olacaktır. Zira mevcut haliyle, Gümrük Birliği, birçok alanı (hizmetler, işlenmemiş tarım ürünleri) kapsamayan yetersiz bir niteliktedir. Türkiye’nin üçüncü ülkelerle olan ekonomik ilişkilerinde daha bağımsız hareket edebilmesi anlamında da, müzakere masasında Gümrük Birliği’nin güncellenmesi aşamasında bazı imtiyazlar elde edilmeye çalışabilir. Türkiye için AB ile ilişkileri düzeltmek, dış ticaretimizin sınırlı olduğu 2000’li yılların aksine artık bir seçenek değil, zorunluluktur; zira Türkiye’deki büyük firmaların ihracatları büyük oranda Avrupa’ya olmaktır. Dolayısıyla, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz kaynaklı olarak Ankara’ya yönelik ekonomik yaptırımların başlaması halinde, Türkiye, sonuçları 2001 ekonomik krizinden çok daha ağır olacak derin bir ekonomik krizle karşı karşıya kalabilir. Bu, bir distopya senaryosu değildir; Türkiye’deki büyük şirketlerin dış ticaret bilançoları incelenirse, ihracatlarının büyük oranda Avrupa yönümlü olduğu kolaylıkla fark edilecektir. Bu şirketlerin yüzbinlerce insana istihdam sağladığı da düşünülürse, AB ile ilişkileri bozmaya çalışmak, günümüzde artık neredeyse “vatana ihanet”le eşdüzey hale gelmiştir bile denilebilir.

AB ile ilişkilerde bir diğer önemli kazanım ise Fransa ile ilişkileri düzeltmek olacaktır. Türkiye’yi AB içerisinde yaptırımlara karşı kısmen de olsa koruyan Almanya’da Angela Merkel’in 2021’de Başbakanlığı bırakacak olması nedeniyle, Fransa ve bu ülkenin Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2021’de ve 2022’de yeniden seçilirse (ki büyük olasılıkla seçilecektir) sonraki süreçte AB içerisinde çok güçlü bir konuma gelecektir. Dolayısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı sürekli Macron ile polemiklere sürükleyen ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’de tamamen Türkiye karşıtı pozisyon almasına neden olan dahiyane (!) stratejik tercihin yerine, bu ülke ile ilişkileri düzeltmeye çalışmak daha doğru bir strateji olacaktır. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ ve çevresindeki Ermenistan işgali altındaki topraklarını yakın zamanda kurtardığı da düşünülürse, Fransa ile Türkiye arasında varoluşsal ve çok mühim bir mesele kalmamıştır. Doğu Akdeniz anlaşmazlıkları ise, müzakere masasında rahatlıkla çözülebilecek ya da en azından ötelenebilecek niteliktedir.
Türkiye, AB ile ilişkilerde artık şunu fark etmelidir; AB ile ilişkiler, Birleşik Krallık (İngiltere) ya da Rusya ile ilişkiler gibi bir ikili ilişkiler konusu değildir. AB, birçok konuda ortak hareket etmeyi başaran 27 üyeli dev bir Birliktir. Bu nedenle, çok taraflı müzakerelerle AB içerisindeki çatlakları da kullanarak avantajlı konum elde etmek ve AB ile ilişkileri mutlaka belli bir düzeyde ve istikrar ortamında tutmak gerekmektedir.

5. Azerbaycan ile derinleşen stratejik ilişkiler

2010’larda başlayan Türkiye-Azerbaycan yakınlaşması ise 2020’lerde de devam edecektir. Bu, hem halkın tercihlerine uygun, hem de iki ülkenin de menfaatinedir. Azerbaycan, Türkiye’ye uygun koşullarda petrol ve doğalgaz arz etmekte, Türkiye de Azerbaycan Ordusu’na eğitim, silah ve mühimmat desteği sağlamakta ve Azerbaycan ekonomisini geliştirmektedir. Yeni dönemde, Türkiye-Azerbaycan-Gürcistan üçlü ortaklığına, Ermenistan’ı da dahil etmek artık mümkündür. Zira Ermenistan, işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarını terk etmiştir. Bu nedenle, Ermenistan’ı kazanmaya çalışmak çok doğru bir girişim olur. Türkiye ve Azerbaycan, ekonomik güçleri sayesinde, Ermenistan’da çok etkili bir ekonomik aktör haline gelerek, bu ülkenin Türk karşıtı tarihsel duruşunu birkaç yıl içerisinde değiştirmeyi başarabilirler. Bu konuda ABD, AB ve Rusya da Ermenistan-Türk yakınlaşmasına destek olacaktır. Bu, Türkiye’nin 1915 tehciri nedeniyle oluşan olumsuz algıları değiştirmesine de yardımcı olabilir. Bu konuda herhangi bir çekince olmamalıdır; zira şu an artık bir karış Türk toprağı bile işgal altında değildir!
 

