5 Aralık 2017 Salı

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 7

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 7


 3.3. BOP’ un çıkış noktası ve tarihi süreci: 

 ABD 20.yüzyılın ikinci yarasından itibaren dünya siyaset sahnesinde baş aktör olarak rol almaktadır. ABD’nin bölgede etkin bir rol üstlenme çabalarının başlaması ve bölgede dengelerin değişmesi 1945 sonrasına denk gelmekte dir.176 İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD, savaşın yaralarını da sararak ekonomik ve siyasi alanlarda atılımlar yapmıştır. O yıllarda dahi ABD’nin Ortadoğu petrolleri üzerinde aktif rol oynama çabaları bulunmaktadır. 1945 yılında, ABD Suudi petrolleri üzerinde kontrol sağlayabilmek amacı ile ilk Anlaşmasını Başkan Roosevelt ve Suudi Kralı arasında imzalamıştır. İran petrollerinin kontrolünü sağlamak için ise kendilerine mani olan Musaddık yönetimini devirip kendi kontrolündeki Şah rejimini ihdas etmişlerdir. Şah yönetimindeki İran’da ABD, ülke petrollerinin büyük çoğunun yönetimini eline 
geçirmiştir. Sonraki 20 yıl içerisinde Orta Doğu petrollerinin %65’ini Amerikan şirketleri yönetir duruma gelmiştir.177 

 Soğuk Savaş yıllarının yaşandığı sonraki dönemlerde ABD zorunlu olarak bölgede faaliyetlerini azaltmak durumunda kalmıştır. Bu dönemde ABD ve SSCB olmak üzere iki kutuplu bir dünya olduğu için politikalar bu iki güç arasındaki soğuk savaşa göre belirlenmek durumunda kalmıştır. Bu ortamda ülkeler politikalarını askeri, ekonomik, ideolojik ve siyasal temellere dayanan güvenlik algılarına göre belirlemek zorunda kalmışlardır. Ülkeler savunmalarını artırmak için bu iki güçten birinin yanında yer almak durumunda kalmış ve NATO veya Varşova Paktı gruplarından birine dâhil olmuşlardır. BM gibi uluslararası barışı kurumak amacı ile kurulan örgütlerde bu dönemde pek etkili olamamışlardır.178 

 Büyük Ortadoğu Projesi Amerika’nın küresel terörizm nedeniyle duyduğu güvensizlik ve buna ilişkin aldığı önlemlerden kaynaklanmaktadır. ABD’nin 11 Eylül saldırılarının ardından elde ettiği meşru dayanak, uluslararası sisteme hâkim olma anlamında daha aktif politikalar izlemesine neden olmuştur. “Bu yeni strateji, dünyayı jeostratejik fayda maliyet analizlerine bağlı olarak bölen ve eskiden Amerikan yönetiminin stratejik çıkarları açısından önemli görevler üstlenen bazı devletlerin düşman ilan edilmesi şeklinde formüle edilmiştir.179 

 Kırmızı Çizgi isimli aylık derginin haberinde Amerika’nın küresel terörle mücadele politikası olarak biçimlendirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin kökenlerinin 1978 yılında Princeton Üniversite’sinde düzenlenen bir konferansta atıldığı iddia edilmektedir. Ancak proje 11 Eylül saldırıları sonrasında kamuoyunda geniş yer bulmuştur. Bu proje ile Ortadoğu için yeni bir siyasal, ekonomik, toplumsal yaşam tarzını öngörmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen bu biçimlendirme, 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika’nın uyguladığı ve uluslararası alanda meşrulaştırmaya çalıştığı bir dizi önlemi içermektedir. 11 Eylül saldırıları küresel terörizmin ulaştığı noktayı açık bir şekilde gözler önüne sermekteydi. ABD’nin bu döneme kadar olan terörizme karşı savunmacı politikasının ile yaramadığını göstermekteydi. ABD’nin bu olaydan sonra terörizm konusundaki tavrı da savunmadan saldırıya doğru geçiş şeklinde olmuştur. 11 Eylül öncesinde terörle mücadele bakımından izlenen strateji daha180 

 ABD 11 Eylül terör saldırısıyla, Afganistan ve Irak’a saldırı ve ele geçirme planı için çok gerçekçi bir gerekçe bulmuştur. 

“ABD stratejistlerinden Anthony Lake, George Washington üniversitesinde yaptığı bir konuşmada, Ortadoğu’nun işgal edilmesi için bir kısım gerekçeler ileri sürüyordu; 

1) Ortadoğu’da barışın düşmanları, 
2) Etnik ve dini şiddet şeklindeki eski tehditler, 
3) Haydut devletlerin saldırganlığı, 
4) Kitle imha silahlarının yayılması, 
5) Terörizm, 
6) Örgütlü suç. 2. Bush yönetimi söz konusu olan bu maddeleri gerekçe gösterip, Afganistan ve Irak’ı işgal ederek BOP’u fiilen uygulamaya koymuş oldu.”181 

 ABD yukarıda sıralanan gerekçelere uyan ortak düşmana karşı, etkili mücadele edebilmek için sivrisineklerle tek tek uğraşmaktansa bataklığı kurutmaya karar vermişti. 
Bu bataklık ise ABD’ye göre Moritanya’dan Endonezya’ya kadar uzanan coğrafyada bulunan 50 kadar Müslüman ülkelerdi. BOP bu coğrafyadaki Müslüman ülkeleri büyük oranda kapsamaktadır.182 

 RAND Cooperation isimli düşünce kuruluşu 88 sayfalık Sivil Demokratik İslam: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler başlıklı bir rapor hazırlayarak Bush yönetimine 
Müslüman ülkeleri nasıl kontrol edeceğini anlatıyordu. Raporda, Amerika’nın siyasal İslam’a karşı üç amacının olduğundan söz edilmektedir. Bunlar; İslam’ın 
radikalleşmesini ve yayılmasını önlemek, bunu yaparken Amerika’nın İslam’a karşı olmadığını kamuoyuna anlatmak, İslami ülkelere ekonomik, sosyal ve politik olarak yardım ederek onların gelişimine ve demokratikleşmesine katkı sağlamak. Raporda dünya Müslümanları köktendinciler, gelenekçiler, ılımlı İslam ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılmıştı. Bu grupların insan hakları, demokrasi, özgürlükler, kadın hakları, Ceza hukuku, eğitim, dinde reform ve batı dünyası gibi konulara karşı bakış açıları incelenmiştir. Rapor özetle şunları söylemektedir; 

 “Köktendinciler: İslam’ın şiddetten kaçınmayan, yayılmacı ve saldırgan yorumunun temsilcileridirler. Demokratik değerleri ve Batı kültürünü reddederler. Batı’ya, özellikle ABD’ye, düşmanlık hisleri beslemektedirler. Katı İslam yasa ve ahlak değerlerini uygulayacak otoriter bir devlet yönetiminden yanadırlar. Geçici taktik düşünceler hariç, bu grubu desteklemek bir seçenek olamaz. 

Gelenekçiler: İslam dininin kurallarına sadakatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler. Köktendincilere kıyasla daha ılımlı görüş 
taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve Batı değerlerini gönülden kucakladıkları söylenemez. Bu gurup da, demokratik İslam’ın örneği ve geçiş vasıtası olmak için uygun düşmez. Bu grupla ilişkilerde, barışçı bir görüntü vermek en iyisidir. 

Modernistler (Ilımlı İslam); 
İslam’ın günümüzdeki katı anlayış ve uygulamalarında kapsamlı değişiklik yapılması konusunda eylemli bir arayış içerisindedirler. 
Hz. Muhammed dönemindeki uygulamaları değişmez esas olarak kabul etmekle birlikte, o günlere ait sosyal ve tarihi koşulların bugün artık geçerli olmadığının da farkındadırlar. 
Temel değerleri; Bireysel vicdanın üstünlüğünün yanı sıra, eşitlik ve özgürlüğe dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslam dünyasının, küreselleşmenin bir parçası olmasını da arzu ederler. 
Bu nedenlerle ılımlı İslam, demokratik İslam’ın örneği ve esas vasıtası olmak için en uygun olanıdır. 

Laikler: Batı demokrasileri tarzında “din ile devlet işlerinin ayrılmasından yana olup, din olgusunu kamusal alandan özel alana indirgemişlerdir. Politika ve değerler açısından Batı’ya en yakın olan gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık, genellikle yarı demokratik görünümlü otoriter bir yapıyı esas alan laik guruplar, çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi ideolojileri benimsemişlerdir. 
Bu nedenle de ABD’yi dost olarak görmez; hatta içlerinde aşırı ölçülerde Amerikan düşmanlığı besleyenler bile vardır. 
Ayrıca İslamcı kitlelerce sözü dinlenebilir bir grup da değildirler. Bu nedenlerle laikleri sürekli müttefik olarak kabul etmek uygun olmaz.”183 

 Bu rapor Amerika’nın Ortadoğu ülkeleri üzerindeki amaçlarını ve BOP’un içeriğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. ABD proje ile doğu bloğu ülkelerini kendine hedef seçmiştir. Batı’da Ortadoğu coğrafyası, köktenci akımlar, terör örgütleri, kitle imha silahları, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı gibi özellikleri vurgulanarak ön plana çıkarılmakta ve buradaki rejimlerin demokratik olmadığına, insan haklarının ihlal edildiğine vurgu yapılmaktadır. Ancak bu sayılan sebeplerden dolayı müdahale edilen hiçbir ülkede, ne demokrasi tesis edilmiş, ne de insan haklarına saygılı bir anlayış oluşturulabilmiştir. Sonuç olarak insan hakları, özgürlük, demokrasi gibi ifadelerin, ABD’nin politikalarını perdelemek için kullandığı argümanlardan öteye gitmediği görülmektedir. 

3.4. BOP’ un Hedefleri: 

 Büyük Ortadoğu projesi geniş kapsamlı bir yeniden yapılandırma projesidir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları Hüseyin Erdönmez’e göre; 

“1) Enerji kaynakları üzerinde denetimi sağlamak ve kendine yeni Pazar alanları yaratmak, 
2) İsrail in güvenliği sağlamak, 
3) Kendi küresel egemenliği kalıcılaştırmak ve yeni rakip ülkelerin doğmasını engellemek, 
4) Radikal İslam’ı saf dışı bırakıp yerine küresel sermayeyle uyumlu, Hıristiyan kültürüne olumlu bakan bir ılımlı İslam anlayışı getirmek, 
5) Ulus devleti yıkıp yerine küçük, parça devletlerin olmasını, yani özerk yapıyı getirmek amacındadır” şeklindedir.184 

 “BOP’ un asıl maksadı, bölgeyi uluslar arası kapitalizme açarak daha fazla sömürebilmek, açıklanan resmi maksadı ise, bölgede 
özgürlük, demokrasi ve refahı artırma gayretlerini desteklemektir.”185 

Taşkın Deniz ise BOP’ un hedeflerini “görünürdeki hedefler” ve “gerçek hedefler” olarak kategorize etmiştir. Görünürdeki hedefler; 

“1) Ortadoğu’ya serbest piyasa ekonomisini getirerek, bölge ekonomisinin uluslararası ekonomi ile entegrasyonunu sağlamak. 
 2) Enerji kaynakları güvenliğinin sağlanmasına bağlı olarak, güvenlik için duyulan askeri güce ihtiyacın azalması, askeri harcamaların 
düşmesi ve böylece elde edilecek gelirlerin sosyo-kültürel gelişmeye yönelik alanlarda kullanılmasını sağlamak. 
 3) Yöneticilerin sınırlı süre ve yetkiler ile iktidarda kalmasını sağlamak. 
 4) Devlet gelirlerinin ve bu gelirlere kaynaklık eden unsurların yöneticilerin değil de devletin ve halkın çıkarları için kullanılmasını sağlayarak, halkın refah 
    düzeyini artırmak. 
 5) Dine dayalı hukuk sistemlerini kaldırarak laik hukuk sistemi getirmek. 
 6) İnsan hakları ve hukuk üstünlüğünün kabul edilmesi ile kadın erkek eşitliğini sağlamak. 
 7) Serbest ve hür seçimlerin yapılabildiği demokrasi sistemini getirerek kalıcı kılmak. 
 8) Eğitim, okullaşma, bilgi teknolojilerinin kullanımı, basın medya özgürlüğü ve özellikle kız çocuklarının okullaşma oranını artırmak. 
 9) Kitle imha silahlarına, etnik çatışmalara, uyuşturucu yapım ve satımına, insan kaçakçılığına, ağır insan hakları ihlallerine engel olmak ve terörü kaynağında kurutmak. 
 10) Batı değerlerini, düşünce tarzını ve yaşayış şeklini bölge insanlarına getirmek. 
 11) Bu amaçların gerçekleşmesini sağlayarak Ortadoğu’ya istenen siyasi ve sosyo-ekonomik düzeni getirebilmektir.”186 

Gerçekleştirileceği ifade edilen tüm değişiklikler Ortadoğu ülkelerinin yararına gibi gösterilmekte ise de temel yaklaşım ABD çıkarlarının korunması ve ABD ulusunun refahını sağlayacak kaynakların kontrol altında bulundurulmasıdır.187 ABD ve müttefikleri, bu görünür hedefleriyle bazı noktalarda örtüşen ancak 
tamamen aynı olmayan, gerçek hedeflerle BOP’ u uygulamaya koymuşlardır. Taşkın Deniz BOP’ un gerçek hedeflerini şu şekilde ifade etmektedir; 

“Ortadoğu‘da enerji kaynaklarının denetimini sağlamayı, silah ticareti için yeni pazar alanları oluşturmayı, Suriye ve İran üzerinden Rusya ve Çin’e karşı bölgedeki nüfuzunu etkili kılmayı planlamaktadır. Yine İsrail’ in bölgedeki güvenliğini sağlamak ve büyük bölümü Müslüman olan coğrafyada ‘Ilımlı İslamiyet’i’ yaymak diğer asli amaçlardandır.”188 

 Bu hedefler içerisinde ön plana çıkan ve bekli de diğer amaçların bunun sağlanmasına bir araç olarak kullanıldığı ABD’nin bölgedeki zengin petrol ve diğer enerji kaynaklarını denetim altına alma isteğidir. ABD zengin petrol ve enerji kaynaklarını kontrol etmek ve elde etmek amacıyla Ortadoğu Bölgesi ile her zaman ilgilenir konumdadır. 1967 yılında ABD Savuma Bakanı Mc. Namara verdiği demeçte Ortadoğu’nun kendileri için çok stratejik bir öneme sahip olduğunu, bu bölgenin kendileri için siyasi, askeri ve iktisadi menfaatlerin odak noktası olduğunu ve Ortadoğu petrollerinin kendileri için hayati önem taşıdığını ifade etmiştir.189 

 BOP’ un yukarıda sayılan gerçek hedefleri dünya genelinde bilindiği ve bu şekilde olduğu kabul edildiği halde, proje uygulayıcıları demeçlerinde her zaman görünürdeki hedeflere vurgu yaparak, insanlar üzerinde bir algı çalışması yürütmektedirler. Yapılan bu algı çalışmasında ne kadar başarılı oldukları bilinmez ancak proje uygulayıcıları bu taktiklerinden hiçbir zaman vaz geçmemektedir. Örneğin ABD Başkanı George W.Bush böyle bir proje ile Ortadoğu’ya yönelmelerinin en önemli gerekçesini birçok Ortadoğu ülkesinde var olan yoksulluğun derinleşmesinde görmektedir. Ona göre; bu ülkelerde kadın hakları bulunmamaktadır. Kadınların okula gitmesi engellenmektedir. 

