BOP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BOP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2017 Salı

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 5

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 5


2.5. ABD’nin, İran nükleer programına karşı politikaları: 

 Kendine özgü siyasi tarzı, tarihi, zengin enerji kaynakları ve kültürü ile İran; dünyanın tek Şii teokrasisidir. Hem devrimci bir rejime hem de oldukça geleneksel ve muhafazakâr bir topluma sahiptir. Bu yönleriyle İran emsalsiz bir örnektir ve Batı siyasi analizlerinin standart ölçütlerine uymamaktadır. İran dünyada iç dinamikleriyle ön plana çıkmasıyla birlikte jeostratejik önemiyle de ön plana çıkmaktadır. Orta Asya, Hazar Havzası ve Ortadoğu üçgeninin tam ortasında bulunması da İran’ı önemli kılmaktadır. 
İran’ın içinde bulunduğu bölge, enerji kaynakları bakımından, dünyanın kalbi konumundadır.124 İran, yüzyıllar boyunca bulunduğu coğrafyada önder ülke olma iddiasını hiç bırakmamıştır. İmparatorluk, monarşik ya da fundamentalist bütün İran rejimleri Büyük İran sevdasından kurtulamamışlardır. İranlı yöneticiler, özellikle nükleer güç olmak yolunda ilerledikleri sürece, sonuçta gerçekleşmese dahi, Körfez ülkeleri, Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri üzerinde önemli bir nüfuza sahip olacakları inancını taşımaktadırlar.125 İran’ın nükleer enerji politikası dış politikasının bir uzantısıdır. İran dış politik tutumunu bölgesel ve küresel tehdit ve fırsatları da göz önünde bulundurarak belirlemektedir. İran nükleer çalışmalarının politik tutumlarla beslemekte ve politik yöntemleri kullanarak geliştirmektedir. 
İran’ın konuya dair tutumu savaşa varmayan bir çatışma örneği olarak varlığını sürdürmektedir. Dış politikasının belirlenmesindeki en etkili unsurlardan biri ABD ile olan ilişkileridir. ABD ve İran arasında 1970’li yıllara kadar iyi ilişkiler söz konusu iken 1979 devrimi ile Humeyni’nin iktidara gelmesi ve ardından İran-Irak Savaşı’nda ABD’nin Irak’ı desteklemesi ilişkilerin adeta kopmasına neden olmuştur.126 

Şah Rıza Pehlevi döneminde, İran-ABD arasında zorunlu bir stratejik birliktelik söz konusuydu. Şah, ABD’nin SSCB’yi gözetlemesine ve Basra Körfezinde ABD 
çıkarlarının korunması için topraklarının kullanılmasına izin vermekte ve buna karşılık ABD, İran’ı bölgesel güç haline gelebilmesi için tüm modern askerî teçhizat ve silahları sağlamaktaydı.127 O dönemlerde ABD’nin Orta Asya'da ilgisini çeken yegâne hedef olan SSCB’nin bu bölgede nükleer silah denemeleri yapmasıydı. 
Bu denemeleri izlemek için uzun süre, İran ve Pakistan'daki üslerden kalkan casus uçaklar Orta Asya üzerinde uçuşlar yaparak bilgi toplamışlardır.128 

Muhammet Rıza Pehlevi, 1973 yılında Arap İsrail savaşı sonrasında Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) kurulmasıyla, dört katına çıkan petrol fiyatları sonucu büyük bir gelir akışına sahip olmuştur. Avrupalı Devletlerin bu alanda sundukları teklifler sonucu, bir açıklama yaparak “gelecek yirmi yılda 20.000 megavatlık nükleer enerji elde etmeyi” hedeflediğini belirtmiştir.129 
İran’ın Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı’ndaki jeopolitik ve stratejik konumu, “nükleer devlet” olmanın ötesinde bir anlam kazandırmaktadır. Gerçek şu ki İran, nükleer reaktörlere ihtiyaç duymayacak durumda olmasına rağmen nükleer alandaki teknolojik gelişmelerden yararlanmak istemiş ve 1960'lı ve 70'li yıllarda ABD dâhil olmak üzere birçok batılı devletten yardım görmüştür.130 Bu alanda, Avrupa ve Amerikan firmaları ile ortak projeler yürütülmüştür. Başkan Jimmy Carter döneminde, ABD firmaları piyasalardaki avantajları kaybetmemek için, ”İran’ın geniş petrol ve doğal gaz rezervleri olmasına karşın, bu kaynaklardan tasarruf yapması ve daha temiz ve daha ucuz enerji olarak sunulan nükleer teknolojiden azami oranda faydalanması” konusunda İran yönetimi nezrinde lobi faaliyetlerinde bulunmuştur.131 

Şah 1979’da, Humeyni yandaşları tarafından devrilmiş ve ülkeden uzaklaştırılmıştır. Bu uzaklaştırmayla birlikte İran'ın bölgedeki rolü de değişmiştir. 
Süreç içerisinde İran ABD ile ilişkilerini koparmış, İsrail için bir tehdit haline dönüşmüş, adeta bölgede dışlanan bir konuma gelmiştir.132 Devrim sonrası İran her hareketi izlenir bir ülke konumuna gelmiş ve gerek coğrafi konumu gerekse dış politikadaki duruşu ile Ortadoğu’nun önemli aktörlerinden biri konumuna gelmiştir. 
Saddam Hüseyin’in bölgedeki karışıklıktan faydalanmak isteğiyle İran’a saldırması ve savaşta kimyasal silah kullanmasıyla başlayan İran-Irak Savaşı’nda 1 milyon civarında insan hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 150 milyar dolar tutarında maddi kayıp meydana gelmiştir. Bu savaşta Irak, Batı’dan açık bir destek görmesine rağmen savaşın bir galibi olmamıştır.133 
İslam Devrim sonrasında gerek başa gelen liderlerin politikaları olsun, gerekse sekiz yıl süren İran-Irak savaşı olsun, İran’ın nükleer çalışmaları olumsuz yönde 
etkilenmiştir. Şah döneminde başlatılan nükleer çalışmalar, İslam rejimi yöneticileri tarafından din açısından sakıncalı bulunmuş ve savaş sürecinde yaşanan ekonomik sıkıntılarının da etkisiyle bu alandaki çalışmalar durdurulmuş tur. Bu dönemde, nükleer araştırma faaliyetleri üzerinde herhangi bir gelişme elde edilemediği gibi yarım kalan tesislerin inşasına devam edebilmek için bir girişimde de bulunulmamıştır. İran’ın sahip olduğu rejimin, ABD ve Batı karşıtı olması nedeniyle, nükleer çalışmalar ile ilgili bütün anlaşmalar Batılılar tarafından iptal edilmiştir.134 

İran İslam Devrimi, ABD’yi özellikle iki açıdan güç durumda bırakmıştı. ABD, bir yandan Sovyetlere yönelik en önemli istihbarat alanlarını kaybederken, bir yandan da Basra Körfezi’ndeki petrol kaynakları risk altına girmişti. Öte yandan İran’ın devrim ihracı politikaları Basra Körfezinde istikrarsızlığı tetiklemişti. Hem petrol hem doğalgaza sahip olan bir ülkenin nükleer enerji de üreterek bir enerji merkezine dönüşmesi ABD'nin Bölge'deki çıkarlarına tehdit olarak görülürken, İsrail tarafından da varoluşsal bir tehdit olarak algılanmaktadır. Öte yandan, ABD'nin Basra Körfezi'ndeki Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerle kurduğu stratejik ilişkiler, İran nezdinde tehdit olarak algılanmakta, İran Bölge'de yalnızlaştırıldığını düşünmekte ve bu psikoloji içinde daha sert söylemlere girme eğilimi taşımaktadır.135 

Enerji kaynaklarının küresel alanda homojen dağılmaması enerjiyi stratejik bir güç yapmakta, bulunduğu coğrafyayı sadece bölgesel değil, küresel güçlerin mücadele alanına dönüştürmektedir. Bu çerçevede, Avrasya coğrafyasının sahip olduğu zengin petrol ve doğal gaz rezervleri, bu bölgenin hayati ve stratejik önemini daha da ön plana çıkarmaktadır. 
Dünyanın en büyük ekonomilerden birine sahip olan ABD’nin, bu enerji kaynaklarına sahip olması, ekonomik üstünlüğünü koruyabilmesi için bir gerekliliktir. 
ABD’nin özellikle İran ile ilgilenmesinin sebebi, İran’ın küresel enerji dengeleri içindeki önemli bir yere sahip olması ve giderek artan enerji ihtiyacını bu geniş 
bölgeden karşılamak istemesidir.136 

Kitle imha silahlarının yayılması, terör örgütlerin elini de güçlendirmektedir. Terörizmle mücadele, kitle imha silahlarının denetim mücadelesi ile iç içe geçmiştir. 
Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu bölgesinde kontrol edilemeyen silahlanma yarışı, dünyayı ciddi anlamda endişelendirmektedir. Bu durum, ABD 
şemsiyesinde himayesini sürdüren İsrail’in varlığına ve güvenliğine de büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Kitle İmha silahlarının özellikle bu bölgeden bertaraf edilmesi ABD dış politikasının öncelikli hedefleri arasında gelmektedir. 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen terörist saldırıları, kitle imha silahlarının terör örgütlerince kullanıldığında ne gibi zararlar doğurabileceğini açıkça göstermektedir. Dolayısıyla, İran’ın bölgesel güç olabilmek amacıyla edindiği başta nükleer silahlarını taşıyabilecek balistik füze sistemleri olmak üzere diğer konvansiyonel silahları uluslararası camiada büyük bir tehdit olarak algılanmaktadır.137 

ABD ve Batı, İran’ın nükleer hesaplarının irrasyonel bir ideolojiden kaynaklandığı nı düşünmektedir. Oysaki İran’ın nükleer hesaplamalarının kaynağı irrasyonel   ideolojiden öte, kendisine yönelik çeşitli tehditlerden kaynaklanmaktadır. İran’ın bölgesel güç olma stratejik doktrininin bir taraftan bağımsızlığına diğer taraftan uluslararası yaşamsal kabul edilen çıkarlarının korunmasına yardım edeceği kabul edilmektedir. Bu durumun sağlanmasının bir yolu olarak da nükleer hesaplar kullanılmaktadır.138 

İran-ABD ilişkilerine son dönemde damga vuran konu İran’ın nükleer faaliyetleri olmuştur. İran’ın nükleer programı neredeyse on yıldır uluslar arası 
gündemin ilk sıralarında yer almaktadır. Bu durum büyük ölçüde İsrail, Batı Avrupa ülkeleri ve ABD’nin İran’ın nükleer programının silah yapmaya dönük olduğu iddiasından kaynaklanmaktadır.139 Bu sorun için UAEK dışında BM’ye bağlı diğer organlar eksenli süreçte ise yaptırım kararları ve bununla ilgili çalışmalar dikkati çekmektedir. BM nezdinde yürütülen çalışmalarda ABD, İran’a yaptırım uygulanmasını en güçlü şekilde destekleyen BMGK üyesi iken Çin ve Rusya ise aynı platformda İran’a ağır yaptırımlar uygulanmasına yanaşmamakta, hatta karşı çıkmaktadırlar. 

Silahsızlandırma ya da KİS’lerin ortadan kaldırılması, BM’nin öncelikli hedeflerindendir. BM’nin desteği ile nükleer silahlardan arınmış bölgelerin kurulması üzerine antlaşma, genişletilmiş nükleer denemeleri yasaklayan antlaşma ve nükleer silahların sınırlandırılması anlaşması gibi geniş çaplı antlaşmaların yapılması sağlanmıştır. Hatırlanacağı üzere 1963’de nükleer denemelerin kısmen yasaklanması antlaşması ile nükleer denemelerin atmosferde, uzayda ve su altında yapılmasının 
yasaklanması ve 1968’de NPT anlaşması yapılmıştır. Süreci takiben 1992’de, Kimyasal Silahlar Anlaşması ile kimyasal silahların kullanımı, stoklanması ve üretilmesi yasaklanmıştır. 1996 yılında ise nükleer denemeleri yasaklayan antlaşma ile tüm yeraltı nükleer denemelerinin yapılmasını yasaklayacak şekilde kapsam genişletilmiştir.140 

Bu bağlamda, BM’nin İran’a yönelik politikasının birtakım kilometre taşları vardır ve bunlar BMGK’nın kararlarıyla atılmıştır. Bu kararların önemlilerinden bazıları 
şunlardır. İran’ın uranyum zenginleştirme çabalarıyla bağlantılı ve yeniden işleme faaliyetlerini durdurmasını talep eden BMGK’nın UNSCR 1737(2006) sayılı kararıyla; 
İran’a hassas nükleer materyal, teknoloji ve balistik füzelerin doğrudan veya dolaylı olarak satışı yasaklanmış ayrıca UAEK tarafından tespit edilecek olan hassas nükleer çalışmaların derhal askıya alınmasını amaçlanmıştır.141 

BMGK’nın UNSCR 1747(2007) sayılı kararıyla; Tahran üzerindeki ekonomik ve ticari yaptırımlar genişletilmiştir. Dönemin İran Cumhurbaşkanı söz konusu kararı, geçersiz bir kâğıt parçası olarak tanımlamıştır. BMGK, ilave yaptırımlar öngören UNSCR 1803(2008) sayılı kararı ile UNSCR 1835(2008) ve UNSCR 1887(2009) sayılı kararları, genel olarak İran’dan uranyum zenginleştirme faaliyetlerine son vermesini, NPT antlaşmasının Ek Protokolü’nü imzalamasını ve UAEK ile işbirliğini artırmasını talep etmektedir. Haziran 2010 tarihinde, UNSCR 1929(2010) sayılı BMGK kararı ile İran’ın nükleer faaliyetleri ve nükleer silah sistemi geliştirme çabaları hedef alınmakla birlikte daha sıkı mali kısıtlamalar, genişletilmiş kargo kontrolleri ve genişletilmiş silah ambargosunu da içeren yaptırımlar kabul edilmiştir.142 

2002 yılında Ulusal Direniş Konseyi’nin eski bir üyesi ve Tahran‘da önde gelen muhaliflerden Alireza Jafarzadeh, İran rejimi içerisindeki sağlam kaynaklardan edindiği bilgilere dayanarak Natanz ve Arak’taki iki gizli nükleer tesisin olduğunu ifşa etmiştir. 

Bu açıklamaların ardından ABD, İran’ı nükleer silah yapmaya teşebbüs etmekle suçlamış ve nükleer kriz süreci başlamıştır. Haziran 2003 tarihinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, İran’ın belirli nükleer materyaller ve faaliyetlerinin raporunu vermediğini açıklamış ve ülkeden işbirliğinde bulunmasını istemiştir. Ancak hiçbir noktada İran’ın NPT’den doğan yükümlülüklerini ihlal ettiğini açıklamamıştır.143 

2005 yılında Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin hemen ardından İsrail haritadan silinmelidir ifadesi ile beraber gerek dış politikası gerekse 
nükleer politikasında İran, sert ve uzlaşmadan uzak bir tutum sergilemeye başlamıştır. Ahmedinejad dönemi ile İran, 1989‘da Rafsancani ile başlayan ve 1997 ve 2005‘e kadar Hatemi ile pekişen Batıyla pragmatist uyum geleneğinden kopmaya başlamıştır. 

Hatemi tarafından uygulanmaya çalışılan ve Batı dünyası ile diyalog kurarak Batıyla yakınlaşma düşüncesi Ahmedinejad döneminde terk edilmiştir. 
Ahmedinecad’ın bu tutumu ve politikaları ile nükleer silah meselesi İran-ABD arasında adeta bir düello malzemesi haline gelmiştir. 
Eylül 2005’te Ahmedinecad BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, ülkesinin barışçıl amaçlı nükleer enerji çalışması yürütme hakkından vazgeçmesinin söz konusu olmadığını söylerken Amerikalı yetkililer de İran konusunu, UAEA’nın oyuyla BM Güvenlik Konseyi‘ne taşımayı öngördüklerini açıkladılar. 

