8 Nisan 2016 Cuma

HEPAR= HAK VE EŞİTLİK PARTİSİ “ Çözüm Sürecini Tanımıyoruz ”



HEPAR= HAK VE EŞİTLİK PARTİSİ  
“ Çözüm Sürecini Tanımıyoruz ”



24 Mart 2015 Salı 11:17


HAK VE EŞİTLİK PARTİSİNDE MAKAMLAR  DEĞİL... 
HALKA HİZMET İÇİN.., 
GÖREV YERLERİ VARDIR..,

Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) İl Başkanı Mehmet Soner Özbey, hafta sonu İzmit’te gerçekleşen Nevruz kutlamalarıyla ilgili açıklama yaptı, eylemi “ Nevruz kutlamaları adı altında, terör örgütünün ve Öcalan'ın meşrulaştırılması rezaleti ” olarak yorumladı.

Özbey, “Hafta sonu terör örgütü paçavraları ile süslenen Perşembe Pazarında  eli kanlı Abdullah Öcalan haini için özgürlük mitingi düzenlenmiştir. Miting alanının  güvenliğini de bu hainlerin silahlı eylemlerinde istedikleri zaman sehit ettikleri emniyet güçleri tarafından sağlanmıştır. Eminim ki meslektaşlarını şehit eden bu hainleri korumak orada görev yapan polislerimizin vicdanlarını fazlası ile sızlatmış, canlarını çok yakmıştır. Olayı duyan ve şahit olan vatansever hemşerilerimizin ise yürekleri kan ağlamıştır. Görüldüğü gibi çözüm süreci diye ortaya atılan bu haysiyetsiz  uygulama, toplumun her kesimini derinden yaralamaya devam etmektedir. Hak ve Eşitlik partisi olarak biz bu  süreci tanımıyoruz ve hiç bir zaman da tanımayacağız.” dedi.
Hepar İl Başkanı Özbay, açıklamasında “Her şeyden önce vatanını, bayrağını ülkesini canından çok seven bizler bu görüntülerin şehrimizde bir daha yaşanmasına fırsat vermeyeceğimizi temin ediyoruz. Biliyoruz ki bizim sessiz kalışımız  vatan hainleri tarafından yanlış yorumlanmış ve onlara cesaret vermiştir. Biz istemeden verdiğimiz bu cesareti nasıl geri alacağımızı çok iyi biliyoruz ve geri de alacağız.” şeklinde görüş belirtti.


http://www.ozgurkocaeli.com.tr/politika/hepar-cozum-surecini-tanimiyoruz-h262892.html

..

Türk Ocakları Osman Pamukoğlu’nu ağırladı



Türk Ocakları Osman Pamukoğlu’nu ağırladı



Tarih: 24-01-2016 17:11:15
Güncelleme: 24-01-2016 



Türk Ocakları Kocaeli Şube Başkanı Yücel Alpay Demir ve yönetim kurulu Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nu ocakbaşı sohbetinde ağırladı

Türk Ocakları Kocaeli Şubesi’nin ocakbaşı sohbetleri programının bu haftaki konuğu Emekli Tümgeneral aynı zamanda Hak ve Eşitlik Partisi Genel Başkanı Osman Pamukoğlu’ydu. Düzenlenen programa Türk Ocakları Kocaeli Şube Başkanı Yücel Alpay Demir, Türk-Eğitim Sen Kocaeli Şubesi eski başkanı Süleyman Pekin, Kocaeli Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Çetin Gürol ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu ile öğrenciler katıldı. Programa yoğun katılım gösterilmesi gözlerden kaçmadı.

UĞUR MUMCU VE GAFFAR OKKAN ANILDI

Programın açılış konuşmasını Demir gerçekleştirdi. Demir; “ Öncelikle 20 Ocak 1990 yılında Ermenileri korumak iddiası ile masum, silahsız, kadın, yaşlı ve çocuk demeden 143 soydaşımızı katleden Rusya’yı tarihindeki birçok katliamdan dolayı kınıyoruz. Türk’ün bu Coğrafyaya hakimiyet kuramaması için hep insanlık dışı soykırımlar yapan Rusya bugün hem Ermenistan’ın hem de vatanımızdaki PKK ve türdeş terör örgütlerinin hamisidir. Gençlerimiz tarihini, tarihinde yaşadığı acı olayları bilmelidir ki yarın aynı hainler tarafından aynı elim olaylara maruz kalmasınlar. Devletimizin terörle mücadeleden vazgeçmemesini istiyor ve yayınlanan bildiri ve saldırılarının son çırpınışları olmasını Yüce Allahtan diliyoruz. Ayrıca bugün görevi başında şehit edilen Uğur Mumcu ve Gaffar Okkan’ı da anıyor Yüce Allah'tan rahmet diliyorum. Barış içerisinde bir yaşantı ve adaletli bir devlet idaresi için biz Türk Ocaklılar da hizmetlerimize, akademik camiayı ve kamuoyunu bilgilendirmeye devam edeceğiz ” açıklamalarında bulundu.

“ İNSANLIĞIN CİNNET HALİ SAVAŞTIR ”

Demir’in ardından konuk Pamukoğlu; “ Suriye ve Kürdistan meselesini Rusya ve Amerika destekliyor. Rusya bütün sistemlerini Suriye üzerine kurdu. Egenin sularında ise mülteci durumları devam ediyor. İnsanlığın cinnet hali savaştır. Dinler bile savaşlara engel olamadı. Bütün din kitaplarında öldürmeyin, çalmayın, çırpmayın yazdığı halde günümüzde hepsi yapılıyor. Ülkemizde düzen, yapı, sistem mevcut olduğu halde enerjide yüzde doksan Rusya’ya bağlılık durumu mevcut” dedi. Pamukoğlu konuşmalarına; “ Dünyada Türkiye olarak sözünün geçmesi için nükleer silah, uzun menzilli füzeler üretemiyorsak boş boş konuşmaktan başka bir şey yapmış olmuyoruz. Muhteşem bir coğrafyaya sahip olduğumuz halde bunu politik olarak kullanamıyoruz. Bunların kullanılması genç nüfusumuz ile gerçekleşecektir” şeklinde devam etti.

Pamukoğlu son olarak; “ Kürdistan İşçi Partisi yani PKK Türkiye topraklarında ve diğer Kürt bölgelerinin de parçalanması ile büyük Kürdistan’ı kurmak için savaşıyor. Aklınıza şu geliyordur, devletimizin neyi eksik. Silahımız mı yok, asker mi eksik. Hiçbir şey eksik değil. Ancak bunlar varken nasıl bu hale geliyoruz diye sormak lazım. PKK’nın örgüt yapısına uygun istihbarat örgütlenmesi yapmak lazım. Kırsal da ve kentlerde savaşmak üzere eğitilecek asker gerekiyor. Bunun yanında siyasi irade de güçlü oldu mu terörün bitmemesi için hiçbir sebep yok. Tabi dış destekte var bunlara. Almanya, Amerika, Fransa ve bir çok dış devletten silah ve maddi destek alıyorlar” ifadelerini kullandı. 

http://mavikocaeli.com.tr/turk-ocaklari-osman-pamukoglu-nu-agirladi/156248/


..

Osman Pamukoğlu Önder'i Anlatıyor




Osman Pamukoğlu Önder'i Anlatıyor




20 Ocak 2016 Çarşamba 15:41


Fikirleri Binlerce kişiye ilham kaynağı olan Osman Pamukoğlu'nun Yeni Kitabı İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.



VİDEOYU SEYREDİN ; ÖNDER  BÖYLE  OLUR.

Bir Komutan, siyaset adamı ve yazar olarak Osman Pamukoğlu, İnkılâp Kitabevi'nden çıkan son kitabı Önder: Çağların Özlemi ile doğanın tehlikeli yüksekliklere çıkardığı aykırı bir kişilik olan önderi bütün yönleriyle, olmazsa olmazlarıyla çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Osman Pamukoğlu Önder'i anlatıyor




“ÖNDER ÇIKARMAYAN VE TARİHİ İYİ BİLMEYEN ULUSLARIN COĞRAFİ SINIRLARINI DÜŞMANLARI ÇİZER..'' 


< ARKADAŞLAR... BU ÜLKEYİ DÜŞÜNENLER..
^^ UYUYANLARI UYANDIRSIN ARTIK ^^ >


Önder: Çağların Özlemi..,


Fikirleri binlerce kişiye ilham kaynağı olan Osman Pamukoğlu'nun yeni kitabıyla İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.

Bir komutan, siyaset adamı ve yazar olarak Osman Pamukoğlu, İnkılâp Kitabevi'nden çıkan son kitabı Önder: Çağların Özlemi ile doğanın tehlikeli yüksekliklere çıkardığı aykırı bir kişilik olan önderi bütün yönleriyle, olmazsa olmazlarıyla çarpıcı bir biçimde anlatıyor.

Osman Pamukoğlu'na göre Önder kimdir?

Önder, insanoğlunun çağlar boyu özlem duyup hasretiyle yaşadığı en değerli bir üst ihtiyaçtır. Niçin insanlar önderin peşinden koşar? Çünkü her şey onunla yükselir ve onunla düşer. Önder, yaşadığı zaman içerisinde ulusuna ve hatta insanlığa damga vurandır.

Önder; idealisttir, isyancıdır, yollarını kendi çizer. Önderlik üzerine dünyada sayısız çalışma yapılmış, kavram ve teoriler oluşturulmuştur. Önderlik kategorilere ayrılmış, kurallar konulmuş, yöntemleri incelenmiş, önderler tiplere ayrılmış, türler üretilmiş, beş önder cinsi, 525 önderlik kuralı, 2 dakikada önderlik ilkeleri, vb. gerçeklikten ve doğruluktan uzak, amatörce bile sayılamayacak çalışmalar ortalığa dökülmüştür. Buna: " Beylik çiftlik " denir...

Kimler Önder olabilir?

Komutan olduğu dönemde önderlik yapan Pamukoğlu, kimlerin önder olabileceğini şöyle açıklıyor: İnsanoğlunca kayıtların tutulması 5000 yıl önceye dayanmasına rağmen, beş kıtada yaşamış milyarlarca insandan en fazla 100-1000 önderin çıkabildiği gün gibi meydandadır. Uluslararası antolojilerde de bunları görmek mümkündür. Kanıtlanmış tescil edilmiş ve resmileştirilmiştir.

Evrensel olarak önderliği kanıtlanan kişiler iki alanda ortaya çıkmışlardır. Politikacılıktan gelen "devlet adamları" ve askeri alandan gelen "generaller"dir. Ulusların başı belada değilse, hayati kayıplar ve acılarla yüz yüze kalınmamışsa, bu iki alandan da önder çıkmamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, İskender, Napolyon, Churchill, Eisenhower, Bismark, De Gaulle, George Washington, Cengiz Han, Jül Sezar, Anibal, Büyük Petro gibi daha birçok önder, asker kökenli olup, aynı zamanda devlet başkanlığı ve hükümdarlık yaparak, devlet adamlıklarını da kanıtlamış şahsiyetlerdir. İnsan konuşacağı ve yazacağı şeyleri yaşamamış, uçsuz bucaksız bir araştırmadan geçirmemişse; söyleyeceklerinden ve kaleme alacaklarından 40 kat fazlasını bilmiyorsa, ne bir mecliste konuşmalı ne de yazı yazmalıdır... Tersini yapanlara, " Yama vurucu " denir. Önder; filozof, filolog, devrimci, edebiyatçı bir karışımdır!

Yolculuk devam ediyor

Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok, Kara Tohum, Ey Vatan ve Savaş Sanatı gibi kitaplarıyla binlerce kişiyi derinden etkileyen Osman Pamukoğlu, yeni kitabıyla da bu yoldaki rehber kişiliğini sürdürmeye devam ediyor.

**

ARKA KAPAK YAZISI

Ulusların tarihini kim yaratır? 

Devletin ve bütün insanlığın yaşamındaki en önemli olaylar kimler tarafından yönetilir? Ayrı ayrı kişiler tarafından mı? Büyük İngiliz düşünürü Carlyle'ın dediği gibi kahramanlar tarafından mı? Yoksa, bütün fertlerinin çabası ve halkın ruhunun gerilimi sayesinde mi gerçekleşir?

Önderi var Eden, Halkın Korku ve Çaresizliğidir...

Sayısız önder yetiştirme programı, Seminer, kurs ve konferans var. Çeşitli önder sınıflandırmaları yapılırken, kitaplardaysa şema ve krokilerle yapılan önder tanımlamaları, lider yönetici ifadeleri göze çarpıyor. Ancak önderi; başkan, patron, şef, direktör, komutan gibi hiyerarşik yapıların sıfatını taşıyanlarla karıştıran ve bir tutmaya kalkışanlar var ne yazık ki.

Önderliğin bir ilkesi yoktur, önderin kişilik yapısı vardır.

Bir komutan, siyaset adamı ve yazar olarak Osman Pamukoğlu son kitabı Önder: Çağların Özlemi ile doğanın tehlikeli yüksekliklere çıkardığı aykırı bir kişilik olan önderi bütün yönleriyle, olmazsa olmazlarıyla çarpıcı bir biçimde anlatıyor.



..

OSMAN PAMUKOĞLU’NDAN TERÖRE SERT ELEŞTİRDİ, ŞEHİTLERİMİZE SAHİP ÇIKTI


OSMAN PAMUKOĞLU’NDAN TERÖRE SERT ELEŞTİRDİ,



OSMAN PAMUKOĞLU ŞEHİTLERİMİZE SAHİP ÇIKTI,



17 Eylül 2015 


Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) Eski Genel Başkanı Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu, Eskişehir’de düzenlenen konferansta yaptığı konuşmada, son günlerde yaşanan terör olaylarını eleştirdi.
HEPAR Eskişehir İl Başkanlığı tarafından bir otelde düzenlenen ‘Terör ve siyaset’ konulu konferansta konuşan Pamukoğlu, savaşın insanoğlundan kaynaklandığını belirterek, “PKK’nın nasıl bitirileceği ile ilgili ne yapılacağını nasıl yapılacağını hangi yöntemle yapılacağını söylemeleri mümkün değil, aslında belli son 3-4 yıldır bir savaştır barış lafıdır gidiyor. Eğer barış lafını konuşuyorsanız savaştasınız demektir. Savaşta değilsek barış neden konuşulsun? Aylardır mültecilerin halini denizlerde ve karalarda görüyorsunuz değil mi? İşte savaş insanoğlunun ikiyüzlülüğünden ve aç gözlülüğünden çıkıyor. Bu insanın genetik yapısında böyle” dedi.