Bütün dünya ilerlemekteyken, Ortadoğu toplumları yerinde saymaktadır. 

Başkan Bush’a göre; Ortadoğu, özgürlüğün yeşermediği bir yer olarak kaldığı sürece, bölgede durgunluk sürecek ve şiddet, ihraç edilmek üzere her zaman var olacaktır.
190 BOP’ un mimarlarından kabul edilen ABD başkan yardımcılarından Dick Cheney yukarıda ifade ettiğimiz asıl hedeflere hiç değinmeden, BOP’un hedeflerini sıralamıştır. 
Cheney Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana fikrinin, bütün bölgeye demokrasiyi yayarak bölgeyi geliştirmek ve barışı garantilemek olduğunu söylemektedir. 
Cheney’e göre bu kapsamda demokrasiyi sağlamak için sağlanması gereken öncelikler; hukuk ihlallerini önlemek, dinsel ve ulusal azınlıkların kendi yazgısını belirlemek, bütün bölgeyi zehirleyen yanlış ideolojileri bastırmak için eğitimdeki büyük ilerlemeyi sağlamaktır.191 
Daha önceleri ABD Başkanı Ulusal Güvenlik Danışmanı, Condoleezza Rice ise, bu konuda daha dürüst davranmış ve asıl hedefleri hakkında ipucu sadedinde projeyi dünya kamuoyuna, “Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesi” olarak tanıtmıştır.192 

Büyük Ortadoğu Projesi’nin resmi olarak ilan edilen ana amacı, özgür olmayan geri kalmış bölgelere demokrasi getirmek olarak açıklanmıştır. Demokrasi getirme veya demokratikleşme kavramının genel olarak zihinlerde yaptığı ilk çağrışım, demokrasi dışındaki bir rejimin farklı nedenlerle kendiliğinden veya zorlayıcı etkenler vasıtasıyla demokrasi rejimine dönüşmesi veya geçişi olmaktadır.193 Burada demokrasi getirmek diye açıklanan hedef asıl amacı perdelemek maksadıyla yapılmıştır. 

“1980’lerin başında CIA’ in başındaki Colby “Artık bunları örtülü değil açık açık yapacağız, adına da demokrasi diyeceğiz.” demiştir. Bu demokrasi projesi tüm dünyada, özellikle Ortadoğu’da devrededir. Nitekim ya tank, top, tüfekle işgal ediyor, ya da içerden bir grup aydını satın alarak, ülkelerde yönetimler, yetiştirilmiş özel insanlarla değiştiriyor. Son derece sistematik çalışıyorlar. Aynı şeyi Ukrayna’da denediler, şimdi de Kosova. Kosova günümüzde bir Amerikan üssüdür. Yüzde doksanı Müslüman olan Kosova’da Katolikleştirme çalışmaları sürdürülüyor. Kosova’da hiç bir Katolik yokken Priştina’nın ortasına kocaman bir kadetral oturtuluyor. Nitekim mesela, Batı Trakya’da pek çok cami yıkıma terk edilmişken, Akdamar Kilisesi onarılıyor ya da Urfa’nın göbeğine haç biçiminde 
bir park yapılıyor, ortasına da bir kilise konulabiliyor. Bunları hep kendi yönetime getirdikleri adamlar vasıtası ile yapıyorlar. Bizimki gibi çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde de İslam’ı bozma teşebbüsleri yine demokrasi projesi çerçevesinde geliştirilmektedir.”194 

Bush ve Cheney her ne kadar resmi söylemlerinde demokrasi ve insan hakları gibi evrensel kavramları gündeme getirseler de Büyük Ortadoğu Projesinin hedefleri yukarıda belirttiğimiz gibi, bunlardan çok farklıdır. Amerikan dış politikasının değişmez stratejisi olan petrol ve enerji kaynaklarını kontrol altına almak, bu hedeflerin başında gelir. Ortadoğu bölgesi ülkelerinin liberal ekonomiye geçmeleri ile kendi pazar şansını artırmakta BOP’ un hedefleri arasında sayılabilir. Bölge ülkelerinin demokrasiye geçmelerini, bu vesile ile her yıl 2 milyar dolar yardımda bulunduğu öne sürülen güvenliğini sağlamak, Irak Savaşı sonrası, dünya kamuoyunda yükselen Anti- Amerikancı söylemleri demokrasi söylemiyle bertaraf etmek, demokratik söylemleri sıklıkla kullanarak bölge ülkelerinin radikal İslamcı örgütlerle mücadele etmesini sağlamak, gibi hedefler sayılabilir.195 

3.5. Arap ülkelerinin projeye bakışı: 

 BOP ’a göre Ortadoğu’da mevcut otoriter ve totaliter devlet yapıları ürettikleri istikrarsızlıkları küresel sisteme yansıtmaktadırlar. Batı dünyası soğuk savaş tan günümüze bu devlet yapılarını destekleyerek bölge halklarının küresel teröre varan nefretini kazanmıştır. Yapılması gereken bu devlet yapılarının yeniden yapılandırarak küresel sistemle bütünleştirilmeleridir. “Zbigniew Brzezinski “Avrasya’nın Balkanlaştırılması” diye adlandırdığı bir projede Avrasya kıtasının ABD tarafından kontrol edilmesinin dünya liderliğini sürdürmek için hayati önemde olduğunu söylemiştir.”196 Bu süreç Irak örneğinde olduğu gibi dışarıdan şiddet uygulanarak da denenebilir. Bu dönüşümü zorlaştıran direnç faktörlerinin başında demokrasiyle uzlaşması zor, batı karşıtlığının kimlik 
formu haline getiren İslam dini gelmektedir. Dolayısıyla İslam’ın “Ilımlı” hale getirilerek demokrasiyle uzlaştırılması ve batı karşıtlığından arındırılması 
hedeflenmektedir. Denenmiş bir model olarak Türkiye’yi örnek alan bu yaklaşım laik sistemle ilişkisi sorunlu olması muhtemel bir “Ilımlı İslam” modeli ortaya 
atmıştır. “Ilımlı İslam” fikri İslam dinin özünün şiddete, totalitarizme eğilimli olduğu düşüncesinden hareket etmektedir. Bu düşünce yanlış bir İslam tarihi 
yorumuna dayanmaktadır. İslam’da devlet toplum ilişkilerinin tarihini saltanat doktrini üzerinden okuyan çoğulculuğu vazeden kelam ve inanç geleneği 
modeline dâhil etmeyen bu projenin gerçekleşmesi güç görünmektedir.197 

 ABD’nin, BOP’ ta başarılı olmak için neler yapması gerektiğini eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, New York Times gazetesine yazdığı 
makalede Amerika’nın Projeyi anlatırken yaptığı hatalıları şu şekilde ifade etmektedir. 

“Bush yönetimi, uzun vadede Ortadoğu'yu demokratikleştirme kararlılığı bakımından övgüyü hak ediyor. Fakat en iyi fikirler bile, beceriksiz uygulamaların kurbanı olabilir. Daha da kötüsü, bu fikirler geri tepebilir. Özellikle de insanlar işin içinde gizli niyetler olduğundan kuşkulanmaya başlarsa. Plan taslağının geçen ay Londra merkezli Arap gazetesi El Hayat'ta yayımlanmasının 
ardından, Arap liderleri sert (ve huzursuz) biçimde tepki gösterdi; Amerika'nın bu yöndeki çabalarını, değişim dayatması olarak eleştirdiler. Eski Mısır Devlet Başkanı Hüsnü mübarek planı Hayalci diye niteleyecek kadar ileri gitti. Eğer samimi bir biçimde kabul edilmez ve anayasallığın gelenekleriyle desteklenmezse, demokrasi, aşırılıkçılığa ve otoriter eğilimlere meşruiyet kazandıracak bir halkoyu biçiminde yozlaşabilir. Soruna eşlik eden bir başka mesele de, demokrasi üzerinde böyle aniden yoğunlaşılmasının, İsrail ve 
Filistin arasında kalıcı bir barış anlaşmasına yönelik herhangi ciddi Amerikan çabasını erteleme niyetindeki Beyaz Saray yetkililerinin marifeti olduğu şüphesi; üstelik bu şüphe, sadece Araplar arasında değil, ABD'nin destek görmeyi umduğu Avrupalılar arasında da mevcut. Söz konusu şüphecilik, Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in geçenlerde İsviçre'nin Davos kentinde düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu'nda yaptığı açıklamalarla da güçlenmiş durumda. Cheney, demokrasinin yayılmasının, İkinci Dünya Savaşı sonrasında 'Batı 
Avrupa'da barış ve refahın önkoşulu olduğunu' söyledi. Ardından vurgulu bir biçimde ekledi: "Demokratik reform, uzun yıllardır devam eden Arap-İsrail çatışmasına barışçı bir çözüm bulunması bakımından da merkezi öneme sahip. Cheney'in, demokrasinin barışın önkoşulu olduğu yaklaşımı, birçokları tarafından İsrail- Filistin çatışmasını çözme çabalarının ertelenmesinin bahanesi 
olarak anlaşıldı. Dahası, Cheney'in yaklaşımı, demokrasinin ancak bir siyasi itibar atmosferinde serpilip gelişebileceği yönündeki tarihsel gerçeği de görmezden geliyordu. Filistinliler İsrail kontrolünde yaşadığı ve her gün aşağılandığı sürece, demokrasinin erdemlerine dair vaazları cazip bulmayacaktır. Aynısı, Amerikan işgali altındaki Irak için de geçerli.” 198 

 Aynı makalede Brzezinski atılması gereken adımları şu şekilde sıralamıştır. 

“Birincisi, program Arap ülkeleri tarafından hazırlanmalı; sadece onlara ne yapmaları gerektiğini söylemek yetmez. Mısırlılar ve Suudiler, dinsel ve kültürel geleneklerinin küçümsendiğini hissederlerse, demokrasiye kucak açmaz. Yanı sıra Avrupalılar işin içine tam anlamıyla katılmalı; planlanan işlerin tarifi ve neyi hedefleyeceği konusunda bölge ülkeleriyle kendi diyaloglarını sürdürmeli. G-8 zirvesindeki muhtemel yaklaşım farklılıklarının üstesinden ancak bu şekilde gelinebilir. İkincisi, girişim, kendi kendini yönetmekten kaynaklı siyasi itibar olmaksızın demokrasiden söz edilemeyeceğini kabullenmeli. İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Almanlar siyasi itibarlarını nispeten kısa bir süre içinde geri kazandılar ve bu itibar, Nazi sonrası dönemde demokratik kurumları 
canlandırmaları için onlara yardımcı oldu. Eğer Filistinlilere ve Iraklılara egemenlik tanıma çabalarıyla birleştirilebilirse, Arap demokrasisi programı çok daha başarılı olacak ve daha yaygın kabul görecek. Aksi durumda demokrasi, Arap dünyasındaki birçok çevre tarafından, süre giden yabancı egemenliğinin maskesi olarak algılanacak. Son olarak ABD Ortadoğu'daki bir barış anlaşmasının özünü tarif etmeli ve ardından anlaşmayı hayata geçirmek için enerjik bir biçimde çalışmalı. Böyle yapmak, demokrasi girişiminin ardındaki yapıcı niyetlere yönelik daha güçlü bir güven sağlayacak; yanı sıra Ortadoğu ülkelerine, demokratik Batı ile samimi birortaklık için paylaşılan bir zemin olduğunu gösterecek. 

Ortadoğu'nun dönüşümü, savaş sonrası Avrupa'nın yenilenmesinden daha karmaşık bir süreç olacak. Ne de olsa sosyal yenileme, tabiatı gereği, sosyal dönüşümden daha kolay. İslami geleneklere, dini inançlara ve kültürel alışkanlıklara, sabır ve saygıyla yaklaşmak gerekiyor. Ancak bunun ardından Ortadoğu'da demokrasinin vakti gelecek.” 

 Bu durumda Büyük Ortadoğu Projesi’nde yer alan ülkelerin önünde üç seçenek bulunmaktadır. Bu seçenekler; planı kabul etmek, planı kabul etmemek 
ve kendilerine uygun hale getirmek. BOP ile ilgili 2004 yılında ki G-8 zirvesine İran, Suriye, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan ve Mısır projeye karşı olduklarını 
duyurarak protesto ettiler. Bölge gazetelerinde ve televizyonlarında altı ay boyunca yoğun şekilde BOP’ u eleştiren yazılar ve programlar yayımlanmıştır. 

Bu yazı ve programlarda, “Dışarıdan dayatılacak düzenle bölge haklılarının ifadesinin hiçe sayıldığı” belirtilmiştir. Davete hayır diyen ülke yönetimleri biliyorlardı ki bir süre sonra davet sahipleri tarafından tasfiyeleri söz konusu olacaktı.199 


BU BÖLÜ,M DİPNOTLARI;

176 Çelik ve Gürtuna, A.g.e, s.21 
177 Haluk Gerger, Ortadoğu’da Düş Ve Karabasan: Ortadoğu Nereye?, 
      http://forum.memurlar.net/konu/615441/, 19.03.2014 
178 Seval Gökbaş, “Çok Kutuplu Yeni Dünya Düzeninde ‘Güvenlik’ Algısı”. , 
      http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/1113/cok_kutuplu_yeni_dunya_duzeninde_%E2%80%98guvenlik_algisi, 30.07.2009, 19.03.2014 
179 Murat Yeşiltaş,. ABD’nin Uluslararası Terörizme Yaklaşımı, ABD’nin Haydut Devletleri, Ed. Kemal  İnat, Değişim Yayınları, İstanbul, (2004), s.21 
180 Şadiye Deniz, Ortadoğu’nun Yeniden İnşaasının Yapı Bozumu: Büyük Ortadoğu Projesi Üzerine Bir Analiz, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 
      (2012), Cilt:5, Sayı:20, s.176 
181 Mustafa Peköz, Küresel Güçlerin Ortadoğu Stratejisi, Kalkedon Yayınları, İstanbul, , (2007), s.51 
182 Günal, A.g.m, s.158 
183 Günal, A.g.m, s.158. Daha detaylı bilgi için bkz. 
      http://www.rand.org/pubs/monograph_reports/MR1716.html 
184 Hüseyin Erdönmez, “Avrupa Devletlerinin Orta Doğu Politikası İle ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi”, 
      Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi, Edirne, (2010), ss.63-64 
185 Cihangir Dumanlı, Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, Bizim Kitaplar Yayınevi, İstanbul, (2007), s.68 
186 Taşkın Deniz, Mekânsal Paylaşım Açısından Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye, Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı:26, İstanbul, 2012, ss.157-158 
187 Nazmi Çelenk, Amerika’nın İslâm’ı, İlgi Yayınları, İstanbul, (2006), s.173 
188 Deniz, A.g.m, s.158 
189 Erol Bilbilik, NATO-İstanbul Zirvesi ve Geniş Ortadoğu Stratejisi, Otopsi Yay. İstanbul, (2004), s. 111- 112 
190 Hüseyin Bağcı- Bayram Sinkaya, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye:AK Parti’nin Perspektifi”, 
http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu1%20makale/huseyin_bagci_bayram_sinkaya.pdf, ss.21-22, 20.03.2014 
191 Evcioğlu, A.g.e, s.116 
192 Rice, sekiz yıl önce ‘22 ülkenin sınırı ve rejimi değişecek’ demişti! 
      http://haber.gazetevatan.com/rice-sekiz-yil-once-22-ulkenin-siniri-ve-rejimi-degisecekdemisti/361082/4/yazarlar, 23.02.2011, 26.02.2014 
193 Hüseyin Akdoğan-Yavuz Kahya-Nurullah Altun, Ortadoğu’daki Siyasal Gelişmeler ve Güvenlik, Polis Akademisi Yayınları, Ankara, (2012), ss.21-22 
194 Serpil Sedef, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesine karşı uzman aydınların tutumu”, Yüksek Lisans Tezi, , Marmara Üniversitesi, İstanbul, (2009), s.136 
195 Şahin, A.g.e, s.99 
196 Eenesto Gomez Abascal, Ortadoğu’da İmparatorluğun Sonbaharı, (Çev.) Süleyman Altunoğlu-Barış Yıldırm, NoteBene Yayınları, Ankara, (2013), s.144 
197 Çetin Güney, Büyük Orta Doğu Çerçevesinde İslam ve Demokrasi, 
      http://dusuncetarihi.files.wordpress.com/2010/01/buyuk-orta-dogu-cercevesinde-islam-vedemokrasi.pdf, s.6, 22.03.2014 
198 Zbigniew Brzezinski,Büyük Ortadoğu’ya Dikkat, 
      http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=109124, 10.03.2004, 26.02.2014 
199 Bush G-8 zirvesine Erdoğan’ı neden davet etti, 
      http://eski.bianet.org/2004/05/28/35726.htm,    29.05.2004, 22.03.2014 