Mart 2006‘da açıklanan Amerikan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde, İran öncelikli tehdit olarak tanımlandı ve İran NPT’nin Güvenlik Denetimi yükümlülüklerini ihlal etmekle ve nükleer programının tamamen barışçıl amaçlar için olduğunu objektif bir şekilde kanıtlayamamakla suçlanmıştır.144 

 İran ile Batı dünyası arasındaki gerilim 2006 yılından sonra her geçen gün giderek tırmanmaya devam etti. ABD yönetimi İran’ın yükümlülüklerini yerine 
getirmediğini ileri sürerek İran‘a karşı yaptırımlar uygulanması konusundaki tezini Obama döneminde hayata geçirdi. Ancak yaptırımlar konusunda BM çatısı altında ABD adım atmadan önce 17 Mayıs 2010 tarihinde Brezilya ve Türkiye’nin katılımı ile Tahran 

Deklarasyonu adı verilen bir anlaşma imzalandı. Anlaşma, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile Brezilya 
Cumhurbaşkanı Luis İnacio Lula Da Silva tarafından Tahran'da imzalandı. Anlaşma uyarınca, İran bir hafta içinde UAEK’ya bilgi verecek, Viyana Grubu'nca onaylanırsa 1.200 kg düşük düzeyde zenginleştirilmiş uranyum Türkiye’ye nakledilecektir. Bu malzeme Türkiye'de kaldığı süre içinde İran’ın malı olmaya devam edecek, Tahran ve UAEK güvenliği denetlemek üzere gözlemci gönderilebilecek, Viyana Grubu 1 yıl içinde İran'a 120 kg nükleer yakıt sunacak, İran, Türkiye'den uranyumu hızla ve koşulsuz olarak iade etmesini isteyebilecek.145 

Ancak Tahran Deklarasyonu ABD’yi memnun etmedi ve ABD Haziran 2010‘un başında BM Güvenlik Konseyi’nde Çin ve Rusya’yı da ikna ederek İran‘a tarihinde dördüncü kez yaptırımları uygulamaya başladı. 2013 yılında cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Hasan Ruhani katıldığı Davos Dünya Ekonomi Forumu’nda, Kasım ayında Birleşmiş Milletler Nükleer Dairesi ile yaptığı anlaşma uyarınca ülkesindeki uranyum zenginleştirmesini %20 azalttığını duyurmuştur. Hasan Ruhani’nin ılımlı tutumu ve müzakerelere açık duruşu neticesinde AB İran’a uyguladığı yaptırımları 6 ay süreyle askıya almıştır.146 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

124 Zafer Akbaş ve Adem Baş, “İran'ın Nükleer Enerji Politikası ve Yansımaları”, History Studies, 
http://www.historystudies.net/DergiPdfDetay.aspx?ID=594 , 2013, 16.03.2014 
125 Mustafa Kibaroğlu, “İran Bir Nükleer Güç Mü Olmak istiyor?”, Avrasya Dosyası-İran Özel Sayısı, (1999), Cilt. 5, Sayı.3, s.13 
126 Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Barış Kitap, Ankara, (2011), s. 65 
127 Dilek Aydın ve Arif Tekbıyık, “İran Nükleer Programının Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, (2007), s. 109 
128 Akbaş-Baş, A.g.m, s.26 
129 Mustafa Kibaroğlu, “İran’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Etkileri ve Alınabilecek Tedbirler”, 
      http://www.mustafakibaroglu.com/sitebuildercontent/sitebuilderfiles/Kibaroglu-HarbAkademileri-Sempozyum-Iran-Mart2006.pdf     s.2, Mart 2006, 16.03.2014 
130 Kibaroğlu, A.g.e, ss.271-282. 
131 Aydın-Tekbıyık, A.g.m, s.109 
132 Tuğçe E. ÖZTÜRK, “Yeni Dönem Türkiye - ABD İlişkileri: Fırsatlar ve Riskler”, 
       http://www.tasam.org/Files/PDF/abdsonucraporu.pdf, s.29, 16.03.2014 
133 Ali Bülent Uşaklı, “Savaşın Dönüşümünde Teknolojik Gelişmelerin Etkisi”, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, (2007), s.121 
134 Arif Keskin, İran’ın Nükleer Çabaları: Hedefler, Tartışmalar ve Sonuçlar, TURKSAM, 
       http://akademikperspektif.com/2012/01/10/iranin-nukleer-cabalari-hedefler-tartismalar-ve-sonuclar/,   10.01.2012, 16.03.2014 
135 E. Öztürk, A.g.m, s. 31 
136 Aydın-Tekbıyık, A.g.m, s.115 
137 A.g.m, ss.115-116 
138 Akbaş-Baş, A.g.m, s.31 
139 Bayram Sinkaya, “İran’ın Nükleer Programına Arap Ülkelerinin Yaklaşımı”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 2 Sayı: 15, 2010, s. 88 
140 Birleşmiş Milletler Kamusal İletişim Dairesi, Birleşmiş Milletler Hakkında Her şey, 
      http://www.unicankara.org.tr/everything_Turkish_final.pdf, s.36, 16.03.2014 
141 Arzu Celalifer Ekinci, İran Nükleer Krizi, USAK Yayınları, Ankara, (2009), s.115 
142 Akbaş-Baş, A.g.m, s.30 
143 Ekinci, A.g.e, ss.15–20 
144 Talha Köse, “İran’ın Nükleer Programı ve Orta Doğu Siyaseti Güç Dengeleri ve Diplomasinin İmkanları”, SETA Yayınları, Ankara, (2008), s. 23, 
       http://file.setav.org/Files/Pdf/iran-nukleer-programive-orta-dogu-siyaseti-guc-dengeleri-ve-diplomasinin-imkanlari.pdf, 16.03.2014 
145 Türkiye, İran anlaşmasının neresinde? 
      http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/11/131126_iran_turkiye.shtml, 26.11.2013, 15.03.2014 
146 Hasan Ruhani: Nükleer program konusunda gerekli tüm adımları atmaya hazırız, 
      http://tr.euronews.com/2014/01/23/hasan-ruhani, 23.01.2013, 24.02.1024 

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4


2.2. ABD’nin “yayılmacı siyasetinin” Ortadoğu’da yansımaları: 

 Günümüzün tek egemen gücü ABD, kendi gücünü ve hâkimiyetini devam ettirebilmek için dünyanın her yerinde yayılmacı bir politika yürütmektedir. Bu durum günümüzde her ne kadar ABD ile özdeşleştirilse de esasında ABD’ye özgü değildir. Devletlerin ve imparatorlukların tarihi incelendiği zaman, hepsinin büyük güç haline gelebilmek ve sağladıkları gücü devam ettirebilmek için kendi dönemlerinde stratejik olan bölgelere, kaynaklara ve bu kaynaklara yakın yollara hâkim olmak istedikleri görülür. Roma İmparatorluğu, Osmanlı Devleti, İngiltere Krallığı’nda nasıl olmuşsa günümüzde de ABD için aynı husus geçerlidir. Fakat ülkeler bulundukları çağın gereği olarak yayılmacı politikalarını uygularken amaç, araçlar ve tarz farklılıkları gösterebilirler. Sanayi devriminden önceki zamanları ele alacak olursak, baharat ve ipek ülkeler için kritik üretim maddesi idi ve baharata ve ipeğe sahip olmak ve bunların üretildiği ve nakledildiği bölgelere hâkim olmak önemli olduğundan yayılma politikası bu çerçevede gerçekleşiyor du. Sanayileşme sonrasında ise baharat ve ipeğin yerini üretim, ulaşım ve modern yaşamın devamı için zaruri olan enerji kaynakları aldı. 

Dolayısıyla günümüzde bu enerji kaynaklarına sahip olan veya enerji kaynaklarını kontrolü altında tutan ülkelerin dünyada egemen güç olacağı söylenebilir.83 

Soğuk Savaş sonrasında dünyanın tek egemen gücü ABD olmuş ve bu konumunu devam ettirebilmek için yayılmacı siyasetine devam etmektedir. ABD’nin Yeni Dünya Düzeni söylemi ile kastettiği de aslında, Amerika’nın politik ideolojisinin dünyaya hâkim olduğu bir sistemdir.84 

 ABD’nin dünya genelinde uyguladığı yayılmacı siyasetin sebeplerini birkaç maddede toplayacak olursak; bunlardan ilki, ABD’nin kendi vatandaşlarının 
ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak ve memnuniyetlerini sağlamak için daha çok enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasıdır. Amerikan arabalarının silindir hacminin 3000- 5000 cc arasında olmasından bu durum çok rahat görülebilmektedir. Ancak ABD vatandaşlarının bu yüksek standartta olan yaşam tarzlarını kendi topraklarında karşılayabilmesi mümkün değildir. Bu kaynakları elde etmek için ABD’nin diğer dünya ülkelerinden kaynak elde etmesi gerekiyordu. Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman ABD’nin kendisinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Kore, Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelerde yürüttükleri savaş ve operasyonların sebepleri daha anlaşılır olmaktadır. İkinci olarak, savaş sırasında üretime hız veren ABD’nin, savaş sonrası sanayi ve tarım üretiminin kendi ihtiyaçlarının çok ötesinde geçmesine neden olmuştur. 
Bu sebeple ABD’nin siyaset yapıcıları ve ekonomistleri ihtiyaç fazlası ürünleri satmak hem de ekonomik büyümeyi hızlandırmak için yabancı pazarlara girilmesinin gerekli olduğunu inanıyor, hatta bunun sağlanması adına gerekirse saldırgan bir dış politika izlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu yayılmacı politikanın nedenlerinden son olarak üçüncüsünü; ABD’ye yön veren aydınlar ve akademisyenler arasında sosyal Darvinizm85 ve ırkçılık düşüncelerinin yaygınlaşması şeklinde ifade edebiliriz. 

Bu düşünce akımının etkisi ile ABD, beyaz ırkı diğer ırklardan üstün sayarak zayıf ve geri kalmış, diğer dünya ülkelerini medenileştirmek ve Hıristiyanlaştırmak istiyordu.86 
Ortadoğu bölgesi için de yayılma politikaları bunlardan çok farklı değildir. ABD gerek Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına sahip olmak veya kontrol altında tutmak, gerekse bölgede kendi istediği çizgiye gelmeyen ve kendi güttüğü politika dışında hareket eden ülkelere saldırı düzenleme hakkını kendinde görmektedir.87 ABD prensip olarak uzlaştığı yani istediğini aldığı ülkelere karşı herhangi bir operasyon yapmaz. Örnek verecek olursak Suudi Arabistan, ABD ile anlaştığı sürece istediğini masrafsız alacağından çatışma ortamı doğuracak durumlara girmez. Ancak istedikleri noktasında uzlaşma sağlayamazsa, farklı yollara ve taktiklere başvurarak istediğini mutlaka alır.88 

 ABD bu politikaları kullanarak Ortadoğu bölgesine de hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa söz sahibi olarak 
görülmektedir. Ancak ikinci dünya savaşı sonrası bu iki ülkenin zayıflamasını neticesinde Ortadoğu üzerindeki etkileri zayıflamıştır. Bunların çekilmesi ile aynı 
zamanda, bu bölgenin stratejik önemi nedeniyle ABD bölge üzerinde kontrol sahibi olmuş ve günümüze kadar bölge üzerindeki etkisini artırarak, bölgenin en önemli gücü haline gelmiştir.89 

 ABD Ortadoğu ve dünya üzerindeki yayılmacı siyasetini yürütürken genel itibarı ile asıl hedeflerini gizleyerek, politikalarına dünya kamuoyunda tepki çekmeyecek insan hakları, demokrasi, daha fazla özgürlük ve kadın hakları gibi kılıflar uydurmaktadır. 
Mahir Kaynak ABD politikalarını şöyle değerlendirmektedir; 

“Konu ele geçirmektir. Burada eğer önünde bir engel var ise, orada yerleşmiş bir yapı var ise, demokrasi adına oraya müdahale edilecektir. Oradan demokrasi talep edilecektir.”90 

ABD Ortadoğu bölgesine müdahale ederken de benzer söylemler kullanıp asıl amacını gizlemekte ve her zaman petrol ve enerji kaynakları gibi hususları dile getirmekten kaçınmaktadır. ABD CIA’nin eski yöneticisi James Woolsey, 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD’nin Ortadoğu için yürüttüğü mücadeleyi 

“4. Dünya Savaşı başladı. Terörizme karşı savaş bunun sadece bir parçası. Bu savaş 20. Yüzyıl boyunca inşa edip savunduğumuz liberal uygarlığa, Arap ve Müslüman dünyasından gelen tehditlere karşı demokrasiyi genişletme savaşıdır”.91 şeklinde ifade ederek, bu savaşın bölgeye özgürlük getirilene dek devam edeceğini iddia etmiştir. Benzer bir hedef saptırmayı Irak’ın işgali sırasında da görüyoruz. 
ABD’nin Irak’ı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü kitle imha silahlarının esasında bir bahaneden ibaret olduğu, asıl maksadın Irak petrolleri olduğu daha sonra anlaşılmış, eski Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld daha sonraki yıllarda yazdığı kitapta kitle imha silahları meselesinin yalan olduğunu itiraf etmiştir.92 

 ABD bölgede kendine gösterilen direnci dikkate almakla beraber uluslararası örgütlerin kendilerine gösterdiği hak ihlalleri ve savaş suçu tepkilerini de hiçe sayarak Ortadoğu’da kanlı eylemlerini demokrasi yalanları ile süsleyerek örtbas etmeye çalışmaktadır. ABD bu örtbas sağlayabilmek radyo, televizyon, dergi gazete ve internet için her türlü medya organını çok etkin bir şekilde kullanmaktadır. Bu araçlar kullanılırken herkesin saygı duyup kabul ettiği demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti, gibi konu başlıkları altında gizliden kendi fikirlerini dayatmaya çalışmaktadırlar.93 

2.3. 11 Eylül terör saldırısı sonrası ABD’nin yeni Ortadoğu Politikası: 

 Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını başarısız gören George W. Bush, Ocak 2001 tarihinde göreve başlamış ve bu politikaları kökten değiştireceğini iddia etmiştir. Bush liderliğindeki yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin özellikler de taşımakla birlikte küresel siyaset ve ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush yönetiminde etkin görevlere gelen yeni muhafazakârların ideolojisi, özellikle ilk döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön vermiştir. Amerikan küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan yeni muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar.94 
Yeni Muhafazakârlar 1997‘de başlattıkları Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde 21. yüzyılda yeni bir Roma imparatorluğu kurma hayalini dile getirmişlerdir. 
Her ne kadar Bozaslan bu olayı “Seyyid Kutb gibi, savunma zorunluluğu için cihattan başka seçenek göremeyen Bin Ladin 11 Eylül terör saldırılarını gerçekleştirmiştir” 
şeklinde masumlaştırmaya çalışsa da gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının hiçbir masum yanı görülmemektedir.95 Bu saldırı sonrasında ABD’de yıkılan ikiz kulelerin dehşet verici görüntüleri arasında terörün insanlık dışı yüzü sergilenip, günler geceler boyunca teröristlerin ne denli acımasız ve insanlıktan uzak olduğu anlatılmıştır.96 

2002’de Amerikan şehirlerine yapılan saldırıların Neo-con’lara dünyayı Amerikan çıkarları ve değerleri doğrultusunda yeniden şekillendirmeleri için gereken fırsatı 
yarattığı yönünde görüşler mevcuttur. Bazı yazarlara göre, saldırılar sayesinde komünizmin ortadan kalkmasıyla, ABD’nin çıkarlarını korumak amacıyla yapacaklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyduğu düşman bulundu. 
Bu düşman, saldırıyı düzenledikleri iddia edilenlerin kökeni dolayısıyla İslam‘dan kaynaklanan uluslararası terördü. 
11 Eylül saldırıları Amerikan politikasında köklü değişikliklere yol açtı. Clinton döneminde yönetimin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârların Amerika’nın küresel liderliğini desteklemek amacıyla 1997’de kurduğu düşünce kuruluşu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. 
Bu tür savaşlara girişirken de BM gibi uluslar arası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu.97 