Aliyev-Erdoğan
Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini daha da geliştirmek adına bazı somut öneriler de yapılabilir. Bunlar; ekonomide tüm gümrük ve kota uygulamalarının kaldırılması, başkentler Ankara ve Bakü’de kampüsleri olacak bir Azerbaycan-Türkiye Dostluk Üniversitesi’nin kurulması, karşılıklı olarak yatırım ve vatandaşlık alma hizmetlerinin kolaylaştırılması, büyük Türk spor kulüplerinin (Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzonspor) Azerbaycan’da da kulüp (şube) açmaları ve bazı oyuncularını bu ülke ligine göndermeleri, Azerbaycan’a Karabağ Savaşı’nda büyük bir zafer kazandıran Türk büyüğü Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Ankara’da uygun bir yere heykelinin dikilmesi gibi girişimler olabilir.

6. Rusya ile ilişkiler: Sorunları masada çözelim…

Türk dış politikasının 2021 yılındaki bir diğer önemli gündem maddesi de Rusya ile ilişkiler olacaktır. Rusya, Türkiye’nin önemli bir ekonomik partneridir. Türkiye’nin, gelişen siyasi ve ekonomik ilişkiler nedeniyle, ABD ve AB baskısıyla Rusya ile ilişkileri bozmak lüksü artık yoktur. Ancak, Rusya ile işbirliğini enerji ve ekonomi alanlarında sınırlı tutmak ve siyasi ilişkilerde birçok cephede yaşanan sorunları (Suriye, Güney Kafkasya, Libya vs.) masada çözmeye çalışmak daha yerinde bir strateji olabilir. Zira, Rusya, askeri açıdan Türkiye’den halen üstün bir güçtür. Batı yaptırımları nedeniyle zor günler geçiren Rusya da, Türkiye ile ilişkilerde gerginlik istemeyecektir. Bu bağlamda, Rusya ile ilişkileri ekonomik ve kültürel alanlarda geliştirmek ve askeri-siyasi anlaşmazlıkları da görüşerek ve karşılıklı tavizlerle çözmeye çalışmak en doğru yöntemdir. Bu anlamda, Rusya’nın artık Karabağ’da da askeri varlığının olduğunu ve buradaki Ermenilere vatandaşlık vererek bölgeyi uzun vadede etkileyebilecek stratejik girişimler yaptığını da akılda tutmak ve gerekli önlemleri almak gerekmektedir. Son olarak, Rusya’nın Suriye rejimiyle birlikte İdlib’de askeri bir atak başlatmasının Türkiye’ye milyonlarca yeni mülteci akınına neden olacağını görmek ve Suriye’de mevcut durumu askeri operasyonlar ya da maceracı yöntemlerden ziyade diplomasiyle çözmek gerektiğini idrak etmek gerekmektedir.
Sonuç
Sonuç olarak, 2021 yılının 2020’den iyi geçmesini beklemek yerinde olacaktır. Özellikle 2021’in ikinci yarısından itibaren, aşının yaygınlaşmasıyla birlikte, ekonomide gözle görülür bir canlanma yaşanacak ve bu da insanların moralini düzeltecektir. Bunun devamı niteliğinde, ABD ve AB ile ilişkilerde pozitif gündemler yaratılması, her şekilde Türkiye’nin lehine olacaktır. Türkiye, artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi tek bir blok ya da devletin müttefiki olarak hareket edemez; bu nedenle, tüm devletler ve bloklarla iyi ilişkiler kurmak, Ankara’nın temel hedefi olmalıdır. Ancak bu durum, haklı olduğumuz davalarda geri adım atacağımız anlamına gelmemelidir. Türkiye ve diğer Türk devletleri, uluslararası hukukla ulusal çıkarlarını örtüştürdükleri alanlarda (Kıbrıs Barış Harekâtı-1974, Dağlık Karabağ Zaferi-2020), sert güce başvurmaktan çekinmeyeceklerdir. Bu ise, Türk şovenizminden değil, uluslararası hukuk ve topluma saygıdan kaynaklanmaktadır.

Doç. Dr. Ozan ÖRMECİ
Uluslararası Politika Akademisi – (UPA) – 
2021 YILINDA TÜRKİYE’NİN İÇ VE DIŞ SİYASİ GÜNDEMİ NELER OLACAK?


***