10 Ekim 2020 Cumartesi

Ziya Gökalp ve Türkçülük Üzerine Bazı Değerlendirmeler. BÖLÜM 1

 Ziya Gökalp ve Türkçülük Üzerine Bazı Değerlendirmeler. BÖLÜM 1 


ÖZET 

    Ziya Gökalp, Türk folklorunu ve tarihini bir bütünlük içinde öğrenmeye çalışan bilim adamlarından biridir. 

Gökalp’ın yaptığı çalışmalar Türk kültürü ve Türk halk bilimi çalışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. Onun çalışmalarının etkileri ve yöntemleri günümüze kadar ulaşmış, izinde yürüyen birçok halk bilimci yetişmiştir. 

    Gökalp fikir dünyasını Türkçülük temeline oturtmuştur. Önceleri Osmanlıcılıktan İslamcılığa kadar değişen görüşlerin sahibi olmuşsa da, bunların etkisi çok çabuk geçmiş ve sonunda Türkçülükte karar kılmıştır. 

    Ziya Gökalp, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin Türkçülük düşüncesinin en önemli teorisyenlerinden biridir. 

O, Türk fikir hayatında adından çokça söz ettiren bir düşünce adamıdır. Birçok eserinde Türkçülük düşüncesini işlemiştir. 

Gökalp’ın fikirleri Türkiye Cumhuriyeti’ne şekil ve istikamet vermiştir. Atatürk inkılaplarının temelinde Gökalp’ın düşünceleri vardır. Atatürk, Gökalp’ı fikirlerinin babası olarak görür. 

    Gökalp tarafından teorisi ortaya atılan Türk milliyetçiliği ile daha önceki yüzyıllarda yaşanan din, mezhep ve ırk ayrımlarından kaynaklanan savaşlara son verilmiştir. 

    Türk Milliyetçiliği ile kültürel birliktelik sağlanmıştır. 

Ziya Gökalp Biyografisi


     Ziya GökalpDoğum Yeri Diyarbakır / Türkiye 

     Doğum Tarihi23.3. 1876 - 25.10.1924 

     Mehmet Ziya Gökalp (23 Mart 1876, Diyâr-ı Bekr – 25 Ekim 1924, İstanbul), 

     Türk Yazar, Toplumbilimci, şair ve siyasetçidir

23 Mart 1876'da Çermik'te dünyaya gelen Gökalp'ın, Kürt ya da Zaza olduğuna yönelik bilgiler vardır. Babası, aslen Suriye Türkmeni olan Vilayet Evrak Memuru Mehmet Tevfik Efendi (1851–1890), annesi Pirinçcizade ailesinden Zeliha Hanım (1856–1923)., dayısı dönemin Diyarbakır belediye başkanı olan, 1895'teki Ermenilere yönelik saldırıların örgütleyicilerinden olan Pirinçcizade Arif Efendi'dir.

16. yüzyıla kadar Araplar ve Farslar egemenliğinde olan Diyarbakır sonradan Türk, Kürt ve Ermeni toplulukların millî çekişmeleri ile şekillenmiştir. Sonraları, Kürt kökenli olduğu söylendiğinde, Gökalp, babası tarafından Türk ırkına sahip olduğundan emin olduğunu ama aslında bunun önemsiz olduğunu belirtmiştir. 

"Sosyolojik çalışmalarımdan öğrendim ki milliyet, eğitime dayalıdır" demiştir

Diyarbakır yılları

Serbest bırakıldıktan sonra 1900'de Diyarbakır’a sürgüne gönderildi. Yüksek öğrenimini tamamlayamayan Mehmet Ziya’nın Diyarbakır’daki amcası ölmüş ve kızı Vecihe ile evlenmesini vasiyet etmişti. Amcasının vasiyetini yerine getirmiş ve Vecihe Hanım ile evliliğinden bir oğlu (Sedat), 3 kızı (Seniha, Hürriyet, Türkan) olmuştur.

1908'e kadar Diyarbakır'da küçük memuriyetler yaptı. Eşinin mal varlığıyla rahat bir yaşam sürdürürken el altından hürriyet çalışmalarını yürüttü. 

O dönemde bölgenin güvenliği için kurulan ve başında Kürt asıllı İbrahim Paşa'nın bulunduğu Hamidiye Alayları hırsızlık ve soygun olaylarına karışınca halkı örgütleyerek eyleme yöneltti. 3 gün boyunca Diyarbakır Telgrafhanesini işgal ederek buradan saraya İbrahim Paşa ve adamlarını cezalandırmaları için telgraflar çekmeye başladı.