 Bush yönetiminin yeni stratejisi; ABD’nin düşmanı olarak tanımlanan devletin herhangi bir saldırısından önce, bu devlete dikkat etmeyi, saldırmayı ve hatta rejimini değiştirmeyi öngörür. Bush doktrini olarak adlandırılın bu strateji, Soğuk Savaş dönemindeki “caydırıcılık” ve “çevreleme” stratejilerinden de farklıdır.98 

 Bush doktrini ile ilgili Condoleezza Rice şu ifadeleri kullanmıştır. “Bugünün tehditleri, büyük ordulardan ufak terörist gruplara, güçlü devletlerden küçük devletlere kaymıştır. 11 Eylül hiçbir şüpheye yer bırakmadan göstermektedir ki, ABD güvenliği tıpkı İç Savaş ve Soğuk Savaş dönemlerinde olduğu gibi yaşamsal bir tehdit altındadır.” 
Başkan Bush’un yeni güvenlik stratejisinin ayaklarından bazıları Rice’ın makalesinde şöyle sayılmıştır: “Barışı, teröristler ve yasa dışı rejimlerin şiddetine karşı çıkarak; dünyanın büyük devletleri arasında iyi ilişkiler kurulmasını destekleyerek; özgürlük ve refahı dünya çapında geliştirmeye çalışarak korumak.” Rice makalesinde ABD’nin dünyayı daha güvenli yapmaya yardım konusunda özel bir sorumluluğu olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda ABD’nin “terör ağını ve teröristlere destek olan devletleri çökertme; nükleer, kimyasal ve biyolojik silah sahibi olup da bu silahları terörist müttefiklerine verebilecek tiranlarla yüzleşme” görevi olduğunu savunmuş; Bush yönetiminin Irak rejimine karşı tavrı da bu nedenlere bağlanmıştır. Bütünsel bir yaklaşım içinde değerlendirilirse, Bush doktrininin her biri uluslar arası hukuk alanında 
tartışmalı olan üç doktrini birleştirdiğini söylemek mümkündür: Birincisi, terörist örgütlere ve bu örgütleri barındıran devletlere karşı girişilen tek taraflı saldırılardır. 

İkincisi tek taraflı önleyici meşru müdafaa, üçüncüsü ise, tek taraflı insani müdahale doktrinleridir.99 

 Başkan Bush, elindeki her türlü kaynağı küresel terör şebekesini çökertmek için kullanacağını, teröristlerin mali kaynaklarını kurutacaklarını ve teröristleri destekleyen ve barındıran ülkeleri takip edeceklerini ifade etmiştir. Başkan Bush’a göre, dünyanın neresinde olursa olsun devletler, ABD’yle birlikte mi yoksa ona karşımı olduğuna karar vermeliydi. Bu doktrin çerçevesinde ABD, “haydut devletler” kavramını geliştirmiştir. Başkan Bush, kitle imha silahlarına sahip oldukları ve teröre destek verdikleri gerekçesi ile Irak, Kuzey Kore ve İran‘ı “şer ekseni” olarak ilan ettirmiştir.100 

 ABD, 11 Eylül 2001 tarihli terör olayının asıl sorumlusunun Usame Bin Laden olduğunu vurgulamış ve Usame Bin Laden‘in, Afganistan‘da Taliban tarafından 
saklandığını bahane ederek 8 Ekim 2001 tarihinde Afganistan‘a karşı bir hava harekâtı başlatmıştır. Bu harekâtın ABD’nin açıkladığı temel amacı; Usame Bin Laden‘in yakalanması ve Taliban rejiminin cezalandırılıp, ortadan kaldırılmasıdır. Bu harekât ile teröre destek veren, göz yuman veya ABD’nin dünya politikasına karşı çıkan haydut devletler ile cihat gruplarına, Washington‘un kararlılığının gösterilmesi ve bir daha bu gibi tavırlara girilmemesi için gözdağı verilmesi amaçlanmıştır.101 

 ABD’nin girişmiş olduğu “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adıyla duyurduğu bu eylemle Afganistan‘ı hedef alması gerekçe olarak da Usame bin Laden‘in gösterilmesi başta fakir ve çaresiz Afganistan halkı olmak üzere tüm dünyada endişe yaratmıştır. Tüm dünya kamuoyu, ABD’nin bu harekâtta neden Afganistan’ı hedef olarak seçtiğini sorgulamaya başlamıştır. Bu sorgulamalar, Afganistan’ın Güney Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’yu birbirine bağlayan önemli bir kavşak noktasında yer alması, petrol ve doğalgaz kaynakları açısından jeopolitik öneme sahip olması, operasyonun ardında önemli askeri, siyasi ve ekonomik çıkarların olduğu fikrini ortaya çıkarmıştır.102 

 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırısı ardından küresel güç elde etme mücadelesinde olan Amerika için Afganistan ilk durak olmuştur. Başkan Bush 20 Eylül 2001 günü Kongre’de yaptığı konuşmada “terörle mücadelemiz El Kaide ile başlıyor, fakat onunla sona ermeyecek” dediğinde ne kastettiği tam olarak anlaşılamamıştır.103 

Terörle mücadele gerekçesiyle başlatılan Afganistan savaşı ABD’nin Avrasya’daki etkinliğini artırmıştır. Bu savaşın yaratmış olduğu etki çerçevesinde Orta Asya‘ya birçok Amerikan üssü yerleştirilmiştir. 

11 Eylül terör saldırısını gerekçe gösteren ABD Başkanı George W. Bush, öncelikli olarak saldırıyı gerçekleştirenlerin çok set bir şekilde cezalandırılacağını açıklamış, ardından da saldırının Usame Bin Laden ve onu ülkesinde barındıran Afganistan yönetimi ile bu yönetime destek veren İslam ülkelerinin olduğunu beyan etmiştir. 

ABD’nin Afganistan savaşı ile birlikte İran, Irak, Suriye gibi pek çok 

Ortadoğu ülkelerini ve Somali’yi hedef göstermiş olması, maksadının terörü cezalandırmadan öte bir şey olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici olmuştur.104 

 Daha önce birçok defa belirttiğimiz gibi ABD’nin Ortadoğu politikasının temelini, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 11 Eylül olaylarına kadar ki süre içerisinde enerji kaynakları ve İsrail‘in güvenliği üzerinde yoğunlaştırmıştır. Fakat 11 Eylül saldırılarıyla beraber Ortadoğu bölgesinden kaynaklandığına inandığı radikal İslamcı terörle mücadele ve kitle imha silahlarının bölgedeki bazı rejimlerin eline geçme ihtimalini önlemek de ABD’nin Ortadoğu politikasını belirleyen faktörlerden olmuştur.105 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon‘a gerçekleştirilen terörist saldırılarla başlayan, tüm dünyayı tehdit edip, etkisi altına alan ve uluslararası alana yayılabilen terörizm tehdidi, sonuçları açısından yeni bir dünya düzeninin oluşmasına ve bölgede ABD etkisinin artmasına zemin hazırlamıştır. 
Bu özelliklerinden dolayı da 11 Eylül saldırıları ile ilgili, ABD’ye dayandırılan birçok komplo teorisi üretilmiştir. Kaçırılan uçağın neden durdurulmadığı, ikiz kulelerin çökme şeklinin kontrollü yapılan bir iş olduğu görünümü vermesi, Dünya Ticaret Merkezi’nde uçağın çarpmadığı yedi numaralı binanın yıkılması bunlardan sadece bazılarıdır.106 

 Bu sebeplerden dolayı 11 Eylül olayının Afganistan’daki mağaralarda yaşayan insanların yönettiği bir El-Kaide saldırısı değil, Amerika içinde koordine edilen ve terör korkusu yaratmayı ve ortak bir terörizm düşmanı oluşturmayı hedefleyen bir saldırı olduğu düşünülmektedir.107 Bunların yanı sıra çok sayıda Yahudi’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin çevresinden uzak durması konusunda uyarıldıkları yaygın şekilde öne sürülmüştür. Bu durum İsrail gizli servisiyle El-Kaide korsanları arasında bir bağ bulunduğuna işaret etmektedir.108 

 ABD Senatosu’nun, ABD Anayasası gereğince Başkan Bush‘a verdiği 15 Eylül 2001 tarihli “Askeri Kuvvet Kullanma” yetkisi hakkındaki kanunda; 11 Eylül 
saldırısının, ABD vatandaşlarına ve ulusal güvenliğine karşı olağanüstü tehdit oluşturan bir ihlal olduğunu belirtmiştir. Kanunda, muhtemel hedeflerinin, uluslararası terör örgütlerine, terörist kişilere ve teröre destek veren ülkeler olduğu açıklanmış, bunu yanı sıra Anayasanın verdiği yetki çerçevesinde uluslararası terörizme karşı koruyucu ve caydırıcı tedbirler almak hakkının; ABD’nin Meşru Müdafaa ve ABD vatandaşlarının güvenliklerinin korunması hakkına dayandığı, ifade edilmiştir. 

Bu kanun ışığında ABD, 11 Eylül terör eylemlerini, Anglosakson medeniyete yapılmış bir savaş ilanı olarak tanımlamış ve terörün küresel bir güç olduğu algısını oluşturarak, dünyanın sürekli bir savaş ortamında tutulmasını kurumsallaştırma ve meşrulaştırma çabası içine girmiştir.109 

 ABD Başkanı George Bush‘un 15 Eylül 2001‘de ABD halkına yönelik yaptığı konuşma da, bu açıdan bakıldığında oldukça anlamlıdır: “Sizden istenen sabırlı 
olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. Sizden istenen azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli olmanız, çünkü zafere giden yol uzun olabilir.” Aynı konuşmada, Başkan Bush tarafından bundan sonra izlenecek politikaların alacağı şekil, şu sözlerle ifade edilmektedir; 

“ABD‘ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını kendi elleriyle seçmişlerdir. Zafer, terörist örgütlere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi kararlı eylemle sağlanacaktır. Sizi temin ederim ki, sembolik bir eylemle yetinmeyeceğiz. Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır”.110 

Başkan Bush’un bu söylemlerden de anlaşıldığı üzere 11 Eylül, ABD’nin küresel güç olma konumunu devam ettirme konusunda aradığı meşruiyeti sağlayan önemli bir gelişme olmuştur. 

 Bush, 26 Eylül‘de Kongre‘deki mesajında tüm ülkelere bir seçim yapması gerektiğini, “ya bizimle berabersiniz, ya da bizim karşımızda teröristlerle” ifadeleriyle bundan sonra izleyeceği politikaları net bir şekilde ortaya koymuştur. Bush, açıkça, ABD ile birlikte hareket etmeyen ve kendileri gibi düşünmeyen tüm devletleri onlarla birlikte görme eğiliminde olduğunu belirtmiştir. Böylelikle, yeni Amerikan politikasında artık “Sovyet tehdidi” söyleminin yerini “terör tehdidi” almıştır.111 

 11 Eylül 2001‘de El-Kaide’nin ABD‘ye karşı yönelttiği terör saldırısı Ortadoğu’nun kaderini de derinden etkiledi. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan‘a karşı BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı.112 

Nitekim 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra El-Kaide örgütünün ve Usame Bin Laden‘in olayla bağlantısı anlaşılınca 7 Ekim 2001 tarihinde ABD ve İngiltere 
öngördükleri plan çerçevesinde Afganistan‘a hava saldırılarında bulunmaya başladılar. 

 Sonuç olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşından beri izlediği kendisine rakip olabilecek güçlerin doğmasına engel olma politikasının bir uzantısı olarak Afganistan hemen akabinde Irak’a saldırdığını söyleyebiliriz. 11 Eylül saldırıları sadece bu politikanın uygulanabilmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenden dolayı yukarıda da belirttiğimiz gibi 11 Eylül saldırısı ile ilgili komplo teorileri üretilmekte ve günümüze kadar yaşanan olaylar, bu teorilerden bazılarının doğru olabilecekleri şüphesi uyandırmaktadır. 

2.4. Kitle imha silahları ve ikinci Irak müdahalesi: 

 Irak lideri Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiğini savunan ABD, bu ülkeye uyguladıkları ambargo aracılığıyla Irak‘ı çevreleme politikası yürütmüş ve Bush yönetimi de; iktidara gelir gelmez Irak meselesine ağırlık vereceğinin işaretlerini, açıklamaları ve bazı uygulamalarıyla göstermiştir. Örneğin, Bush Yönetimi’nin yurtdışında gerçekleştirdiği ilk operasyon “Irak’ta uçuşa yasak bölgenin dışına taşan bir bombardımana onay vermesi” olmuştur. 113 
Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı görünüyordu. 

ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. 
Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti.114 Ancak işgal ile birlikte Irak için atılan her adım ülkeyi yeni bir kaosa sürüklemiş, bulunduğu coğrafyayı da bilinmez bir sürece sokulmuştur.115 

 ABD’li yetkililer, Saddam’ı 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutacak bir kanıt gösterememelerine rağmen Irak’a terörle mücadele kapsamında bir operasyon 
planlanmasını bir kaç gerekçeyle açıklamaktadır. İddialara göre, Saddam tarafından yönetilen bir Irak hem kendi halkı hem de bölgedeki istikrar açısından ebedi bir tehdit unsurudur ve kitle imha silahları üretme çabalarından vazgeçmeyecektir. Bu yüzden ABD’nin askeri bir müdahaleyle Irak’ta bir rejim değişikliği gerçekleştirmesi şarttır. Bu çerçevede Türkiye’nin böyle bir harekâta onay vermesinin önemi Washington’daki politik çevrelerce her fırsatta vurgulanmaktadır.116 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD, Irak’ı şer ekseni sıralamasında ilk sıraya yerleştirmiştir. ABD, 25 Ekim 2002‘de, teröre yataklık ettiği veya edeceği ve 
silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi izini 
olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak‘a karsı kuvvet kullanabileceğini resmen açıklamıştır.117 ABD’nin ileri sürdüğü sebeplerin hepsi asılsız, temelsiz ve kuşkulara dayalıdır. ABD ve Güvenlik Konseyi arasında yoğun pazarlıklar yapılmıştır. BM Güvenlik Konseyi 3 Nisan 1991 tarihli 687 sayılı Kararda öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve yükümlülüklerin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı yolunda Irak‘ı ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı kararı kabul etmiştir.118 

Ancak ABD, Irak’ın işbirliği kabulünü samimi bulmamış ve çalışmalarına devam etmiştir. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, 5 Şubat 2003’te, 
BM‘ye dönerek, denetim rejiminin işlemediğini ve Irak’ın hala kitle imha silahlarını sakladığını belirtmiştir. İspanya ve İtalya dâhil sekiz Avrupa ülkesi gerilimin arttığı ve görüş ayrılıklarının derinleştiği bu dönemde, ABD'nin tavrını benimsediklerini belirten bir tezkere imzalamışlardır. Denetim rejimi çalışmalarını 11 hafta sürdürdükten sonra, 14 Şubat 2003 tarihinde silah denetçileri, Irak‘ta kitle imha silahları olduğuna ilişkin hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddelere rastladıklarını belirten raporlarını BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuşlardır. 24 Şubat 2003 tarihinde ABD, İngiltere ve İspanya, Irak’ın 1441 sayılı karar 
çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğu bir karar tasarısı sunmuşlar ancak Fransa, Rusya ve Çin‘in bunu veto edeceklerini açıklamaları karşısında, tasarıyı geri çekmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, yönetimin amacının artık Irak'ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği haline geldiğini ifade etmiştir.119 