1978’DE 30, 1993’DE 13 BİN SİLAHLI PKK’LI DAĞ KADROSU VARDI..,

PKK terör örgütünün yapılanmasını anlatan Pamukoğlu, şunları söyledi:
“Yapılacak şey şu; Bu savaş sanatı neyse buna göre ulusların yetiştirilmesi lazım. Savaş yapmasanız bile. Sizin iyi savaştığınızı öğrendikleri an size kimse sataşamaz. PKK, 1978’de Diyarbakır’ın kuzeyindeki köyde toplandılar, 30’a yakın PKK dedikleri partiyi kurdular. 12 Eylül askeri darbesinden korktukları için Filistin’deki kamplara gittiler. O kamplarda 1983’e kadar örgütlendiler, eğitildiler. Bu İmralı’daki, o bilinen eşkıya reisi hep o 30 kişiye dahil olanlardır. 1983’de hem Talabani hem de Barzani PKK’yı Kuzey Irak’taki bölgesine yerleşmesine müsaade etti. 1 yıl sonra PKK ilk defa Türkiye Cumhuriyeti Devleti hudutlarında iki yerde saldırdı. İlk kez kamuoyu bunları Eruh ve Şemdinli baskınlarında tanıdı. O yıllarda çok zayıflardı, Hakkari’nin köylerinde dolaşıyorlardı. 1990 yılına kadar bunlar hep 20-30 kişilik 10-15 kişilik gruplarla dolaşıyorlardı. Gençlerin bizi kimlerin nasıl bu hale getirdiğini bilmesi lazım. 1991 yılında PKK tüm Hakkari ve Şırnak’taki sınır karakollarına aynı anda saldırdı. Karakollarda 30-40 Jandarma askeri var. 1991-1992 o döneme bakıldığında basılmayan karakol kalmadığı gibi, bazı karakollar 2 kere, 3 kere, 4 kere 5 kere basılmış. 93 yılında dağlarda yani Kuzey Irak dahil 13 bin silahlı PKK’lı dağ kadrosu vardı.”

TARİH BUNLARI YAZACAK

Önümüzdeki 100 yıl sonra tarihçilerin bu olaylara değineceğini ifade eden Pamukoğlu, “Bu sanki kendi kendine oldu. Böyle bir şey yok. Bir tarih yazılacak ama bu benim anlattığım gibi yazılacak. Tarihçiler bunu böyle yazacak. 100 yıl sonra ‘Bir milletin başına gelenler’ adıyla yazılacak. Tüm hakimiyetleri Kuzey Irak’ta. Artık herkes bunu öğrendi. Bu nasıl oldu da bu hallere geldi? Nasıl son 1,5 ayda 127 şehit? Bir de insanların fark etmediği bir şey var. 6 tane yaralı 7 tane yaralı. Bir şey daha var. Bu tip mücadelede mermiden kurtulabilirsiniz ama ruhunuzun tahrik olmasından kurtulamazsınız” ifadelerini kullandı.

DOÇKALAR IRAK’ TAN BİNGÖL  VE TUNCELİ’YE NASIL GİTTİ?

PKK’nın destekçilerinin Türkiye’nin NATO müttefikleri olduğunu ileri süren Pamukoğlu, “Son 1,5 - 2 ayda Bingöl’de Tunceli’de 9 tane doçka var. O bütün bir silah değil 3 parçadır. Irak ile Tunceli ve Bingöl’e bu dokçalar nasıl gitti? PKK sırtında mı götürecek o kadar mühimmatı? Bu nasıl kökü saçağı ile bitirilecek. Bunu kim yapabilir, nasıl örgütlenme ile yapabilir? Hangi istihbaratla yapabilir? Bunu kim yapacak? Halk var, bunun meclise seçip gönderdikleri var. Bir de devletin Eski Yunan’dan gelen örgütlenmesi, yani bürokratlar var. Herkes şöyle bir muhakeme yapacak. Kim ne yapacak, nasıl yapacak da bu iş bitecek? Hiçbir ülkenin topraklarında terör yabancı ülkelerin dış desteği olmadan asla büyüyemez, asla gelişemez, asla iş yapamaz. Bunların destekçileri maalesef bizim NATO’dan müttefiklerimiz” şeklinde konuştu.
Konferans, Pamukoğlu’nun konuşmasının ardından soru-cevap bölümü ile sona erdi.


PAMUKOĞLU, TERÖR VE SİYASET KONULU KONFERANSTA PKK'YI SERT BİR DİLLE ELEŞTİRDİ..,


http://www.milliyet.com.tr/pamukoglu-ndan-terore-sert-elestirdi-eskisehir-yerelhaber-974152/

..

AYAŞ TÜNELLERİNİN SON HALİ.., 69 yılda Tünelin Ucu Görünemedi


AYAŞ TÜNELLERİNİN SON HALİ.., 
69 yılda Tünelin Ucu Görünemedi


Bitmeyen Ayaş Tüneli’ne ‘çökmesin’ ödeneği! Projesi 69, inşaatı 37 yıl önce başlatılan Ayaş Tüneli bugüne kadar 701 milyon lira harcanmasına rağmen tamamlanamadı. 
Bakanlık ‘ Sudan Çökmesin ’ diye yaklaşık 3 milyon liralık ödenek ayırmak zorunda kaldı..,

69 yılda tünelin ucu görünemedi,

ÖMÜR ÜNVER 
Ankara

Yarım asırdan fazla bir süre önce büyük umutlarla başlayan Ayaş Tüneli Projesi, 21 hükümet ve 28 bakan eskitmesine rağmen tamamlanamadı. Şimdi ise yeniden canlandırılması için çalışmalar yapılırken, bir yandan da korumak için ödenek harcanıyor.

İlk harç Demirel’den




Başkent ile İstanbul arasındaki 576 kilometrelik düşük standartlı demiryolunun 160 kilometre kısaltılarak 416 kilometreye düşürülmesiyle yolculuk süresini 7,5 saatten 2,5 saate indirebilmek için 1943’te projelendirilen “Sürat Demiryolu” kapsamındaki tünelin yapımına ancak 1976’da başlanabildi. Başbakan Süleyman Demirel’in, “ Ayaş Ağzı ”na ilk harcı koymasıyla tünelin inşaat sürecine de geçilmiş oldu. 1977’de Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan da, Ayaş yakınlarındaki Erkeksu girişinin temelini attı. Erbakan temeli attığında, 10 kilometre 64 metre uzunluğundaki tünelin 7 yılda tamamlanacağı belirtiliyordu. Ancak öngörüler gerçekleşmedi. 1980’li yıllarda zaman zaman incelemeler yapılan tünel, Demirel’in yeniden Başbakan olduğu 1990’lı yılların başındaki çalışma ile de bitirilmedi. MHP-DSP-ANAP koalisyonu döneminde de rehabilitasyon projesi gündeme geldi ancak sonuç alınamadı. Aradan geçen zamanda, 8 kilometresi kazılan tünelin 2 kilometrelik kısmı kaldı ve bu süreçte 701 milyon lira harcandı.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, bakanlığının 2011 bütçesinin görüşülmesi sırasında, tünelin durumunu şu sözlerle dile getirmişti: “Milletimizin hızlı tren hayallerinin, bir tünele gömülü bırakıldığı günleri unutmayalım. 1976’da temeli atılan Sürat Demiryolu, Sincan-Ayaş arasındaki tünelden çıkamamıştır. 10 kilometrelik tünelin temel atma törenine katılan yeni mezun mühendisler, emekli oldular.”

2 milyon 901 bin lira,

Tünelin ayakta kalması için ise Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın her yıl ödenek ayırıyor. 2001’den itibaren çıkan suyun tahliyesi için yalnızca 2007’den bu yana ayırdığı ödeneğin toplamı 2 milyon 901 bin lirayı buldu. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Altyapı Yatırımları Genel Müdürü Metin Tahan, “Tünelden ciddi bir su geliyor. Tüneli muhafaza etmek için her yıl 200-300 bin lira harcama yapılıyor. Projenin uhdesinde bulunan firma bundan daha fazla çalışma gerçekleştiriyor” dedi.

‘ Su Tehlikesi ’

Ayaş Tüneli’ni canlandıracaklarını da kaydeden Tahan, çalışmaların devam ettiğini belirterek, şunları söyledi: “Tünelin tamamlanması için 2 bin metre tünel açacağız. Turizmin gelişmesi açısından bu proje önemli. Çayırhan’da dünyanın en zengin Trona madeni yatakları var. İhracata yönelik limanlara taşınan yıllık 1 milyon ton madenin bu projenin tamamlanmasıyla en ekonomik şekilde nakledilmesini sağlayarak, dünya pazarında rekabet sağlayacağız.  Bakanımızın talimatları doğrultusunda etüd çalışmamız var. Hattı iyileştirme yönünde çalışmalarımız sürüyor.”


69 yıldır bitmeyen tünel için canlandırma çalışmaları sürüyor. Hedefler içinde 2 bin metre daha tünel açılması var.

Terk edilmiş kasaba gibi,

Tünelin bulunduğu alan şimdi terkedilmiş bir kasaba görüntüsünde. İnşaat alanının başlangıcındaki nizamiye kulübesi üzerinde, projenin temelini de atan Süleyman Demirel’in adının caddeye verildiğini gösteren “ Demirel Caddesi ” tabelası dikkati çekiyor. Ağzı kapatılmış olan tünele su nedeniyle oluşan balçıktan ve sazlıkların arasından geçip girmek de mümkün değil. Çevredeki atölyeler, trafolar ise kullanılamaz halde. Tünele giden rayların büyük kısmı toprak altında kalırken, yakınlardaki benzinlik de artık kaderine terkedilmiş.


Nihayet Canlanıyor,

Beypazarı Belediye Başkanı M. Cengiz Özalp, içinde Ayaş Tüneli’nin de yer aldığı Sürat Demiryolu Projesi’nin canlandırılması için Bakanlığın çalışma yürüttüğünü belirtti. Özalp, çalışmalar kapsamında proje için çevresel etki değerlendirilmesi (ÇED) sürecinin başladığını belirtti. İlçenin özellikle ulaşım ve turizminde çok önemli bir yeri olan demiryolu ağının Ankara-Beypazarı bağlantısı için proje hazırlandığını kaydederek,
“Böylelikle yıllardır sürüncemede kalan Beypazarı-İstanbul demiryolu nihayet gerçek olacak. Beypazarı’nda bir istasyon bulunacak, ilçe turizmine, ekonomik ve sosyal açıdan elbette büyük bir katkısı olacak” dedi.


http://www.milliyet.com.tr/69-yilda-tunelin-ucu-gorunemedi/gundem/gundemdetay/20.02.2013/1670915/default.htm

..

DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK



DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK


YAZAN 
Özdem SANBERK
Analist Dergisi  Sayı ; 2015 Ekim

Tarih bize doğru adımları zamanında atamayan toplumların, işleyen sistemin dışına itilip dünya hiyerarşisinin alt sıralarına sürüklendiklerini, bağımlı ve edilgen ülkeler hâline geldiklerini gösteriyor. Tarihin güçlü değişim akımına karşı direnmek ağır bedelleri de beraberinde getiriyor.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı’daki büyük değişim dalgasına ayak uyduramaması sonucu ağır bedeller ödedi. Önce ekonomik bağımsızlığını kaybetti, sonra toprak kaybına uğradı. Sonra da dağıldı. Cumhuriyet ideali ise dünyadaki büyük değişim sürecine yetişme iradesini ifade eder. Gerisinde kalınmış olan dünya standartlarının yeniden yakalanmasını ima eder. Türkiye Cumhuriyeti, 90 yıllık kısa geçmişinde önüne çıkan yol ayırımlarında zaman zaman hiç bir ülkenin gerçekleştiremediği kadar cesur ve doğru adımlar atabildi ve bu sebeple büyük ilerlemeler kaydetti. Zaman zaman da eline geçen fırsatları ıskalayarak belki de çoğumuzun henüz tam anlamıyla farkına varamadığı büyük kayıplar yaşadı.

Türkiye Cumhuriyeti, dağılan imparatorluk toprakları üzerinde yüzyılın başlarında modern bir devlet kurma kapasitesini göstermekle dünyadaki değişim dinamiklerini yakalama yeteneğine sahip olduğunu ispat etti. Ne var ki son 90 yıl içinde dünyadaki köklü değişimleri izlemekte ve bunlara ayak uydurmakta süreklilik gösteremedi. Bilhassa 21’inci yüzyılın ikinci on yılı da değişim dinamiklerinden kopulan bir dönem olarak değerlendirilebilir.

Yeni koşullar

Değişim yeni kuralları, yeni normları ve yeni kurumları gerektirir ve yeni yapıları meşru kılar. Bu yapıları yaratmak, işletmek ve onlardan yararlanmak eğitim gerektirir. Bu nedenle Cumhuriyeti kuran kadrolar eğitime öncelik verdiler ve uygarlığın tek ve evrensel olduğu bilinci içinde ülkemizdeki zihinsel yapının yeni dünyaya uyum sağlayacak şekilde biçimlenmesini hedeflediler. Bu stratejilerinde yeni kurulan devletin ilk dönemlerinde büyük ölçüde başarılı oldular. Çünkü 20’nci yüzyılda artık yeni bir dünya vardı ve bu yeni dünyada yeni koşullar geçerliydi. Yeni dünyada eski koşullar varmış gibi hareket etmediler. Başarılarının sırrı insanlığın ortak yürüyüşüne katılma hedefini taşıyan ve bu yürüyüşe öncülük etme emelleri besleyen bir Türkiye vizyonunda yatıyordu.