Doğu ile Batı arasındaki kilit bağlantı noktalarından olan Diyarbakır Telgrafhanesi nin işgali işin içine Batılı devletlerin de karışmasına neden oldu. 

Onların da saraya yaptığı baskı neticesinde bölgeye bir araştırma heyeti gönderildi. Fakat bir süre için sinen İbrahim Paşa ve adamları daha sonra aynı  kanunsuzluklara yeniden başlayınca Ziya Gökalp ve arkadaşlarının önderliğindeki halk bu sefer 11 gün süre ile telgrafhaneyi yeniden işgal ettiler. 

Bu direnişin sonunda İbrahim Paşa ve adamları bölgeden uzaklaştırılmıştır.

II. Meşrutiyetten sonra

Mehmet Ziya, 1909'da Selanik'te toplanan İttihat ve Terakki Kongresi'ne Diyarbakır delegesi olarak katıldı ve örgütün Selanik’teki merkez yönetim kuruluna üye olarak seçildi. Selanik’te kalmayı sürdürerek çevresinde bir kültür hareketi yaratmaya çalıştı. Lise programlarına sosyal bilimler dersi koydurtarak bu disiplinin okullarımıza girmesini sağladı. İttihat ve Terakki Selanik Şubesi’ni gençlik işleri ile uğraşan kolunun başına geçen Ziya Bey, çevresindeki gençlere toplumbilim ve felsefe dersleri verdi. 

Tevfik Sedat, Demirtaş, Gökalp gibi takma adlar kullanarak Selanik’te yayımlanan bir felsefe dergisinde yazılar yazdı. Dünyadaki Türkleri birleştiren, güçlü bir Türk devleti kurulmasını tasarlayan Ziya Bey, bu ülküyü dile getirdiği Altun Destanı’nı 1911’de Genç Kalemler Dergisi’nde yayımladı.

1912'de Derneğin merkezi İstanbul’a taşınınca, Ziya Gökalp de İstanbul’a geldi, Cerrahpaşa semtine yerleşti. Mart ayında Ergani/Maden (Diyar-ı Bekir) mebusu olarak Meclis-i Mebusan'a seçildi. Meclis dört ay sonra kapatılınca Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Kurumda onun eğitimle ilgili görüşleri kabul gördü; Darülfünun ve Eğitim Fakültesi’nde ders programları, okutulacak kitaplar onun önerileri doğrultusunda kararlaştırıldı.

1913 ve 1914 yıllarında kendisine önerilen Maârif Nazırlığı (Millî Eğitim Bakanlığı) görevini kabul etmedi, üniversitedeki görevini sürdürdü. 1915’te  İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe bölümünde İctimâiyyât müderrisi (Sosyoloji öğretim görevlisi) olarak atandı. İstanbul Üniversitesi’ndeki ilk sosyoloji profesörü idi; üniversitelerimize toplumbilim (sosyoloji), onun sayesinde girdi.

Düşüncelerini Türkçülük etrafında şekillendiren Mehmet Ziya Bey (Gökalp), İstanbul’a gelir gelmez Türk Ocağı'nın kurucuları arasında yer almıştı. 

Derneğin yayın organı "Türk Yurdu" başta olmak üzere Halka Doğru, İslâm Mecmuası, Millî Tetebbûlar Mecmuası, İktisadiyat Mecmuası, İçtimaiyat Mecmuası, Yeni Mecmua'da yazılar yazdı. Balkan Savaşı öncesinden I. Dünya Savaşı başlarına kadar Türk Yurdu Dergisinin yönetim kurulunda kaldı, derginin her sayısın bir şiir bir de yazı verdi. Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak başlıklı yazı dizisinde önemli konular yer verdi. 

Sonraki yıllarda Yeni Mecmua’yı çıkardı.

Son yılları

I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin yenilmesinden sonra tüm görevlerinden alındı. 1919'da üniversite içinde İngilizler tarafından tutuklandı; Dört ay Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu kaldıktan sonra Ermeni soykırımı iddiaları ile ilgili işgal mahkemesi tarafından yargılandı. Mahkeme sürecinde soykırım iddialarını kesinlikle reddetmiş ve Mukatele (karşılıklı öldürme) tezini savunmuştur.

Yargılama sonucu diğer İttihatçılarla birlikte Malta’ya sürgüne gönderilen Ziya Gökalp, orada arkadaşlarına toplumbilim ve felsefe dersleri verdi. 