BUSAM’in analizine göre ABD’nin Irak’a ikinci müdahalesi süreci şu şekildedir; 

“ABD, 11 Eylül saldırılarının doğrudan kendisini hedef almadığını, aslında tüm uygar ve özgür toplumlara karşı olduğunu ilan etmiştir. Bu görüş 2002 yılında yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Doktrini’nde de yer almış ve 20. Yüzyılda totalitarizm ile özgürlük arasında yaşanan savaşı özgürlüğün kazandığına işaret edilerek, 21. yüzyılın da benzer bir mücadeleye sahne olacağı öngörülmüş tür. Bu öngörüye göre uluslararası sistemin dengesi ve insanlığın geleceği için, temel insan hakları ile ekonomik ve siyasal özgürlüklere bağlı ulusların, özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmaları gerekmektedir. Bu çerçevede, 11 Eylül saldırıları sonrasında Irak’ın da içinde bulunduğu bir grup ülkenin ABD tarafından şer ekseni ilan edilmesi ile başlayan süreç, ABD’nin Irak‘a müdahalesinin zeminini hazırlamıştır. Yine aynı dönemde yayınlanan Ulusal Güvenlik ve Strateji belgesinde ortaya çıkan ön alıcı saldırı kavramı ile ABD için orta ve uzun dönemde güvenlik riski oluşturduğu düşünülen ülkelere tehdidin oluşma aşamasında askeri operasyon düzenleme hakkı ortaya konmuştur. Bu çerçevede Saddam Hüseyin‘in Kitle imha Silahlarına sahip olduğu iddiası, BM 
gözlemcileri ile işbirliği yapmayarak BM deneticilerini sınır dışı etmesi ve BM kararlarını uygulamaması, önleyici saldırının gerekçeleri olarak vurgulanmıştır. Bu bağlamda 20 Mart 2003’te, ABD’nin, Saddam Hüseyin‘in elinde olduğu iddia edilen kitle imha silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu‘ya demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali gerçekleşmiştir.”120 

Irak’ın bölgedeki ABD müttefikleri için bir tehlike olmaktan çıkarılmasının dışında bu ülkedeki enerji kaynaklarını denetimi altına alan ABD, bu yolla bölgeyi yani 
İran’ı, Türkiye’yi, hatta Rusya’yı, Pakistan’ı ve tüm bölgeyi denetlemeyi amaçlamıştır. Ancak ne var ki işgal ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği bir dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında olmuştur. Savaşın çok sayıda sivil Iraklının ve ABD askerinin hayatına mal olduğu açıktır. Ayrıca savaş ve Amerikan işgali Irak’ın alt yapısını ve kurumlarını yerle bir etmiştir. ABD işgali Amerikan ekonomisine de çok büyük bir yük getirmiş ve bu yükün halen sürmekte olan ekonomik krizin önemli nedenlerinden biri olduğu ileri sürülmüştür. Amerikan işgali Irak’ta büyük bir kargaşa ve istikrarsızlığa neden olmuş ve savaş karşıtlarının daha önce uyardığı gibi Irak radikal grupların üssü haline gelmiştir. Irak’ta kimlikler üzerine inşa edilen yeni siyasi yapı siyasi istikrarsızlık 
yaratmış ve mezhepsel ve etnik düşmanlıkları körüklemiş, ülke Sünni ve Şii mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Bush yönetiminin beklentilerinin aksine ülkedeki bu durum nedeniyle Irak petrolleri hala tam olarak dünya piyasasına girememiştir. Genel olarak ABD’nin Irak politikaları hem Irak’ta, hem de bölgede Amerikan karşıtlığını körüklemiştir.121 

 Irak’ta KİS bulunduğu ve üretildiğinin gerçek dışı bir beyan olduğu ve Irak işgali için uydurulduğunun anlaşılmasından sonra, dünyada ABD inandırıcılığını ve 
ABD’nin üstünlük iddialarının etkisini azaltan bir etki yarattı. Irak ordusunu, hava gücünü, ekonomisini çökerten işgal, İran’ın önemli bir bölgesel güç olarak ortaya çıkmasını sağladı ve bölgede, özellikle Irak‘ta gücünü artırmasına yol açtı.122 

Irak’ın 20 Mart 2003 tarihinde ABD’nin önderliğindeki koalisyon güçleri tarafından işgaliyle başlayan süreç, Irak‘ta ve Ortadoğu‘da etkilerini hala sürdürmeye devam ediyor. Kısa sürede biten savaş neticesinde Baas rejimi yıkıldı ve Irak‘ta Saddam Hüseyin ve sonrası yeni bir dönem başladı. Irak’ın işgali ABD için ilk bakışta bir rejim değişikliği idi, ancak sonrasında gelişen olaylar nedeniyle her bakımdan masraflı bir işgal ve zorlu bir devlet inşası sürecine dönüştü. ABD’nin Irak işgalinden sonra ortaya çıkan sıkıntıları şu şekilde sıralayabiliriz. Geçici Koalisyon Yönetiminin yaptığı hatalar: Amerikalı yetkililer, subay-asker ayrımı yapmadan Irak ordusunu ve bütün güvenlik 
güçlerini lağvettiler ve Baas partisine mensup bütün memurların işlerine son verdiler. 

Bu politikanın büyük bir hata olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Başlangıçta sadece belli sayıda yüksek rütbeli Baas partisi üyeleriyle sınırlı kalması planlanan ‘Baassızlaştırma’ politikası neticesinde, Baas partisine üye bütün bürokratlar ile öğretmen ve doktorlar da dâhil olmak üzere kamu çalışanları işten çıkarılmış ve yaklaşık 750 bin kişi işsiz kalmıştır. Öte yandan, uzun yıllar devam eden ambargo sürecinden etkilenmiş olan devlet kurumları, savaşın bitiminden sonra yapılan yağma sonucu işlemez duruma gelmişlerdir. Eski rejime bağlı grupların silah gücünü koruması: Saddam Hüseyin rejiminin destekçisi olan Sünni aşiretler ve Baas partisine bağlı militer organizasyonlar hiçbir zarar görmeden, ellerindeki silah gücünü korudular. Bu grupların elinde olan iktidarın Şii Araplara geçmemesi için her türlü yola başvurmaları ve bu uğurda yukarıda saydığımız gerekçelerle diğer Arap devletlerinden destek alabilmeleri şaşırtıcı değildir. Nitekim ellerindeki silahları koruyan gruplar her geçen gün büyüyen organize bir direniş hareketi başlatmışlardır. Sivillere yönelik uygulamalar: Amerikan birliklerinin savaş sonrası yanlış ve masum sivillere zarar veren uygulamaları öç alma ve direnme duygusunu körüklemiş ve Ebu Gureyb hapishanesi gibi hadiseler hem Irak’taki direnişe hem de genel olarak Amerikan karşıtlığına ivme kazandırmıştır.123 

Yapılan hatalar ve öngörülemeyen faktörler nedeniyle, Saddam Hüseyin’i devirmek işin kolay tarafı oldu. İşgal sonrası istikrarı sağlamak ve siyasi yapılanmayı sürdürmek ise en karmaşık ve zor kısım haline geldi. Savaşın hemen ertesinde Irak‘ta devlet cihazı çöktü ve muazzam bir iktidar boşluğu doğdu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

83 Ahmet Özer, 11 Eylül, “Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, (2007), s. 1-23. 
84 Hasan Şafak, Büyük Orta Doğu Projesi, İsrail’in İmparatorluk Planı, Profil Yayıncılık, İstanbul, (2006), s.28 
85 Sosyal Darwinizm: Darwin'in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında 
sosyal evrime neden olduğu kuramıdır. Bu sistemde amaç üstün bireyleri desteklemek ve zayıf bireyleri sistem dışına taşımaktır. Daha geniş bilgi için, 
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/sosyal_darwinizm, 10.05.2014 
86 Altuğ GÜNAL, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, www.medyaokuryazar.com/wpcontent/2012/12/bop.pdf, s.158, 24.02.2014 
87 Özer, A.g.e, s.1 
88 Mahir Kaynak ve Emin Gürses, Büyük Ortadoğu Projesi, Timaş Yayınları, İstanbul, (2008), s.18 
89 Çevik, A.g.e, s.11 
90 Kaynak-Gürses, A.g.e., s. 18 
91 Mehmet Oruç, “İslam’a karşı topyekûn savaş sürüyor”, 
http://www.mehmetoruc.com/detay.asp?i=104, 12.03.2014 
92 Irak işgalinin mimarlarından Donald Rumsfeld’den “yalan ifade” itirafı, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/16964833.asp, 12.03.2014 
93Alp, A.g.e, s.6 
94 Meliha Benli Altunışık, Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken, Ortadoğu Etütleri, (2009), Cilt 1, Sayı 1, s.74 
95 Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul, (2010), s.306 
96 Kemal Akmaral, Ben Bush, Evangelist Bush, Şimdi Yayınları, İstanbul, (2005), s.72 
97 Altunışık, A.g.m, ss.74-75 
98 Yavuz Gökalp Yıldız, “Bush Doktrini Ve Irak Üzerine Savaş”, New Perspectives Quarterly Türkiye, Cilt: 4, Sayı: 4, ( 2002). S.12 
99 Utku Yapıcı, “Uluslararası Hukukta Terörizme Karşı Kuvvet Kullanımı Sorunu”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2, No: 7 ss. 33-34, (2006), 
http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/aEgARk8xFaeIRxshAoZCcYf83zmglK.pdf, 15.03.2014 
100 Pax Americana yolda yollar kapalı, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6906/paxamericana-yolda-yollar-kapali.html, 11.09.2002, 15.03.2014 
101 Fevzi Uslubaş, SSCB’den Sonra Rusya’da mı? Afganistan, Küresel Terör ve ABD İmparatorluğun Bataklığı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, ( 2005), s. 240 
102 Bülent Aras ve Gökhan Bacık (der.), 11 Eylül Öncesi ve Sonrası, Etkileşim yayınları, İstanbul, (2006), s.222. 
103 Sedat Laçiner ve Arzu Celalifer Ekinci, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, USAK Yayınları, Ankara, (2011), s.42 
104 Refet Yinanç ve Hakan Taşdemir (der.), Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Seçkin Yayıncılık, Ankara, (2002), s.297 
105 Mustafa Aydın ve Nihat Ali Özcan, Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye, TEPAV, Ankara, (2007), s. 9 
106 11Eylül saldırısı ve 5 komplo teorisi, 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/08/110829_nine_eleven_conspiracy.shtml, 26.08.2011,    15.03.2014 
107 Ümit Sayın, Küresel Terörün Perde Arkası: Gizli Örgütler, 11 Eylül ve Büyük Ortadoğu Projesi, Neden Kitap, İstanbul, (2006), s.105 
108 Fred Halliday, Ortadoğu Hakkında 100 Mit, Can Cemgil (Çev.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, (2008), s.27 
109 Orhan Gökçe, Terörün Görüntüleri, Görüntülerin Terörü, Çizgi Kitapları, Konya, (2004), s.85-86 
110 Fatma Taşdemir, Uluslar Arası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi, USAK Yayınları, Uluslar arası Hukuk Serisi:3, Ankara, (2006) , s.154 
111 Railya Elif İdrisoğlu, “Rusya’nın ve ABD’nin SSCB Sonrası Ortadoğu Politikası”, Yüksek Lisans Tezi, Konya, Selçuk Üniversitesi, (2010), s.39 
112 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası, BİLGESAM Yayınları, No. 4, (2010), s.30 
113 Yakup Beriş ve Aslı Gürkan, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, Temmuz 2002, s. 28 
114 Altunışık, A.g.m, s.77 
115 Mete Çubukçu, Ortadoğu’nun Yeniden İşgali, Kalkedon Yayınları, İstanbul, (2006), s.255 
116 Beriş ve Gürkan, A.g.m, s.28 
117 Taşdemir, A.g.e, ss.153-155 
118 Arı, A.g.e, s.500. 
119 Taşdemir, A.g.e, s. 244. 
120 ABD’nin Irak’tan Çekilme Süreci Ve Bölge Dinamikleri Açısından Değerlendirilmesi, BUSAM , İstanbul 2009, 
 http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/080109abd-iraktan-cekilme-sureci.pdf, s.1,    26.03.2014 
121 Altunışık, A.g.m, ss.77-78 
122 Recep Boztemur, “Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu”, SAREM 5. Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Ankara, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, (2008), s. 155 
123 Gökhan Çetinsaya, SETA Irak Dosyası, Irak’ta Yeni Dönem, Orta Doğu ve Türkiye, SETA Yayınları, Ankara, Nisan 2006, s. 7. 

5 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 3



ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 3



 1.4. Uluslararası Politikalarda Ortadoğu: 

 İnsanların yoğun olarak ilk yerleştikleri ve uygarlıkların ilk kurulduğu bölge olan Ortadoğu; ekonomik, siyasal, kültürel ve dinsel konularda toplumlar arasında bir geçiş bölgesi konumundadır.46 Ortadoğu sahip olduğu bu çok özel değerlerden dolayı, dünya hâkimiyetine kavuşmak isteyen devletlerin bunu sağlayabilmeleri için Ortadoğu’ya hâkim olması önemli olmuştur. Ortadoğu’yu dünya politikasında önemli kılan etmenlerden biri de kıtalar arasında kültürel ve ekonomik köprü olmasından kaynaklanmaktadır. İpek, pusula, şeker, kâğıt, barut ve gibi Uzakdoğu malları Ortadoğu aracılığıyla Avrupa‘ya ulaşmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın doğuş yeri olmuştur. 
Komşu olduğu üç kıtada hemen her büyük fatih bölge üzerinde egemenliği kurmaya çalışmış ve Ortadoğu, sırasıyla Pers, Yunan, Roma, Arap, Moğol, Tatar ve Türk imparatorluklarının kapsamı içine girmiştir. Bu imparatorluk dönemlerin den en sakin ve huzurlu zamanı Osmanlı İmparatorluğu dönemi olmuş, Osmanlı’dan koptuğu günden bu güne değin Ortadoğu’da savaş ve karışıklık eksik olmamıştır. 

 Bölgeyi önemli kılan etmenlerin başında jeopolitik ve stratejik önemi gelmektedir. Dünyanın en önemli suyolları; Süveyş Kanalı, Hürmüz Boğazı, İstanbul ve Çanakkale Boğazı, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi bu bölge sınırları içinde yer almaktadır. Süveyş kanalının ve 1980'den sonra da Basra Körfezi’nin kapanması söz konusu olduğu zaman çıkan savaşlar ve Paris ve Londra’ya atom bombası atabilecek kadar göze alınan büyük çapta olaylar, bunların bölge için ne denli önemli olduğunu açık bir biçimde göstermiştir.47 

 Ortadoğu’nun çağın gereği olarak günümüzde hemen her yerde ilk başta gösterilen özelliği ekonomik olarak petrol kaynaklarıdır. Bu içinde bulunduğumuz zamandan dolayı önemli özellik olarak gösterilebilir, ancak bölgeyi tarih içerisinde özellikle ekonomik anlamda petrol nezdinde değerlendirmek doğru değildir. 
Örneğin Ahmet Davutoğlu bu konuya şu şekilde dikkat çekmiştir. “Bütün medeniyet havzalarının doğduğu ılıman iklim kuşağının merkezinde bulunan bölge, antik dönemden bugüne tarım potansiyeli ve ticaret aktarım hattı olmak bakımından başlı başına önem taşımıştır.”48 

Bütün bunlarla beraber yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ortadoğu, tarih boyunca kültürlerin buluşma yeri olmuş ve bu sayede eşi benzeri görülmemiş bir kültürel mirası da bünyesinde barındırmıştır. Bu miras bölgeye yeryüzünün en çarpıcı noktası olma özelliğini kazandırmıştır. Bu noktada vurgulanması gereken belki de en önemli farklı özellik insanlık tarihinde büyük rol oynayan semavi dinlerin bu coğrafyada ortaya çıkmış olması ve bu dinlerin üçü içinde kutsal mekânlara sahip olmasıdır.49 

1.4.1. Ortadoğu’nun jeostratejik önemi: 

 Devletlerin bulundukları bölgenin coğrafi durumu, doğal su alanları, iklim gibi şartların askeri açıdan taşıdığı öneme jeostrateji denilmektedir. Jeostrateji ülkelerin kendi içinde ve diğer devletlerarasında hedeflerine ulaşabilmek için coğrafi etmenlerin üzerinde askeri yapılarını nerede, ne zaman ve ne şekilde kullanılacağının belirlenmesine yardımcı olmaktadır.50 

 Ortadoğu bu anlamda gerçekten çok önemli bir konumdadır. Ortadoğu bölgesinin dünya çapında stratejik önemini iyi anlamak, bu bölgenin nasıl böyle evrensel bir ruha kavuştuğunu açıklar.51 Bu noktadan stratejik konum meselesine din perspektifinden de bakacak olursak, üç semavi dinin de Ortadoğu’da doğup dünyanın dört bir yanına yayılmış olması anlaşılabilir bir durum oluşturmaktadır. 

 Coğrafi olarak ise bu bölge Asya ve Avrupa’ya yönelik tüm projelerin merkezini oluşturmaktadır. Ortadoğu jeostratejik konumu nedeni ile Avrupa devletlerini deniz komşuluğuyla, Hindistan, Çin ve Balkanları karasal yollardan, Anadolu, İran ve Arap yarımadasını tümüyle etkileme potansiyeline sahiptir. 
Stratejik anlamda birçok öneme sahip olan Ortadoğu’nun içinde yaşadığı istikrarsız dalgalanmalardan fayda sağlamak isteyen Irak, İran ve Kuveyt’e, Suriye Lübnan’a karşı saldırgan politika izlemiştir. 
Bu jeopolitik önemin getireceği faydaları ve riskleri hesap eden ve bu riskleri en aza indirgemeye çalışan ABD ve Rusya gibi bölge üzerinde küresel anlamda yapılanmaya çalışan ülkeler tarafından dengeler ile oynanarak bütün tarafların bölgeye bakışı değiştirilmeye çalışılmış ve stratejik hesapların yeniden yapılması sağlanmıştır.52 

 Ortadoğu’da büyük petrol rezervlerinin olması, bu petrollere sahip olmak için güç odaklarının çıkarttığı suni çatışmalar, çatışmaların neden olduğu yüksek miktarda paralarla yapılan silah ticareti döndüğü bir bölge olması, dünyanın odak noktası olma özelliğini korumasına yol açmaktadır.53 

1.4.2. Ortadoğu’nun jeopolitik önemi: 

 Jeopolitik siyasi coğrafyadan doğan bir bilim dalıdır. Jeopolitik siyasi coğrafyanın devletlere olası fayda ve zararları inceler. Jeopolitiğe katkı sağlamış fikirlerden biri Halford John Mackinder’in Kara Hâkimiyeti Kuramı’dır. Mackinder’e göre günümüzde deniz gücünün azaldığını, kara gücünün daha önemli hale geldiğini ve dünya hâkimiyetinin kara gücü ile sağlanabilineceğini söylemiştir.54 Son olarak ilk jeopolitik teorinin sahibi olarak kabul edilen Alfred Thayer Mahan’ın Deniz Hâkimiyet Kuramı’na göre dünya hâkimiyeti denizlerde kazanılan egemenlikle sağlanabilir. Bunun için kuvvetli bir deniz gücünün oluşturulmasını gerekmektedir.55 

 Bu kuramlar ışığında jeopolitiğe ülkenin coğrafyasına bağlı olarak belirlenen politikaları ilişkilendiren bir kavram olarak bakabiliriz. Siyasette deniz yolları, su ve enerji ikmal imkânları gibi coğrafi etmenlerin güç üzerindeki etkileri kuramcıları coğrafyanın politik etkilerini araştırmaya itmiş, doğal sınırlara ulaşma, önemli deniz yollarından yararlanma ve stratejik önem taşıyan kara parçalarını denetim altında tutma gibi kaygıların ulusal politikalarda önemli olduğu vurgusu yapılmıştır.56 

 Jeopolitik üzerine ile ilgili bahsettiğimiz hususlar ışında Ortadoğu’nun jeopolitik önemi şu şekilde ifade edebiliriz; Ortadoğu, Rusya ile sıcak denizleri, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan, aynı zamanda Avrupa ile Asya arasındaki bütün ticarî ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarını kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin ilk hedefi haline getirmiştir.57 

 Petrolün 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu’nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artırmıştır. Uluslararası arenada herhangi bir güç ya da ittifak, diğer güce ya da ittifaka egemenlik sağlamak zorunda ise Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak zorundadır. Nedeni ise Ortadoğu’nun birçok kapıyı birden açan bir maymuncuk işlevinde olmasıdır.58 
Meseleye böyle bir bakış açısıyla bakıldığı zaman dünyada meydana gelen savaşların temel dayanağı, sebebi Ortadoğu’dur denebilir.59 

 Ortadoğu Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını birleştiren bölgenin merkezinde olması özelliği ile açık denizlere inmek isteyen kara devletlerinin jeostratejilerini 
belirledikleri vazgeçilmez mekânları olmuştur.60 

1.4.3. Ortadoğu’nun dini ve kültürel önemi: 

 Din olgusu, birçok toplumda farklı zaman dilimlerinde ve farklı isimler altında tarih boyunca hep var olmuştur. İnsanlar başa çıkamayacağı durumlar karşısında ve içinde bulunduğu güçsüzlüklerden dolayı bir yaratıcıya teslim olma ihtiyacını hissetmiştir.61 Baktığımızda Ortadoğu’nun tarih içerisinde dinî haritası, dil ve etnik haritasına göre daha karışıktır. Tarihin başlangıcından bu yana çalkantılı bir yapısı olan Ortadoğu’da halklarının yaşadığı göçler ve fetihler sonucunda önemli bir gücü olan Helen kültürü, Roma yönetimi sayesinde yeni inançlar ortaya çıkarmıştır.62 

Bu tarihi süreç içerisinde Ortadoğu putperestlik, Mecusilik, Zerdüştlük, Helenizm gibi inançlar yanı sıra semavi din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet dinlerinin yaşandığı bir bölge olmuştur.63 

 Büyük dünya dinleri olarak gösterilen İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkmış ve bölgede büyük öneme sahip olmuştur. Bu dinler Allah’ın birliği, öldükten sonra dirilme, ceza ve mükâfat gibi ortak pek çok özelliği paylaşır. Bunca ortak paydaşlıklara rağmen Ortadoğu’da çıkan anlaşmazlıkların temelinde yatan sebeplerden biri bu üç din mensuplarının birbirlerine karşı gösterdikleri haksız tutumdan kaynaklanmaktadır. Ortadoğu’da haçlı seferleri gibi büyük acılara ve gözyaşına neden olan savaşların temel nedeni dinler arasındaki hoşgörüsüzlüktür. 

 Birçok farklı inançların yaşandığı Ortadoğu’da İslamiyet bölgede kabul edilen son dindir. İslamiyet Ortadoğu’da geçmişte oluşan inanç sistemlerinin birikimleriyle beslenmiş ve kültürel aşamanın son halkasını oluşturan bir din olmuştur.64 Ortadoğu bölgesinde, İslam dininden olma ve Arap olma gibi değerler önem taşımaktadır. Lübnan, Suriye ve İsrail dışında bölge devletlerinin nüfusunun çoğunluğu Müslüman’dır. Türkiye, İran ve İsrail dışında, bölgede yer alan devletlerin hepsi Arap’tır. Buradan ortak özelliklerin artmasıyla sorunların azalacağı mantığı çıkarılmaması gerekir. Bölge ülkeleri dini yönden türdeş olsalar da, ortak din, her zaman tek başına birleştirici bir unsur olmamaktadır. Dinler aynı olsa dahi mezhepsel ayrılıklar birçok çatışmayı beraberinde getirmektedir. Yaşanan savaşlara bakacak olursak İran-Irak Savaşının iki ucunda Müslümanlar veya Irak-Kuveyt savaşında, Müslüman Araplar birbirleriyle savaşmıştı.65 Yakın tarihimizi inceleyecek olursak Suriye iç savaşında taraflar Arap ve Müslüman olmalarına ayrıldıkları tek nokta mezheplerinin farklı olmasıdır. Benzer bir örnek olarak Libya iç savaşında tarafların Müslüman, Arap ve Sünni olmalarına rağmen çok acımasız bir savaş içerisine girebildikleri görülmüştür. 

 Son olarak Ortadoğu üç büyük semavi dinin doğduğu topraklar olması açısından üç dinin mensupları için oldukça büyük manevi öneme sahiptir. Üç dinin mensupları da manevi havayı sürekli hissedebilmek için dinlerinin doğduğu topraklara sahip olma arzusu duymaktadır. Haçlı seferleri de bu kutsal toprakları ele geçirme arzusunun bir tezahürüdür. Yahudilerce vaat edilmiş topraklara sahip olma arzusu da hiçbir zaman son bulmayacak bu uğurda politikalar geliştirecek ve uygulamaya koyacaktır. Bunun neticesi olarak ta Ortadoğu’nun yer altı kaynaklarında ve sahip olduğu jeopolitik konumu üzerinde söz sahibi olmak için yaşanan çatışmalara ek olarak, din eksenli çatışmalar da yaşanmış ve yaşanacaktır. 

1.4.4. Ortadoğu’nun enerji kaynakları bakımından önemi: 

 Dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan olaylar Ortadoğu bölgesinin öneminin artarak devam etmesine katkıda bulunmuştur.66 Geniş Ortadoğu coğrafyasında, dünya enerji kaynaklarının bulunmasının yanı sıra bu bölgede farklı uluslar, kültürler, diller ve dinler yaşamaktadır. Bahsi geçen konularda ABD merkezli bir istikrar ve düzen kurulmasının, dünya istikrarına bir dayanak ve güvence olacağına inanılmaktadır. 

 Ortadoğu dünyadaki petrol kaynaklarının yarısından fazlasına sahiptir. Petrolün kalitesinin yüksekliğinin yanı sıra maliyetinin düşük olması, sanayileşmiş petrole 
bağımlı devletlerin dikkatlerini üzerine toplamaktadır. Sanayi alanında gelişmeyen bir bölge olmasına karşın petrol rezervleri açısından zengin olması ve ulaşım yollarının kesiştiği bir noktada bulunması itibarı ile stratejik avantajları bulunmaktadır.67 

 Ortadoğu’nun doğal kaynakları ABD politikaları açısından başta petrol olmak üzere doğalgaz, su gibi temel ihtiyaç maddelerinin denetim altına alınması, nakil yollarının kontrol altında alınması, aynı zamanda olası rakip devletlerin önünün kesilmesi anlamına gelmektedir. Kendi devlet menfaatleri doğrultusunda hareket eden ve bu menfaatler için son derece büyük gayret sarf eden ABD için bölgedeki diğer devletler ile ittifak kurmak ve bu devletlerde askeri üsler kurma çabası Türkiye, Irak, Afganistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi devletlerin bölge ile birlikte stratejik önemlerini arttırmıştır. Bölgede siyasi aktör olmaya çalışan Rusya’nın engellenebilmesi, Türkiye- Afganistan hattı ve Kafkasya’daki siyasi gelişmelere sıkı sıkıya bağlıdır.68 

 Ortadoğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve ihracatçısıdır. 
Bu enerji kaynaklarının rakamsal değerlerine bakacak olursak; 

 “OECD’nin 2006 verilerine göre: Dünya petrol rezervinin % 62’si, doğal gaz rezervinin % 40’ı Ortadoğu’da, bunun da % 99’u Körfez 
bölgesinde bulunmaktadır. EIA’nın 2007 verilerine göre: Petrol rezervleri sıralamasında; Suudi Arabistan ( 262,3 milyar varil) 
birinci durumdadır. Bunu Kanada’nın ardından gelen; İran, Irak, Kuveyt ve BAE (sırasıyla: 136,3, 115,0, 101,5, 97,8 milyar varil) 
takip etmekte, Katar ise (15,2 milyar varil) on dördüncü sırada yer almaktadır. 

 Doğal gaz rezervleri sıralamasında; RF’nin ardından İran, Katar, Suudi Arabistan ve BAE (sırasıyla: 974, 911, 240, 214, 112, 59, 55 
milyar m3) gelmekte olup, dünya doğal gaz rezervlerinin sırasıyla; % 15, % 14,7, % 3,9 ve % 3,5’ini barındırmaktadırlar. Doğal gaz rezervleri bakımından ilk yirmi ülke içerisinde Irak onuncu, Mısır on sekizinci, Kuveyt yirminci sırayı almaktadır. 

 2000’li yılların başında günlük petrol üretimi 28 milyon varil olan Körfez’de bu rakamın 2020 yılında 42,2 milyon varile çıkması beklenmektedir. EIA’nın verilerine göre: 2006’da dünyada üretilen petrolde Körfez ülkelerinin payı, % 28’dir. 2004 verilerine göre ise; petrol üretiminde ilk on ülke arasında; Suudi Arabistan birinci, İran dördüncü, BAE ve Kuveyt on ve on birinci, Irak on dördüncü sırayı almaktadır. 

 Dünya ham petrol ihracatının % 38’i ile ham petrol ve işlenmiş petrol türevi ihracatının % 32’si, işlenmiş petrol türevi ihracatının % 16,5’i Orta Doğu’dan yapılmaktadır. Petrol ihraç eden ülkeler sıralamasında; Suudi Arabistan [8,73 m.v./g (milyon varil/gün)] birinci sıradadır. Bu ülkeyi sırasıyla İran (2,55 m.v./g), Rusya ve Norveç’in ardından dördüncü, BAE (2,33 m.v./g) ile Kuveyt (2,20 m.v./g) Venezüella’nın ardından altıncı ve yedinci, Irak (1,48 m.v./g) on birinci, Katar (1,02 m.v./g) on dördüncü sırayı almaktadır. 

 2006 yılında Körfez ülkeleri tarafından ihraç edilen günlük 18,2 milyon varil petrolün 17 milyon varili Hürmüz Boğazı’ndan– bu miktar dünya ihracatının 1/5’ine karşılık gelmektedir – geri kalanı ise boru hatları vasıtasıyla Kızıl Deniz ve Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara ulaştırılmıştır.”69 

 Bunların dışında Ortadoğu bölgesinde önemli ülkelerden olan Türkiye’de yer altı ve yer üstü zenginlikleri göze çarpmaktadır. Dünya üzerinde kritik öneme sahip 
olan ve nükleer santraller ile savunma sanayinde kullanılan Bor, Toryum ve Neptünyum madenlerinin tüm dünya coğrafyasına nazaran neredeyse %70’i Türkiye’de bulunmaktadır.70 

ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI 

 2.1. Ortadoğu’nun ABD açısından önemi: 

 Ortadoğu ABD açısından çok büyük stratejik öneme sahiptir. Özellikle Ortadoğu bölgesindeki petrolün ABD için önemi büyüktür. Ortadoğu petrollerine ABD’nin ilgisi Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde başlamıştır. Ortadoğu petrolüne rağbetin başlıca nedeni, azalmakta olan ABD rezervlerini takviye etmek ve ekonomik büyümesi petrole bağlı olan Batı için ucuz enerji kaynağı oluşturmasıdır. Bu nedenlerden dolayı Amerika’ya bağlı büyük petrol şirketleri, Suudi Arabistan’ın, Osmanlı’dan ayrılmasının hemen ardından, buralarda petrol arama çalışmalarına başlamışlardır. Petrolün dünya dengelerini değiştirecek, stratejik öneme sahip olması İkinci Dünya Savaşı döneminde olmuştur. 
Amerika’nın petrol ihtiyacının büyük çoğunluğunu Ortadoğu bölgesinden karşılamasından dolayı, ABD gibi siyasi güçler, Sovyet etkisini bölge dışında tutmanın ve petrol ihraç eden ülkelerin, petrol şirketlerini millileştirmesinin önüne geçilmesinin hayati önem arz ettiği, bu tarz kalkışmalara engel olunması gerektiğine karar vermişlerdir. Bu konuda çarpıcı bir örnek, İran şahının İngiliz petrol şirketlerini millileştirmeye kalkışması sonucu, ABD ve İngiltere’nin desteği ile 1953 yılında devrilmesi olayı gösterilebilir. Amerika Ortadoğu petrolünü elinde tutmak zorundadır. 
Bunun nedeni, ABD’nin enerji ihtiyacını karşılama noktasında, petrole alternatif bir enerji kaynağına sahip olmamasıdır. Bu yüzden, Amerika’nın politikası, Ortadoğu petrolünün akış güvenliğinin ne pahasına olursa olsun korunmasıdır. Ortadoğu’da meydana gelecek karışıklık ve çatışmalar petrol akışının istikrarına zarar vereceğinden, istikrarı sağlama yönünde adımlar atmaktadır.71 1920 yıllarında Ortadoğu bölgesinde petrolün fark edilmesi ile petrol şirketleri pay kapma yarışına girmiştir. 
Bunu sonucu olarak ABD’nin bölgeye ilgisi artmıştır. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliği’ni çevrelemek maksadıyla ABD, Akdeniz ve Hint Okyanusu’nda askeri gücünü artırmıştır. 

Yani ABD ikinci dünya savaşı sonrasına kadar bölgede ciddi bir askeri varlık göstermemiştir.72 

<  Yukarıda da üzerinde durduğumuz, ABD’nin Ortadoğu politikalarını belirlediği temellerinden biri petroldür. Bunun başlıca nedeni ABD’nin petrol rezervleridir. Bu rezervlere dönemsel göz atıldığında rezervlerinin ciddi şekilde azaldığı görülür.  >

“1980 yılında 36,5 milyar varillik bir rezerve sahip olan ABD’nin 1995 yılında petrol rezervi 29,8 milyar varile gerilemiştir. Daha sonraki dönemlerde ABD’nin 
rezervlerinde ki bu düşüş devam etmiş 2005 yılında 29,3 milyar varil olarak tespit edilmiştir. 1980 yılına göre bir karşılaştırma yapıldığında ABD’nin rezervlerinde 2005 yılı itibariyle -%19,7 oranında bir azalma olmuştur. ABD’nin rezervlerindeki bu azalmanın dünya petrol rezervi ve ABD’nin petrol tüketimi artmaya devam ederken meydana gelmesi oldukça önemlidir. Bu durum ABD’nin petrol rezervlerinin büyük bir kısmını topraklarında bulunduran ülkelere karşı harekete geçmesine neden olarak gösterilebilecek bir gerekçe olarak ortaya çıkmaktadır.”73 

Dünya petrol rezervinin yüzde %63‘ün üzerine çıkan Ortadoğu bölgesinin 88 yıllık rezervi varken, toplam rezervlerdeki payı %2,7‘ye düşen ABD’nin 11 yıllık 
rezervi kalmıştır. Bu sebepten dolayı dünyanın petrol ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayan Ortadoğu bölgesinin ABD için ne denli önemli olduğu ortadadır. 
Bunun için ABD, dünya petrol rezervinin büyük kısmına sahip Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak için bu bölgedeki gücünüm artıracaktır. Çünkü ABD’nin temel enerji ihtiyacının %40‘ı petrole bağımlıdır. Petrol ihtiyacının %21‘ini Ortadoğu bölgesinden olmak üzere, yarısından fazlasını ithalatla karşılamaktadır. ABD’nin petrol ithalatı için de, Ortadoğu bölgesinin payının 2050 yılına kadar yüzde 21‘den yüzde 70‘e çıkması beklenmektedir.74 

1956 yılında patlak veren Süveyş Krizi, ABD’nin Ortadoğu politikasına yeni bir boyut getirmiştir. Sovyetlerin bölgedeki nüfuzunun artması sebebiyle, İngiltere’nin önderliği ve ABD’nin desteği ile bir tür Ortadoğu Savunma Örgütü‘nün kurulmasına ilişkin planlar hayata geçirilmiştir. Bu bağlamda, Başkan Eisenhower da, herhangi bir Ortadoğu devletinin, komünizmle yönetilen bir devlet tarafından saldırıya uğraması durumunda, askeri güç kullanımı ve bu kapsamda, bölgedeki ülkelere verilebilecek askeri yardım da dâhil olmak üzere her şekilde ABD tarafından savunulacağını beyan etmiştir. Eisenhower Doktrini olarak adlandırılan politika 1960’ların sonuna kadar devam etmiştir. 1969‘da ABD’nin bölgeye doğrudan müdahalesi yerine Ortadoğu ülkelerine artan şekilde askeri ve ekonomik yardım yapılması esasına dayanan, Nixon Doktrini açıklanmıştır. Bu Doktrini‘ne göre ABD, Ortadoğu bölgesinin Sovyet tehdidine karşı savunulmasında önemli rol oynayacağı düşünülen İran ve Suudi 
Arabistan‘a çok ciddi manada önem vermiştir. Bu plan uyarınca ABD, bu devletlere 1979 yılına kadar daha silah satışını artırmıştır.75 

70’li yılların başında patlak veren petrol krizi ile Ortadoğu bölgesinin ABD için önemi, bir kez daha anlaşılmıştır. 1973 ve 1974‘deki petrol krizlerinden sonra kısa bir süre ABD‘de Ortadoğu petrollerini güç kullanarak ele geçirme senaryosu konuşulmaya başlanmıştır. Petrol krizinin yaşandığı dönemde Suudi Arabistan’daki ABD Büyükelçisi James Akins bu tartışmaların perde arkasında, dönemin Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın olduğunu belirtmiştir. Ancak o yıllarda Körfez bölgesinde, ABD’nin ciddi bir askeri varlığı yoktu ve bölge petrolünü güç kullanarak kontrol altına alma bu açıdan çokta mümkün değildi. Nitekim bu plan ABD yönetimince destek bulamadı ve kısa sürede gündemden düştü.76 

 1979 yılında İran’daki İslam Devrimi ve aynı yıl Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali, ABD’nin bölgeye daha fazla müdahale etmesini gerektirdi, çünkü bu iki gelişme bölgedeki güç dengesini Sovyetler Birliği’nin lehine değiştiriyordu. Bunun ardından, ABD bölgedeki politikasını değiştirdi ve 1980‘de Carter Doktrini’ni benimsedi. Dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, 23 Ocak 1980’de ABD Kongresinde yaptığı konuşmada yeni politikasını ayrıntılı olarak açıkladı. Carter konuşmasında herhangi bir yabancı gücün Ortadoğu bölgedesin de etkinlik kazanmak amacıyla yapacağı tüm girişimlerin ABD'nin stratejik çıkarlarına karşı tehdit sayılacağını, böyle bir durumda askeri güç kullanımı da dâhil her türlü tedbiri alacaklarını ilan etti.77 İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen her ABD Başkanı, Ortadoğu’nun ve Körfez‘in ABD için hem ekonomik, hem siyasal, hem de stratejik olarak önemli olduğunu vurgulamış ve bu doğrultuda politikalar geliştirmiştir. Truman Doktrini, Eisenhower Doktrini, Nixon Doktrini, Carter Doktrini, Reagan, baba ve oğul Bush döneminde ABD’nin bölgeye yönelik askeri müdahaleleri bu politikanın somut ifadeleri 
olmuştur. Örneğin yukarıda bahsi geçen Carter Doktrini’nin de, Ortadoğu‘da enerji güvenliğine herhangi bir tehdit söz konusu olduğunda Amerikan askeri müdahalesi alternatifler dâhilindeydi. Dünya petrol rezervinin %65‘ine sahip Ortadoğu‘da, ABD politikasının temel unsurlarından biri, Körfez‘deki petrol kaynaklarının güvenliğinin sağlanmasıdır.78 

 Soğuk Savaş dönemi boyunca Ortadoğu ülkeleri, ABD ile yakın askeri ve siyasi ilişkilere girme konusunda çekingen davranmışlardır. SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile iki kutuplu sistem sona ermiş, bunun yerini yalnız ABD egemenliğinin söz konusu olduğu, tek kutuplu sistem almıştır. Soğuk Savaş’ın, kapitalist bloğun zaferiyle sona ermesinden sonra, ABD için yeni hedef, Rusya Federasyonu’nun yerine geçebilecek devletlerin bir şekilde engellenmesi dir. Bu temel politikaya göre ABD, küresel hegemonyasına meydan okumasa bile, dünyanın herhangi bir bölgesinde ABD’nin çıkarlarına ters düşecek bir bölgesel gücün ortaya çıkmasını engellemeyi amaçlamıştır.79 
Yani günümüzün uluslararası sistemi, Soğuk Savaş döneminde var olan güç dengesine göre değil, bir anlamda ABD hegemonyasına göre kurulmuştur.80 

 ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik güttüğü çıkar politikalarını, İsrail‘in bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesi, ABD‘ye düşman bir devletin kitle imha silahları elde etmemesi, enerji kaynaklarının kendi politikaları doğrultusunda dünyaya kesintisiz ulaşması şeklinde ifade edebiliriz. Bunun yanı sıra, Körfez‘de güçlü düşman bir devletin olmaması, Ortadoğu barış sürecinin başarıyla sürmesi, ABD’nin bölgenin Batı yanlısı Arap devletleriyle iyi ilişkiler kurması ve iyi ilişki içerisinde olan devlet rejimlerinin devamının sürmesi ve bölgesel terörizmin kontrol altında tutulması son derece önemli ulusal çıkarlar olarak tanımlanmıştır.81 

 ABD’nin Ortadoğu bölgesine yönelik politikalarını toparlayacak olursak, politikaları belirleyen temel unsurlar şu şekilde sıralanabilir. Petrol ve enerji 
kaynaklarının kesintisiz dolaşımını ve fiyatlarını kontrol etmek, İsrail‘in güvenliğini garanti altına almak, İsrail‘e tehdit oluşturma potansiyeli taşıyan ülkeleri zayıflatmak, bu bağlamda Irak, Suriye, Lübnan ve İran‘ı kontrol etmek, politikalarına karşı tavır alan radikal İslam tehlikesini azaltmak. Bunlara ek olarak bölge ülkelerindeki kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını ortadan kaldırma ve terörün kaynağı haline gelmelerini önleme, Amerikan karşıtı düşünceleri azaltma da ABD’nin Ortadoğu politikasını şekillendirirken belirleyici unsurlar arasında sayılabilir. Yani ABD’nin Ortadoğu politikasının amacı, bölgede egemenliğini sarsacak bir gücün ortaya çıkmasını engellemek ve petrolün Amerikan kontrolünden çıkmamasını sağlamaktır.82 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;


46 Sadık Acar, “Orta Doğu’nun Dünya Ticareti Bakımından Önemi ve Körfez Bunalımı Sonrası Beklentiler”, DEÜ İİBF Dergisi, Cilt: 7 sayı:1,1992,s.147.
    http://www.deu.edu.tr/userweb/sadik.acar/dosyalar/SAD1.pdf, 22.03.2014 
47 Oral SANDER, Siyasi Tarih (1918-1990), İmge Kitapevi, Ankara, (1991), s.349 
48 Davutoğlu, A.g.e, s.332 
49 Nihat Ersin, Ortadoğu Savaşlarının Perde Arkası, Gündem yayınları, İstanbul, (2003), s.21 
50 Bilal Karabulut, Uluslararası İlişkilerde Anahtar Kavramlar Serisi, Strateji, Jeostrateji, Jeopolitik, Platin yayınları, Ankara, (2005), ss.21-22 
51 Münir Şefik, Emperyalizmin İslam Dünyasına Girişi ve Ortadoğu Sorunu,Cemil Akpınar, (Çev.), Risale Yayınları, İstanbul, (1983), s.47 
52 Davutoğlu, A.g.e, s.327. 
53 Kocaoğlu, A.g.e, s.170 
54 Erol Mütercimler, Yüksek Stratejiden Etki Odaklı Harekata Geleceği Yönetmek, Alfa Yayınları, İstanbul, (2006), s.309 
55 Alfred Thayer Mahan, Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi, Kerem ve Melahat Fındık (çev.), QMatris yayınları, İstanbul, (2003), s.17-19 
56 Erhan Arda, Sosyal Bilimler El Sözlüğü, Alfa Yayınları, İstanbul, (2003), s.310 
57 Ömer Turan, Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu, Yaydağ yayınları, İstanbul, (2002), s.16 
58 Cengiz Çandar, Ortadoğu Üzerine Aykırı Düşünceler, Bir yayıncılık, İstanbul, (1984), s.37 
59 Mujeeb R. Khan, The Tragedy of the Modern Middle East: The Systemic Basis of War and Authoritanism in The Regime, Milletlerarası Orta Doğu: 
    Kaos mu Düzen mi?, Hazırlayan: Ali Ahmetbeyoğlu, TADAV Yayınları, İstanbul, (2004), s. 15. 
60 Davutoğlu, A.g.e, s.132 
61 Ömer Faruk Harman, Yeni Ahid’de Din ve Din Anlayışı, Dinler Tarihi Araştırmaları II.sempozyumu, 20- 21 Kasım, Konya, (1998), s.71 
62 Bernard Lewis, Ortadoğu, İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selen Y.Kölay (Çev.), Arkadaş yayınevi, Ankara, (2000), s.28 
63 Lewis, A.g.e, s.284 
64 Suat Parlar, Ortadoğu Vaat edilmiş Topraklar, Mephisto yayınları, İstanbul, (1997), s.46 
65 Oral Sander, Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e), İmge Kitapevi Ankara, (1992), s.230 
66 Tayyar Arı, Irak, İran ve ABD, Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa yayınları, İstanbul, (2004), s.67 
67 Halis Çevik, Kadim Toprakların Trajedisi: Uluslararası Politikada Ortadoğu, İkia Yayıncılık, İstanbul (2005), s. 15. 
68 Yavuz Gökalp Yıldız, Global Stratejide Ortadoğu, Der Yayınları, İstanbul, (2000), s.28 
69 Varlık, A.g.e, s.223 
70 Armağan Kuloğlu, Türkiye’nin Stratejik Yeraltı kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi, , Ankara, (2010), s.3, 
    www.beykent.edu.tr/WebProjects/Uploads/kuloglu-ocak%202010.pdf, 06.03.2014 
71 Tuğçe Ersoy Öztürk, “ABD’nin Yumuşak Güç Kullanımı: Barack Obama İmajı Üzerinden Amerikan Dış 
Politikasının Yeniden İnşası”, http://kamudiplomasisi.org/pdf/abdninyumusakguckullanimi.pdf,s.4, 12.03.2014 
72 Hikmet Erol, “Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası”, 
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-gecmisten-gunumuze-abdninortadogu-politikasi, 06.08.2010, 12.03.2014 
73 Mustafa Atiker, “Ortadoğu, Petrol ve ABD”, http://www.kto.org.tr/d/file/ortadogu_rapor.pdf, s.7, 12.03.2014 
74 Metin Altıok, “Uluslararası Sermayenin Krizi, Hegemonya Savaşları Ve Türkiye”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C.3 sayı. 12, Bahar 2005, s. 160. 
75Güngörmüş Kona, A.g.m, s.18 
76 Mustafa Aydın, “Amerika Dünyadan Ne İstiyor? ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Dış Politikası”, Stradigma, Sayı 4, 2003. 
http://www.stradigma.com/turkce/mayıs2003/vizyon.html, 12.03.2014 
77 Güngörmüş Kona, A.g.m, s.18 
78 Aslıhan P. Turan, “Hazar Havzasında Enerji Diplomasisi”, 
http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/makaleler/Hazar%20Havzasinda%20Enerji%20Diplomasisi.pdf, s.183, 28.03.2014 
79 Ümit Özdağ, Yeniden Yapılanan Ortadoğu, Irak Krizi (2002–2003), Ankara, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, (2003), s. 77. 
80 Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, Çev. Gürol Koca, Literatür Yayıncılık, İstanbul, (2003), s.1 
81 Özlem Demirkıran, Soğuk Savaş Sonrası Ortadoğu Ekseninde Türk-Amerikan İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta, (2005), s.123 
82 Ahmet K. Han, Irak Savaşı; Oyunun Adı Petrol mü?, ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya,Der. Toktamış Ateş, Ümit Yayıncılık, İstanbul, (2004), s. 362. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 2

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 2



 BÖLÜM 1 _ ORTADOĞU KAVRAMI VE ORTADOĞU’YA GENEL BAKIŞ 

1.1.Ortadoğu Kavramı 

 Ortadoğu kavramı Avrupa merkez kabul edilerek, dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze uzaklıklarına göre; yakın, orta ve uzak şeklinde kategorize eder. Coğrafi bir kavramdan ziyade siyasi bir içeriğe sahip olan Ortadoğu kavramını ilk defa 1902 yılında Amerikan deniz tarihçisi Alfred Thayer Mahan, Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek için kullanmıştır.6 Bölgeyi haritada incelediğimiz zaman Mahan’ın, bu kavram ile Süveyş‘ten Singapur‘a kadar uzanan deniz yolunun bir bölümünü kapsayan ve sınırlarının kesin şekilde belirtmediği bir bölge karşımıza çıkmaktadır.7 

 Ortadoğu sınırlarının tanımlanması üzerine farklı pek çok görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerin farklı olmasının temel sebebi ise çeşitli sosyal bilim dallarında 
uzmanlaşma farkının etkileridir. Bu farklı uzmanlaşma alanları kendilerine özgü şekillerde bölgeyi birbirlerinden farklı şekilde tanımlamaktadır. Coğrafyacılar coğrafi görüş açısı ile bakmakta meseleye bölgesel coğrafya yönünden değerlendirmekte ve Asya kıtasının bütününü temel alarak Ortadoğu’yu Güneybatı Asya olarak tanımlamayı uygun bulmaktadırlar.8 

Bölgeyi siyasi açıdan tanımlayan Cemal Zehir, İngiltere ve Fransa gibi geçen yüzyılın ortalarından beri yeni sömürgeler elde etmek ve yayılmacı politikalar izleyen Avrupa devletlerinin, Avrupa’yı merkez kabul ederek buranın doğusunda kalan dünyayı üçe ayırmışlardır9 değerlendirmesini yapmıştır. 
Akdeniz kıyısındaki Türkiye, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan devletleri ile Arabistan, Irak ve İran’ı kapsayan alan Ortadoğu içerisine alınmakta ve Ortadoğu terimi 
çoğunlukla Yakındoğu adıyla ifade edilen bölgenin tamamı için kullanılmakta dır.10 

 Ortadoğu tabir edilen bölgeyi farklı kaynaklardan incelediğimiz zaman, coğrafi bölge sınırlarının, kaynaklara göre farklılık gösterdiğini görülmektedir. Örneğin Ahmet Davutoğlu Ortadoğu’yu; Hindistan’ın batısından başlayarak Kuzey Afrika’da Mısır’ı da içine alan bir hattaki bölgeleri kapsayan alanlar için güncel alanda kullanılan bir kavram şeklinde tanımlamaktadır.11 

Başka bir kaynağa göre ise Ortadoğu, batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan ve Mısır‘dan başlayarak, doğuda, körfez ülkeleri, kuzeyde, Türkiye, Kafkasya, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, İran, Afganistan ve Pakistan’ın güneyde, ise Suudi Arabistan ve Yemen‘in de dâhil edildiği coğrafya olarak tanımlamaktadır.12 

Bu tanımlamalar ışığında Ortadoğu coğrafyasının geniş tanımı: Türkiye, Afganistan, Suriye, Lübnan çizgisinden başlayıp Kuzey Afrika devletlerini de 
kapsayarak Uzakdoğu sınırına dayanan ve Arap Yarımadası’nı içine alan bölgedir. Dar tanımı: Kuzey Afrika ülkeleri, Afganistan ve Pakistan’ı içine almayan 
Bahreyn, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Umman, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, Filistin ve Mısır olmak üzere 
12 Arap ülkesi ile İsrail’i esas alan bölgedir.13 

 Kona’ya göre ise Ortadoğu 

“Orta Doğu terimini İngiltere geliştirmiş ve bu kavramın içine Arap devletleriyle birlikte İsrail, Kıbrıs, Türkiye ve İran’ı da eklemiştir. 
Ancak, Amerikalılar tarafından geliştirilen ‘Yakın Doğu’ terimi yalnızca İsrail ve İsrail’e komşu Arap devletlerini ifade etmektedir” şeklindedir.14 

1.2. Ortadoğu’nun Tarihi: 

 Ortadoğu diye tabir edilen bölge dünya üzerinde çok özel bir öneme sahiptir. Ortadoğu kültürel özellikleri ve coğrafi konumuyla medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve tarihe birçok defa yön vermiştir. Tarihte insanların yaşamını etkileyen birçok gelişmenin, ilk olarak bu bölgede gerçekleştiği bilinmektedir. Örnek vermek gerekirse ilk yerleşik hayat, ilk tarım faaliyetleri, ilkyazı, ilk yazılı kanunlar ve ilk dinler hep bu bölgede ortaya çıkmış ve dünyaya yayılmıştır. Ortadoğu’nun stratejik öneminin tam olarak anlaşılabilmesi için bölgenin tarihi sürecine kısaca göz atmak faydalı olacaktır. 

 Ortadoğu’nun tarihini ve tarihi akışını belirleyen en önemli öğelerden biri de dinlerdir. Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkan ilk semavi din Yahudiliktir. Yahudilik 
günümüzde de bölgeyi oldukça etkilemektedir. Özelikle Yahudilik temelli, laik bir anlayışla 19. yüzyıl ile birlikte ortaya çıkan Siyonizm, bugün için belki de bölgeyi en çok etkileyen unsurdur. Yahudilikten sonra ise Hz İsa ile birlikte Hıristiyanlık etkisi söz konusudur. Hıristiyanlık ancak Roma’nın resmi dini olduktan sonra bölgeyi siyasi açıdan etkilemiştir. Ancak bu din Ortadoğu bölge halkların arasında çok fazla yayılmış değildi. Örneğin Suudi Arabistan’da putperestlik hâkimdi.15 İran’da yaygın din ise Mecusilik ti. (Zerdüştlük) 16 

İslamiyet Ortadoğu bölgesini en çok etkileyen dindir. Mekke‘de ortaya çıkan İslam çok kısa bir zamanda güçlenmiş devletleşmiş ve imparatorluk kurmuştur. 4 Halife döneminden sonra ise yönetim saltanat haline gelmiştir. İslam’ın imparatorluk sınırları ise sürekli genişlemiş ve Emeviler Endülüs’e kadar yayılmıştır. Emeviler ve onların saltanatına son veren Abbasiler döneminde İslam içinde Arapların hâkim olduğu bir dönem yaşanmıştır. İslam içerisinde siyasi fikir ayrılıkları zamanla İslam‘da mezheplerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bölünme içinde ilk ayrışma Hz Ali’nin hilafeti ile ilgili yaşanan hadiseler sonucu Şiilik ve Sünnilik şeklinde olmuştur. 

Siyasi anlamda diğer bir ayrışma da Vahhabiliktir. Bugün için Şiilik, Sünnilik ve 
Vahhabilik Ortadoğu’daki Müslüman devletleri etkileyen temel dinsel bölünmeyi ifade etmektedir.17 

 Osmanlı İmparatorluğu, Ortadoğu’da 16. Yüzyıldan itibaren dört yüz yıl boyunca İslam dini adına hüküm sürmüştür. Arap âleminde Osmanlı hâkimiyetinin 
başlangıcı 14. yüzyıla dayanmaktadır. Bağdat’tan Kahire’ye tecrit edilen Abbasi İmparatoru’nun İslamiyet’in kutsal topraklarının yönetimi ve muhafazasını Mısır 
seferinden sonra Yavuz Sultan Selim’e devretmesiyle 1517’de resmen Müslümanların liderliği Osmanlı Devleti’ne geçmiştir.18 Osmanlı hâkimiyeti zamanında, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin topraklarını içeren bölge İmparatorluğun doğrudan doğruya merkeze bağlı vilayetlerini kapsamaktadır. Suudi Arabistan’da ise, imparatorluğa bağlı ancak yönetimi Arap şeriflere bırakılan bazı şeyhlikler ve emirlikler bulunmaktadır. 

Bu emirliklerden en önemli olanları Necid ve Hicaz emirlikleridir.19 

Osmanlı hâkimiyeti yalnızca Hicaz’ın belirli kasabalarında ve Tihama limanında garnizonlar kurmuştur ve Türk paşalarının otoritesi bu yerlerde sınırlandırılmış tır.20 
Osmanlı Devleti Türk kökenlidir ve günümüzdeki Ortadoğu yöneticileri gibi etnik köken üzerinden hâkimiyet egemenlik kurma çabası içerisinde olmamışlardır. 
Osmanlı yönetimi başkalarının etnik kökenine ve dinî tercihlerine karşı hoşgörülüdür. Aynı zamanda bu hoşgörü hem bir dinî hüküm hem de siyasal yaşamın bir parçasıdır Osmanlı Devleti’nin uzun yıllar boyunca hükümet merkezinden çok uzak ülkelerde hüküm sürmesine getirilebilecek en mantıklı açıklama etnik kökene dayalı siyaset yapmamış olmasıdır.21 Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’da doğru politika izlediğini gösteren en önemli hususlardan biri de bölgeden çekilmek zorunda kaldıktan sonra, Ortadoğu’da günümüze kadar huzur ortamının tesis edilememiş olması ve sakin bir siyasi zemin oluşturulamamış olmasıdır.22 İslam dininin doğduğu topraklar 
olan Ortadoğu’nun, tarihsel bütünlük ve Osmanlı’nın bölgeye kattığı değerler açısından, Osmanlı’nın Ortadoğu’da hâkimiyet dönemi günümüzde de çok önemli görülmektedir. Ortadoğu bölgesinde Osmanlı Devleti’nin ekonomi ve toplum konularında devletin önceliği üzerine geleneksel duruşu, bölgenin yapısını anlamak üzere yapılan tartışmalarda vazgeçilemez bir delil olarak kullanılmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde bölgede açıkça gözüken olumsuz özelikler genel hatlarıyla; verimsiz yönetim, ekonominin kötü idaresi ve yolsuzluk olarak karşımıza çıkmaktadır.23 Bunlara rağmen Ortadoğu’da en rahat ve istikrarlı dönem bölgede Osmanlı hâkimiyeti olduğu devirlere rastlamaktadır. 

 1900’lerin başında Araplar İngiliz desteği ile ayaklanmış ve Osmanlı Devleti bölge üzerindeki hâkimiyetini yitirmiştir. Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı ve Britanya arasında gidip geliyordu. Osmanlı’nın yaklaşan savaştan Almanya ile birlikte galip çıkma olasılığı ve Sünnilik, Halifeye karşı savaş kararını zorlaştırıyor du. Ancak dönemin sonuna doğru İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının merkezi ve Türkçü politikaları Şerif Hüseyin’i Osmanlı’dan uzaklaştırdı. Arabistan’ı birleştirmeyi hedefleyen “Büyük Arabistan” isyanı hazırlıklarına, meşhur Lawrence’ın de çabalarıyla İngiltere ile bir arada girişen Hüseyin, bölgenin geleceğini şekillendiren önemli aktörlerden biri oldu.24 Savaş başlayınca İngilizlerin ayaklanmayı körükleme çabalarında artış görülmüştür. İngilizlerin Şerif Hüseyin ile yaptıkları anlaşmadan sonra Araplar Osmanlı’ya karşı saldırıya geçmiştir.25 İngiltere ile Şerif Hüseyin arasındaki görüşmeleri ve anlaşmayı öğrenen Fransa Ortadoğu’yu ele geçirme girişimine hız vermiştir. Daha sonra Fransa İngiltere’ye baskı yaparak Sovyetler birliğinin onayıyla gizli bir antlaşma imzalamıştır. 

Fransa ve İngiltere arasında Sykes-Picot 26 Planı üzerinde anlaşmaya varılmıştır. 

Bu plana göre bölge üç ülke arasında büyük oranda paylaşılmıştır. Ancak Fransa, sahiplendiği bazı bölgelerde beklediğinin üzerindeki direnişi kıramayarak, bu 
bölgelerden çekilmek zorunda kalmıştır.27 

İngiltere ve Fransa savaş sırasında Ortadoğu hakkında ortak bir bildirge yayınlamıştır. Bildirgede “Uzun zamandan beri Türk zulmü altında yaşayan halkların kurtuluşlarına yardım etmek için savaştıklarını” belirten bu iki devlet “ Ortadoğu halklarının kendi kaderini tayin hakkını” uygulayacaklarını ve Ortadoğu ülkelerinde kendi serbest seçimlerine dayanan ulusal hükümetler kuracaklarını bildirmişlerdir.28 Ancak İngiltere ve Fransa söylediklerinin aksine bölgedeki çıkarlarını korumak ve sömürgelerini sürdürebilmek için bölgenin geçmişten gelen tarihsel yapısını değiştirebilecek boyutlarda bölge ülkelerinin siyasal, sosyal ve ekonomik yapılarına müdahalelerde bulunmuşlardır. Bölgenin siyasal bütünlüğünü parçalara ayırarak bölge devletleri arasındaki dinsel ve mezhepsel ayrılıkları derinleştirmiş, küçük birimler oluşturmuş, dar bölgeci zihniyetleri aşılayarak kökleştirip parçalamaya yeni boyutlar kazandırmışlardır. Bu böl ve yönet taktiği ile bölgeyi İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar kontrolleri altında tutmayı başarmışlardır.29 

 İkinci Dünya Savaşından sonra dünyadaki güç dengeleri yeniden şekillenmeye başlamış, eski güçlü devletler Fransa, İngiltere, Almanya ve Japonya’nın yerini SSCB ve ABD almıştır. Almanya’yı savaşta yenmek için ABD’den silah ve teknolojik destek alan SSCB bu sayede ABD’ye denk bir süper güç olmuş ve dünya iki kutuplu bir hal almıştır. 

Savaş nedeniyle askeri ve ekonomik olarak güç kaybeden İngiltere ve Fransa’nın egemenliği altındaki Ortadoğu devletleri sırayla bağımsız olmaya ve İngiltere ve 
Fransa’nın egemenliğinden kurtulmaya başladılar. 1948 yılında İsrail Devleti’nin Filistin’de kurulması, sömürge devletlerinin Araplar arasında pekiştirdiği ayrışmaları unutturmuş ve Ortadoğu’daki devletleri birleştirici etki yapmıştır. İsrail kurulur kurulmaz Arap-İsrail Savaşı patlak vermiştir. Bu savaşta İsrail kazançlı çıkmış, günümüze kadar sürecek olan sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur.30 

İsrail’in kurulması ile birlikte Filistin’de Araplar örgütlenmeye başlamış, Filistin Mücadelesini denetimleri altında tutmak isteyen Arap devletlerinin oluşturduğu Filistin Ulusal Konseyi, Kudüs’te Filistin Kurtuluş Örgütü’nü kurmuştur.31 Ancak bu örgütler tek ses olamamıştır. 1967‘deki Altı Gün Savaşları ile İsrail büyük başarı sağlamış ve artık bölgeye tamamen yerleştiğini ve bir daha ayrılmayaca ğını göstermiştir. Bu savaşta ABD, İsrail’i desteklemiş ve Arap devletleri ABD ile ilişkilerini kesmiş, SSCB ise Arap devletlerini desteklemiştir. Arapların İsrail ile “çözüm, görüşme ve barış yok” sloganını netleştirmiştir.32 “Takip eden yıllarda Araplar arasında ve uluslar arası arenada Filistin halkının tek ve meşru temsilcisi kabul edilen FKÖ, Arap-İsrail çatışmasına son vermek amacıyla teklif edilen fakat Filistin ulusal özlemlerini tatmin etmeyen her türlü çözüm teklifini engellemeye çalıştı.”33 

İran-Irak Savaşı, Soğuk Savaşın sonlarında yaşanan savaşlarının en önemlisiydi. Saddam Hüseyin’in nedeni pek anlaşılamayan şekilde İran’a saldırması ile savaş 
başlamış ve tam sekiz sene sürmüştür. Savaşta ABD, Irak’ı desteklemiş, Irak müttefiklerinden aldığı kimyasal silahlarla Halepçe’de binlerce sivil insanı katletmiştir. 
1988’e kadar karşılıklı füze atışlarıyla devam eden savaşta iki devlette hiçbir şey kazanmamıştır.34 İran içerde rejimini güçlendirmiştir. Suriye, İran‘ı desteklemiştir. 
ABD Irak‘ı açıktan destekleyerek İran’ın rejim ihracına karşı olduğunu ortaya koymuştur.35 Irak Savaştan zararlarını gidermek için Kuveyt’i işgal etmiş, bu hareketi karşısında dünyadan çok büyük tepkiler almıştır. ABD, BM Güvenlik Konseyi işbirliği ile Kuveyt’ten çekilmesini istemiş, çekilmeyince ABD öncülüğünde harekât başlamıştır. 

Harekât sonucunda Kuveyt kurtulmuş, Irak’a ise ağır ambargo, çevreleme politikası uygulanmıştır.36 

En nihayet 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra dünya yeni bir döneme girmiş, tehdit ve güvenlik algısı yeniden şekillenmiştir. Bu süreçte ABD’nin Afganistan ve Irak’a müdahalede bulunmuştur. Günümüzde de devam eden Arap ayaklanmaları neticesinde Ortadoğu’ya ne olacağı dünyanın birinci gündemi haline gelmiştir. 

1.3. Ortadoğu’nun sosyal ve demografik yapısı: 

 Tevrat hikâye ve efsanelerinin ete kemiğe büründüğü, Musa, David, Süleyman ve Lût peygamberlerin kendi kavimlerine kıydıkları çölün bulunduğu yer olan 
Ortadoğu, nüfusu, etnik gruplar dil ve din açısından bir hayli karmaşık ve parçalıdır.37 Bu Ortadoğu’nun uzun tarihi geçmişi sonucu ortaya çıkan bir durumdur. Bölgede azınlık pek çok grupla birlikte dört büyük ve etkin etnik grup bulunmaktadır. Bunlar; Türkler, Araplar, Acemler ve Yahudilerdir.38 Bu ırklara ek olarak Çerkez ve Kürtlerin de bölgede etkili olduğunu söyleyebiliriz. Ortadoğu’da yaşayan etnik gruplar genel itibari ile farklı devletlerde birbirlerinden bölünerek ayrılmışlardır. Bunun yanı sıra aynı devlet sınırları içerisinde farklı etnik grupların birlikte yaşadığı devletler de vardır. Ortadoğu insanının birçoğu genelde geleneklerine bağlı ve muhafazakâr yapıdadır. 
Toplumlarının birçoğu genelde geleneksel ve muhafazakâr yapıdadır. Ortadoğu halkları arasında toplumsal sınıflar arasındaki uçurumlar büyüktür, okur-yazarlık oranı ise düşük seviyelerdedir.39 
Ortadoğu’nun toplumsal dokusunda göze çarpan bu olumsuz özellikler pratikte de birçok sorun yaratmaktadır. Örnek verecek olursak eğitim düzeyinin düşüklüğü insanların politik eksiklikleri kavrayamamalarına ve liderlerinin hatalarını görememelerine neden olmaktadır. Arap ülkelerindeki liderlerin uzun yıllar başta kalabilmelerinin nedenlerinden biri olarak eğitim düzeyinin düşüklüğünü sayabiliriz. Başka bir sorun da maddi imkânların orantısız dağılmasından dolayı toplumun büyük çoğunluğunun yoksul olmasıdır. Bu insanlar sıkıntısı ve gelecek kaygısı yanı sıra güvenlik gibi sorunlarla uğraşmak zorundadır. İnsanlar bu gibi sıkıntılar altında yaşam sürmek zorunda bırakılmaktadır. Böyle şartlar altında ve böyle bir ortamda Ortadoğu halklarının bölgede iyi bir şeyler yapabilmek adına projeler ve planlar üretip uygulamaya koymaları zorlaşmaktadır.40 

Bölgedeki sosyal yapı etnik ve dinî mezhepler açısından çok parçalıdır. Etnik açıdan hâkim olan unsurlar belirttiğimiz üzere İranlılar, Türkler, Araplar ve 
Yahudilerdir. Dinî açıdan, Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler etkilidir. Müslümanlar da Sünni, Şii ve Vahabilerin etkin olduğu bölünmüş bir yapıya sahiptir.41 
Bölgenin dünyanın dinî merkezi olması, Ortadoğu sosyal yapısında egemen kültürolarak ruhçuluğu ağırlıklı kılmaktadır. Pek çok sayıda peygamber bu bölgede zuhur etmiştir. Bölge halklarının kendilerini anlatma alışkanlıkları Peygamberlik, nebilik, velilik gibi değerler üzerinden yapılmaktadır. Batı toplumunun fikir ve sözlerine referans ve dayanak olarak filozof, sanatçı ve düşünürleri göstermelerine karşı Ortadoğu halkları peygamberleri, velileri göstermekte, kendilerini bu şekilde ifade etmektedirler.42 

Bölgenin toplumsal yapısını anlamaya etki eden bir başka unsur ise dildir. Dil bakımından etnik yapıdaki söz konusu karmaşıklık devam etmektedir. Bölgede en çok konuşulan dil Arapçadır. İkinci önemli dil ise Türkçedir. Bölgede İran dışında az da olsa Farsça kullanılmaktadır. Bu önemli dillerin yanı sıra Ortadoğu’da: İbranice, Ermenice ve diğer azınlık dilleri de bulunmaktadır.43 Ortadoğu’da öncede belirttiğimiz gibi baskın dili Arapçadır. Bu dil Arabistan’da gelişmiştir ve Etiyopya dilleriyle Sami dillerinin güney bölümünü oluşturur. Arabistan dışında Arapçanın yayılması İslamiyet’in doğal bir sonucudur. 
Bir diğer Ortadoğu dili de Türkçedir. Türk dili Orta Asya kökenli bir dildir. 
Türk dili bölgede azınlık hâlinde İran ve Sovyet ülkelerinde de konuşulmaktadır. Bölgede konuşulan büyük diller kategorisine ekleyeceğimiz bir diğer dil de Farsçadır. 
Hint-İran dil ailesinden gelen bu dil Arapça harflerle yazılmaktadır. Dördüncü bir Ortadoğu dili Kürtçedir. Son olarak da İbranice bölgede konuşulmaktadır ve İsrail’in resmi dilidir. Bölgede sınırlı olarak Ermenice, Aramice gibi diller de bulunmaktadır.44 

Buraya kadar olan kısımda bölgenin etnik yapısı, kültür ve dil değerlendirmesini kısaca ele aldık. Bölgenin sosyal yapısında son olarak nüfusun değerlendirmesi ni de ele alacak olursak; 

“2008 itibarıyla Ortadoğu’nun nüfusunun 280.109.581 olduğu tahmin edilmektedir. 
Bu nüfus yaklaşık olarak, Türkiye’nin 4 katına, AB’nin 0,6’sına, ABD’nin 0,9’una, Güney Kafkasya’nın 18, Balkanlar’ın 5, Orta Asya’nın (Çin ve Afganistan hariç) 4,6 katına, Kuzey Afrika’nın (Mısır hariç) 3,3 katına, dünyanın 1/24’üne karşılık gelmektedir 

Bölge nüfusunun yaklaşık olarak % 66’sı Arap (181,14 milyon), % 13’ü Acem (34,6 milyon), % 7’si Türk (18,84 milyon) (Azeri, Türk, Türkmen, Kaşkari vb.), % 4’ü Kürt (11,6 milyon), % 2’si Yahudi (5,33 milyon)dir. İran, İsrail ve Lübnan dışında Araplar, yaşadıkları ülkelerde çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Nüfusun geri kalanı Ermeniler, Asurîler, Berberiler, Lurlar, Bahaîler, Beluciler, 
Keldaniler, Afrikalılar ve diğer halklardan oluşmaktadır. 

En büyük azınlık grubunu oluşturan Azeriler (16,5 milyon) İran’da, Kürtler Irak’ta devlet yönetimini ellerinde bulundurmaktadırlar. Filistinliler (10,6 milyon)’in büyük çoğunluğu Gazze, Batı Şeria, Ürdün ve İsrail’de yaşamaktadır. Bunlardan sadece 4,2 milyonu UNHCR’ın gözetimi altındadır. Körfez Savaşı sonrasında ülkedeki terör ve istikrarsızlık nedeniyle toplam 3,4 milyon Iraklı ülkeyi terk etmiştir. Bunlardan 1,8 milyonu komşu ülkelerde, 1,6 milyonu ise ülke içerisinde yerlerinden edilmiş olarak yaşamaktadırlar. Petrol üreticisi devletlerde çalışan çoğu Asya kökenlik halk; Suudi Arabistan’da nüfusun % 10’unu, Umman’da % 17’sini, Bahreyn’de % 33’ünü, Kuveyt ve BAE’de % 60-67’sini, Katar’da % 75’ini oluşturmaktadırlar. 

Toplam nüfusun % 57’sini Sünniler, % 34’ünü Şiiler, % 5’ini Hıristiyanlar, % 2’sini Museviler, oluşturmaktadır. İran, Umman ve Bahreyn’de Şiiler, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, BAE, Kuveyt ve Katar’da Sünniler çoğunluktadırlar. İktidarın Sünnilerde olduğu Irak’ta Şiiler (% 60), Alevilerin elinde olan Suriye’de Sünniler (% 74) çoğunluktadır.”45 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

7 Davut Dursun, Ortadoğu Neresi, , İnsan Yayınları, İstanbul, (1995), s. 1. 
8 Selami Gözenç, Güneybatı Asya “Ortadoğu” Ülkeler Coğrafyası, Çantay Yayınları, İstanbul, (1999), s.5 
9 Cemal Zehir, Son Gelişmeler Işığında Ortadoğu’da Su Meseleleri, Milletlerarası Ortadoğu: Kaos mu? Düzen mi? Konferansı Bildiriler Kitabı, 
   Tarih ve Tabiat Vakfı Yayınları, İstanbul, (2004), s.278 
10 Mehmet Kocaoğlu, Uluslararası İlişkiler Işığında Ortadoğu, Genelkurmay Basımevi, Ankara, (1995), s.5 
11 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayıncılık, İstanbul, (2004), s.119 
12 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Alfa yayınları, İstanbul, (2007), s.25 
13 Beril Dedeoğlu, Ortadoğu Üzerine Notlar, Derin Yayınları, İstanbul, (2002), s.1 
14 Gamze Güngörmüş Kona, “Yeni Ortadoğu ve Düşündürdükleri”, Görüş Dergisi, (2003), No:54, Sayı:55, s.16 
15 İslamiyet gelmeden önce Arabistan’da hangi dinler hâkimdi?, 
http://sorularlaislamiyet.com/article/16135, 03.12.2011, 15.02.2014 
16 İslam’ın doğuşunun eşiğinde İran’ın dini ve siyasi durumu, http://farsca.blogcu.com/, 15.02.2014 
17 Sünnilik mi? Vehhabi/ Selefilik mi?, 
http://blog.milliyet.com.tr/sunnilik-mi--vehhabi--selefilik-mi- /Blog/?BlogNo=433897, 27.10.2013, 25.03.2014 
18 Ilan Pappe, Ortadoğu’yu Anlamak, Gül A.(Çev.), Ntv yayınları, İstanbul, (2009), s.19 
19 Ramazan Özey, “Jeopolitik Açıdan Akdeniz’i İkiye Ayıran Ülke: Tunus”, Altınoluk Dergisi, sayı. 137, İstanbul, (1997), s.19 
20 Borisoviç Lutskiy, Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi, Turan Keskin (Çev.), Yordam Kitap, İstanbul, (2011), s.137 
21Pappe, A.g.e, s.19 
22 Tufan Karaaslan, Ortadoğu’nun Coğrafyası, Atlas kitapevi, Konya, (1998), s.43 
23 Pappe, A.g.e, s.24 
24 Fransa'nın Mısır'ı İşgalinden 1. Filistin İntifadası'na Kadar Ortadoğu Siyasi Tarihi 1800-1990, 
http://eski.bgst.org/keab/keab140705bol1.asp, 01.03.2014 
25 Yılmaz Altuğ, Çin, Vietnam, Çekoslovakya ve Orta Doğu Sorunları, İstanbul Üniversitesi İktisat 
Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü Yayınları, İstanbul, (1970), s. 262. 
26 Sykes-Picot: I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz 
kuvvetlerinin Osmanlı 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra 16 Mayıs 1916 
tarihinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Türkiye'nin Orta Doğu topraklarının paylaşılmasını 
öngören gizli antlaşmadır. http://www.osmanakbasak.com/Sayfalar/Syses_Picot.htm, 10.05.2014 
27 Ekrem Memiş, Kaynayan Kazan Orta Doğu, Çizgi Kitapevi, Konya, (2002), s.33 
28 Dedeoğlu, A.g.e , s.16-17 
29 Ömer Taşlı, Oradoğu’ya Süper Güçlerin Etkileri, Fikir Yayınları, İstanbul, (1986), s.9 
30 Oral Sander, Siyasi Tarih: 1918–1994, İmge Kitapevi, Ankara, (2002) , s.300. 
31 Yıldırım Boran, El-Fetih, Hamas, Hizbulla Ortadoğu’da Direniş, Siyah Beyaz Kitap, İstanbul, (2011), s.87 
32 Sander, A.g.e, s. 537. 
33 Zachary Lockman, Hangi Ortadoğu? Oryantalizm. Tarih. Siyaset, (Çev.), Burcu Birinci, Küre yayınları, İstanbul, (2010), ss.238-239 
34 Arı, A.g.e, s. 552 
35 A.g.e, s. 556 
36 A.g.e, s. 570 
37 Faik Bulut, Ortadoğu’nun Solan Renkleri, Berfin Yayınları, İstanbul, (2002), s.15 
38 Ramazan Özey, Dünya Denkleminde Ortadoğu, Aktif yayınevi, İstanbul, (2004), s.51 
39 Yavuz Yıldız, Ortadoğu’da Silahlanma ve Militarizm, Bağlam yayınları, İstanbul, (1993), ss.46-47 
40 Güngörmüş Kona, A.g.m, s.20 
41 A.Öner Pehlivanoğlu, Ortadoğu ve Türkiye, Kastaş Yayınevi, İstanbul, (2004), s.41 
42 Süleyman Özmen, Ortadoğu’da Etnik, Dini Çatışmalar ve İsrail, IQ Kültür Sanat yayıncılık, İstanbul, (2001), ss.109-110 
43 Özey, A.g.e, s.51-52 
44 Orta Doğu’da Etnik Yapı ve Din, http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=1475.0, 10.05.2014 
45 Ali Bilgin Varlık, “Küreselleşme ve Küreselleşmenin Orta Doğu’ya Etlileri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyasal Bilimler Fakültesi 
     Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, 2009, s.222 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


*****