8 Cİ BÖLÜ,M İLE DEVAM EDECEKTİR


***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 6

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 6

2.6. Başkan Obama dönemi ABD politikaları: 

 2009 yılında ABD başkanlığını George Bush’tan devralan Barack Obama’nın ABD’nin dünyada sarsılmış imajını düzeltebileceği umulmaktadır. Seçim kampanyasını değişim sloganıyla yürütmüş olan Obama’nın değişimin mimarı olma yolunda attığı ilk adımlardan biri Ortadoğu’daki belli başlı sorunların çözümüne yönelik olmuştur. 
Kahire ve TBMM’de yaptığı konuşmalar da bölgedeki bu kötü imajı düzeltme sürecinde atılmış olan ilk adımlar olarak değerlendirilebilir.147 
Obama, dünyanın Bush iktidarı süresince unutmuş olduğu yumuşak güç kavramını, seçim kampanyası sırasında ve seçildikten sonra verdiği demeçlerde, yeniden dünya gündemine taşımıştır. Obama’nın bu unutulan yumuşak gücü kullanarak atacağı her adım, ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaptığı katliamlar ve söylediği yalanlar yüzünden sarsılan imajını düzeltebilmesi için büyük bir öneme sahiptir. Bu bağlamda Obama’nın ilk röportajını Suudi kanalı olan El- Arabiya’ya vermesi, Amerika’nın İslam dünyasının bir düşmanı olmadığını vurgulaması, Filistin İsrail sorununun çözümünde iki tarafı da dinleyeceğinin altını çizmesi ve işbirliğinden bahsetmesi yumuşak gücü devreye sokmasının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.148 

 Obama’nın Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşma medeniyetler çatışması zihniyetiyle sekiz yıldır yürütülmüş olan muhafazakâr politikaların artık değiştiğinin sinyallerini vermiştir. Obama gerek TBMM’deki konuşması olsun gerekse Kahire’deki konuşması olsun her ikisinde de, ülkesinin barışçı yüzünü göstermeye çalışmıştır. 
Obama’nın konuşmasının ana temasını Amerika’nın ikna etme yeteneğini, yani yukarıda belirttiğimiz yumuşak gücünü yeniden inşa etme çabaları oluşturmuştur. 
Kahire konuşması boyunca Obama, İslami kültür ve tarihe olan saygısına ve kendisinin Müslüman dünya ile olan bağlarına vurgu yapmıştır. Kahire’ye gelme nedenini yeni bir başlangıç yapmak olarak açıklayan Obama, bu sözleriyle de farklı bir politika izleyeceğinin güvencesini vermiş oluyordu. 

Obama Kahire’deki konuşmasında Arap-İsrail ihtilafını ve ülkesinin İran’la sürtüşmesini, şiddet yanlısı aşırılıkçılıkla mücadelenin yanı sıra demokrasi, inanç 
özgürlüğü ve kadın haklarını güçlendirmeyi içeren bir gündemin parçası olarak çözmeyi de vaat etmiştir. Obama konuşmasında şu ifadelere yer vermiştir; 

 “Ben Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile dünyadaki Müslümanlar arasında karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan, Amerika ve İslam’ın birbirleriyle zıt olmadığı ve rekabete gerek bulunmadığı gerçeğine dayanan yeni bir başlangıç arayışı ile geldim. Aslında onlar birbirini tamamlar, adalet ve gelişim, hoşgörü ve bütün insanların saygınlığı gibi ortak ilkeleri paylaşır. 
George W. Bush’tan farklı olarak Barack Obama konuşmasında küresel karşılıklı bağımlılığın da altını çizdi: Birbirimizi dinlemek, birbirimizden öğrenmek, birbirimize saygı göstermek ve ortak bir zemin bulmak için devamlı olarak çaba göstermeliyiz. Mukaddes Kuran’ın bize söylediği gibi, Allah’ı aklından çıkarma ve daima gerçeği söyle. Benim bugün yapmağa çalışacağım şey, insan olarak 
paylaştıklarımızın bizi ayıran güçlerden çok daha kuvvetli olduğu yolundaki inancımdan şaşmadan, önümüzdeki fevkalade görevin önemini bilerek, elimden geldiği kadar gerçekleri yansıtmaktır”. 149 

Obama, TBMM’deki konuşmasında da Bush’un “ya bizdensiniz ya karşımızdasınız” kuralını bir kenara bıraktığının sinyallerini vermiştir. Geçmişteki 
ilişkilere vurgu yapmasının ve Türkiye ile işbirliğinin Amerika’nın yararına olacağını dile getirmesinin yanı sıra Obama, iki ülkenin birbirini dinleyip ortak bir zemin aramasının gerekliğinin altını çizmiştir. Obama Türkiye’de Türklerin dahi kendilerine söyleyemediği şeyleri, Türklere söylemesi açısından güzel bir konuşma yapmıştır.150 
Obama bu konuşmasında Türkiye ile bozulan ilişkilerin onarılmasına ilişkin atılacak ilk adımın yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak olduğu üzerinde durmuş ve Türkiye’den tüm Ortadoğu’ya şu şekilde seslenmiştir; 

 “Türkiye ve ABD günümüzün sorunlarına, tehditlerine ve tehlikelerine karşı yan yana olmalı, birlikte çalışmalı. Karşılıklı çıkarlara dayanmamız ve farklılıklarımız üzerinde yükselmemiz gerekiyor. Birlikte hareket edersek daha güçlüyüz. Birleşik Devletler ile Türkiye’yi birbirine bağlayan güvenin zorlandığını, sarsıldığını biliyorum. Bu zorlanmanın, sarsılmanın İslam inancının yaşandığı 
pek çok yerde paylaşıldığını da biliyorum. Becerebildiğim kadar açıkça şunu söylemek isterim ki, Birleşik Devletler, İslam ile bir savaş halinde değildir ve asla olmayacaktır”.151 

ABD Başkanı Obama’nın bu söylemleri ve bir ölçüde de Genel prensipler ve yöntemler açısından Obama yönetiminin güç kullanımı yerine müzakere ve diyalogu tercih ettiği, tek taraflı değil çok taraflı politikaları savunduğu, müttefikleri ile birlikte çalışıp, ABD’nin düşmanlarına karşı daha ince ayrım bir politikayı ön plana çıkardığı söylenebilir. 

Hüsnü Mahalli Obama’nın Türkiye ziyaretini ve meclis konuşmasını şu şekilde yorumlamıştır; 

 “Bu sürecin bence en önemli aşaması Başkan Obama’nın ilk Müslüman ülke olarak 6 Nisan 2009’da Türkiye’ye gelmesidir. 
Türkiye’yi öve öve bitiremeyen Barack Hüseyin Obama ülkesi ile Türkiye arasında ilk kez “Model Ortaklık” tan söz etti. Bu ortaklığın ne anlama geldiği daha sonra “Arap Baharı” ile anlaşılacaktır”.152 

Bu yeni çerçevenin uygulamasına baktığımızda bazı sonuçlar ortaya çıkmak tadır. Öncelikle ABD Barack Obama’nın seçim sürecinde birçok kez vurguladığı gibi Irak’tan çekilme takvimini uygulama koydu. Senatörlüğü döneminde Irak Savaşına karşı çıkan Obama birçok kez bu savaşın ABD’yi gerçek hedefi olması gereken el- Kaide’ye karşı savaşında zayıflattığını iddia etmişti.153 

Obama yönetimi daha önceki politikanın aksine İran ve Suriye ile sorunları öncelikle diyalog yoluyla çözmeye çalışacağını ilan etti. Bush yönetimi döneminde tamamen kesilen Suriye ile diyalog yeniden başlatıldı. İran ile ancak Hasan Ruhani’nin cumhurbaşkanlığından sonra ilişkiler gelişmeye başladı. 
Diğer taraftan Filistin-İsrail uyuşmazlığında Obama barış sürecinin yeniden başlamasını ve bu çerçevede İsrail’in yeni yerleşimler inşa etmeyi durdurması gerektiğini vurguladı. 
Müslüman dünyasına seslenmek için yaptığı Kahire konuşmasında da dikkat çektiği ana tema ise ABD’nin Müslümanlarla bir savaşta olmadığını vurgulayarak diyalog, hoşgörü ve bir arada yaşama mesajları verdi. Ortadoğu politikası konusundaki değişimi henüz daha çok söylem düzeyi ile sınırlıdır. 

Bu anlamda en önemli değişim siyaset tarzı ile ilişkilidir. 

Bu anlamda ABD’nin bu bölgede uzun yıllar içinde oluşturulmuş çıkarları değişmemiştir. Ancak yeni yönetim bu çıkarların nasıl korunacağı konusunda farklı yaklaşım geliştiriyor gibi görünmektedir. 

“Obama gerçekten, İslam dünyası açısından kulağa hoş gelen şeyler söyledi. Seleflerinin dile getiremediği, önemli bazı gerçeklerin de altını çizdi. Geçmişte 
yaşananlarla mevcut durumu kıyaslayarak tutarlı olmaya gayret etti.”154 Obama döneminde ABD’nin Ortadoğu politikasını ve ilişkilerini bölgesel aktörlerin önemli ölçüde etkileyeceği söylenebilir. Bölgedeki devletler ve devlet dışı aktörlerin kendi çıkarları ve ajandaları ABD’nin politikalarını uyguladığı bağlamı oluşturacaktır. 

Örneğin, Irak’taki çeşitli grupların ilişkileri, İran’ın iç politikası ve dış politikasına yansımaları, İsrail hükümetinin politikaları, Filistin’de el-Fetih ve Hamas arasındaki ilişkiler zaman zaman ABD politikalarından etkilense de kendi dinamiklerini yaratacaklardır. Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi, Soğuk Savaş sonrası dönemde de ABD’nin Ortadoğu’da düzen oluşturma çabaları bu gerçekle yüz yüze gelmiştir ve gelmeye de devam edecek görünmektedir.155 

Bu bölümde ABD’nin Ortadoğu bölgesinde yürüttüğü politikaların belli başlı örnekleri üzerinde durulmuştur. Özellikle Afganistan ve Irak işgalleri neden ve 
sonuçları ile incelenmiş, işgal öncesi yapılan söylemlerle, sonradan ortaya çıkan sonucun çeliştirildiği gösterilmeye çalışılmıştır. Bu örneklerle ABD’nin Ortadoğu’da yürüttüğü politikalarında gösterdiği nedenlerin dışında, gizli bir arka planının olduğu ispatlanmak istenmiştir. 


3.BÖLÜM  BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) 

 3.1. BOP’ un tanımı: 

 Başkan Bush ve Yeni Muhafazakâr grup tarafından hazırlanan ve Genişletilmiş Ortadoğu coğrafyasında demokrasi yönünde rejim değişikliğini öngören Büyük 
Ortadoğu Projesi, önceleri Türk karar vericileri dâhil, bölgenin demokratikleş mesini arzu eden devletler tarafından açık bir şekilde desteklenmiştir. Demokratik Barış Yaklaşımına dayanan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), aslında bölgenin iç siyasi, ekonomik ve sosyal yapılarında radikal dönüşümü öngörmektedir. Başkan Clinton’dan farklı olarak Başkan Bush ve ekibi, askeri yöntemleri kullanarak, kısa sürede bölgenin demokratik dönüşümünü sağlamayı hedeflemiştir.156 Atilla Akar BOP için şu değerlendirmelerde bulunmuştur; 

    “Büyük Ortadoğu Projesi, aslında çok eski bir projedir. Ortadoğu’da yer alan bölgelerin bir bütün olarak görülmesi ve bu bölgede otorite sağlayan bir siyasal 
yapılanmanın gerçekleştirilmesi doğrultusunda her dönemde ve her siyasal güç tarafından Ortadoğu’yu genel olarak büyük sınırlar içerisinde ele alan bazı yaklaşımlar ve projeler geliştirilmiştir.”157 

 BOP, Soğuk Savaş sürecinin ardından ABD’nin ortaya attığı Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin bir alt başlığıdır. 1990’lı yılların başlarında ABD Tanzanya’da ve Kenya’da büyükelçiliklerinin bombalanması ile uluslararası terörizme karşı politikalar üretmesi gerektiğini anlayarak bu projeyi başlatmıştır.158 
Bu Kuzey Afrika’nın Akdeniz sınırlarından başlayıp Hindistan’ın batı sınırlarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada çoğu Müslüman olan ülkelerin siyasi, hukuki, bilgi, eğitim, ekonomi, sosyal ve güvenlik boyutlarında değişim ve dönüşümlerini hedefleyen kapsamlı bir projedir159. 

Ancak BOP’ un hayat bulması ve uygulanması, bütün dünyayı sarsan ve yeni bir dönemin başlamasına sebep olan 11 Eylül terör saldırılarının ardından olmuştur. 
Küresel terörizmin ile mücadelede, klasik terörle mücadele yönteminin etkili olmadığı anlaşılınca, ABD küresel terörizmin kaynağı olarak gördüğü Ortadoğu bölgesine müdahale etmek amacı ile BOP’ u canlandırmıştır. Afganistan ve Irak’ın işgalleri ile uygulamaya konmuş olan projenin resmi ağızlardan ilk ilanı İsviçre’nin Davos şehrinde yapılan Dünya Ekonomik Forumu’nda ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından 24 Ocak 2004 tarihinde yapılmıştır.160 

 Başkan Bush dönemine yön veren Yeni Muhafazakârlar, ABD tarafından uygulanan demokrasinin bütün ülkeler açısından en ideal bir yönetim tarzı olduğunu, dünyaya demokrasinin, özgürlüğün yayılması gerektiğini ve bu görevin Tanrı tarafından, ABD’ye verildiğini savunmaktadırlar. 