Malta sürgünlüğü dönemde ailesiyle yaptığı mektuplaşmalar daha sonra Limni ve Malta Mektupları adıyla kitaplaştırılmıştır; söz konusu kitap Malta  sürgünlerinin orada geçirdikleri hayat şartlarıyla ilgili elimizdeki tek eserdir.

Ziya Gökalp, 2 yıllık sürgün döneminden sonra İstanbul’a döndüğünde üniversitede ders vermeye devam etmek istediyse de bu isteği kabul edilmedi. 

Bir ay kadar Ankara’da yaşadıktan sonra ailesiyle Diyarbakır'a gitti, Ahmet Ağaoğlu’nun desteğiyle Küçük Mecmua'yı çıkardı, yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı  destekledi.

1923'te Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti Başkanlığı'na atandı, Ankara'ya gitti. Aynı yıl Türkçülüğün Esasları isimli ünlü esrini yayımladı. 

Ağustos’ta İkinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne Atatürk tarafından Diyarbakır mebusu olarak seçildi.

Ankara’ya yerleşen Ziya Gökalp, kültürel ve düşünsel çalışmalarına hiç ara vermedi; dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilip yayımlanması ile uğraştı. 

1924'te kısa süren bir hastalığın ardından dinlenmek için gittiği İstanbul'da 25 Ekim 1924 günü hayatını kaybetti. 

Divanyolu'ndaki II. Mahmud Türbesi hazîresine defnedildi.

Görüşleri

Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecinde yeni bir ulusal kimlik arayışına girdi. Düşüncesinin temelinde, Türk toplumunun kendine özgü ahlâkî ve kültürel değerleriyle, Batı'dan aldığı bazı değerleri kaynaştırarak bir senteze ulaşma çabası yatıyordu. Bu sebepten zaman zaman batı edebiyatı ve düşüncesinin tesirinde kalmıştır.

"Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak" diye özetlediği bu yaklaşımın kültürel öğesi Türkçülük, ahlâkî öğesi de İslâmdı. Uluslararası kültürün yapıcı öğesinin ulusal kültürler olduğunu savundu. Saray edebiyatının karşısına halk edebiyatını koydu. Batı'nın teknolojik ve bilimsel gelişmesini sağlayan pozitif bilim anlayışını benimsedi. Dini, toplumsal birliğin sağlanmasında yardımcı bir öğe olarak değerlendirdi.

Toplumsal modeli, Emile Durkheim'in teorik temellerini kurduğu "dayanışmacılık" temelinde şekillendi. Bireyi temel alan liberalizm ve kapitalist toplumun sınıf mücadelesiyle yıkılarak sınıfsız toplumun kurulmasını hedefleyen Marksizm'e karşı; sınıfsal ayrımları değil mesleki ayrımları gören, mesleki örgütleri temel toplum birimi olarak kabul eden, meslek örgütlerinin dayanışmasıyla toplumsal huzurun kurulabileceğini savunan solidarizmde karar kıldı. 

Toplumsal ve siyasi görüşlerini anlattığı sayısız makale yazdı. "Türkçülük" düşüncesini sistemleştirdi. Milli edebiyatın kurulması ve gelişmesinde önemli rol oynadı. Ziya Gökalp önce Turancılık sonrasında Oğuzculuk daha sonra ise Türkiye Türkçülüğü fikirlerinin destekçisidir.

Eserleri

Limni ve Malta Mektupları

Kızıl Elma (1914)

Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (1929)

Yeni Hayat (1930)

Altın Işık (1927)

Türk Töresi (1923)

Doğru Yol (1923)

Türkçülüğün Esasları (1923) : Eserin ilk baskısı Osmanlı alfabesiyle yayınlanmıştır

Türk Medeniyet Tarihi (1926, ölümünden sonra)

Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (Ölümünden sonra)

Altın Destan

Üç Cereyan

Hars ve Medeniyet

Kuğular

Felsefe Dersleri (2006), Çizgi Kitabevi, Konya

https://www.haberler.com/ziya-gokalp/biyografisi/

***

GİRİŞ;


Millet, kendisine mahsus bir kültüre sahip olan zümredir. Ortak bir kültür etrafında birleşen topluluklar bir milleti oluşturur. Kültür dil, din ve tarih gibi önemli üç unsurun birleşmesinden meydana gelir. Bu nedenle millet; aynı dili konuşan, aynı dine iman eden ve ortak bir geçmişi olan insan topluluğudur. Bir ülkede farklı kavimlerden insanlar, ortak bir kültür etrafında birleşerek bir millet oluşturabilir. 