Bugün de değişim durmuş değil. Bütün hızıyla sürüyor. Bugün bizden beklenen de Cumhuriyeti kuran kadroların gösterdiği sağduyuyu göstermek. Eski koşulların varolduğu varsayımından hareket eden bir politika yönetimi ülkeyi bir yanılgının içinde tıkalı tutar ve başarısızlığa mahkum eder. İşte bu yüzden dış politikanın da iç politikanın da hedeflerinin, önceliklerinin ve yönünün dünyadaki sürekli değişimi daima göz önünde bulunduracak şekilde tayin edilmesi gerekir. Kendimize modern ve çağdaş değerlerin geçerli olduğu toplumların dışında hangi coğrafyayı alternatif seçersek seçelim yeni dünya hiyerarşisinin çeperine savrulan, merkeze bağımlı bir ülke oluruz. Bununla da kalmayız; güvenlik, istikrar, refah, bağımsızlık ve egemenliğimizi büyük riskler karşısında bırakırız. Hem iç hem de dış politikada stratejik hedef ve öncelik kavramlarının yaşamsal rolü işte tam da burada yatıyor.

Sancılı süreç

Çağa ayak uydurma ve değişim, tarih boyunca her zaman ve her yerde uzun ve sancılı bir süreç oldu. Bu süreç tarihin farklı zaman dilimlerinde örneğin Fransa, İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi kimi ülkelerde topyekun iç savaşlara dönüştü. Türkiye de, Cumhuriyetin kurulmasına müteakip, birçok defa köklü ve kapsamlı değişim süreçleri yaşadı. Ancak Türkiye acılı ve sancılı dönemlere rağmen bu süreçleri iç harbe dönüşmeden geçirmiş istisna ülkelerden biri. Bunun başlıca nedeni çağdaşlaşma kavramının Cumhuriyet devrimlerinin temel taşları arasında yer alması ve devrimlerin bekçiliği görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüklenmesi. Modernleşme ve çağdaş uygarlığa erişme hedefi, Türk ordusunun kendi bünyesi içinde bölünmeden bu hedef üzerinde, “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışı içinde bütünlüğünü koruması sayesinde iç barışın teminatı oldu. Türk kamuoyunun Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyduğu güven sayesinde modernleşme olgusu kitlesel bir meşruiyet temeline oturdu.

Ne var ki çağdaşlaşmanın teminatını sivillerin değil silahlı kuvvetlerin yüklenmesi tüm 20’nci yüzyıl boyunca bizatihi çağdaşlaşmayla tezat teşkil eden bir durumdu. Esasen çağdaşlaşma ve modernleşme kavramları da bu süre zarfında Cumhuriyetimizin kuruluş döneminin sorunsalları içinde donduruldu. Böylece ordunun siyasette etkili olduğu dönemlerde Türkiye kuruluş döneminde sorunlara nasıl bakmışsa ve sorunları nasıl tanımlamışsa daha sonra da uzun yıllar aynı değerlendirmeleri sürdürdü. Çözümleri de geçen asrın dinamiklerinde aradı.

Oysa 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren dünyada bilişim sektörü başta olmak üzere, teknolojik alandaki devrime paralel olarak, siyasal ve fikrî ana doğrular da köklü değişikliklere uğradı. İfade ve basın özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırları geçmişe nazaran inanılmaz boyutlarda genişledi.  Toplumu değil bireyi, etnik ve dinsel birliği değil etnik ve kültürel çeşitliliği, dayatıcı laikliği değil laikliğin din ve inanç özgürlüğü ile bir arada bulunabildiği bir modeli önceleyen sosyal içerikli serbest pazar ekonomisine dayalı liberal demokrasi anlayışı uygar dünyaya hâkim oldu. Çevresel ve küresel sorunlara duyarlı, kadın-erkek eşitliğine inanan ve hatta LGBT hakları dahil bireylerin hak ve özgürlüklerine saygılı hoşgörü temelinde yeni bir dünya ortaya çıktı.

Kaçırılan fırsatlar

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra serbest seçimlerle iktidar değişikliği gerçekleştirme kapasitesini ortaya koyabilmesine rağmen tüm Batı dünyasını saran demokrasi dalgası üzerinde tutunamadı. Geçen yüzyılın hatırı sayılır bir bölümünde yeni fikrî akımlara kucak açacak, sorunlarını serbestçe tartışacak düşünce ve ifade özgürlüğü dinamiklerinin dışında kaldı. 20’nci yüzyılın devasa bilimsel, sosyo-kültürel ve demokratik değişimleri, çeşitli hükümetlerimizin durağan bakışları arasında önümüzden geçip gitti.

Türkiye ancak 2000’li yılların başlarında AK Parti’nin iktidara gelmesi ve özellikle Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini başlatmasıyla 1950’lerden beri kaybettiği zamanı yakalama ve 21’inci yüzyıl dinamiklerini kavrama konusunda yeniden tarihî bir fırsat yakaladı. Yeni bir ekonomik kalkınma ve demokrasi ivmesini beraberinde getiren bu dönemin en dikkat çekici özelliklerinden biri de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesiydi. Kişisel politikayla dinî inançların ayrılması anlamında seküler dünya görüşünün korunması ile bireysel özgürlükler temelinde demokratik hakların geliştirilmesi sorumluluğu askerlerin tekelinden siyasi partilerin sorumluluğuna geçti.

Fakat siyasi partiler bu konuda başarılı bir sınav veremedi. Her şeyden evvel AK Parti çok önemli bir tarihî fırsat olan ve Türkiye’yi 21’inci yüzyıl standartlarına taşıyacak olan AB tam üyelik müzakerelerini başarıya ulaştırmayı zaman içinde öncelikli stratejik hedefi olmaktan çıkardı. Muhalefet partileri de aynı hedefe esasen destek vermedi. AB de Türkiye’ye verdiği sözleri tutmadı. Türkiye’ye karşı haksız, adaletsiz, çifte standartlı ve buyurgan bir tutum izlediği kanaati toplumun geniş bir kesimine hâkim oldu. Sivil-siyasi yaşantımız temel sorunlarımızın çözüm yöntemleri konusunda keskin ayrışmalara ve tehlikeli kutuplaşmalara savruldu.

Böylece Cumhuriyetimizin başında benimsediğimiz çağdaş değerleri yakalama hedefinin rüzgârları değişim ve reform hamlelerimizin yelkenlerini dolduracak gücünü son birkaç yıl içinde tamamen yitirdi. Bu zafiyet, ‘Arap Baharı’ ve sınırları aşan devasa göçlere sebep olan Orta Doğu’daki çöküşle birleşerek aşırı radikal akımları canlandırdı. Ülkemizde de etnik terör yeniden kan dökmeye başladı. AK Parti hükümetinin büyük umutlarla başlattığı ve toplumumuzun önemli bir bölümünde ciddi destek bulan tartışmalı Çözüm Süreci, 7 Haziran seçimlerinin hemen akabinde yaşanan gelişmeler sonucu son buldu. Böylece Türkiye uygar dünya ligine çıkmak üzere tarihin kendisine -son 15 yıl içinde- ikinci kez sunduğu ciddi bir demokrasi ve terakki fırsatını elinden bir kere daha kaçırıyordu.

1 Kasım seçimleri: Kaçırılmaması gereken bir fırsat

Şimdi tarihin açtığı fırsat pencerelerini kullanamayan toplumların akıbetine uğramak istemiyorsak 1 Kasım seçimlerini özgür ve adil şekilde gerçekleştirme ve bu seçimlere yoğun biçimde katılma fırsatını heba etmememiz gerekiyor. Çünkü bu seçimler Türkiye’yi ya çağcıl ve evrensel değerler temelinde demokratik reform güzergahına tekrar oturtacak, değişim rüzgârları Cumhuriyetimizin reform ve terakki yelkenlerini tekrar şişirecek, özgür ve uygar dünya içindeki yerimizi tekrar alacağız; ya da Orta Doğu’nun etnik savaşlar, mezhep kavgaları, şiddet ve taassup sarmalındaki otoriter ve öfkeli ülkeleri arasına savrulma riski ile yaşama mukadderatına razı olmaya devam edeceğiz.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/degisen-dunyaya-ayak-uydurabilmek


.

KOLAY ÖLÜMLER COĞRAFYASI


KOLAY ÖLÜMLER COĞRAFYASI


YAZAN; İhsan BAL
Analist Dergisi  
Sayı ; 2015 Ekim


Hayatın doğumla ölüm arasındaki bir süreç olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Tüm marifet bu süreçte hayata mümkün olduğunca fazla tutunabilmek, hayatı değerlendirebilmek ve onu gerektiği gibi yaşayabilmektir. Aksi takdirde umursanmayan hayatın sonundaki ölüm de ‘kolay’ olur.

Hepimizin paylaştığı bu yerkürede her birey, toplum veya medeniyet hayatı aynı şekilde anlamayıp hayattan istediklerini aynı oranda alamamakta. Doğumdan ölüme kadar geçen sürecin büyük yoksulluk ve trajedilerle dolu olması bazı milletler açısından neredeyse kaçınılmaz bir alınyazısı gibi algılanır. Oysa gelişmişlik ile az gelişmişlik arasında en çarpıcı ayrışma, hayatı yaşama kalitesinde ve ölüm biçimlerinde açığa çıkar.

Sorumsuzluk ve cehaletin kucağında ölüm

Özellikle son dönemlerde yaşanan ölümlere ve ölüm biçimlerine baktığımızda görüyoruz ki bizim coğrafyada ölmek için çok fazla neden var. Hangi ölüm zamanlıdır bilinmez ama bu ölümlerin önemli bir kısmına ‘zamansız ölüm’ veya ‘erken ölüm’ diyebiliriz.

Mesela huzur içinde ibadet etmeye gittiğimizde ölürüz. İslam dininin en geniş kapsamlı ve en kutsal mekanında gerçekleştirilen Hac ibadeti sırasında tamamen ‘kul’ hatasından kaynaklanan vinç kazasında 111, şeytan taşlama sırasında yaşanan izdihamda ise Suudi yetkililerin açıkladığı rakama göre yaklaşık 800 kişi yaşamını yitirdi.

Sadece ibadet ederken değil eğlenirken de ölebiliyoruz. Aklı eren hiçbir insanın yapmayacağı varsayılan birçok davranışı rahatlıkla ve düşüncesizce yapabiliyoruz. Kalabalık alanda sadece ses çıkartmak için modern teknolojiler bir sürü enstrüman geliştirmişken bizler, silahlarımızı ateşleyip en yakınlarımızın canını alabiliyoruz. Ve bunları gazetelerde, ‘maganda kurşunu’ veya ‘serseri kurşun’ gibi basmakalıp ifadelerle üçüncü sayfa haberleriyle geçiştiriyoruz.

Düğünlerimizden cenaze çıkartma maharetimiz hayret verici bir şekilde not edilmeyi hak ederken bayram kutlamalarımızı da hatırlamadan geçemeyiz. Bu serinin en yeni haberi geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda Zonguldak’tan geldi. ‘Bayramı kutlama’ amacıyla havaya ateş açan bir kişi, evinin önünde kurban kestirmekte olan 64 yaşındaki bir vatandaşın ölümüne sebep oldu. Polis ekiplerinin olay yeri incelemesi sırasında dahi hem kurban kesimleri hem de silah atışları devam etti.

Trafik kazalarında ölüm, sadece bir istatistik konusu hâline gelmiş durumda. Sadece 2014 senesinde 168.512 ölümlü-yaralanmalı trafik kazası meydana gelirken 3.524 kişi olay yerinde hayatını kaybetti. Bu rakamın, hastaneye kaldırılan ağır yaralıların büyük çoğunluğunun öldüğü de hesaba katıldığında ikiye katlandığını söylemek abartılı olmaz.           

Artık uzun tatil dönüşleriyle ilgili yapılan gazete haberleri bir dejavu hâlini aldı. Hep aynı şeyleri yaşıyoruz.

Ölümler serisi bunlarla da sınırlı değil. Trafikte yol verme, korna çalma, ışıkta bekleme tartışmalarında bile birbirimizi öldürebilme kabiliyetimiz var. 2012’de Haliç köprüsünde yol verme kavgasına girişen bir kişi, tartıştığı tarafa önce kafa attıktan sonra kalp krizi geçirip hayatını kaybetmişti. Herhalde bir kişinin başına gelebilecek en talihsiz ölümlerden biri bu olsa gerek...

Bizim ölüm çeşitliliğimiz o kadar fazla ki adeta tabii ölümü özler hâle geliyoruz. Arabadan inip yolda yürümeniz de canınızı kurtarmanız için yeterli olmayabiliyor. Peki neden ölmek bu kadar kolay ve yaşamak bu kadar zor bizde? Neden alınabilecek birçok basit önlemle engellenebilecek ölümleri her defasında kaçınılmaz bir kader olarak görüyoruz?

Çünkü bizler hayatı ciddiye alıp onun gereklerini yerine getirme, öğrenme süreçleri ve bilinçlenme aşamalarını doğru bir şekilde yapmıyoruz. Örneğin elimize silah almak için büyük bir hevesimiz var ama bunu nasıl kullanacağımız konusunda temel hiçbir bilgimiz yok.

Onun içindir ki çok kalabalık alanlarda son derece riskli mekanlarda ölümcül ‘hataları’ yapmayı adeta kaçınılmaz bir zayiat olarak görüyoruz. Aldığımız ve sahip olduğumuz hiçbir teknolojik alet edevatın güvenlikle ilgili kullanım kılavuzlarını okumuyoruz.

Aslında hayatla ilgili öz değerlendirme yaptığımızda onu gerektiği bilinçle ve sorumlulukla değerlendirmediğimiz ortaya çıkıyor. Bu noktada en büyük tutarsızlığımız ise ‘insan’ denilen sermayeyi büyüklüğüne, kutsallığına ve önemine uygun olarak korumak için gerekenleri yapmamamız.

Severken öldürme

Bırakın uzaktakileri, en yakınımızdakileri dahi gözümüzü kırpmadan öldürebiliyoruz. Sadece 2014 senesinde 292 kadınımız, kendilerine uygulanan şiddet dolayısıyla hayatını kaybederken katillerin büyük çoğunluğu maktüllerin eşleri ya da sevgilileri oldu.

Bu topraklarda bir tuhaflık var. Söylem ve eylemler arasında büyük bir tutarsızlık söz konusu. “Uğruna ölürüm” dediğimiz birçok şeyi öldürebiliyoruz. “Sevdik” dedikçe adeta sevgimizden de korkulur hâle geliniyor. Yüzü gözü morarmış kadınların artık haber değeri yok ki zaten onlar da şikayetlerini -eğer yapmışlarsa- hemen geri çekiyorlar.

Kadın cinayetleri, artık hayatın olağan bir parçası. Bu cinayet türünün kamuoyunda tartışılır olabilmesi için çok daha vahşi bir kısım yöntemlerle işlenmesi veya ünlü birilerinin dahil olması gerekiyor. Yani sadece cehalet ve sorumsuzluğumuz değil aynı zamanda sevgi ve sevgiyi ifade etme biçimimizde de çok ciddi psikolojik sorunlar yaşadığımız ortada.

Ölüm çeşitliliğimizi veya en azından zamansız ölümleri azaltmanın yolu, hata ve eksiklikleri kendimizde aramaktan geçer. Gelişmiş dünyanın da en mümeyyiz vasıflarından biri, başına gelenlerden ders alıp yeni trajedileri önlemek için birçok tedbire başvurmasıdır. Peki biz öyle miyiz? Birçoğumuzun cevabı ‘hayır’ olacaktır.

Bu noktada çok çarpıcı ve vahim bir örneği hemen paylaşmakta yarar var. Uzun yılların deneyimi ve yapılan on binlerce çalışma sonucunda arabaların güvenlik sistemleri geliştirilir; sonunda emniyet kemerinin trafik kazalarındaki ölümleri önemli ölçüde önlediği bilimsel bulgularla ortaya çıkar ve bu tedbir uygulamaya konulur.

Peki bütün bu süreçleri yaşamayan toplumlar, yani bu tür tedbirleri önünde hazır bulanlar ne yapar? Emniyet kemeri takılmadığında hatırlatıcı sinyal sesini kesmek için emniyet kemeri tokası üretir.

Elde etmiş olduğu bir verinin ne anlama geldiğini idrak edememe şuursuzluğu ancak bu kadar tepe noktasına ulaşabilir. Öyle bir ‘icat’ ki zekanın ve bilimsel verinin değil basit-ilkel bir kurnazlığın ürünü. Tedbir almak bir yana, bilinçli bir şekilde kendi yaşamını tehlikeye atıyor.

Belli ki çağımızın getirdiği teknolojik donanımlar, onlardan nasıl yararlanacağımız konusunda yeterli bilgi, bilinç ve donanıma ulaşana kadar bizim canımızı almaya devam edecek.

Yansıtmalı ölüm

“ Neden bu coğrafyada hayat bu kadar ucuz? ” sorusunun altını kazımaya başladığımızda derinde yatan cevabın cehaletimiz, sorumsuzluğumuz ve yansıtma özelliğimizde yattığını görürüz.

Bunlar arasında yansıtma hastalığı en vahim olanı gibi. Zira milli maçı kutlarken balkondaki çocuğu öldürene, çocuğun neden gece 12’de orada oturduğunu sorgulatan; çok sevdiği eşini mahkeme önünde öldüreneyse eşini sırf boşanmak istemesiyle suçlayan bir anlayışın psişik ruh hâlidir yansıtma.

Yansıtma cehalet ve sorumsuzluktan daha kötüdür. Zira yaptığı işin doğurduğu sonuçlarla yüzleşme yerine yansıtma vasıtasıyla bütün sorumluluğu başkalarının üstüne yıkma kurnazlığı iş başındadır.

Meydana gelen felaketler sonucunda ihaleyi hep başkasına yıkma hâli yaşanılan sorunları kronikleştirir. Tarih sürekli tekerrür eder durur; yaşadığımız trajedileri kaderimiz ve hayatın bir parçası olarak kabullenmeye başlarız.

Sonuçta “Bizim buralarda böyle oluyor” diye bir söylem tutturur, kendimizi de teskin etmek için acılı, feryat figan türkülerle yolumuza devam ederiz. Oysa hem cehaleti hem sorumsuzluğu hem de yansıtma kurnazlığını tedavi etmek mümkündür. Bunun için yığınla çalışmaya ihtiyaç yok. Sadece başarmış olanların hikayelerini doğru bir biçimde ve ciddiyet içerisinde analiz etmek bile yeterli olabilir.

Böylesi bir analiz de özünde bize şunu söyler: Kolay ölüm kaçınılmaz değildir, sadece az gelişmişliğin bir tezahürüdür. Bu durumda ölüm biçimleri, gelişmişlikle az gelişmişlik arasındaki en çıplak ve yürek yakıcı gerçek olarak karşımızda durur. 


http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/kolay-olumler-cografyasi


..

EMPATİ MİADINI DOLDURDU MU?


EMPATİ  MİADINI DOLDURDU MU?




YAZAN; Banu ARSLAN
Türkiye Analist Derğisi  
2015 Ekim


Bir süre önce bir yerel gazete geçti elime: “Artık gidin!” diyordu manşetinde Kürtlere ve Suriyelilere seslenerek. Yöreye mevsimlik tarım işçisi statüsünde geçici olarak gelen Kürtlerin artık kalıcı oldukları ve giderek arttıkları belirtiliyordu yazının devamında. Suriyelileri ise ücret ödemeden faydalandıkları hastanelerde uzun kuyruklara neden olmakla, parasını ödemeden kullandıkları elektrik ve su ile vergisini ödeyen vatandaşların sırtına yük olmakla suçluyordu aynı yazı…

Eski bir komşuma rastladım tesadüfen: “Siz taşındınız, kurtuldunuz keşke biz de gidebilsek. Apartmana Suriyeliler doldu!” diyordu yeni komşularından veryansın ederek.

Bir gazete haberi ilişti bugün gözüme: “Macaristan’da polisten kaçan göçmenleri görüntüleyen bir kameraman, kucağında oğlunu taşıyan bir babaya çelme takarak yere düşürdü. Yere düşen baba ve oğul polis tarafından gözaltına alındı…”

Bu düşündürücü örnekleri ortak ya da birbirine benzer kılan birçok şeyden bahsedilebilir kuşkusuz. Bunlardan bir tanesi de ‘empati eksikliği’ olarak değerlendirilebilir.

Empati ve toplumsal dayanışma

Empati genel olarak insanın kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi, onun duygularını, istek ve ihtiyaçlarını anlayabilmesi anlamına gelir ve bu yönüyle de toplumsal barışı ve dayanışmayı pekiştiren bir yanı vardır empatik düşünebilmenin. Söz gelimi toplumda çeşitli biçimlerde ortaya çıkan şiddete karşı bir panzehir gibidir empati. Çünkü kendisini karşısındakinin yerine koyabilen insan onun canını yaktığı, ona zarar verdiği takdirde karşısındakinin yaşayabileceklerini hissedebilir ve ona şiddet uygulayamaz. Ancak bu duygusunu maskeleyerek şiddet eylemini gerçekleştirebilir. Empati aynı zamanda kutuplaşma ve dünyanın ‘biz ve diğerleri’ üzerine kurulu ikilemler üzerinden yorumlanması karşısında toplumsal dayanışmayı geliştirmek adına güçlü bir araç olabilir. Empatinin olduğu yerde sorunlarla baş etmenin yolu olarak günah keçileri yaratılmaz. Çünkü karşısındaki ile empati kurabilen insanlar, kendinden farklı olduğunu düşündüğü insanlarda insanlığın ortak değerleri paydasında kendinden çok şey bulabilir. Empati aynı zamanda desteğe ihtiyacı olan ‘diğerleri’ne elini uzatmanın, onların yaşadıkları sıkıntıları hissederek onlara destek olmanın da itici gücü olabilir.

Sığınmacı sorununun bugün ortaya çıkmadığı, bugüne dek pek çok insanın Avrupa ülkelerine geçebilmek için yollarda can verdikleri bilinen bir gerçek olmasına rağmen, Suriyeli Aylan’ın Bodrum sahillerinde cansız yatarken çekilen fotoğrafının Türkiye’de ve dünyada büyük yankı uyandırmasının çeşitli nedenleri var kuşkusuz. Onun küçük bir çocuk olması kadar çoğumuzun bir çocuğa sahip olması değil midir fotoğrafın bizler için bu kadar can yakıcı olmasının bir nedeni? Ona baktıkça yatağında uyuyan kendi çocuğumuz gelmiyor mu gözümüzün önüne? “Bizimkinin de lacivert bir pantolonu ve kırmızı tişörtü var” diyor bir arkadaşım…Söyleyecek sözü yok elbette…

Peki, neden bazı insanlar ile empati kurabiliyoruz da ‘diğerleri’ ile empati kuramıyoruz? Ne engel oluyor onlarla empati kurmamıza ya da bu duygumuzu yitirmemize? Bize benzer ya da yakın olanlarla, ortak bir noktamız olduğunu düşündüğümüz insanlarla daha kolay empati kurabiliyoruz. Bu nedenle homojen toplumlarda empati, güven gibi sosyal sermaye bileşenlerinin daha kolay yeşerme ihtimali genel bir kabuldür. Bunlar aynı zamanda toplumsal kaynaşmayı da besler. Çok kültürlü, çok sesli, heterojen günümüz toplumlarında ise dayanışmanın, kaynaşmanın nasıl sürekli hâle geleceği, çatışmaların nasıl engelleneceği, toplumsal barışın ve huzurun nasıl tesis edileceği bir soru ve sorun olarak karşımıza çıkıyor. 

Empati kurabilen bir toplum olabilmek

Bugün ülkemizde can yakıcı şekilde yaşanan çatışmaların ve sorunların nasıl çözüleceğine dair karar vericiler düzeyinde üretilecek masa başı çözümler var elbette. Ancak bu sorunlara toplumsal düzeyde çözümlerin üretilebilmesi için daha geniş boyutlu ve kapsamlı çabalara ihtiyaç olduğu aşikar. Toplumda empatiyi geliştirmek bu yolda atılacak olumlu adımları pekiştirebilir. Çünkü empati öğrenilebilir, öğretilebilir. Bugün empati kurabilen bir toplum hâline gelebilmek sorunu, sadece Türkiye için değil İkinci Dünya Savaşı’ndan beri görülmemiş bir sığınmacı krizi ile karşı karşıya olan Avrupa toplumları için de geçerli.

Peki, bu nasıl gerçekleşecek?

Kısaca bir başkasının bakış açısını anlayabilme kapasitesi olarak tanımlanabilecek bilişsel empatinin geliştirilebilmesinde ‘diğerleri’ olarak kabul edilen gruplara karşı oluşan ‘tehdit’ ve ‘korku’ya ilişkin algının düşürülebilmesi çok önemli bir adım. Bu noktada tarafların hayatlarını karşı tarafa anlatmaları, her iki tarafın da deneyimlerini birbirine aktarması ve birbirlerini dinlemeleri empati üzerine kurulu diyaloğun gelişebilmesi bakımından yapıcı rol oynar. Böylesi bir diyalogun belli oranlarda da olsa geliştirilebiliyor olması, tarafların birbirine olan önyargısını azaltıcı bir etki yapacağından taraflar karşılarındakilerin, aslında düşündüklerinden daha az farklı olduğunu göreceklerdir. Dahası, dünyayı karşı tarafın gözleriyle görmeye başladığı zaman onun varlığından duyulan endişe ve tehdit algısı da azalacak, diyalog ve empatik düşüncenin karşılıklı olarak birbirini güçlendirdiği bir iletişim sürecine girmenin de önü açılabilecektir.

Yapılan çalışmalar gösteriyor ki çözüme gidebilmek için karşılıklı olarak birbirine bağımlı oldukları işleri bir arada yapmaları insanlarda empatik düşünebilmeyi geliştiriyor. Dolayısıyla karşı tarafın da isteği ve çabası olmaksızın çözüme gidilemeyeceğini bilmek kendi adımlarını bu bilinçle atmayı beraberinde getirebilir.

Toplumda empati duygusunun güçlendirilebilmesi için umutların, korkuların paylaşılması ve ortak çözümler aranması kadar bu doğrultuda yaşanmış olumlu pratiklerin öne çıkarılması da birlikteliği güçlendirecektir. Bugün ülkemizde yaşanan çatışma ortamının Türkler ve Kürtler arasında olumlu ilişkilerin inşa edilmesine engel olmaması herkesin temennisi. Ancak yaşanan her bir olay sadece basın arşivlerinde ve kitaplarda değil toplumun hafızasında da kalacak. Bu noktada karşılıklı ilişkilerde olumlu pratiklerin öne çıkarılması daha da fazla önem kazanıyor.

 2011 yılında yaşanan Van depremi bu konuda olumlu bir örnektir. 7,2 büyüklüğündeki depremin ardından ülkenin her yanından Van’a destek ve yardım yağmış; valilikler, belediyeler ve sivil toplum kuruluşları depremin yaralarını sarmak için seferber olmuştu. Türk, Kürt demeden ortak insani değerlerde buluşarak yıkılmışlığın yarattığı acıları, korkuları paylaşabilmişti ülkede yaşayan pek çok insan.  Bundan tam dört yıl sonraysa Hopa’da bir sel felaketi yaşandı. Yaşanan felaketin acılarını hafifletebilmek için AFAD bölgeye uzman ekiplerini gönderdi, Genelkurmay’a ve Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait hava araçları Hopa’ya sevk edildi. Rize ve Trabzon’daki AKUT görevlileri kurtarma çalışmalarına katılmak üzere bölgeye gitti. Ancak yapılan yardım çalışmaları ve Hopa halkına verilen bu destek içinde iki tanesi sadece Hopa halkı değil, ülkemizin içinden geçmekte olduğu süreç için de farklı bir anlam taşıyordu: Diyarbakır ve Ağrı Belediyelerinden Hopa’ya gelen destek mesajları. Bu olumlu paylaşımları unutmamak, onları öne çıkararak bu doğrultuda yürümek kuşkusuz empatinin inşasında da olumlu rol oynayacaktır.

Sonuç olarak etnik, kültürel, siyasi, dinî vb. birçok bakımdan farklılıkları barındıran günümüz toplumlarında empatinin miadını doldurduğunu söyleyemeyiz. Mesele, bu yeni ilişkilere bağlı olarak gelişen yeni iletişim kalıpları ve değerler içerisinde empatinin nasıl inşa edilebileceği ve ne tarz etkileri olacağıdır. Bu soru ülkemiz için de geçerli ve güncel bir sorudur. 


http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/empati-miadini-doldurdu-mu


..

KORE’NİN BAĞIMSIZLIĞININ VE BÖLÜNMESİNİN 70’İNCİ YILI,



KORE’NİN BAĞIMSIZLIĞININ VE BÖLÜNMESİNİN 70’İNCİ YILI,



 KORE’NİN BAĞIMSIZLIĞININ VE BÖLÜNMESİNİN 70’İNCİ YILI


YAZAN; Selçuk ÇOLAKOĞLU
Türkiye Analist Derğisi  / 2015 Ekim


I5 Ağustos hem Güney Kore’nin hem de Kuzey Kore’nin bağımsızlık günü. 1910-1945 yılları arasında Japon işgaline maruz kalan Kore’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya’nın yenilmesi ile birlikte özgürlüğüne kavuşacağı bekleniyordu. Kore Yarımadası’ndaki Japon askerlerini teslim almak üzere Yarımada’ya gelen ABD ve Sovyetler Birliği 38’inci paralelden itibaren iki fiilî işgal bölgesi oluşturdu. İlk başta kimse Sovyet-Amerikan fiilî işgal bölgesinin kalıcı bir sınıra dönüşmesini beklemiyordu. Ancak kısa süre sonra Soğuk Savaş’ın patlak vermesi, Almanya ve Vietnam gibi Kore’nin de ikiye bölünmesine yol açtı. 1945 yılında fiilen ortaya çıkan iki Kore’nin artık birleşemeyeceği anlaşılınca 1948 yılında Yarımada’da ayrı rejimlere sahip iki ayrı devlet ilan edildi. Güneyde Amerikan müttefiki ve kapitalist ekonomik modeli benimseyen Kore Cumhuriyeti ve kuzeyde ise Sovyetler Birliği’nin müttefiki ve sosyalist ekonomik modeli benimseyen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ortaya çıktı. 1950-53 yılları arasında gerçekleşen ve büyük güçlerin içinde yer aldığı Kore Savaşı ülkede birleşme yerine daha büyük siyasi ve toplumsal kopuş getirdi. Hatta Kore Savaşı bir barış anlaşmasıyla değil ateşkesle sona erdi.

Güney Kore’de başarılı kalkınma ve demokratikleşme

Kore Savaşı sonrasında her iki Kore de kendi modelleri ile kalkınma süreçlerine ağırlık verdi ve kendisini diğer tarafa başarılı bir model ülke olarak sunmaya başladı. 1950’ler ve 1960’lar boyunca Kuzey Kore’nin ekonomik kalkınma ve siyasi motivasyon açısından birleşme konusunda moral üstünlüğe sahip olduğu söylenebilir. Güney Kore ise 1960’ların başından günümüze kadar sürecek kalkınma programını başarıyla uygulamaya başladı. 1980’lere gelindiğinde Güney Kore “Han Nehri üzerindeki mucize” olarak anılmaya başlamıştı. 1988 Yaz Olimpiyatları’nın Seul’e verilmesi, başarılı Güney Kore kalkınmasının uluslararası sistem tarafından ödüllendirilmesi olarak görülebilir. Diğer taraftan bu dönemde Güney Kore halen generaller tarafından yönetildiği ve liberal demokrasiye sahip olmadığı için siyaseten eleştiriliyordu. Güney Kore bu demokrasi açığını da Seul Olimpiyatları öncesinde büyük bir toplumsal uzlaşma gerçekleştirerek yaptığı 1987 Anayasası ile aşmayı başardı. Nitekim 1987’den 2015’e gelen süreçte Güney Kore adım adım demokrasisini ilerletti ve aynı zamanda sosyal refah devleti hâline geldi.

Kuzey Kore’nin kabuğuna çekilmesi

Kuzey Kore’nin ortaya koyduğu başarı hikayesi ise 1970’lerle birlikte tersine dönmeye başladı. Kuzey Kore sanayisi tıpkı diğer sosyalist ülkelerinki gibi kendisini yenileyememeye başladı ve ekonomik verimlilik hızlı bir şekilde düştü. Konvansiyonel silah üstünlüğü ise 1980’lerle birlikte Kuzey’den Güney’e geçti. 1978’den sonra Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik reformlara yönelmesi, 1980’lerin sonunda Doğu Bloku’nun çözülmesi ve nihayetinde 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması Kuzey Kore’yi hem siyasi hem de ideolojik anlamda dünyada yalnız bıraktı. Bu süreçte ekonomik çöküş, dünyada yalnızlaşma ve Güney’e karşı askerî üstünlüğünü kaybetme dolayısıyla varoluşsal bir krize giren Kuzey Kore’nin önceliği hem rejimi ayakta tutmak hem de nükleer silah üretmek oldu.

1991 sonrasında Batılı ülkeler hatta Rusya tarafından bile her an çökebileceği düşünülen Pyongyang rejimi ayakta kalmayı başardı. Kuzey Kore rejimi hanedanlığa dönüşme pahasına lider değişimlerini bile hasarsız atlattı. Kuzey Kore’nin kurucu babası Kim İl-sung’un 1994’te ölümünden sonra oğlu Kim Jong-İl, onun ölümünden sonra da torunu Kim Jong-un 2011 yılında iktidara geldi. Kuzey Kore’nin uluslararası siyasi alanda başarısı ise komşusu Çin’in kendisine olan desteğini devam ettirmesini sağlaması oldu. Hatta 1990’ların sonundan itibaren Rusya da kritik zamanlarda Kuzey Kore’ye destek vermeye başladı.

Kuzey Kore’nin bir diğer ‘başarısını’ ise uluslararası baskılara rağmen nükleer silah üretmesi ve orta ve uzun menzilli füze teknolojisi geliştirmesi oluşturuyor. Böylece konvansiyonel silahlarda Güney Kore, Japonya ve bölgedeki Amerikan kuvvetlerine karşı düştüğü dezavantajlı durumunu nükleer silah kapasitesiyle dengeleme fırsatı buldu.

Kore birleşmesi mümkün mü?

Gelinen noktada ne iki Kore ne de bölgedeki büyük güçler kısa vadede bir birleşme öngörüyor. Kaldı ki Koreler arası ilişkiler normalleşmeden halen çok uzak. 70’inci bağımsızlık yılı kutlamalarının yapıldığı geçen ağustos ayında sınırda çıkan çatışmaların yeni bir gerilime yol açması, Kore sorununun ne kadar hassas olduğunu gösteriyor. İki Kore güven artırıcı önlemlerle krizi yatıştırmışsa da sınır hattında her an yeni bir çatışmanın yaşanmayacağının hiçbir garantisi yok. Bununla birlikte Rusya ve özellikle Çin’in Kuzey Kore’nin bölgede savaş çıkartacak kadar ileri gitmesine izin vermeyeceği düşünülüyor. Yine bazı uzmanlar Kuzey Kore’nin aslında sanıldığı kadar öngörülemez bir aktör olmadığını ve tüm dış politika uygulamalarının bir rasyonalitesi olduğunu iddia ediyorlar. Buna göre Kuzey Kore önce gerilimi tırmandırarak uluslararası kamuoyunun dikkatini bölgeye çekiyor ve sonra karşı tarafla (Güney Kore, ABD, bazen de Japonya ile) başlatılan müzakereler sırasında uzlaşma karşılığında bazı ekonomik tavizler ve siyasi avantajlar elde etmeye çalışıyor.

Seul her şeye rağmen orta ve uzun vadede Kuzey Kore ile birleşmeyi bir strateji olarak belirlemiş durumda. Seul’ün burada öngördüğü birleşme ani ve tek taraflı değil aşamalı ve tüm tarafların onayını alan bir süreç içeriyor. Bu noktada Seul, ABD ve Japonya’nın yanı sıra Çin ve Rusya’nın da sürece destek vermesine önem veriyor. Cumhurbaşkanı Kim Jong-un zamanında Kuzey Kore ve Çin arasındaki ilişkilerin gerilemesi, Seul için bir fırsat penceresi olarak görülüyor. Bu açıdan Güney Kore Cumhurbaşkanı Park Guen-hye’nin ABD’nin itirazlarına rağmen Pekin’deki İkinci Dünya Savaşı anma törenine katılması bu arayışın bir yansıması.

Güney Kore’nin Kuzey Kore ile birleşme arzusu sadece siyasi bir hedef olmayıp aynı zamanda ekonomik bir rasyonaliteye sahip. Seul küresel çapta rekabet gücünü koruyabilmek için daha büyük bir nüfus ve coğrafyaya sahip olmak istiyor. Birleşme hâlinde Seul, ucuz işgücünden faydalanmak için Çin ve Güneydoğu Asya ülkeleri yerine Kuzey Kore’de fabrika açabilecek. Böylece 2002 yılında sınırın kuzey tarafında kurulan Kaesong sanayi tesisinin  benzerleri hayata geçebilecek. Halihazırda Kaesong sanayi tesislerinde işçiler Kuzey Koreli iken mühendis ve yöneticiler sınırdan günübirlik giriş çıkış yapan Güney Koreliler. Seul, birleşme olması hâlinde Kuzey’de yapılacak altyapı yatırımları ve diğer projeler sayesinde yeni bir ekonomik ivme yakalamayı planlıyor.

Mevcut durum itibarıyla Kore birleşmesi konusunda bir öngörüde bulunmak oldukça zor. Kuzey Kore’deki mevcut rejimin bugünkü koşullarda birleşmeye hatta Güney Kore ile ilişkileri normalleştirmeye sıcak bakmadığı bir gerçek. Diğer taraftan Seul hem birleşme ile ilgili stratejiler geliştirmeye devam ediyor hem de birleşmenin sıkıntısız ve daha az maliyetli olması için uluslararası alanda iş birliği imkanlarını genişletiyor. Kısacası Kore Yarımadası’nda zaman Güney Kore lehine işliyor. 


http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/kore-nin-bagimsizliginin-ve-bolunmesinin-70-inci-yili

..

2011’DE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ



2011’DE TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ


YAZANHabibe ÖZDAL

Kapak Konusu 
2012 Ocak 
ANALİST DERGİSİ 2012


RESİM  KOY; REALİTENİN SOĞUK YÜZÜ TÜRKİYE RUSYA İLİŞKİLERİ

Türkiye-Rusya ilişkilerinde 2000’lerin ortasında başlayan ve bugüne dek devam eden ‘iyimser’ hava bazı bölgesel ve küresel gelişmeler nedeniyle oldukça dağıldı. Tarihte ‘hiç olmadığı kadar iyi olan’ ilişkilerin bazı sınırlarının olduğu farklı örnek olaylar vesilesiyle görünür hale geldi. Uzun bir geçmişi olan Kıbrıs sorunu ile geçtiğimiz yıl beklenmeyen bir şekilde patlak veren Arap Baharının ortak noktası, Türk-Rus ilişkilerini değerlendirirken bazı reel faktörleri hatırda tutma gereğini gösteriyor olmalarıdır.


Kuzey komşumuz ile olan ilişkiler genellikle iki kutuplu dünyanın düşünsel mirası çerçevesinde değerlendirildiğinden Moskova ile işbirliği önerisine şüpheyle bakılır. “Tarih boyunca savaşmış iki eski imparatorluk” söylemine bir de Soğuk Savaş yıllarının gerginliği eklendiğinde 2000’li yılların ilk yarısında Rusya Federasyonu ile kurulan ‘yeni düzeyli ilişki’ bir başarı hikâyesi olarak sunuldu. Ancak bu durumu aşırı uçlara taşımamak gerekir. Zira mevcut ekonomik ilişkilerin asimetrik yapısının yanı sıra siyasi ilişkilerin güvenlik alanına hapsolması ilişkilere doğal bir sınır çiziyor.


Ekonomi penceresinden bakıldığında enerjinin ağırlığının hissedildiği ikili ticari ilişkilerin hızla geliştiği görülüyor. Öyle ki 2008 yılında küresel finansal krizden hemen önce iki ülkenin ticaret hacmi 38 milyar doları buldu. 2010 yılı verilerine göre Rusya Türkiye’nin ikinci büyük ticaret ortağı iken Türkiye Rusya’nın beşinci büyük ihracat ortağı. Önümüzdeki beş yıllık dönemde 100 milyar dolarlık bir ticaret hacmi hedefleniyor. Ancak Türkiye’nin Rusya’dan temel olarak enerji ithal etmesine karşılık Türkiye’nin ihracatında sebze-meyve ve tekstil ürünleri başı çekiyor. 2010 yılında 26,2 milyar dolar olacak ticaret hacmine karşılık, Türkiye’nin Rusya ile ticaretinde ihracatın ithalatı karşılama oranı yalnızca yüzde 21. Bu oranın AB ile olan ticarette yüzde 90 düzeyinde seyrettiğini hatırlatmak gerekir. Bu nedenle ekonomik ilişkilerin asimetrik yapısı, uzun dönemde Türkiye açısından sürdürülebilir olmayan bir özellik taşıyor.

Ticari ilişkilerin temel itici güç olması nedeniyle, ekonomide yoğunlaşan etkileşimin uzun dönemde siyasi ilişkilere de ‘yayılma etkisi’ göstereceği fikri yaygın. Ne var ki ekonominin siyasette sorun çözücü bir araç olabilmesi için ülkeler arasındaki güvenlik endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Oysa hâlihazırda Türkiye ile Rusya arasında hem iş birliği hem de rekabetin bulunduğu bir ‘siyasi düalizm’ söz konusu. Öyle ki Türk karar alıcılar açısından Rusya, bölgesel istikrarın sağlanması ve sürdürülmesinde en önemli aktörlerden biri olarak değerlendirilirken Rus siyaset yapıcıları arasındaki etkin bir kesime göre Türkiye, ezeli bir rakip. Diğer taraftan bölgesel ve küresel gelişmelerin değerlendirilmesindeki paradigma farklılıkları da siyasi ilişkilerin önündeki en önemli handikap. 2011 yılında söz konusu durumun pek çok örneğini görmek mümkün oldu.

Siyasi ilişkilerin krizlerle imtihanı


Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında vuku bulan halk ayaklanmalarını Ankara ve Moskova taban tabana zıt perspektiflerden değerlendiriyor. Rusya kendi iç siyasal yapısındaki sorunlar nedeniyle halk ayaklanmalarını ülkelerin iç meseleleri olarak görme eğiliminde. Dahası Esed rejiminin demokratik talepler doğrultusunda ya da uluslararası müdahale ile devrilmesi ihtimali Moskova açısından kabul edilebilir değil. Türkiye’nin dış politikada öncelikleri ve Suriye örneğinde takındığı tavır ise Batı’ya paralel ve demokratik hareketlerin desteklenmesi yönünde. Dış politika araçları açısından da Rusya’nın daha ziyade askeri tedbirleri ön plana çıkararak ‘sert güç’ unsurlarına başvurduğunu, Türkiye’nin ise ‘yumuşak güç’ ile farklı diyalog kanalları arayışında olduğu görülüyor.


Ekonomik ilişkilerin siyasi sorunlarının çözümünü kolaylaştıracağı varsayımının henüz Türk-Rus ilişkilerine uyarlanamayacak olduğunu gösteren bir diğer gelişme iki ay önce Kıbrıs konusunda yaşandı. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Akdeniz’de sondaj çalışmalarına başlamasına karşılık Türkiye’nin Koca Piri Reis gemisini Akdeniz’e göndermesini takiben Rusya, tek uçak gemisi Amiral Kuznetsov’u Akdeniz’e tatbikat yapmak üzere gönderdi. Dahası aynı dönemde Rus Dışişleri Bakanı Lavrov Rusya’nın Güney Kıbrıs’ın kalkanı olduğunu belirterek Rus denizaltılarının Güney Kıbrıs’ın güvenliği için bölgede olduğunu hatırlattı. Rum Kesimi’nin ‘kayıtsız şartsız’ destekçisi durumundaki Rusya’nın bu taktiksel adımında Türkiye ile ilişkilerin gözetildiğini söylemek pek mümkün değil. Aksine çok aktörlü kriz dönemlerinde Rusya, kendi pozisyonunu kuvvetlendirmenin yolunu ararken, zaman zaman Türkiye’nin bölgesel etkinliğinin artmasına karşı olan rahatsızlığını da böylesi politik adımlarla dengelemeye çalışıyor.

Son olarak NATO’nun Avrupa’ya konumlandırmayı planladığı füze kalkanı sistemi, Rusya’nın Türkiye’yi de içine alan bir tehdit söylemine başvurmasına kaynaklık etti. Türkiye’nin söz konusu proje çerçevesinde yer alması NATO üyeliği zeminine oturuyor. Bu bağlamda Moskova Ankara’yı NATO’dan bağımsız olarak ülkesel anlamda hedef almıyor ancak diplomatik ziyaretler söz konusu olduğunda Ankara-Moskova ilişkilerini ‘stratejik ortaklık’ olarak değerlendiren Türk basınında “Rusya füzelerini Türkiye’ye çevirdi” manşetlerini görmek pek tutarlı değil.


Tarihsel süreçte karşılaştırmalı şekilde incelendiğinde Türk-Rus ilişkilerinde gelinen aşama yadsınamayacak ölçüde. Ancak Türkiye’de özellikle 2000’lerin ortasından bu yana siyaset yapıcıların ikili ilişkileri ‘çok boyutlu ortaklık’ olarak nitelendirme eğilimi gelinen noktada fazlaca iyimser kalıyor. Zira ekonomideki asimetrik karşılıklı bağımlılık uzun vadede Türk ekonomisi açısından sürdürülebilir değil. Diğer taraftan yoğunlaşan ticari ilişkilerin siyasi sorunların çözümü ve ortak dış politika oluşturulmasında itici güç olabilmesinin önünde Rus karar alıcıların, bölgesel ve küresel meselelerde aktif rol oynayan Türkiye’yi potansiyel rakip olarak değerlendirmesi var. Dahası Ankara ve Moskova’nın uluslararası sistem okumaları da oldukça farklılaşıyor. Türkiye uluslararası alandaki etkinliğini yumuşak güç unsurlarına dayandırıyor. Kendisini çok kutuplu sistemdeki kutuplardan biri olarak gören Rusya ise‘büyük güç politikası’ izliyor. Rus dış politikasının araçları daha ziyade askeri güç ve enerjinin silah olarak kullanılması gibi sert güç unsurlarına dayanınca, Ankara-Moskova hattında ilişkiler doğal sınırlarına indirgeniyor.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/01/2011-de-turkiye-rusya-iliskileri-realitenin-soguk-yuzu



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SINAV YILI 2011 DE NELER OLDU.?




TÜRK DIŞ  POLİTİKASININ  SINAV  YILI 2011 DE NELER OLDU.?


RESİM KOY ; TÜRK DIŞ  POLİTİKASININ  SINAV  YILI 2011




TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA SINAV YILI: 
2011’DE NELER OLDU?
YAZAN; Özdem SANBERK

2011 yılı boyunca gazetelerde dış politikaya ilişkin önemli gelişmelere dair bir haber okumadığımız neredeyse tek gün olmadı. Türk dış politikası geçtiğimiz yılda oldukça yoğun bir tempo izledi. Bunun iki eksende yaşanan gelişmelerle yakın ilişkisi bulunuyor. İkili ilişkiler boyutunda Türkiye, pek çok ülke ile hızla değişen bir ilişki trafiği yaşadı. İsrail gerginliği ve İran nükleer krizi gibi gelişmeler, ikili ilişkilerde Türkiye’nin yoğun mesai harcamasına neden oldu. Çok taraflı ilişkiler boyutunda ise 2011, tüm dünya ülkeleri için sıra dışı bir yıldı. Bir taraftan küresel ekonomik kriz, diğer taraftan Arap Devrimi, adeta dış politika yapıcıları “kriz temelli bir dış politika” çizgisine mahkûm etti. Kısacası 2011, Türk dış politikası açısından hızla karmaşıklaşan dünyada ve bölgesinde zorlaşan bir çelişki yönetme ve kriz çözme yılı oldu.


Türkiye ve Arap Devrimi

2011 yılında Türk dış politikasına ilişkin gelişmeleri incelemeye Arap Devrimi ekseninde başlamak yerinde olur. Türkiye Arap Devrimi olarak adlandırılan halk hareketleri karşısında hızlı bir değerlendirme yaparak gerek inandığı değerlerin gerek çıkarlarının halkın meşru taleplerinin desteklenmesinden geçtiği sonucuna vardı. Bu tahlili yaparken ortaya çıkan halk hareketlerinin kaçınılmaz ve geri döndürülemez olduğuna inanarak, halkının desteğine sahip meşru devletlerin Türkiye için daha tercih edilir muhataplar olacağı anlayışıyla hareket etti. Türkiye, böylesine köklü bir dönüşümün kolay olmayacağını, riskler ve belirsizlikler içerdiğini de gördü. Ancak istikrar uğruna korkularla hareket etmenin geçmişte fayda sağlamadığını ve bu defa işe de yaramayacağını düşünerek halkın taleplerine destek verdi.

Bununla birlikte Ankara, sürecin barışçı bir şekilde gerçekleşmesi ve yeni bölünmelere yol açmaması konusunda da duyarlı hareket etmeye çalıştı. Libya ve Suriye örneklerinde önce rejimleri ve liderleri ikna etmek için herkesten çok çaba göstermesi bu nedenleydi. Çabalarının sonuç getirmeyeceğini görmesi ve iyi niyetinin istismar edilmesi üzerine ise, baskı yoluna giderek uluslararası toplumla birlikte hareket etmeye özen gösterdi.

Neticede Türkiye’nin Arap Devrimi’nin başlangıcından bu yana, ilgili ülkelerin kendine has özelliklerine bağlı olarak nüanslar ve üslup farklılıkları gösterse de kendi içinde tutarlı ve etik bir politika izlediği söylenebilir. Türkiye’nin bölgeyle tarihi bağları, son yıllarda artan siyasi ve ekonomik ilişkileri ve dış politikada kendisine biçtiği rolün, Ankara’nın bu süreçte aktif bir politika izlemesini şart kıldığı anlaşılıyor. Bölge halklarının büyük çoğunluğunun beklentileri bakımından Türkiye’yi kendilerine örnek veya ilham kaynağı görmesi de Türkiye’ye ilave bir sorumluluk yüklüyor. Ancak bu durum, Türkiye’yi tek başına dikkatsizce öne çıkmaya itmedi; Türkiye Arap Ligi ve uluslararası toplumla birlikte hareket etmeye oldukça dikkat etti. Keza, Bahreyn ve Yemen gibi diğer üç ülkeye (Mısır, Libya, Suriye) nazaran daha az etkili olabileceğimiz ülkelerde de doğru mesajlar dillendirilmekle birlikte pratikte somut bir rol üstlenilmedi. Yani gerçekçilik elden bırakılmadı.

Gelinen noktada, sürecin daha başında olduğumuz düşünüldüğünde, başarı veya başarısızlıktan söz etmekten ziyade doğru yönde atılmış adımlar olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Unutulmamalı ki son tahlilde başarı bölge halklarının elinde ve Türkiye bu süreçte yardımcı aktör konumunda. Öte yandan, şu ana kadar yaşananlar bize aynı zamanda, Türkiye’nin bölge halkları nezdinde itibarının yükseldiğini ama son yıllarda gelişen ilişkilere rağmen halen, varoluş refleksi ile hareket eden rejimler üzerinde belirleyici bir etki yapma gücüne sahip olamadığımızı da göstermiş durumda.

Yine de bu gözlem, Türkiye’nin politikalarının yanlışlığını veya yetersizliğini göstermekten ziyade, bölgenin gerçeklerini teyit etmiş oldu. Zira Türkiye’yle gelişen ilişkiler, rejimlere meşruiyet kazandırmadığı gibi halkı geri plana da itmedi. Aksine vizelerin kalkması ve Türk dizilerinin serbestçe gösterilmeye başlaması gibi gelişmeler, Türkiye’nin halk üzerindeki etki ve itibarını arttırarak, halkın dış dünyayı görmesini kolaylaştırdı.

Bu itibarla Türkiye önümüzdeki dönemde de bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmeye devam etmeli, demokrasi talepleri bakımından kendini halkın yerine koyarak dışarıdan değer empoze etme yoluna gitmemeli, ancak halktan kaynaklanan meşru ve barışçıl taleplere de duyarsız kalmayarak gelişen ilişkilerin kendisine sağladığı etki gücünü kısıtlı da olsa olumlu yönde kullanmaya çalışmaktan vazgeçmemelidir.

Sıfır Sorun Paradigmasının Akıbeti

Arap Devrimi, doğal olarak Türkiye’nin son on yılına damgasını vuran komşularla sıfır sorun yaklaşımının akıbeti üzerine de yoğun bir tartışma başlattı. Hatta kimi araştırmacılara göre 2011, bu politikanın iflas ettiği yıl oldu.

Uluslararası koşulların değişmesi hiç şüphesiz eski koşullarda izlenen politikaların yeni koşullara uyarlanmasını gerekli kılar. Arap devrimleri ile komşu bölgelerde ve daha geniş bir alanda uluslararası siyasi zemin değişmişti. Türkiye’nin de, Amerika başta olmak üzere başka ülkeler gibi, evvelce sürdürdüğü politikalarını yeni zemine adapte etmesi doğal. Bu değişiklik eski politikalarla ilgili bir çelişki değil, dış politikada pragmatizm ilkesinin bir gereğidir. Pragmatizm bir ülkenin dış ilişkilerindeki süreklilik unsurlarıyla uluslararası konjonktürdeki değişiklikler arasındaki dengenin korunmasıdır. Aynı zamanda Türk dış politikasının geleneksel bir özelliğidir.

Öte yandan sıfır sorun politikası, sorunların devamı yerine iyi ilişkilerden daha fazla yarar sağlanacağı gerçeğinden hareketle sorunların çözümü için aktif caba gösterilmesini ima eder. Bu nedenle bu politikanın yanlış bir yaklaşım olduğu veya geçerliliğini yitirdiği yolundaki eleştiriler geçerli değildir. Gerçekten sıfır sorun ilkesi son on yılda Türkiye’nin demokratik ve ekonomik güç ve potansiyeli sayesinde özgüvenli bir dış politika izlemesini mümkün kıldı. Komşularına tehdit algılaması gözlüğü yerine potansiyel fırsatlar perspektifinden yaklaşmasını daha mantıklı ve yararlı hale getirdi. Bu haliyle sıfır sorun esasen “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesinden daha farklı bir söylem değildir. Bu nedenle bu gün son gelişmeler karşısında bazı komşu ülkeler bakımından uygulanması mümkün olmayan veya zorlaşan sıfır sorun politikası işlevini tamamen yitirmedi.

Bu bir yönelim ve yaklaşım tarzı ve bölgesel koşullar elverdiğinde yine devam edecektir. Örneğin Suriye ile ilişkiler zor bir döneme girmiştir. Keza, İran ile de bazı alanlarda sıkıntılar yaşanmaktadır. Neticede, sorunların çözümü sadece Ankara’nın izleyeceği tutuma bağlı değil ve ilgili taraflarında aynı iradeyi gösterebilmesi gerekiyor. İsrail ve Ermenistan ile ilişkiler de bu eksikliğin açık örneklerini oluşturuyor. Kaldı ki, sıfır sorun politikasının sorunların ne pahasına olursa olsun çözümünü veya komşularla iyi ilişkiler için Türkiye’nin ulusal çıkar tanımına girecek alanlarda taviz verilmesini öngörmediği de açık. Böyle bir yaklaşım zaten ne halk tabanında destek bulabilir ne de uzun vadede kalıcı sonuçlar verir.

Türkiye’nin sorunları çözme iradesi gerçekçi ve ilkeleriyle uyumlu bir çerçevede değerlendirilmeli. Nitekim Suriye’ye reform yönünde adım atması konusunda baskı yapılması ve bu ülkede geçiş dönemine destek verilmesi, artık normal ilişkileri devam ettirmenin mümkün olmadığı Esed rejiminden kaynaklanan sorunun ortadan kaldırılması için izlenen aktif bir politikaydı. Anlamını yitirmesi tartışması bir yana, Suriye’de halkının desteğine sahip bir rejimin iş başında olması sıfır sorun politikasına en büyük açılımı sağlayacaktır.

Benzer bir durum İran için de geçerli. Türkiye, İran’ın bölgedeki gelişmeleri doğru okuyarak yanlış adımlar atmaması için yoğun çaba sarf ediyor. Bu çabalarının boş veya başarısız olduğunu söylemek için henüz erken. Öte yandan, Türkiye’nin Yunanistan, Gürcistan, Rusya gibi diğer birçok komşusuyla ilişkileri geçmişte olmadığı kadar iyi düzeyde.

Suriye: Hızla Düzelen ve Bozulan ilişkiler

Suriye dosyasına, önemine binaen, daha yakından eğilmemiz gerekiyor. Tekrar belirtmek gerekir ki, Suriye ile ilişkilerin mevcut konumuna gelmesi Suriye’nin halkına karşı şiddet uygulaması ve bizzat Arap dünyası başta olmak üzere uluslararası toplum tarafından yalnız bırakılması sonucunda oldu. Türkiye’nin böyle bir rejimle hiçbir şey olmamış gibi ilişkilerini devam ettirmesi söz konusu olamazdı.

Ancak buradaki temel eleştiri aynı Esed rejimi ile son on yılda niye bu derece iyi ilişkiler geliştirildiği noktasında ortaya çıkıyor. Evet, Türkiye son on yıl boyunca da Suriye’nin demokratik bir rejimle yönetilmediğini biliyordu. Ve reform yönündeki beklentilerini özel görüşmelerde dile getirmesine rağmen bunları hiç bir zaman çok yüksek sesle dile getirmiyor ve bunu ilişkilerin gelişmesi için bir ön şart olarak ortaya koymuyordu. Ama bunun sebebi Suriye halkının durumuna duyarsızlığından veya sadece kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını gözetmesinden kaynaklanmadı. Türkiye’nin kendisini Suriye halkının yerine koyması ve demokrasi havariliği yapması ne doğru, ne de etkili olurdu. ABD’nin dışarıdan demokrasi empoze etmeye yönelik girişimlerinin akıbetini herkes biliyor. Kaldı ki Esed’e reform yönünde adım atmasının gerek ve yararları anlatıldığında alınan yanıtlar hep olumlu olmuş, ancak uygulama bunu takip etmemişti.

Ne zaman ki Suriye halkı demokrasi mücadelesini kendisi açıkça vermeye başladı ve Esed rejimi bu taleplere omuz silkti, o zaman Türkiye seçimini halktan yana yaparak bugüne kadar birçok alanda büyük destek verdiği Esed rejimine karşı tavır aldı. Bunu yaparken de önce yine Esed’i doğru yönde adım atması için son ana kadar ikna etmeye çalıştı, bunun sonuç vermeyeceğini anlayınca da baskıyı arttırmaya başladı. Türkiye’nin amacı ve beklentisi Suriye’de bir an evvel halkın beklentilerine uygun bir demokratik geçiş sürecinin yaşanması ve ülkede huzur ve istikrarın sağlanmasıdır. Türkiye, muhakkak ki bu yönde çaba sarf etmeye devam edecektir. Bu geçiş gerçekleştiği zaman ilişkilerde geçmişten çok daha hızlı ilerleme ve gerçek anlamda bir iyi komşuluk ilişkisi düzeyine erişilecektir.


İran: Oyun Bozucu bir Aktör

2011 yılında Türk dış politikası için diğer bir test alanı İran ile ilişkiler oldu. İran-Türkiye ilişkilerinin tarihin her döneminde zorlu bir nitelik taşıdığı sır değil. Ancak her iki ülke de tarih boyunca ilişkilerini farklılıkları ne olursa olsun sıcak çatışma noktasına getirmemeyi başardı. Türkiye özellikle son dönemde İran’ın izole edilerek iyice köşeye sıkıştırılmasının bu ülkenin istikrarsızlık çıkarma potansiyelini daha da artıracağına inanarak bu ülkeyi bölgesel istikrar çabalarına angaje etmeye çalıştı. Bunda çok başarılı olduğu söylenemese de iletişimin gerekli mesajların verilmesi bakımından yararlı olduğu görülüyor.

Öte yandan son dönemde İran’ın Suriye’deki gelişmeler ve nükleer programı yüzünden üzerinde artan baskı nedeniyle kendisini daha yalnız ve güvensiz hissetmeye başladığı, bunun da etkisiyle Irak’tan Lübnan’a kadar mezhep eksenli bir kuşak üzerinden kendisine alan açmaya çalıştığı bir gerçek. Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin politikalarıyla ters düşüyor. Ancak Türkiye bu düşüncelerini açık bir gerginlik yaratmak yerine diyalog yoluyla İran tarafına iletmeye özen gösteriyor. Bu kapsamda, NATO füze savunma sistemi çerçevesinde Kürecik’e bir radar yerleştirilmesi de Türkiye açısından İran’a yönelik bir hareket olmaktan ziyade olası bir tehdide karşı kendi savunmasını garanti altına almak ve ittifak içindeki yükümlülüklerini yerine getirmek amacına yöneliktir. İran bunu kendisine karşı hasmane bir adım olarak takdim etmeye çalışsa da Türkiye bu konuda gerekli açıklamaları yapmakta ve topraklarının İran’a karşı saldırı amaçlı olarak kullanılmayacağı teminatını veriyor; karşılığında da İran’ın Türkiye’ye karşı yıpratıcı bir kampanya içine girmemesini bekliyor.

İlişkilerin bundan sonraki seyrini, büyük ölçüde, İran’ın bölgedeki politikaları belirleyecektir. Suriye’de halkına karşı zulmeden bir rejimi körü körüne destekler ve şiddete destek olursa, ayrıca kendi dar çıkarları uğruna bölgede bir mezhep çatışmasını körüklerse, o zaman Türkiye-İran ilişkilerinde istenen düzeyi yakalamak ve hatta mevcut seviyeyi devam ettirmek mümkün olmayabilir. Ama Türkiye’nin öncelikli arzusu İran’la yakın danışma içinde olmak ve İran’ı, sorunların değil çözümlerin parçası haline getirmek.

İsrail: Dibe Vuran bir İlişki

2011 yılında en netameli dış politika konusu İsrail oldu. Türkiye, hiç şüphesiz İsrail ile ilişkilerinin geldiği noktadan memnun değil. Bunun bölgede, kendisinin yapıcı rol oynama alanını daralttığını ve aynı zamanda ABD Kongresi’nde Türkiye için sorun yaratma potansiyeli taşıdığını görüyor. Ancak, bu konuda Türk hariciyesi üzerine düşenin azamisini yaptığını düşünüyor.

Gelinen noktada ilişkilerin normalleşmesinin, İsrail’in kendisinden beklenen adımları atmasına bağlı olduğu açık... İsrail’deki mevcut hükümet yapısı ışığında Türkiye bu konuda çok umutlu olmasa da bu yönde atılan her adıma karşılık vereceğe benziyor. Türkiye’nin İsrail’e karşı açıkladığı tedbirler de uluslararası hukuk sınırları içinde makul önlemlerdir. Üzerinde çok durulan seyrüsefer serbestîsi konusunda da Ankara’nın söylediği, özünde, hukuka aykırı uygulamalara müsamaha etmeyeceği. Dolayısıyla üzerinde durulması gereken bu değil, bundan rahatsızlık duyulmasıdır. Hiçbir ülke hukukun üstünde değil ve bölgenin içinde bulunduğu hassas dönemde hukukun ihlal edilmesine izin verilmemeli.

Diğer taraftan İsrail’in ilişkileri normalleştirmek için çaba göstermek yerine “ Türkiye’yi nasıl rahatsız ederim ” şeklinde bir arayışa girmesinin son derece yanlış ve tehlikeli bir yol olduğu da açık. Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlarının belirlenmesi ve doğal gaz arama çalışmaları bu çerçevede özellikle dikkat çekici. Bu konuda İsrail kendisi inisiyatif almasa dahi Güney Kıbrıs’ın tuzağına düşmemeli ve zaten son derece çetrefil bir nitelik arz eden Kıbrıs meselesinde sorunun bir parçası haline gelmemeli. Anlaşılıyor ki, Türkiye’nin bu konuda da niyeti gereksiz çatışma yaratmak değil uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını koruma altına almak. Bunu yaparken de karşılıklı gerilimi yükseltmek yerine uluslararası platformları devreye sokmak niyetinde. Nitekim KKTC’nin Rum tarafının doğal gaz arama çalışmaları konusunda Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne sunduğu (ancak Rumlarca reddedilen) öneri bunun somut bir örneği niteliğinde.

Rumların bütün bu süreçteki tavrı, gerek girişimin zamanlaması gerek uygulanış şekli bakımından, öteden beri olduğu gibi, gereksiz bir kriz yaratmak suretiyle çözümsüzlüğü devam ettirmek ve bunun sorumluluğunu Türkiye’nin üzerine atmak hesabına dayanıyor. İç siyasette zor bir dönemden geçen Hristofyas’ın hedef saptırma arayışı içinde olduğu ve aynen selefleri gibi, Türk tarafını eşit bir ortak olarak görmediği açıkça ortaya çıktı.

Kıbrıs sorunu kıskacında Türkiye-AB ilişkileri

Kıbrıs sorunu ve Rumların tavrı, asıl yansımasını Türkiye-AB ilişkilerinde buluyor. Baştan belirtmek gerekir ki Türkiye’nin AB üyeliği hedefinde bir sapma olmadı. Üyelik halen stratejik bir hedef... Hükümetin yıl içinde yaptığı çalışmalar ve bu kapsamda Avrupa Birliği Bakanlığı’nın kurulması Türkiye’nin kararlılığının 2011 yılında en açık göstergesi oldu.

Ancak AB’nin, bazı üyelerinin ipoteği altında kalarak katılım sürecinde kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmemesi sürecin istenen hızda ve nitelikte devam etmesini engelliyor. Açık bir üyelik perspektifini görmeden bazı alanlarda açılımlar yapılmasının güç olduğunu herkes kabul etmeli. Keza Türk halkının da üyeliğe desteği halen devam etmekle birlikte, üyeliğin gerçekleşeceğine olan inancı giderek azalıyor ve üyelik için gerekli bazı zor adımlara desteği düşük düzeyde kalıyor.

Ayrıca, vize konusunda Türkiye’nin kendinden beklenen adımları atmasına karşın, AB’nin halen vize muafiyetine giden süreci açmamakta direnmesi de hem Türk kamuoyu üzerinde olumsuz etki yapıyor hem de AB kamuoylarındaki bazı yanlış algılamaların giderilmesine uygun ortam oluşmasını engelliyor. Diğer taraftan, Kıbrıs konusunda AB halen yapıcı olmaktan uzak bir tablo çiziyor ve sorunun çözümüne yardımcı olmuyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 2012 yılının ikinci yarısında dönem başkanlığını üstlenecek olması da ilişkileri geren ve ilerlemeyi zorlaştıran bir başka unsur olarak Türk dış politikasının 2012 yılında göğüslemesi gereken meydan okumalardan.

Neticede, 2011 yılının katılım süreci bakımından kayıp bir yıl olduğu belli. Hükümetin kendi inisiyatifi altında attığı adımlar ve reformlar bir ilerleme teşkil etse de Türkiye’nin, tabiri caizse, sermayeden yemeye devam ettiği bir yıl geride kaldı. Türkiye bu bağlamda esasen üyelik kriterlerini yerine getirdiğini iddia etmiyor. Eksiklikleri tabii ki var ve bunları tamamlaması gerekiyor. Ancak bunun yolu Türkiye’nin tek taraflı yürüteceği bir süreç şeklinde olmamalı ve karşılıklı bir iş birliği ve diyalog içinde yürümelidir.

Türkiye’nin ve kamuoyunun beklentisi, AB’nin artık daha sağlıklı bir Türkiye politikası geliştirmesi, kısa vadeli çıkarların değil stratejik bir bakış açısıyla katılım sürecini rayına oturtması yönünde şekilleniyor. Bu eksende Komisyon’un “pozitif gündem” önerisi doğru yönde bir açılım ama yeterli değil. Türkiye müzakere sürecinin ileri götürülmesine hazır ve istekli... Ama içinden geçmekte olduğu ekonomik kriz ve büyük ülkelerdeki seçimler nedeniyle AB’nin böylesine bir adım atabileceği konusunda Türkiye’de neredeyse hiç kimse iyimser olamıyor.

Arap Devrimi Türkiye-AB İlişkilerini Ateşler mi?

Türkiye-AB ilişkilerinde 2012 yılında parametre değişimine imkân sağlayabilecek başlıca gelişme Arap Devrimi olabilir. Küresel güç denkleminde doğuya ve güneye doğru bir kayma olduğu, ancak Batı’nın da gücünü henüz kaybetmediği, neredeyse herkesin kabul ettiği yarı-kesinlik kazanmış bir tespit. Bu da oluşan yeni dengeler içinde hâkim bir konumda kalabilmesi için AB’nin belki de her zamandan daha fazla birlik içinde hareket etmesini gerektiriyor. Keza Arap Devrimi da, AB için risk ve fırsatlarla dolu bir dönemi başlattı; AB’nin bu süreci doğru istikamette yönlendirmek konusunda ciddi bir sorumluluğu ve görevi bulunuyor.

Ancak, AB gerek içinden geçtiği ekonomik kriz, gerekse de stratejik düşünme eksikliği nedeniyle her iki alanda da kendinden beklenen performansı sergileyemiyor. Türkiye’nin üyeliği, hem ekonomik hem de stratejik derinlik bakımından AB’ye zenginlik ve güç kazandırabilir. Özellikle Arap Devrimi’nden geçen ülkeler için Türkiye-AB iş birliği büyük bir potansiyel taşıyor. Arap ülkelerine bu iş birliği içinde verilecek desteğin etkisi muhakkak ki, iki tarafın ayrı ayrı verecekleri desteklerden çok daha büyük olacaktır. Ama bunun kadar önemli bir diğer husus bu birlikte desteğin demokratik değerlerin evrenselliğini kanıtlaması ve böylece Arap sokağına geleceğe dönük olarak güçlü bir güven duygusu aşılayacak olmasıdır. Arap Devrimi kapsamında Türkiye-AB iş birliği, bu gelişmeleri yaşayan ülkeler bakımından, bu nedenle çok önemlidir. Türkiye bu konuda beraber hareket etmeye hazır ve istekli ama AB kurumsal sınırlamaları ve yine stratejik karar alma eksikliği nedeniyle bu yönde adım atılamıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Suriye’nin de tartışılacağı son AB Dış İlişkiler Konseyi Toplantısına, Fransa ve Almanya’nın dahi istemesine rağmen davet edilememesi bunun somut göstergesidir.

Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri: Gölgede kalan ilişkiler

2011 yılında Türkiye’nin dış politikasında en az dalgalanan alan Türkiye-Türk cumhuriyetleri ilişkileri oldu. Türk dünyası 20 yıl içinde önemli mesafe kat etti. İkili ilişkiler de bu süre içinde çeşitli iniş çıkışlardan sonra daha olgun ve ayakları yere basan bir düzleme oturdu. Ancak bu ülkelerin Kırgızistan hariç halen hepsi “tek adam” yönetimi altında ve dolayısıyla ilişkiler uzun vadede öngörülebilir olmaktan uzak kalıyor.

Şüphe yok ki, başta enerji kaynakları olmak üzere bu ülkelerin zengin doğal kaynakları büyük güçlerin bölgeye ilgisini arttırıyor. Özellikle Rusya’nın bu ülkeler üzerindeki politikaları, doğal bir demokratik dönüşümü zorlaştırıyor. Ancak Arap Devrimi’nin bir sonraki durağının bu bölge olacağı yönündeki tahminleri de tamamen dışlamamalıyız.

Bununla birlikte, Türkiye gerek bu kardeş ülkelerle etnik ve tarihi yakınlığı, gerek bölgenin stratejik önemi nedeniyle Türk dünyası ile ilişkilerini her düzeyde geliştirmeye devam edecektir. Bu doğrultuda enerji dâhil ekonomik iş birliği ve siyasi diyalogun yanı sıra, kültürel anlamdaki yakınlığını da kurumsallaştırmak için çaba göstererek geçen yıl kurulan Türk İşbirliği Konseyi’nden azami yarar sağlama stratejisi izlemeye devam edecek.


Afrika: Türk dış Politikasının yeni Ufku

Türk dış politikasında 2011 yılı sadece sorunların konuşulduğu değil, aynı zamanda yeni ufuklara da yelken açıldığı bir yıl oldu. Türkiye’nin Afrika politikası artık bir açılım politikası olmaktan çıkarak Türk dış politikasının öncelikli bir boyutu haline geldi. Bu açılım Türkiye’ye, ucuz ham madde ithal imkânı dışında, doymuş Batı pazarlarına girmekte zorlanan küçük ve orta ölçekli Türk firmaları için ihracat pazarı, uluslararası kuruluşlarda ciddi bir oy potansiyeli ve yakın çevre dışında da, dış ilişkilerde yeni bir hareket ve etkinlik sahası sağladı.

Afrika ülkeleri de Türkiye’nin Afrika’ya açılımını gayet olumlu karşılayarak Türkiye’nin çabalarına olumlu karşılık veriyor. Bugün birçok Afrika ülkesinde Türkiye Çin ile kıyaslanıyor ve özellikle Müslüman coğrafyada Çin’e nazaran daha kaliteli ve iyi servis sunan bir ortak olarak görülüyor. Gerek iş adamları gerek okulları Türkiye’ye yönelik algıyı olumlu yönde büyük oranda değiştirmiş durumda.

Bunun da sonucunda Türkiye’nin Afrika açılımı son yıllarda stratejik bir çerçeveye oturtularak ve iş birliği sahaları karşılıklı olarak bir eylem planı çerçevesinde belirlendi. Zirve düzeyinde toplanan Türkiye ile Afrika ülkeleri bu planı bakan ve daha alt düzeylerde düzenli olarak takip ediyorlar. Keza, üç yıl önce 12 olan Türkiye’nin kıtadaki büyükelçilik sayısı 2012 sonunda 34’e ulaşacak. Afrika ülkelerinin de Ankara’daki büyükelçilik sayısı bu dönemde 14’e çıkmış, 10 kıta ülkesi daha büyükelçilik açmak için girişimde bulunmuş durumda.

ABD: Türk dış politikasında aslan payı

2011 yılında dış politikada aslan payını şüphesiz ABD ile ilişkilere ayırmak durumundayız. ABD-Türkiye ilişkileri son yıllarda ciddi iniş-çıkışlar yaşadı. Nitekim İran ve İsrail ile Türkiye’nin ilişki biçimi, ABD yönetiminde ciddi rahatsızlık oluşturdu; özellikle Arap Devrimi ve füze savunmasına ilişkin gelişmeler sonrasında yerini karşılıklı iş birliği ve dayanışmaya bıraktı. Irak ve Afganistan da ortak amaçlar doğrultusunda yakın çalışılan konular arasında yer aldı.

Bu iniş-çıkışların temel sebebi, ABD’nin Türkiye’nin bölgesinde bağımsız bir dış politika izlemesine alışamaması ve Türkiye’ye uzun süre eski dönemlerdeki müttefiklik ilişkisi perspektifinden bakması. Ancak, Obama yönetiminin ilerleyen dönemlerinde Türkiye’nin artık eskisi gibi her denileni sorgusuz yerine getiren bir müttefik olmadığı, ancak ortak çıkarlar elverdiğinde eşitlik temelinde birlikte çalışabileceği güvenilir bir ortak olduğu anlayışı hâkim.

Bugün gelinen noktada iki ülke birçok konuda yakın işbirliği yapmakta ve ilişkileri karşılıklı olarak daha da ileri götürme iradesini taşımakta. PKK terörüne karşı iş birliği de buna dâhil. ABD’nin bu alanda Irak’taki zorlukları ve sınırlamaları saklı kalmak kaydıyla etkili bir tutum izlediği görülüyor.

Türkiye’nin büyüyen iddiası ve hareket alanı Türk-Amerikan ilişkilerinde bu değişimi mecbur kılıyordu. Bu nedenle ilişkilerdeki bu dönüşüm bir yerde kaçınılmazdı. Ayrıca, Türkiye, Suriye gibi birçok alanda, taktikler farklılıklar gösterse de, nihai amaç bakımından ortak değerleri paylaştığı konusunda ABD yönetimini ikna etmiş oldu. Bir başka deyişle, Türkiye’nin artan gücü ve bağımsız hareket sahası ABD’ye zarar getirmiyor, aksine belirli alanlarda yarar sağlıyor. İsrail ile ilişkiler bu konuda bir istisna gibi gözükse de, özellikle ABD yönetiminde bu konuda haklılığımızı teslim eden bir yaklaşım var. Kongre’de ise farklı bir görüşün hâkim olduğu biliniyor.

Öte yandan, ABD de artık eskisi gibi dünyanın tek tayin edici gücü olmadığının, dost ve ortaklarıyla yakın iş birliği yapmak durumunda bulunduğunun farkında. Bunda ABD’nin ilgisini giderek Asya-Pasifik bölgesine çevirmesi ve Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki liderliğini daha fazla paylaşıcı bir tutum içine girmesi de etken olabilir. Neticede, ilişkilerin günümüzde daha dengeli bir doğa kazandığı söylenebilir. Bunun nispeten az sorunlu bir şekilde gerçekleşmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin güçlendiğini ve belli bir olgunluğa eriştiğini gösteriyor. Örneğin bugün, model ortaklık anlayışı çerçevesinde hareket ediliyor. Bununla birlikte ilişkilerin ekonomik veçhesinin ise bu gelişmenin gerisinde kaldığı ve özellikle geliştirilmeye muhtaç olduğu da bir gerçek.

2012’de Türk dış Politikası: İmkânlar, zorluklar

Tarih sayfalarında geniş şekilde yer alacak olan 2011 yılı, etkisi kuşkusuz önümüzdeki yıllarda da sürecek büyük dönüşümlerin başlangıcına sahne oldu. Geçtiğimiz yıl dünyadaki iki temel gelişme Türk dış politikasını yoğun şekilde meşgul etti. Bu gelişmelerden biri Arap Devrimi diğeri ise euro bölgesinde yaşanan ekonomik ve mali krizdir.

Yıla damgasını vuran gelişme, Tunus’ta bir sokak satıcısının daha onurlu bir yaşam talebini duyurmak üzere kendisini yakmasıyla ateşlenen ve hızla bölgenin diğer ülkelerine yayılarak Arap Baharı adını alan ama aslında bir devrim hareketi olan bu kitlesel eylemlerin tetiklediği siyasi dönüşüm süreciydi. Öte yandan, 2011 yılında dünya gündemini en çok meşgul eden bir diğer gelişme, Yunanistan’dan başlayarak tüm euro bölgesine yayılan ve gelinen aşamada Avrupa Birliği’nin geleceği bakımından da ciddi bir sınama teşkil eden ekonomik krizdi.

Her iki gelişme de, biri Türkiye’nin güneyi diğeri batısı olmak üzere, hemen yanı basında, doğrudan etkileşim ve dolayısıyla ilgi alanında cereyan ediyor. Etkilerinin uzun bir süre daha devam edeceği aşikâr olan bu iki dönüşüm hattının ortasında duran Ankara, günden güne güçlenen ekonomisi, pekişen demokrasisi ve aktif dış politikasıyla istikrarlı bir güç odağı olarak yükseliyor.

Arap Devrimi, Türk dış politikasını, geleneksel çizgisi olan devletlerle ilişkiler çizgisinden ayrılıp, devlete karşı gelen muhalif grupları destekleme çizgisine getirdi ve köklü bir paradigma değişikliğine sebep oldu. Başka bir deyişle, Türkiye rejimlerin değil, halkın yanında yer aldı. Türkiye dış politikasındaki bu temel değişikliği baskıcı rejimler altındaki kitlelerin özgürlük ve değişim isteklerini, hem kendi değerlerine hem de kendi çıkarlarına uygun düştüğü inancına vardığı için yaptı. Bütün Arap dünyasına yayılmakta olan bu hareket 21ci yüzyılda güvenlik ve istikrarın baskıcı rejimlerle sağlanamayacağını göstermekte ve halkın meşru taleplerine cevap vermek gerektiğini teyid etmektedir. Uzun zaman alacak ve çeşitli inişli çıkışlı yollardan geçecek olan geri dönülmez bu tarihi süreçte Türkiye tarihin akışı istikametinde yer aldı. Türkiye’nin dış politikasındaki bu değişiklikle, değerleriyle çıkarlarını bütünleştirdiği söylenebilir.

Avrupa Birliği’ndeki kriz ise Türk ekonomisinin gücünün yapısal olarak da dayanıklılığını ortaya koydu ve bu tespit aktif dış politikaya güvenle devam olanağı sağladı. Bu itibarla, her iki kriz de Türkiye’nin gerek bölgesel ve küresel barış, istikrar ve güvenliğin tesisine katkıda bulunmaya yönelik dış politika vizyonunun, gerek bunu üzerine inşa ettiği ekonomik yapılanma ve demokratik gelişme sürecinin bugün vardığı aşamanın yerindeliğini teyid etti. Hiç şüphesiz gerek ekonomik alanda gerek demokratik alanda kırılganlıklar ve eksiklikler devam ediyor. Hiç bir ülkede, ekonomik refah, demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesinde, varılmış olunan merhalelerle yetinilemez. Hiç bir ciddi ülke hükümeti “ben artık ekonomik ve sosyal kalkınma, demokrasi ve özgürlük hedeflerine eriştim, bundan sonra ülkemde refah ve özgürlükleri geliştirmeme artık gerek kalmadı” diyemez. Türkiye’nin de refahın eşit dağılımı, bölgeler arası farkların giderilmesi ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere, temel hakların ve yargı ve adalet sisteminin daha fazla geliştirilmesi konusunda kapatması gereken mesafeler var. Türkiye’nin bu açığı kapatacak yeni bir anayasa yapma hazırlığı içinde. Bunu başarırsa en başta kendi halkının istek ve beklentilerine yanıt vermiş olacak fakat aynı zamanda Arap ülkelerindeki gelişmelerin de olumlu mecralarda seyretmesine katkısı özlü biçimde artacaktır.

Türk diplomasisi 2011 yılında, kriz üreten bir uluslararası sistem içinde meydana gelen tarihi gelişmeler karşısında, çok geniş ve zor bir coğrafyada hareketsizliğe mahkûm olmayarak akılcı bir çerçevede cesaretli adımlar attı. Yumuşak gücünü dış politika vizyonuna güçlü bir şekilde yerleştirdi. Ancak dış ilişkilerinin, bu değişken ve geniş yelpaze içinde ulusal öncelik ve hedeflerinin ne olduğu hakkında berrak bir görüntü yansıttığı söylenemez. Türk dış politikasında kaygılar ve öncelikler birbiri içinde kaybolmuş görünüyor. Oysa öncelik ve hedeflerin açıklıkla belirlenmesi, halkın kendisinden beklenen gayret ve fedakârlıkları ne için ve hangi istikamette yapacağını açıklıkla anlamasını sağlayacağından ulusal çıkarlarda sonuç alınmasını kolaylaştırabilir. Örneğin Türkiye, geçtiğimiz yıl da daha önceki yıllarda olduğu üzere, Kıbrıs ve Ege sorunları, Ermenistan’la ilişkiler, Avrupa Birliği süreci ve dış ilişkilere yansımaları aşikâr bulunan Kürt meselesi gibi bir nevi donmuş sorunlarının çözümünde kayda değer ilerlemeler sağlayamadı. Buna mukabil 2011 yılı boyunca, tarihi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçen Arap halklarına yapabileceği katkılar ve sergilediği ilkeli ve evrensel değerleri ön plana çıkaran davranışlar Türk dış politika öncelikleri arasında önemli yer tuttu. 2011’de fiilen öncelik kazanacak dış politika konuları arasında hiç şüphesiz Amerika ile ilişkiler, İran ve Afrika açılımlarını sayabiliriz. Bu arada İsrail ile diplomatik münasebetlerimizin asgariye indirilmiş olması geçen yılın diğer önemli gelişmeleri arasında yer alıyor. İçinde bulunduğumuz 2012 yılında ise Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmeleri dolayısıyla Irak konusu, güvenliğimizi yakından ilgilendirecek ve diplomasimizi en fazla meşgul edecek konular arasında yer alabilir.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/01/turk-dis-politikasinda-sinav-yili-2011-de-neler-oldu

..