Bunun yanı sıra bir zamanlar Almanya ve Japonya’ya nasıl özgürlük götürdülerse, şimdi de aynı görev, başta Ortadoğu olmak üzere diğer bölgelere götürülmesinin gerektiğin, SSCB’nin yıkılmasından sonra, ABD’ye meydan okuyacak bir gücün kalmamasından dolayı, ABD liderliğinde tek kutuplu bir dünyanın kurulması gerektiğini söylemektedirler. Yeni Muhafazakârlar, diktatör rejimlerin askeri müdahalelerle değiştirilmesini başta İsrail olmak üzere, müttefiklerine her türlü desteğin verilmesini ve ABD’nin dış politikada aktif, müdahaleci bir rol üstlenmesi gerektiğini, savunmaktadırlar. 
Yeni Muhafazakârlar, İsrail’in sağcı politikalarını da desteklemektedir. Filistin’e verdiği destekten dolayı sorun çıkaran Suriye, İran ve Suudi Arabistan’daki rejimlerin devrilmesini istemektedirler.161 

 Bush’un iktidar döneminde ABD dış politikasına yön veren muhafazakâr kesime karşı yeni liberal fikirlerin savunucusu olan Ronald Asmus’un Kenreth Pollack ile 
birlikte kaleme aldığı makalesinde BOP ile ilgili önemli bilgiler mevcuttur. Washington 

Post gazetesinde 22 Haziran 2003’te yayımlanan “Ortadoğu’nun Neoliberal Açıdan Ele Alınışı” (The Neoliberal Take on the Middle East) isimli makalede, Ortadoğu’nun tehditlerden arındırılarak istenilen şekle gelebilmesi için uygulanması gereken proje NATO’nun soğuk savaş döneminde SSCB’ye uyguladığı projenin bir benzeri olmak zorundadır. Uygulanması gereken bu proje uzun vadeli olmakla beraber kuvvet uygulaması içermemelidir. Çünkü Ortadoğu’yu kuvvet uygulayarak istenilen seviyeye getirmesi imkânsızdır. Ancak ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi açılardan geliştirilmiş bir proje Avrupalı müttefiklerle beraber uygulandığı takdirde Ortadoğu’da sonuç alınabileceği ifade edilmiştir.162 

 Irak’ın işgalinin ardından gündeme gelen ve çok geniş bir alanı etki altına alması hedeflenen bu proje ile petrol, su ve doğal gaz gibi maddelerin hem kaynaklarını hem de nakil yollarını kontrol altında tutulması amaçlanmıştır. Bu sayede ileride rakip olması ya da tehlike arz etmesi muhtemel olan güçlerin önü kesilecek bu şekilde de hangi devletin güçlenip hangisinin güçlenmeyeceğine bizzat kendileri karar verebileceklerdir. Barındırdığı bunca avantajın yanı sıra enerjiye artan ihtiyaç, devletlerin istikrarsızlıkları, petrol kaynağı ülkelere ulaşmadaki artan zorluk derecesi ve dünyanın tamamına hükmetme arzusuna sahip çeşitli güçler Ortadoğu’da söz sahibi olmanın önemini oldukça arttırmıştır. 163 

 ABD’nin bu projesinde işi organize edecek devlet İsrail, model devlet ise Türkiye olacaktır. ABD ise sadece gerektiği anlarda tetikleme ya da organize etme gibi 
müdahalelerde bulunacaktır. Bu şekilde ABD’nin 90’lı yıllarda sıkça telaffuz ettiği Yeni Dünya Düzeni ile elde edeceği küresel hâkimiyetin bölgesel alanda tatbiki 
sağlanmış olacaktır. 
ABD 1990’lı yıllarda Sovyet Birliği’nin yıkılmasından sonra dünya sahnesinde yalnız kalmış ve Ortadoğu bölgesindeki faaliyetlerini artırarak, bölgede hâkimiyet sağlamak için elde ettiği bu fırsatı yaygın politikalar üreterek kullanmıştır. Bu politikalar BOP’ u oluşturmuştur.164 

 Benzer olarak Bill Clinton 1997 yılında “Yeni bir Yüzyıl için Ulusal Güvenlik Stratejisi” adı verilen belgeyi imzalamıştır. Belgenin özü ABD çıkarlarına dayanan ekonomik milliyetçiliğin, gerekirse silah gücüyle dünyaya egemen kılınması üzerine bina edilmiştir. Aynı belgede şu cümleler yer almaktadır; 

“200 milyon varillik petrol rezerviyle Hazar Denizi bölgesi (Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kafkasya, İran, Kuzey Irak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu) dünyanın artan enerji talebini karşılamada önemli bir rol oynamaya adaydır... Kendi petrol kaynaklarımız tükeneceğinden bu bölgedeki kaynaklara ulaşmak, ABD'nin yaşamsal çıkarlarından biridir.”165 

Bu belgeyle ABD’nin Ortadoğu’daki her faaliyetinin petrole egemen olma maksatlı olduğu anlaşılmaktadır. 

 Görüldüğü üzere BOP’ un asıl hedefi ABD’nin Ortadoğu bölgesindeki tüm petrol kaynaklarına hâkim olma isteğidir. Buna rağmen ABD projeyi hümanist temellere oturtmaya çalışarak, projenin maksadının bölgeye daha fazla demokrasi ve özgürlük getirmek olduğunu iddia etmektedir. ABD, aynı zamanda proje kapsamında eğitim, terör ve ekonomik sorunlarında halledileceğini ifade etmektedir. Gelinen noktada proje kapsamında işgal edilen Irak’ta ve Taliban tasfiyesi için müdahaleye maruz kalan Afganistan’da bir milyonun üzerinde can kaybı ve milyonlarca insanın mülteci durumuna düştüğü görüldü. ABD’nin demokrasi söylemlerine inanan ve müdahaleleri destekleyen bu ülkelerin vatandaşlarının, yaşam güvencelerinin eskiye nazaran kötüye gittiği günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır.166 

3.2. BOP coğrafyasının kapsamı ve özellikleri: 

 Büyük Ortadoğu Projesi yüzölçümü çok geniş alan bir alandaki ülkeleri kapsamaktadır. Sınırları doğuda Orta Asya ve Moğolistan, batıda Fas, Moritanya, kuzeyde Kafkasya ve Türkiye, güneyde Arap dünyasından Somali'ye kadar uzanır. Bu sınırlar içindeki ülkelerin büyük çoğunluğu Müslüman olsa da proje bütün İslam ülkelerini kapsamamaktadır. BOP bu geniş coğrafyada 23 ülkeyi kapsamaktadır. Bu ülkeler şunlardır: Moritanya, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suriye, Türkiye, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, İran, Pakistan ve Afganistan. Bütün bu ülkelerin ya petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarına sahip olması ya da bu enerji kaynaklarının nakil hattı üzerinde bulunuyor olması dikkat çekicidir.167 



 BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ HARİTASI168 

 Projenin orijinal halinde Türkiye hedef ülke olarak kapsam dâhilinde iken Türkiye’nin tepki göstermesi ve NATO üyeliği, AB adaylığı, laik ve demokratik bir ülke olma özellikleri dikkate alınarak Türkiye kapsam dışına çıkartılıp model ülke konumuna getirilmiştir.169 Eski CIA Ortadoğu Masası uzmanı Graham Fuller Türkiye’nin model ülke olası hususunda şu açıklamayı yapmaktadır; 

“ Ben çok umutluyum. Çünkü bu bölgede genel olarak Türkiye kadar demokratik bir ülke yok. Arap ülkelerinde yoktur. Kafkaslarda yoktur. 
Balkanlarda çok zayıftır. Yunanistan hariç çok zayıf demokrasiler vardır. O bakımdan Türkiye kedini çok iyi bir model olarak görebilir.”170 

Ünlü ekonomist ve düşünür Francis Fukuyama Türkiye’nin model olması konusunda “Türkiye öteki Müslüman ülkelere karşı başarılı bir model oluşturmuştur. İslam dünyası için en iyi model Türkiye’dir.” açıklamasını yapmıştır.171 

 Büyük Ortadoğu projesinin coğrafyasını inceleyecek olursak bölge, tarihin başlangıç noktası sayılan yazının bulunmasından bu yana bir yandan insanoğlunun meydana getirdiği medeniyetin beşiği olmuş, diğer yandan dünyanın diğer bölgelerinde gelişen medeniyetlerin yayılmasında kavşak noktasını teşkil etmiştir. Atlas Okyanusu'ndan Akdeniz'e, Akdeniz'den de Hint Okyanusu'na açılan önemli geçiş yollan bu bölgededir. Güney Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu'ya kıyısı olan Akdeniz, dünyanın en önemli jeostratejik denizlerinden birisidir. Akdeniz, dünyanın neredeyse merkezinde yer almaktadır ve enerji kaynaklarının güvenliği için büyük önem arz etmektedir. Ayrıca, hem doğu hem de batı ile ilgili yapılan ticaretle ilgili olarak gemilerin büyük bir çoğunluğunun bu bölgeden geçmesi bölgenin İktisadi ve siyasi açıdan önemini bir kat daha arttırmaktadır.172 

 Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki ülkelerde yaşayan insanlar çoğunlukla İslam’a inanmaktadırlar. Müslümanlar, Sünni, Şii ve Vehhabi olmak üzere üçe 
bölünmüştür. Bölgede sayıca fazla olan Müslüman nüfusun yanı sıra İsrail, Lübnan, Irak ve Suriye’de Yahudi ve Hıristiyanlar da yaşamaktadır. Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam için kutsal kabul edilen ve üç din için de büyük önem arz eden Kudüs bu bölgede bulunmaktadır.173 

 Bölgenin sergilediği genel özellikler eğitimsizlik, hızlı nüfus artışı, göç, antidemokratik yönetimler, teröre kaynaklık etme, süregelen anlaşmazlık ve 
çatışmalardır. Bölgedeki despot yönetimler nedeniyle bölge geri kalmıştır ve gelir dağılımı oldukça düşüktür. Bölgede yaşayan halkın üçte biri günde iki dolarda daha az bir gelire sahiptir. Bölgedeki çatışma ve savaşlar hala devam etmekte; Akdeniz'in iki tarafındaki ekonomik farklılık giderek daha da artmaktadır.174 

 Bölgenin öne çıkan eksiklerden biri de demokrasi ve insan haklarıdır. Büyük Ortadoğu Projesinde yer alan ülkeler incelendiğinde tam anlamı ile Batılı anlamda demokrasi ile yönetilen ülke bulunmamaktadır. Bugün dünyayı kasıp kavuran Arap ayaklanmalarının da temel nedeni olarak insanların demokrasi talepleri olarak gösterilmektedir. 

 ABD’ye göre, bölgede devam eden olumsuzluklar, bölgenin kötü yönetilmesin den kaynaklanmaktadır. Politik ve ekonomik durum açısından kötü durumda olan Büyük Ortadoğu ülkelerine rağmen İsrail, var olan bütün kötü örneklere karşı bünyesinde farklı özellikleri barındıran iyi bir örnektir. Yüzeysel alan olarak bütün bölgenin yüzde 0,1’i olan İsrail, yalnızca 20 bin kilometrekare ve 6 milyon insanıyla, GSMH’nın yüzde 10’unu oluşturmaktadır. Kökene inildiği zaman Musevilerin de, Araplar gibi Sami kavminden oldukları görülür. Eski zamanlarda Araplar gibi kabileler halinde yaşayan Musevilerin günümüzde Araplarla aralarında büyük farklılıklar oluştuğu görülmektedir. Özellikle Din, eğitim, demokrasi ve daha çok da kültürel alışkanlıklar açısından farklılıklar öne çıkmaktadır.175 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI


147 Yalım Eralp, Obama’nın Konuşması: Ankara-Kahire Farkı, 
 http://www4.cnnturk.com/Yazarlar/YALIM.ERALP/Obama.nin.Konusmasi.Ankara.Kahire.Farki/39.490/index.html, 08.06.2009, 25.02.2014 
148 Dünya Bülteni, Barack Obama’nın ilk röportajı, 
http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=64993, 30.01.2009, 25.02.2014, 
149 Barack Obama’nın Kahire konuşması, 
http://xa.yimg.com/kq/groups/17875166/445506459/name/Barack+Obama%26%2339%3Bs+Cairo+speech.doc, 04.06.2009, 25.02.2014, 
150 Aydoğan Vatandaş, Arabulucu Amerika Konuşmaları, Kara Kutu Yayınları, İstanbul, (2012) , s.52 
151 Başkan Obama’nın TBMM’deki Konuşması, 
http://www.yenidenergenekon.com/98-baskanobamanin-tbmmdeki-konusmasi-turkce-tam-metin/#sthash.GWHxrEo0.dpuf, 07.04.2009, 25.02.2014, 
152 Hüsnü Mahalli, Ortadoğu’da Kanlı Bahar, Destek Yayınevi, İstanbul, (2012), s.106 
153 Altunışık, A.g.m, s.79 
154 İsmail Kapan, Irklar, Dinler ve Mezhepler Mozaiği Ortadoğu’da Bahar Sancısı, Babıali Kültür yayınları, İstanbul, (2012), s.225 
155 Altunışık, A.g.m, s.80 
156 Neziha Musaoğlu ve Ertan Efegil, “ Ortadoğu’da Büyük Ortadoğu Projesi uygulanabilir mi?”, s.2, 
http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu2%20makale/neziha_musaoglu_ertan_efegil.pdf, 18.03.2014 
157 Atilla Akar, Büyük Ortadoğu Kuşatması, Timaş yayınları, İstanbul, (2004), s.101 
158 Günal, A.g.m, s.157 
159 Salim Cöhce, Büyük Orta Doğu Projesi Bağlamında Hindistan ile Orta Doğu Arasındaki Tarihi Bağlar ve Güncel İlişkiler, Gazi Akademik Bakış, Cilt. 2, Sayı 3, 
      (2000), s.65,  http://ataum.gazi.edu.tr/posts/download?id=46822 
160 Cöhce, A.g.m, s.66 
161 Abdullah Şahin, Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye,İstanbul, (2004), s.65 
162 Şafak, A.g.e, s.36 
163 Şafak, A.g.e, s.37 
164 Kaynak-Gürses, A.g.e, ss.12-13. 
165 Büyük Ortadoğu Projesi, http://trtr.facebook.com/note.php?note_id=154231004611127&id=104439666258769, 18.03.2014 
166 Babür Pınar ve Recai Ulutaş, Ortadoğu Yalancı Bahar, Nitelik Kitap Yayınevi, Ankara, (2012), s.199 
167 Günal, A.g.e, s.159 
168 Büyük Ortadoğu Haritası, 
      http://bopnedir.blogspot.com.tr/2013/03/buyuk-ortadogu-projesiharitasi.html, 10.05.2014 
169 Meclis araştırmaları önergesini metni, 
      http://www2.tbmm.gov.tr/d24/10/10-163458gen.pdf,   12.12.2012, 19.03.2014 
170 Hikmet Çetinkaya, Amerikan Mızıkacıları, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, (2008), s.109 
171 Hikmet Çetinkaya, Soros’un Çocukları, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, (2007), s.219 
172 Atilla Sandık ve Kenan Dağcı, Büyük Ortadoğu Projesi: Yeni oluşumlar ve değişen dengeler, İstanbul, 2006, s.179 
173 Din dağılımı dünya haritası, 
      http://aygunhoca.com/cografi-haritalar/76-dinsel-haritalar/511-dindagilimi-dunya-haritasi.html, 19.03.2014 
174 A.g.e, s.185 
175 Kemal Evcioğlu, Amerika Birleşilk Devletleri’nin Büyük Ortadoğu Projesi, Umay Yayınları, İzmir, (2005), ss.116-119 

7 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR




 ***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 5

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 5


2.5. ABD’nin, İran nükleer programına karşı politikaları: 

 Kendine özgü siyasi tarzı, tarihi, zengin enerji kaynakları ve kültürü ile İran; dünyanın tek Şii teokrasisidir. Hem devrimci bir rejime hem de oldukça geleneksel ve muhafazakâr bir topluma sahiptir. Bu yönleriyle İran emsalsiz bir örnektir ve Batı siyasi analizlerinin standart ölçütlerine uymamaktadır. İran dünyada iç dinamikleriyle ön plana çıkmasıyla birlikte jeostratejik önemiyle de ön plana çıkmaktadır. Orta Asya, Hazar Havzası ve Ortadoğu üçgeninin tam ortasında bulunması da İran’ı önemli kılmaktadır. 
İran’ın içinde bulunduğu bölge, enerji kaynakları bakımından, dünyanın kalbi konumundadır.124 İran, yüzyıllar boyunca bulunduğu coğrafyada önder ülke olma iddiasını hiç bırakmamıştır. İmparatorluk, monarşik ya da fundamentalist bütün İran rejimleri Büyük İran sevdasından kurtulamamışlardır. İranlı yöneticiler, özellikle nükleer güç olmak yolunda ilerledikleri sürece, sonuçta gerçekleşmese dahi, Körfez ülkeleri, Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri üzerinde önemli bir nüfuza sahip olacakları inancını taşımaktadırlar.125 İran’ın nükleer enerji politikası dış politikasının bir uzantısıdır. İran dış politik tutumunu bölgesel ve küresel tehdit ve fırsatları da göz önünde bulundurarak belirlemektedir. İran nükleer çalışmalarının politik tutumlarla beslemekte ve politik yöntemleri kullanarak geliştirmektedir. 
İran’ın konuya dair tutumu savaşa varmayan bir çatışma örneği olarak varlığını sürdürmektedir. Dış politikasının belirlenmesindeki en etkili unsurlardan biri ABD ile olan ilişkileridir. ABD ve İran arasında 1970’li yıllara kadar iyi ilişkiler söz konusu iken 1979 devrimi ile Humeyni’nin iktidara gelmesi ve ardından İran-Irak Savaşı’nda ABD’nin Irak’ı desteklemesi ilişkilerin adeta kopmasına neden olmuştur.126 

Şah Rıza Pehlevi döneminde, İran-ABD arasında zorunlu bir stratejik birliktelik söz konusuydu. Şah, ABD’nin SSCB’yi gözetlemesine ve Basra Körfezinde ABD 
çıkarlarının korunması için topraklarının kullanılmasına izin vermekte ve buna karşılık ABD, İran’ı bölgesel güç haline gelebilmesi için tüm modern askerî teçhizat ve silahları sağlamaktaydı.127 O dönemlerde ABD’nin Orta Asya'da ilgisini çeken yegâne hedef olan SSCB’nin bu bölgede nükleer silah denemeleri yapmasıydı. 
Bu denemeleri izlemek için uzun süre, İran ve Pakistan'daki üslerden kalkan casus uçaklar Orta Asya üzerinde uçuşlar yaparak bilgi toplamışlardır.128 

Muhammet Rıza Pehlevi, 1973 yılında Arap İsrail savaşı sonrasında Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) kurulmasıyla, dört katına çıkan petrol fiyatları sonucu büyük bir gelir akışına sahip olmuştur. Avrupalı Devletlerin bu alanda sundukları teklifler sonucu, bir açıklama yaparak “gelecek yirmi yılda 20.000 megavatlık nükleer enerji elde etmeyi” hedeflediğini belirtmiştir.129 
İran’ın Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’ndaki jeopolitik ve stratejik konumu, “nükleer devlet” olmanın ötesinde bir anlam kazandırmaktadır. Gerçek şu ki İran, nükleer reaktörlere ihtiyaç duymayacak durumda olmasına rağmen nükleer alandaki teknolojik gelişmelerden yararlanmak istemiş ve 1960'lı ve 70'li yıllarda ABD dâhil olmak üzere birçok batılı devletten yardım görmüştür.130 Bu alanda, Avrupa ve Amerikan firmaları ile ortak projeler yürütülmüştür. Başkan Jimmy Carter döneminde, ABD firmaları piyasalardaki avantajları kaybetmemek için, ”İran’ın geniş petrol ve doğal gaz rezervleri olmasına karşın, bu kaynaklardan tasarruf yapması ve daha temiz ve daha ucuz enerji olarak sunulan nükleer teknolojiden azami oranda faydalanması” konusunda İran yönetimi nezrinde lobi faaliyetlerinde bulunmuştur.131 

Şah 1979’da, Humeyni yandaşları tarafından devrilmiş ve ülkeden uzaklaştırılmıştır. Bu uzaklaştırmayla birlikte İran'ın bölgedeki rolü de değişmiştir. 
Süreç içerisinde İran ABD ile ilişkilerini koparmış, İsrail için bir tehdit haline dönüşmüş, adeta bölgede dışlanan bir konuma gelmiştir.132 Devrim sonrası İran her hareketi izlenir bir ülke konumuna gelmiş ve gerek coğrafi konumu gerekse dış politikadaki duruşu ile Ortadoğu’nun önemli aktörlerinden biri konumuna gelmiştir. 
Saddam Hüseyin’in bölgedeki karışıklıktan faydalanmak isteğiyle İran’a saldırması ve savaşta kimyasal silah kullanmasıyla başlayan İran-Irak Savaşı’nda 1 milyon civarında insan hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 150 milyar dolar tutarında maddi kayıp meydana gelmiştir. Bu savaşta Irak, Batı’dan açık bir destek görmesine rağmen savaşın bir galibi olmamıştır.133 
İslam Devrim sonrasında gerek başa gelen liderlerin politikaları olsun, gerekse sekiz yıl süren İran-Irak savaşı olsun, İran’ın nükleer çalışmaları olumsuz yönde 
etkilenmiştir. Şah döneminde başlatılan nükleer çalışmalar, İslam rejimi yöneticileri tarafından din açısından sakıncalı bulunmuş ve savaş sürecinde yaşanan ekonomik sıkıntılarının da etkisiyle bu alandaki çalışmalar durdurulmuş tur. Bu dönemde, nükleer araştırma faaliyetleri üzerinde herhangi bir gelişme elde edilemediği gibi yarım kalan tesislerin inşasına devam edebilmek için bir girişimde de bulunulmamıştır. İran’ın sahip olduğu rejimin, ABD ve Batı karşıtı olması nedeniyle, nükleer çalışmalar ile ilgili bütün anlaşmalar Batılılar tarafından iptal edilmiştir.134 

İran İslam Devrimi, ABD’yi özellikle iki açıdan güç durumda bırakmıştı. ABD, bir yandan Sovyetlere yönelik en önemli istihbarat alanlarını kaybederken, bir yandan da Basra Körfezi’ndeki petrol kaynakları risk altına girmişti. Öte yandan İran’ın devrim ihracı politikaları Basra Körfezinde istikrarsızlığı tetiklemişti. Hem petrol hem doğalgaza sahip olan bir ülkenin nükleer enerji de üreterek bir enerji merkezine dönüşmesi ABD'nin Bölge'deki çıkarlarına tehdit olarak görülürken, İsrail tarafından da varoluşsal bir tehdit olarak algılanmaktadır. Öte yandan, ABD'nin Basra Körfezi'ndeki Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle kurduğu stratejik ilişkiler, İran nezdinde tehdit olarak algılanmakta, İran Bölge'de yalnızlaştırıldığını düşünmekte ve bu psikoloji içinde daha sert söylemlere girme eğilimi taşımaktadır.135 

Enerji kaynaklarının küresel alanda homojen dağılmaması enerjiyi stratejik bir güç yapmakta, bulunduğu coğrafyayı sadece bölgesel değil, küresel güçlerin mücadele alanına dönüştürmektedir. Bu çerçevede, Avrasya coğrafyasının sahip olduğu zengin petrol ve doğal gaz rezervleri, bu bölgenin hayati ve stratejik önemini daha da ön plana çıkarmaktadır. 
Dünyanın en büyük ekonomilerden birine sahip olan ABD’nin, bu enerji kaynaklarına sahip olması, ekonomik üstünlüğünü koruyabilmesi için bir gerekliliktir. 
ABD’nin özellikle İran ile ilgilenmesinin sebebi, İran’ın küresel enerji dengeleri içindeki önemli bir yere sahip olması ve giderek artan enerji ihtiyacını bu geniş 
bölgeden karşılamak istemesidir.136 

Kitle imha silahlarının yayılması, terör örgütlerin elini de güçlendirmektedir. Terörizmle mücadele, kitle imha silahlarının denetim mücadelesi ile iç içe geçmiştir. 
Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu bölgesinde kontrol edilemeyen silahlanma yarışı, dünyayı ciddi anlamda endişelendirmektedir. Bu durum, ABD 
şemsiyesinde himayesini sürdüren İsrail’in varlığına ve güvenliğine de büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Kitle İmha silahlarının özellikle bu bölgeden bertaraf edilmesi ABD dış politikasının öncelikli hedefleri arasında gelmektedir. 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen terörist saldırıları, kitle imha silahlarının terör örgütlerince kullanıldığında ne gibi zararlar doğurabileceğini açıkça göstermektedir. Dolayısıyla, İran’ın bölgesel güç olabilmek amacıyla edindiği başta nükleer silahlarını taşıyabilecek balistik füze sistemleri olmak üzere diğer konvansiyonel silahları uluslararası camiada büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır.137 

ABD ve Batı, İran’ın nükleer hesaplarının irrasyonel bir ideolojiden kaynaklandığı nı düşünmektedir. Oysaki İran’ın nükleer hesaplamalarının kaynağı irrasyonel   ideolojiden öte, kendisine yönelik çeşitli tehditlerden kaynaklanmaktadır. İran’ın bölgesel güç olma stratejik doktrininin bir taraftan bağımsızlığına diğer taraftan uluslararası yaşamsal kabul edilen çıkarlarının korunmasına yardım edeceği kabul edilmektedir. Bu durumun sağlanmasının bir yolu olarak da nükleer hesaplar kullanılmaktadır.138 

İran-ABD ilişkilerine son dönemde damga vuran konu İran’ın nükleer faaliyetleri olmuştur. İran’ın nükleer programı neredeyse on yıldır uluslar arası 
gündemin ilk sıralarında yer almaktadır. Bu durum büyük ölçüde İsrail, Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’nin İran’ın nükleer programının silah yapmaya dönük olduğu iddiasından kaynaklanmaktadır.139 Bu sorun için UAEK dışında BM’ye bağlı diğer organlar eksenli süreçte ise yaptırım kararları ve bununla ilgili çalışmalar dikkati çekmektedir. BM nezdinde yürütülen çalışmalarda ABD, İran’a yaptırım uygulanmasını en güçlü şekilde destekleyen BMGK üyesi iken Çin ve Rusya ise aynı platformda İran’a ağır yaptırımlar uygulanmasına yanaşmamakta, hatta karşı çıkmaktadırlar. 

Silahsızlandırma ya da KİS’lerin ortadan kaldırılması, BM’nin öncelikli hedeflerindendir. BM’nin desteği ile nükleer silahlardan arınmış bölgelerin kurulması üzerine antlaşma, genişletilmiş nükleer denemeleri yasaklayan antlaşma ve nükleer silahların sınırlandırılması anlaşması gibi geniş çaplı antlaşmaların yapılması sağlanmıştır. Hatırlanacağı üzere 1963’de nükleer denemelerin kısmen yasaklanması antlaşması ile nükleer denemelerin atmosferde, uzayda ve su altında yapılmasının 
yasaklanması ve 1968’de NPT anlaşması yapılmıştır. Süreci takiben 1992’de, Kimyasal Silahlar Anlaşması ile kimyasal silahların kullanımı, stoklanması ve üretilmesi yasaklanmıştır. 1996 yılında ise nükleer denemeleri yasaklayan antlaşma ile tüm yeraltı nükleer denemelerinin yapılmasını yasaklayacak şekilde kapsam genişletilmiştir.140 

Bu bağlamda, BM’nin İran’a yönelik politikasının birtakım kilometre taşları vardır ve bunlar BMGK’nın kararlarıyla atılmıştır. Bu kararların önemlilerinden bazıları 
şunlardır. İran’ın uranyum zenginleştirme çabalarıyla bağlantılı ve yeniden işleme faaliyetlerini durdurmasını talep eden BMGK’nın UNSCR 1737(2006) sayılı kararıyla; 
İran’a hassas nükleer materyal, teknoloji ve balistik füzelerin doğrudan veya dolaylı olarak satışı yasaklanmış ayrıca UAEK tarafından tespit edilecek olan hassas nükleer çalışmaların derhal askıya alınmasını amaçlanmıştır.141 

BMGK’nın UNSCR 1747(2007) sayılı kararıyla; Tahran üzerindeki ekonomik ve ticari yaptırımlar genişletilmiştir. Dönemin İran Cumhurbaşkanı söz konusu kararı, geçersiz bir kâğıt parçası olarak tanımlamıştır. BMGK, ilave yaptırımlar öngören UNSCR 1803(2008) sayılı kararı ile UNSCR 1835(2008) ve UNSCR 1887(2009) sayılı kararları, genel olarak İran’dan uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermesini, NPT antlaşmasının Ek Protokolü’nü imzalamasını ve UAEK ile işbirliğini artırmasını talep etmektedir. Haziran 2010 tarihinde, UNSCR 1929(2010) sayılı BMGK kararı ile İran’ın nükleer faaliyetleri ve nükleer silah sistemi geliştirme çabaları hedef alınmakla birlikte daha sıkı mali kısıtlamalar, genişletilmiş kargo kontrolleri ve genişletilmiş silah ambargosunu da içeren yaptırımlar kabul edilmiştir.142 

2002 yılında Ulusal Direniş Konseyi’nin eski bir üyesi ve Tahran‘da önde gelen muhaliflerden Alireza Jafarzadeh, İran rejimi içerisindeki sağlam kaynaklardan edindiği bilgilere dayanarak Natanz ve Arak’taki iki gizli nükleer tesisin olduğunu ifşa etmiştir. 

Bu açıklamaların ardından ABD, İran’ı nükleer silah yapmaya teşebbüs etmekle suçlamış ve nükleer kriz süreci başlamıştır. Haziran 2003 tarihinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, İran’ın belirli nükleer materyaller ve faaliyetlerinin raporunu vermediğini açıklamış ve ülkeden işbirliğinde bulunmasını istemiştir. Ancak hiçbir noktada İran’ın NPT’den doğan yükümlülüklerini ihlal ettiğini açıklamamıştır.143 

2005 yılında Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin hemen ardından İsrail haritadan silinmelidir ifadesi ile beraber gerek dış politikası gerekse 
nükleer politikasında İran, sert ve uzlaşmadan uzak bir tutum sergilemeye başlamıştır. Ahmedinejad dönemi ile İran, 1989‘da Rafsancani ile başlayan ve 1997 ve 2005‘e kadar Hatemi ile pekişen Batıyla pragmatist uyum geleneğinden kopmaya başlamıştır. 

Hatemi tarafından uygulanmaya çalışılan ve Batı dünyası ile diyalog kurarak Batıyla yakınlaşma düşüncesi Ahmedinejad döneminde terk edilmiştir. 
Ahmedinecad’ın bu tutumu ve politikaları ile nükleer silah meselesi İran-ABD arasında adeta bir düello malzemesi haline gelmiştir. 
Eylül 2005’te Ahmedinecad BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, ülkesinin barışçıl amaçlı nükleer enerji çalışması yürütme hakkından vazgeçmesinin söz konusu olmadığını söylerken Amerikalı yetkililer de İran konusunu, UAEA’nın oyuyla BM Güvenlik Konseyi‘ne taşımayı öngördüklerini açıkladılar. 

Mart 2006‘da açıklanan Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde, İran öncelikli tehdit olarak tanımlandı ve İran NPT’nin Güvenlik Denetimi yükümlülüklerini ihlal etmekle ve nükleer programının tamamen barışçıl amaçlar için olduğunu objektif bir şekilde kanıtlayamamakla suçlanmıştır.144 

 İran ile Batı dünyası arasındaki gerilim 2006 yılından sonra her geçen gün giderek tırmanmaya devam etti. ABD yönetimi İran’ın yükümlülüklerini yerine 
getirmediğini ileri sürerek İran‘a karşı yaptırımlar uygulanması konusundaki tezini Obama döneminde hayata geçirdi. Ancak yaptırımlar konusunda BM çatısı altında ABD adım atmadan önce 17 Mayıs 2010 tarihinde Brezilya ve Türkiye’nin katılımı ile Tahran 

Deklarasyonu adı verilen bir anlaşma imzalandı. Anlaşma, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Brezilya 
Cumhurbaşkanı Luis İnacio Lula Da Silva tarafından Tahran'da imzalandı. Anlaşma uyarınca, İran bir hafta içinde UAEK’ya bilgi verecek, Viyana Grubu'nca onaylanırsa 1.200 kg düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum Türkiye’ye nakledilecektir. Bu malzeme Türkiye'de kaldığı süre içinde İran’ın malı olmaya devam edecek, Tahran ve UAEK güvenliği denetlemek üzere gözlemci gönderilebilecek, Viyana Grubu 1 yıl içinde İran'a 120 kg nükleer yakıt sunacak, İran, Türkiye'den uranyumu hızla ve koşulsuz olarak iade etmesini isteyebilecek.145 

Ancak Tahran Deklarasyonu ABD’yi memnun etmedi ve ABD Haziran 2010‘un başında BM Güvenlik Konseyi’nde Çin ve Rusya’yı da ikna ederek İran‘a tarihinde dördüncü kez yaptırımları uygulamaya başladı. 2013 yılında cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Hasan Ruhani katıldığı Davos Dünya Ekonomi Forumu’nda, Kasım ayında Birleşmiş Milletler Nükleer Dairesi ile yaptığı anlaşma uyarınca ülkesindeki uranyum zenginleştirmesini %20 azalttığını duyurmuştur. Hasan Ruhani’nin ılımlı tutumu ve müzakerelere açık duruşu neticesinde AB İran’a uyguladığı yaptırımları 6 ay süreyle askıya almıştır.146 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

124 Zafer Akbaş ve Adem Baş, “İran'ın Nükleer Enerji Politikası ve Yansımaları”, History Studies, 
http://www.historystudies.net/DergiPdfDetay.aspx?ID=594 , 2013, 16.03.2014 
125 Mustafa Kibaroğlu, “İran Bir Nükleer Güç Mü Olmak istiyor?”, Avrasya Dosyası-İran Özel Sayısı, (1999), Cilt. 5, Sayı.3, s.13 
126 Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Barış Kitap, Ankara, (2011), s. 65 
127 Dilek Aydın ve Arif Tekbıyık, “İran Nükleer Programının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, (2007), s. 109 
128 Akbaş-Baş, A.g.m, s.26 
129 Mustafa Kibaroğlu, “İran’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri ve Alınabilecek Tedbirler”, 
      http://www.mustafakibaroglu.com/sitebuildercontent/sitebuilderfiles/Kibaroglu-HarbAkademileri-Sempozyum-Iran-Mart2006.pdf     s.2, Mart 2006, 16.03.2014 
130 Kibaroğlu, A.g.e, ss.271-282. 
131 Aydın-Tekbıyık, A.g.m, s.109 
132 Tuğçe E. ÖZTÜRK, “Yeni Dönem Türkiye - ABD İlişkileri: Fırsatlar ve Riskler”, 
       http://www.tasam.org/Files/PDF/abdsonucraporu.pdf, s.29, 16.03.2014 
133 Ali Bülent Uşaklı, “Savaşın Dönüşümünde Teknolojik Gelişmelerin Etkisi”, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, (2007), s.121 
134 Arif Keskin, İran’ın Nükleer Çabaları: Hedefler, Tartışmalar ve Sonuçlar, TURKSAM, 
       http://akademikperspektif.com/2012/01/10/iranin-nukleer-cabalari-hedefler-tartismalar-ve-sonuclar/,   10.01.2012, 16.03.2014 
135 E. Öztürk, A.g.m, s. 31 
136 Aydın-Tekbıyık, A.g.m, s.115 
137 A.g.m, ss.115-116 
138 Akbaş-Baş, A.g.m, s.31 
139 Bayram Sinkaya, “İran’ın Nükleer Programına Arap Ülkelerinin Yaklaşımı”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 2 Sayı: 15, 2010, s. 88 
140 Birleşmiş Milletler Kamusal İletişim Dairesi, Birleşmiş Milletler Hakkında Her şey, 
      http://www.unicankara.org.tr/everything_Turkish_final.pdf, s.36, 16.03.2014 
141 Arzu Celalifer Ekinci, İran Nükleer Krizi, USAK Yayınları, Ankara, (2009), s.115 
142 Akbaş-Baş, A.g.m, s.30 
143 Ekinci, A.g.e, ss.15–20 
144 Talha Köse, “İran’ın Nükleer Programı ve Orta Doğu Siyaseti Güç Dengeleri ve Diplomasinin İmkanları”, SETA Yayınları, Ankara, (2008), s. 23, 
       http://file.setav.org/Files/Pdf/iran-nukleer-programive-orta-dogu-siyaseti-guc-dengeleri-ve-diplomasinin-imkanlari.pdf, 16.03.2014 
145 Türkiye, İran anlaşmasının neresinde? 
      http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/11/131126_iran_turkiye.shtml, 26.11.2013, 15.03.2014 
146 Hasan Ruhani: Nükleer program konusunda gerekli tüm adımları atmaya hazırız, 
      http://tr.euronews.com/2014/01/23/hasan-ruhani, 23.01.2013, 24.02.1024 

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4


2.2. ABD’nin “yayılmacı siyasetinin” Ortadoğu’da yansımaları: 

 Günümüzün tek egemen gücü ABD, kendi gücünü ve hâkimiyetini devam ettirebilmek için dünyanın her yerinde yayılmacı bir politika yürütmektedir. Bu durum günümüzde her ne kadar ABD ile özdeşleştirilse de esasında ABD’ye özgü değildir. Devletlerin ve imparatorlukların tarihi incelendiği zaman, hepsinin büyük güç haline gelebilmek ve sağladıkları gücü devam ettirebilmek için kendi dönemlerinde stratejik olan bölgelere, kaynaklara ve bu kaynaklara yakın yollara hâkim olmak istedikleri görülür. Roma İmparatorluğu, Osmanlı Devleti, İngiltere Krallığı’nda nasıl olmuşsa günümüzde de ABD için aynı husus geçerlidir. Fakat ülkeler bulundukları çağın gereği olarak yayılmacı politikalarını uygularken amaç, araçlar ve tarz farklılıkları gösterebilirler. Sanayi devriminden önceki zamanları ele alacak olursak, baharat ve ipek ülkeler için kritik üretim maddesi idi ve baharata ve ipeğe sahip olmak ve bunların üretildiği ve nakledildiği bölgelere hâkim olmak önemli olduğundan yayılma politikası bu çerçevede gerçekleşiyor du. Sanayileşme sonrasında ise baharat ve ipeğin yerini üretim, ulaşım ve modern yaşamın devamı için zaruri olan enerji kaynakları aldı. 

Dolayısıyla günümüzde bu enerji kaynaklarına sahip olan veya enerji kaynaklarını kontrolü altında tutan ülkelerin dünyada egemen güç olacağı söylenebilir.83 

Soğuk Savaş sonrasında dünyanın tek egemen gücü ABD olmuş ve bu konumunu devam ettirebilmek için yayılmacı siyasetine devam etmektedir. ABD’nin Yeni Dünya Düzeni söylemi ile kastettiği de aslında, Amerika’nın politik ideolojisinin dünyaya hâkim olduğu bir sistemdir.84 

 ABD’nin dünya genelinde uyguladığı yayılmacı siyasetin sebeplerini birkaç maddede toplayacak olursak; bunlardan ilki, ABD’nin kendi vatandaşlarının 
ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak ve memnuniyetlerini sağlamak için daha çok enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasıdır. Amerikan arabalarının silindir hacminin 3000- 5000 cc arasında olmasından bu durum çok rahat görülebilmektedir. Ancak ABD vatandaşlarının bu yüksek standartta olan yaşam tarzlarını kendi topraklarında karşılayabilmesi mümkün değildir. Bu kaynakları elde etmek için ABD’nin diğer dünya ülkelerinden kaynak elde etmesi gerekiyordu. Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman ABD’nin kendisinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Kore, Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelerde yürüttükleri savaş ve operasyonların sebepleri daha anlaşılır olmaktadır. İkinci olarak, savaş sırasında üretime hız veren ABD’nin, savaş sonrası sanayi ve tarım üretiminin kendi ihtiyaçlarının çok ötesinde geçmesine neden olmuştur. 
Bu sebeple ABD’nin siyaset yapıcıları ve ekonomistleri ihtiyaç fazlası ürünleri satmak hem de ekonomik büyümeyi hızlandırmak için yabancı pazarlara girilmesinin gerekli olduğunu inanıyor, hatta bunun sağlanması adına gerekirse saldırgan bir dış politika izlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu yayılmacı politikanın nedenlerinden son olarak üçüncüsünü; ABD’ye yön veren aydınlar ve akademisyenler arasında sosyal Darvinizm85 ve ırkçılık düşüncelerinin yaygınlaşması şeklinde ifade edebiliriz. 

Bu düşünce akımının etkisi ile ABD, beyaz ırkı diğer ırklardan üstün sayarak zayıf ve geri kalmış, diğer dünya ülkelerini medenileştirmek ve Hıristiyanlaştırmak istiyordu.86 
Ortadoğu bölgesi için de yayılma politikaları bunlardan çok farklı değildir. ABD gerek Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına sahip olmak veya kontrol altında tutmak, gerekse bölgede kendi istediği çizgiye gelmeyen ve kendi güttüğü politika dışında hareket eden ülkelere saldırı düzenleme hakkını kendinde görmektedir.87 ABD prensip olarak uzlaştığı yani istediğini aldığı ülkelere karşı herhangi bir operasyon yapmaz. Örnek verecek olursak Suudi Arabistan, ABD ile anlaştığı sürece istediğini masrafsız alacağından çatışma ortamı doğuracak durumlara girmez. Ancak istedikleri noktasında uzlaşma sağlayamazsa, farklı yollara ve taktiklere başvurarak istediğini mutlaka alır.88 

 ABD bu politikaları kullanarak Ortadoğu bölgesine de hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa söz sahibi olarak 
görülmektedir. Ancak ikinci dünya savaşı sonrası bu iki ülkenin zayıflamasını neticesinde Ortadoğu üzerindeki etkileri zayıflamıştır. Bunların çekilmesi ile aynı 
zamanda, bu bölgenin stratejik önemi nedeniyle ABD bölge üzerinde kontrol sahibi olmuş ve günümüze kadar bölge üzerindeki etkisini artırarak, bölgenin en önemli gücü haline gelmiştir.89 

 ABD Ortadoğu ve dünya üzerindeki yayılmacı siyasetini yürütürken genel itibarı ile asıl hedeflerini gizleyerek, politikalarına dünya kamuoyunda tepki çekmeyecek insan hakları, demokrasi, daha fazla özgürlük ve kadın hakları gibi kılıflar uydurmaktadır. 
Mahir Kaynak ABD politikalarını şöyle değerlendirmektedir; 

“Konu ele geçirmektir. Burada eğer önünde bir engel var ise, orada yerleşmiş bir yapı var ise, demokrasi adına oraya müdahale edilecektir. Oradan demokrasi talep edilecektir.”90 

ABD Ortadoğu bölgesine müdahale ederken de benzer söylemler kullanıp asıl amacını gizlemekte ve her zaman petrol ve enerji kaynakları gibi hususları dile getirmekten kaçınmaktadır. ABD CIA’nin eski yöneticisi James Woolsey, 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD’nin Ortadoğu için yürüttüğü mücadeleyi 

“4. Dünya Savaşı başladı. Terörizme karşı savaş bunun sadece bir parçası. Bu savaş 20. Yüzyıl boyunca inşa edip savunduğumuz liberal uygarlığa, Arap ve Müslüman dünyasından gelen tehditlere karşı demokrasiyi genişletme savaşıdır”.91 şeklinde ifade ederek, bu savaşın bölgeye özgürlük getirilene dek devam edeceğini iddia etmiştir. Benzer bir hedef saptırmayı Irak’ın işgali sırasında da görüyoruz. 
ABD’nin Irak’ı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü kitle imha silahlarının esasında bir bahaneden ibaret olduğu, asıl maksadın Irak petrolleri olduğu daha sonra anlaşılmış, eski Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld daha sonraki yıllarda yazdığı kitapta kitle imha silahları meselesinin yalan olduğunu itiraf etmiştir.92 

 ABD bölgede kendine gösterilen direnci dikkate almakla beraber uluslararası örgütlerin kendilerine gösterdiği hak ihlalleri ve savaş suçu tepkilerini de hiçe sayarak Ortadoğu’da kanlı eylemlerini demokrasi yalanları ile süsleyerek örtbas etmeye çalışmaktadır. ABD bu örtbas sağlayabilmek radyo, televizyon, dergi gazete ve internet için her türlü medya organını çok etkin bir şekilde kullanmaktadır. Bu araçlar kullanılırken herkesin saygı duyup kabul ettiği demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti, gibi konu başlıkları altında gizliden kendi fikirlerini dayatmaya çalışmaktadırlar.93 

2.3. 11 Eylül terör saldırısı sonrası ABD’nin yeni Ortadoğu Politikası: 

 Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını başarısız gören George W. Bush, Ocak 2001 tarihinde göreve başlamış ve bu politikaları kökten değiştireceğini iddia etmiştir. Bush liderliğindeki yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin özellikler de taşımakla birlikte küresel siyaset ve ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush yönetiminde etkin görevlere gelen yeni muhafazakârların ideolojisi, özellikle ilk döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön vermiştir. Amerikan küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan yeni muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar.94 
Yeni Muhafazakârlar 1997‘de başlattıkları Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde 21. yüzyılda yeni bir Roma imparatorluğu kurma hayalini dile getirmişlerdir. 
Her ne kadar Bozaslan bu olayı “Seyyid Kutb gibi, savunma zorunluluğu için cihattan başka seçenek göremeyen Bin Ladin 11 Eylül terör saldırılarını gerçekleştirmiştir” 
şeklinde masumlaştırmaya çalışsa da gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının hiçbir masum yanı görülmemektedir.95 Bu saldırı sonrasında ABD’de yıkılan ikiz kulelerin dehşet verici görüntüleri arasında terörün insanlık dışı yüzü sergilenip, günler geceler boyunca teröristlerin ne denli acımasız ve insanlıktan uzak olduğu anlatılmıştır.96 

2002’de Amerikan şehirlerine yapılan saldırıların Neo-con’lara dünyayı Amerikan çıkarları ve değerleri doğrultusunda yeniden şekillendirmeleri için gereken fırsatı 
yarattığı yönünde görüşler mevcuttur. Bazı yazarlara göre, saldırılar sayesinde komünizmin ortadan kalkmasıyla, ABD’nin çıkarlarını korumak amacıyla yapacaklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyduğu düşman bulundu. 
Bu düşman, saldırıyı düzenledikleri iddia edilenlerin kökeni dolayısıyla İslam‘dan kaynaklanan uluslararası terördü. 
11 Eylül saldırıları Amerikan politikasında köklü değişikliklere yol açtı. Clinton döneminde yönetimin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârların Amerika’nın küresel liderliğini desteklemek amacıyla 1997’de kurduğu düşünce kuruluşu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. 
Bu tür savaşlara girişirken de BM gibi uluslar arası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu.97 

 Bush yönetiminin yeni stratejisi; ABD’nin düşmanı olarak tanımlanan devletin herhangi bir saldırısından önce, bu devlete dikkat etmeyi, saldırmayı ve hatta rejimini değiştirmeyi öngörür. Bush doktrini olarak adlandırılın bu strateji, Soğuk Savaş dönemindeki “caydırıcılık” ve “çevreleme” stratejilerinden de farklıdır.98 

 Bush doktrini ile ilgili Condoleezza Rice şu ifadeleri kullanmıştır. “Bugünün tehditleri, büyük ordulardan ufak terörist gruplara, güçlü devletlerden küçük devletlere kaymıştır. 11 Eylül hiçbir şüpheye yer bırakmadan göstermektedir ki, ABD güvenliği tıpkı İç Savaş ve Soğuk Savaş dönemlerinde olduğu gibi yaşamsal bir tehdit altındadır.” 
Başkan Bush’un yeni güvenlik stratejisinin ayaklarından bazıları Rice’ın makalesinde şöyle sayılmıştır: “Barışı, teröristler ve yasa dışı rejimlerin şiddetine karşı çıkarak; dünyanın büyük devletleri arasında iyi ilişkiler kurulmasını destekleyerek; özgürlük ve refahı dünya çapında geliştirmeye çalışarak korumak.” Rice makalesinde ABD’nin dünyayı daha güvenli yapmaya yardım konusunda özel bir sorumluluğu olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda ABD’nin “terör ağını ve teröristlere destek olan devletleri çökertme; nükleer, kimyasal ve biyolojik silah sahibi olup da bu silahları terörist müttefiklerine verebilecek tiranlarla yüzleşme” görevi olduğunu savunmuş; Bush yönetiminin Irak rejimine karşı tavrı da bu nedenlere bağlanmıştır. Bütünsel bir yaklaşım içinde değerlendirilirse, Bush doktrininin her biri uluslar arası hukuk alanında 
tartışmalı olan üç doktrini birleştirdiğini söylemek mümkündür: Birincisi, terörist örgütlere ve bu örgütleri barındıran devletlere karşı girişilen tek taraflı saldırılardır. 

İkincisi tek taraflı önleyici meşru müdafaa, üçüncüsü ise, tek taraflı insani müdahale doktrinleridir.99 

 Başkan Bush, elindeki her türlü kaynağı küresel terör şebekesini çökertmek için kullanacağını, teröristlerin mali kaynaklarını kurutacaklarını ve teröristleri destekleyen ve barındıran ülkeleri takip edeceklerini ifade etmiştir. Başkan Bush’a göre, dünyanın neresinde olursa olsun devletler, ABD’yle birlikte mi yoksa ona karşımı olduğuna karar vermeliydi. Bu doktrin çerçevesinde ABD, “haydut devletler” kavramını geliştirmiştir. Başkan Bush, kitle imha silahlarına sahip oldukları ve teröre destek verdikleri gerekçesi ile Irak, Kuzey Kore ve İran‘ı “şer ekseni” olarak ilan ettirmiştir.100 

 ABD, 11 Eylül 2001 tarihli terör olayının asıl sorumlusunun Usame Bin Laden olduğunu vurgulamış ve Usame Bin Laden‘in, Afganistan‘da Taliban tarafından 
saklandığını bahane ederek 8 Ekim 2001 tarihinde Afganistan‘a karşı bir hava harekâtı başlatmıştır. Bu harekâtın ABD’nin açıkladığı temel amacı; Usame Bin Laden‘in yakalanması ve Taliban rejiminin cezalandırılıp, ortadan kaldırılmasıdır. Bu harekât ile teröre destek veren, göz yuman veya ABD’nin dünya politikasına karşı çıkan haydut devletler ile cihat gruplarına, Washington‘un kararlılığının gösterilmesi ve bir daha bu gibi tavırlara girilmemesi için gözdağı verilmesi amaçlanmıştır.101 

 ABD’nin girişmiş olduğu “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adıyla duyurduğu bu eylemle Afganistan‘ı hedef alması gerekçe olarak da Usame bin Laden‘in gösterilmesi başta fakir ve çaresiz Afganistan halkı olmak üzere tüm dünyada endişe yaratmıştır. Tüm dünya kamuoyu, ABD’nin bu harekâtta neden Afganistan’ı hedef olarak seçtiğini sorgulamaya başlamıştır. Bu sorgulamalar, Afganistan’ın Güney Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’yu birbirine bağlayan önemli bir kavşak noktasında yer alması, petrol ve doğalgaz kaynakları açısından jeopolitik öneme sahip olması, operasyonun ardında önemli askeri, siyasi ve ekonomik çıkarların olduğu fikrini ortaya çıkarmıştır.102 

 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırısı ardından küresel güç elde etme mücadelesinde olan Amerika için Afganistan ilk durak olmuştur. Başkan Bush 20 Eylül 2001 günü Kongre’de yaptığı konuşmada “terörle mücadelemiz El Kaide ile başlıyor, fakat onunla sona ermeyecek” dediğinde ne kastettiği tam olarak anlaşılamamıştır.103 

Terörle mücadele gerekçesiyle başlatılan Afganistan savaşı ABD’nin Avrasya’daki etkinliğini artırmıştır. Bu savaşın yaratmış olduğu etki çerçevesinde Orta Asya‘ya birçok Amerikan üssü yerleştirilmiştir. 

11 Eylül terör saldırısını gerekçe gösteren ABD Başkanı George W. Bush, öncelikli olarak saldırıyı gerçekleştirenlerin çok set bir şekilde cezalandırılacağını açıklamış, ardından da saldırının Usame Bin Laden ve onu ülkesinde barındıran Afganistan yönetimi ile bu yönetime destek veren İslam ülkelerinin olduğunu beyan etmiştir. 

ABD’nin Afganistan savaşı ile birlikte İran, Irak, Suriye gibi pek çok 

Ortadoğu ülkelerini ve Somali’yi hedef göstermiş olması, maksadının terörü cezalandırmadan öte bir şey olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici olmuştur.104 

 Daha önce birçok defa belirttiğimiz gibi ABD’nin Ortadoğu politikasının temelini, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 11 Eylül olaylarına kadar ki süre içerisinde enerji kaynakları ve İsrail‘in güvenliği üzerinde yoğunlaştırmıştır. Fakat 11 Eylül saldırılarıyla beraber Ortadoğu bölgesinden kaynaklandığına inandığı radikal İslamcı terörle mücadele ve kitle imha silahlarının bölgedeki bazı rejimlerin eline geçme ihtimalini önlemek de ABD’nin Ortadoğu politikasını belirleyen faktörlerden olmuştur.105 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon‘a gerçekleştirilen terörist saldırılarla başlayan, tüm dünyayı tehdit edip, etkisi altına alan ve uluslararası alana yayılabilen terörizm tehdidi, sonuçları açısından yeni bir dünya düzeninin oluşmasına ve bölgede ABD etkisinin artmasına zemin hazırlamıştır. 
Bu özelliklerinden dolayı da 11 Eylül saldırıları ile ilgili, ABD’ye dayandırılan birçok komplo teorisi üretilmiştir. Kaçırılan uçağın neden durdurulmadığı, ikiz kulelerin çökme şeklinin kontrollü yapılan bir iş olduğu görünümü vermesi, Dünya Ticaret Merkezi’nde uçağın çarpmadığı yedi numaralı binanın yıkılması bunlardan sadece bazılarıdır.106 

 Bu sebeplerden dolayı 11 Eylül olayının Afganistan’daki mağaralarda yaşayan insanların yönettiği bir El-Kaide saldırısı değil, Amerika içinde koordine edilen ve terör korkusu yaratmayı ve ortak bir terörizm düşmanı oluşturmayı hedefleyen bir saldırı olduğu düşünülmektedir.107 Bunların yanı sıra çok sayıda Yahudi’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin çevresinden uzak durması konusunda uyarıldıkları yaygın şekilde öne sürülmüştür. Bu durum İsrail gizli servisiyle El-Kaide korsanları arasında bir bağ bulunduğuna işaret etmektedir.108 

 ABD Senatosu’nun, ABD Anayasası gereğince Başkan Bush‘a verdiği 15 Eylül 2001 tarihli “Askeri Kuvvet Kullanma” yetkisi hakkındaki kanunda; 11 Eylül 
saldırısının, ABD vatandaşlarına ve ulusal güvenliğine karşı olağanüstü tehdit oluşturan bir ihlal olduğunu belirtmiştir. Kanunda, muhtemel hedeflerinin, uluslararası terör örgütlerine, terörist kişilere ve teröre destek veren ülkeler olduğu açıklanmış, bunu yanı sıra Anayasanın verdiği yetki çerçevesinde uluslararası terörizme karşı koruyucu ve caydırıcı tedbirler almak hakkının; ABD’nin Meşru Müdafaa ve ABD vatandaşlarının güvenliklerinin korunması hakkına dayandığı, ifade edilmiştir. 

Bu kanun ışığında ABD, 11 Eylül terör eylemlerini, Anglosakson medeniyete yapılmış bir savaş ilanı olarak tanımlamış ve terörün küresel bir güç olduğu algısını oluşturarak, dünyanın sürekli bir savaş ortamında tutulmasını kurumsallaştırma ve meşrulaştırma çabası içine girmiştir.109 

 ABD Başkanı George Bush‘un 15 Eylül 2001‘de ABD halkına yönelik yaptığı konuşma da, bu açıdan bakıldığında oldukça anlamlıdır: “Sizden istenen sabırlı 
olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. Sizden istenen azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli olmanız, çünkü zafere giden yol uzun olabilir.” Aynı konuşmada, Başkan Bush tarafından bundan sonra izlenecek politikaların alacağı şekil, şu sözlerle ifade edilmektedir; 

“ABD‘ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını kendi elleriyle seçmişlerdir. Zafer, terörist örgütlere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi kararlı eylemle sağlanacaktır. Sizi temin ederim ki, sembolik bir eylemle yetinmeyeceğiz. Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır”.110 

Başkan Bush’un bu söylemlerden de anlaşıldığı üzere 11 Eylül, ABD’nin küresel güç olma konumunu devam ettirme konusunda aradığı meşruiyeti sağlayan önemli bir gelişme olmuştur. 

 Bush, 26 Eylül‘de Kongre‘deki mesajında tüm ülkelere bir seçim yapması gerektiğini, “ya bizimle berabersiniz, ya da bizim karşımızda teröristlerle” ifadeleriyle bundan sonra izleyeceği politikaları net bir şekilde ortaya koymuştur. Bush, açıkça, ABD ile birlikte hareket etmeyen ve kendileri gibi düşünmeyen tüm devletleri onlarla birlikte görme eğiliminde olduğunu belirtmiştir. Böylelikle, yeni Amerikan politikasında artık “Sovyet tehdidi” söyleminin yerini “terör tehdidi” almıştır.111 

 11 Eylül 2001‘de El-Kaide’nin ABD‘ye karşı yönelttiği terör saldırısı Ortadoğu’nun kaderini de derinden etkiledi. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan‘a karşı BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı.112 

Nitekim 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra El-Kaide örgütünün ve Usame Bin Laden‘in olayla bağlantısı anlaşılınca 7 Ekim 2001 tarihinde ABD ve İngiltere 
öngördükleri plan çerçevesinde Afganistan‘a hava saldırılarında bulunmaya başladılar. 

 Sonuç olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşından beri izlediği kendisine rakip olabilecek güçlerin doğmasına engel olma politikasının bir uzantısı olarak Afganistan hemen akabinde Irak’a saldırdığını söyleyebiliriz. 11 Eylül saldırıları sadece bu politikanın uygulanabilmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenden dolayı yukarıda da belirttiğimiz gibi 11 Eylül saldırısı ile ilgili komplo teorileri üretilmekte ve günümüze kadar yaşanan olaylar, bu teorilerden bazılarının doğru olabilecekleri şüphesi uyandırmaktadır. 

2.4. Kitle imha silahları ve ikinci Irak müdahalesi: 

 Irak lideri Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiğini savunan ABD, bu ülkeye uyguladıkları ambargo aracılığıyla Irak‘ı çevreleme politikası yürütmüş ve Bush yönetimi de; iktidara gelir gelmez Irak meselesine ağırlık vereceğinin işaretlerini, açıklamaları ve bazı uygulamalarıyla göstermiştir. Örneğin, Bush Yönetimi’nin yurtdışında gerçekleştirdiği ilk operasyon “Irak’ta uçuşa yasak bölgenin dışına taşan bir bombardımana onay vermesi” olmuştur. 113 
Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı görünüyordu. 

ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. 
Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti.114 Ancak işgal ile birlikte Irak için atılan her adım ülkeyi yeni bir kaosa sürüklemiş, bulunduğu coğrafyayı da bilinmez bir sürece sokulmuştur.115 

 ABD’li yetkililer, Saddam’ı 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutacak bir kanıt gösterememelerine rağmen Irak’a terörle mücadele kapsamında bir operasyon 
planlanmasını bir kaç gerekçeyle açıklamaktadır. İddialara göre, Saddam tarafından yönetilen bir Irak hem kendi halkı hem de bölgedeki istikrar açısından ebedi bir tehdit unsurudur ve kitle imha silahları üretme çabalarından vazgeçmeyecektir. Bu yüzden ABD’nin askeri bir müdahaleyle Irak’ta bir rejim değişikliği gerçekleştirmesi şarttır. Bu çerçevede Türkiye’nin böyle bir harekâta onay vermesinin önemi Washington’daki politik çevrelerce her fırsatta vurgulanmaktadır.116 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD, Irak’ı şer ekseni sıralamasında ilk sıraya yerleştirmiştir. ABD, 25 Ekim 2002‘de, teröre yataklık ettiği veya edeceği ve 
silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi izini 
olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak‘a karsı kuvvet kullanabileceğini resmen açıklamıştır.117 ABD’nin ileri sürdüğü sebeplerin hepsi asılsız, temelsiz ve kuşkulara dayalıdır. ABD ve Güvenlik Konseyi arasında yoğun pazarlıklar yapılmıştır. BM Güvenlik Konseyi 3 Nisan 1991 tarihli 687 sayılı Kararda öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve yükümlülüklerin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı yolunda Irak‘ı ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı kararı kabul etmiştir.118 

Ancak ABD, Irak’ın işbirliği kabulünü samimi bulmamış ve çalışmalarına devam etmiştir. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, 5 Şubat 2003’te, 
BM‘ye dönerek, denetim rejiminin işlemediğini ve Irak’ın hala kitle imha silahlarını sakladığını belirtmiştir. İspanya ve İtalya dâhil sekiz Avrupa ülkesi gerilimin arttığı ve görüş ayrılıklarının derinleştiği bu dönemde, ABD'nin tavrını benimsediklerini belirten bir tezkere imzalamışlardır. Denetim rejimi çalışmalarını 11 hafta sürdürdükten sonra, 14 Şubat 2003 tarihinde silah denetçileri, Irak‘ta kitle imha silahları olduğuna ilişkin hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddelere rastladıklarını belirten raporlarını BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuşlardır. 24 Şubat 2003 tarihinde ABD, İngiltere ve İspanya, Irak’ın 1441 sayılı karar 
çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğu bir karar tasarısı sunmuşlar ancak Fransa, Rusya ve Çin‘in bunu veto edeceklerini açıklamaları karşısında, tasarıyı geri çekmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, yönetimin amacının artık Irak'ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği haline geldiğini ifade etmiştir.119 

BUSAM’in analizine göre ABD’nin Irak’a ikinci müdahalesi süreci şu şekildedir; 

“ABD, 11 Eylül saldırılarının doğrudan kendisini hedef almadığını, aslında tüm uygar ve özgür toplumlara karşı olduğunu ilan etmiştir. Bu görüş 2002 yılında yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Doktrini’nde de yer almış ve 20. Yüzyılda totalitarizm ile özgürlük arasında yaşanan savaşı özgürlüğün kazandığına işaret edilerek, 21. yüzyılın da benzer bir mücadeleye sahne olacağı öngörülmüş tür. Bu öngörüye göre uluslararası sistemin dengesi ve insanlığın geleceği için, temel insan hakları ile ekonomik ve siyasal özgürlüklere bağlı ulusların, özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmaları gerekmektedir. Bu çerçevede, 11 Eylül saldırıları sonrasında Irak’ın da içinde bulunduğu bir grup ülkenin ABD tarafından şer ekseni ilan edilmesi ile başlayan süreç, ABD’nin Irak‘a müdahalesinin zeminini hazırlamıştır. Yine aynı dönemde yayınlanan Ulusal Güvenlik ve Strateji belgesinde ortaya çıkan ön alıcı saldırı kavramı ile ABD için orta ve uzun dönemde güvenlik riski oluşturduğu düşünülen ülkelere tehdidin oluşma aşamasında askeri operasyon düzenleme hakkı ortaya konmuştur. Bu çerçevede Saddam Hüseyin‘in Kitle imha Silahlarına sahip olduğu iddiası, BM 
gözlemcileri ile işbirliği yapmayarak BM deneticilerini sınır dışı etmesi ve BM kararlarını uygulamaması, önleyici saldırının gerekçeleri olarak vurgulanmıştır. Bu bağlamda 20 Mart 2003’te, ABD’nin, Saddam Hüseyin‘in elinde olduğu iddia edilen kitle imha silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu‘ya demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali gerçekleşmiştir.”120 

Irak’ın bölgedeki ABD müttefikleri için bir tehlike olmaktan çıkarılmasının dışında bu ülkedeki enerji kaynaklarını denetimi altına alan ABD, bu yolla bölgeyi yani 
İran’ı, Türkiye’yi, hatta Rusya’yı, Pakistan’ı ve tüm bölgeyi denetlemeyi amaçlamıştır. Ancak ne var ki işgal ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği bir dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında olmuştur. Savaşın çok sayıda sivil Iraklının ve ABD askerinin hayatına mal olduğu açıktır. Ayrıca savaş ve Amerikan işgali Irak’ın alt yapısını ve kurumlarını yerle bir etmiştir. ABD işgali Amerikan ekonomisine de çok büyük bir yük getirmiş ve bu yükün halen sürmekte olan ekonomik krizin önemli nedenlerinden biri olduğu ileri sürülmüştür. Amerikan işgali Irak’ta büyük bir kargaşa ve istikrarsızlığa neden olmuş ve savaş karşıtlarının daha önce uyardığı gibi Irak radikal grupların üssü haline gelmiştir. Irak’ta kimlikler üzerine inşa edilen yeni siyasi yapı siyasi istikrarsızlık 
yaratmış ve mezhepsel ve etnik düşmanlıkları körüklemiş, ülke Sünni ve Şii mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Bush yönetiminin beklentilerinin aksine ülkedeki bu durum nedeniyle Irak petrolleri hala tam olarak dünya piyasasına girememiştir. Genel olarak ABD’nin Irak politikaları hem Irak’ta, hem de bölgede Amerikan karşıtlığını körüklemiştir.121 

 Irak’ta KİS bulunduğu ve üretildiğinin gerçek dışı bir beyan olduğu ve Irak işgali için uydurulduğunun anlaşılmasından sonra, dünyada ABD inandırıcılığını ve 
ABD’nin üstünlük iddialarının etkisini azaltan bir etki yarattı. Irak ordusunu, hava gücünü, ekonomisini çökerten işgal, İran’ın önemli bir bölgesel güç olarak ortaya çıkmasını sağladı ve bölgede, özellikle Irak‘ta gücünü artırmasına yol açtı.122 

Irak’ın 20 Mart 2003 tarihinde ABD’nin önderliğindeki koalisyon güçleri tarafından işgaliyle başlayan süreç, Irak‘ta ve Ortadoğu‘da etkilerini hala sürdürmeye devam ediyor. Kısa sürede biten savaş neticesinde Baas rejimi yıkıldı ve Irak‘ta Saddam Hüseyin ve sonrası yeni bir dönem başladı. Irak’ın işgali ABD için ilk bakışta bir rejim değişikliği idi, ancak sonrasında gelişen olaylar nedeniyle her bakımdan masraflı bir işgal ve zorlu bir devlet inşası sürecine dönüştü. ABD’nin Irak işgalinden sonra ortaya çıkan sıkıntıları şu şekilde sıralayabiliriz. Geçici Koalisyon Yönetiminin yaptığı hatalar: Amerikalı yetkililer, subay-asker ayrımı yapmadan Irak ordusunu ve bütün güvenlik 
güçlerini lağvettiler ve Baas partisine mensup bütün memurların işlerine son verdiler. 

Bu politikanın büyük bir hata olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Başlangıçta sadece belli sayıda yüksek rütbeli Baas partisi üyeleriyle sınırlı kalması planlanan ‘Baassızlaştırma’ politikası neticesinde, Baas partisine üye bütün bürokratlar ile öğretmen ve doktorlar da dâhil olmak üzere kamu çalışanları işten çıkarılmış ve yaklaşık 750 bin kişi işsiz kalmıştır. Öte yandan, uzun yıllar devam eden ambargo sürecinden etkilenmiş olan devlet kurumları, savaşın bitiminden sonra yapılan yağma sonucu işlemez duruma gelmişlerdir. Eski rejime bağlı grupların silah gücünü koruması: Saddam Hüseyin rejiminin destekçisi olan Sünni aşiretler ve Baas partisine bağlı militer organizasyonlar hiçbir zarar görmeden, ellerindeki silah gücünü korudular. Bu grupların elinde olan iktidarın Şii Araplara geçmemesi için her türlü yola başvurmaları ve bu uğurda yukarıda saydığımız gerekçelerle diğer Arap devletlerinden destek alabilmeleri şaşırtıcı değildir. Nitekim ellerindeki silahları koruyan gruplar her geçen gün büyüyen organize bir direniş hareketi başlatmışlardır. Sivillere yönelik uygulamalar: Amerikan birliklerinin savaş sonrası yanlış ve masum sivillere zarar veren uygulamaları öç alma ve direnme duygusunu körüklemiş ve Ebu Gureyb hapishanesi gibi hadiseler hem Irak’taki direnişe hem de genel olarak Amerikan karşıtlığına ivme kazandırmıştır.123 

Yapılan hatalar ve öngörülemeyen faktörler nedeniyle, Saddam Hüseyin’i devirmek işin kolay tarafı oldu. İşgal sonrası istikrarı sağlamak ve siyasi yapılanmayı sürdürmek ise en karmaşık ve zor kısım haline geldi. Savaşın hemen ertesinde Irak‘ta devlet cihazı çöktü ve muazzam bir iktidar boşluğu doğdu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

83 Ahmet Özer, 11 Eylül, “Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, (2007), s. 1-23. 
84 Hasan Şafak, Büyük Orta Doğu Projesi, İsrail’in İmparatorluk Planı, Profil Yayıncılık, İstanbul, (2006), s.28 
85 Sosyal Darwinizm: Darwin'in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında 
sosyal evrime neden olduğu kuramıdır. Bu sistemde amaç üstün bireyleri desteklemek ve zayıf bireyleri sistem dışına taşımaktır. Daha geniş bilgi için, 
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/sosyal_darwinizm, 10.05.2014 
86 Altuğ GÜNAL, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, www.medyaokuryazar.com/wpcontent/2012/12/bop.pdf, s.158, 24.02.2014 
87 Özer, A.g.e, s.1 
88 Mahir Kaynak ve Emin Gürses, Büyük Ortadoğu Projesi, Timaş Yayınları, İstanbul, (2008), s.18 
89 Çevik, A.g.e, s.11 
90 Kaynak-Gürses, A.g.e., s. 18 
91 Mehmet Oruç, “İslam’a karşı topyekûn savaş sürüyor”, 
http://www.mehmetoruc.com/detay.asp?i=104, 12.03.2014 
92 Irak işgalinin mimarlarından Donald Rumsfeld’den “yalan ifade” itirafı, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/16964833.asp, 12.03.2014 
93Alp, A.g.e, s.6 
94 Meliha Benli Altunışık, Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken, Ortadoğu Etütleri, (2009), Cilt 1, Sayı 1, s.74 
95 Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul, (2010), s.306 
96 Kemal Akmaral, Ben Bush, Evangelist Bush, Şimdi Yayınları, İstanbul, (2005), s.72 
97 Altunışık, A.g.m, ss.74-75 
98 Yavuz Gökalp Yıldız, “Bush Doktrini Ve Irak Üzerine Savaş”, New Perspectives Quarterly Türkiye, Cilt: 4, Sayı: 4, ( 2002). S.12 
99 Utku Yapıcı, “Uluslararası Hukukta Terörizme Karşı Kuvvet Kullanımı Sorunu”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2, No: 7 ss. 33-34, (2006), 
http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/aEgARk8xFaeIRxshAoZCcYf83zmglK.pdf, 15.03.2014 
100 Pax Americana yolda yollar kapalı, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6906/paxamericana-yolda-yollar-kapali.html, 11.09.2002, 15.03.2014 
101 Fevzi Uslubaş, SSCB’den Sonra Rusya’da mı? Afganistan, Küresel Terör ve ABD İmparatorluğun Bataklığı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, ( 2005), s. 240 
102 Bülent Aras ve Gökhan Bacık (der.), 11 Eylül Öncesi ve Sonrası, Etkileşim yayınları, İstanbul, (2006), s.222. 
103 Sedat Laçiner ve Arzu Celalifer Ekinci, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, USAK Yayınları, Ankara, (2011), s.42 
104 Refet Yinanç ve Hakan Taşdemir (der.), Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Seçkin Yayıncılık, Ankara, (2002), s.297 
105 Mustafa Aydın ve Nihat Ali Özcan, Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye, TEPAV, Ankara, (2007), s. 9 
106 11Eylül saldırısı ve 5 komplo teorisi, 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/08/110829_nine_eleven_conspiracy.shtml, 26.08.2011,    15.03.2014 
107 Ümit Sayın, Küresel Terörün Perde Arkası: Gizli Örgütler, 11 Eylül ve Büyük Ortadoğu Projesi, Neden Kitap, İstanbul, (2006), s.105 
108 Fred Halliday, Ortadoğu Hakkında 100 Mit, Can Cemgil (Çev.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, (2008), s.27 
109 Orhan Gökçe, Terörün Görüntüleri, Görüntülerin Terörü, Çizgi Kitapları, Konya, (2004), s.85-86 
110 Fatma Taşdemir, Uluslar Arası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi, USAK Yayınları, Uluslar arası Hukuk Serisi:3, Ankara, (2006) , s.154 
111 Railya Elif İdrisoğlu, “Rusya’nın ve ABD’nin SSCB Sonrası Ortadoğu Politikası”, Yüksek Lisans Tezi, Konya, Selçuk Üniversitesi, (2010), s.39 
112 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası, BİLGESAM Yayınları, No. 4, (2010), s.30 
113 Yakup Beriş ve Aslı Gürkan, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, Temmuz 2002, s. 28 
114 Altunışık, A.g.m, s.77 
115 Mete Çubukçu, Ortadoğu’nun Yeniden İşgali, Kalkedon Yayınları, İstanbul, (2006), s.255 
116 Beriş ve Gürkan, A.g.m, s.28 
117 Taşdemir, A.g.e, ss.153-155 
118 Arı, A.g.e, s.500. 
119 Taşdemir, A.g.e, s. 244. 
120 ABD’nin Irak’tan Çekilme Süreci Ve Bölge Dinamikleri Açısından Değerlendirilmesi, BUSAM , İstanbul 2009, 
 http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/080109abd-iraktan-cekilme-sureci.pdf, s.1,    26.03.2014 
121 Altunışık, A.g.m, ss.77-78 
122 Recep Boztemur, “Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu”, SAREM 5. Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Ankara, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, (2008), s. 155 
123 Gökhan Çetinsaya, SETA Irak Dosyası, Irak’ta Yeni Dönem, Orta Doğu ve Türkiye, SETA Yayınları, Ankara, Nisan 2006, s. 7. 

5 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***