Milliyetçilik (Ulusçuluk) bireyde genetik, fiziksel, kültürel, toplumsal ve doğal koşulların etkisi altında gelişir. Milliyetçilik, bir ulusun bireylerinde ortak olan duyguların, ülkülerin ve değerlerin toplamıdır. Bu duygu ve değerler, her zaman için bireysel çıkarların üstünde tutulur. Ulus bireysellikten önce geldiğinden dolayı, ulus için önemli ve kazançlı olan bir günde, ortak sevinç duyulur. 

Örneğin; 

Ulusal Bayramlarda, çeşitli alanlarda kazanılan başarılarda ortak mutluluk duyulur. 

Ya da ulusun genel çıkarlarına bir zarar gelmesi durumunda, aynı şekilde ortak acı paylaşılır. Sevinçli ve acılı günlerinde toplumun bireyleri dayanışma içine girerler. Büyük bir sel felaketi, deprem ve yangın, savaşlardaki yenilgiler ya da herhangi bir konudaki başarısızlık, ulus açısından önemli birinin kaybedilmesi gibi  durumlarda ortak üzüntü paylaşılır. Milliyetçilik duygusu, insanlık tarihi kadar eskidir. 

Ancak Fransız İhtilali’nden sonra önüne geçilmez bir durum almıştır. Her ulusun kendi ulusal devletini kurma isteği, çok uluslu imparatorlukların dağılmasına neden olmuştur. 

Osmanlı Devleti de çok uluslu bir yapıya sahipti. 

Bu nedenle, onun dağılması da kaçınılmazdı. Genç Osmanlı aydınlarının bu dağılmayı görerek, ortaya attıkları vatan ve siyasal birlik kavramına dayanan “Osmanlıcılık” ile din birliğini öngören “İslamcılık” düşüncesi aynı sonla karşı karşıya kalmıştır . (Dinç, http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/sait_dinc_ataturkcu_dusunce_sistemi_milliyetcilik_ilkesi.pdf. ). 

Bir ulusun oluşumunda kültür ve tarih birliğinin ne denli önemi varsa, o ulusun güçlü bir şekilde, sonsuza kadar yaşayabilmesi için de ülkü birliğinin önemi vardır. 

Tanzimat Dönemi’nde meydana gelen siyasî yenileşme hareketleri, toplumsal bir boyut kazanarak beraberinde sosyal hayata ve edebiyata da tesir eder. Tanzimat dönemi aydınları toplumu yeni bir paradigma ile okumaya çalışır. Tanzimat aydınları, Divan edebiyatının Arap ve Fars etkisiyle şekillenen dilinin yerine halkın günlük konuşma dilini getirmeye çalışırlar. Ancak bu dönemde, sanatsal değer taşıyan edebî ürünler hala seçkin kimseler dışında kalan geniş kitleler için icra edilememiştir. Örneğin Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati toplulukları, sanatın estetik dilinin yalın olamayacağını ileri sürerler. Fakat bu tutum fazla 

devam etmez, sanatın bilişsel değerini dikkate alan eserlerin sayısı giderek artar. “Dönemin aydınlarında, edebiyatın kitleler üzerindeki tesirini kullanmak suretiyle daha geniş çevrelere ulaşma eğilimi gözlenir. Zamanla sanatın, bireysel ya da seçkin bir haz aracı olarak görülmesi yerine, eğitici, öğretici ve anlaşılabilir de olabileceği fikri yerleşmeye başlar. 

Bu düşüncelerle Türk Edebiyatı’nda yeni bir dönem başlatmak isteyen aydınlar, birtakım yeni konu, tür ve biçimler denemek yoluna giderler. Başta Tercüman-ı Ahval (1860) gazetesi olmak üzere edebiyat, artık siyasal ve sosyal konuların işlendiği bir mecraya dönüşür. Yeni bir medeniyete evrilen Osmanlı toplumuna, Arapça-Farsça eserler yerine Türkçe eserler ile seslenilir. Ancak bu dönemde, halk diliyle kaleme alınan söz konusu eserler, Batı Edebiyatı’nın tesirinde gelişir. Divan Edebiyatı’nı “Doğu” tesirinde kalmakla eleştiren aydınlar, bu sefer de “Batı” tesirinde kalırlar. Tanzimat dönemi, halka yönelişin ilk basamağını oluştururken halkın edebî zevkini yansıtan verilere asıl yönelişler Millî Edebiyat dönemi ile başlar” (Akyüz, 2015: 19). 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder