11 Mart 2018 Pazar

1964 VE 1967 KIBRIS KRİZLERİ SIRASINDA ABD’NİN KIBRIS POLİTİKALARI, BÖLÜM 2

1964 VE 1967 KIBRIS KRİZLERİ SIRASINDA ABD’NİN KIBRIS POLİTİKALARI, BÖLÜM 2


Çalışmanın konusu 1964 ve 1967 Kıbrıs krizleri sırasında ABD’nin Kıbrıs 
politikaları olduğu için “Kıbrıs sorununun tarihsel arka planı”, “sorunun taraflarının soruna yönelik tezleri”, “Kıbrıs’ta toplumlar arası çatışmaların seyri” gibi konulara detaylı olarak değinilmemiş, bu konulardan ancak esas konunun gerektirdiği yerlerde ve ölçüde bahsedilmiştir. Kıbrıs sorununa taraf olan ülkelerin soruna yönelik girişimlerine ve görüşlerine yer verilirken de mümkün olduğunca nesnel bir yaklaşımla taraflara eşit uzaklıkta durulmaya çalışılmıştır. Ancak burada, özellikle tarih alanındaki bilimsel çalışmalarda nesnellik konusu hakkında birkaç söz söylemek gerekmektedir. 

Meşe’ye göre, “Tarih, siyasal bir kimlik oluşturmak için yapılan büyük 
çabaların merkezi alanlarından biridir. Tarih, ölü bir dün olmanın dışında bu işlevi de görür. … Tarih yazımı esas olarak bir bilinç oluşumu/oluşturumu süreci olarak ele alınabilir. Siyasi anlamda, üretilen tarih ile toplum kendi ne’liğinin bilincine varır. Çünkü tarih, bir zihin inşa sürecidir. Bu süreç objektiflik algısı ya da yanılgısını da beraberinde getirir.”17 Meşe’nin bu haklı sözleri, bu çalışmada da yansımalarını bulabilir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki bu çalışmanın yazarı mevcut metin aracılığıyla herhangi bir siyasal kimlik ya da bilinç oluşturmayı amaçlamamaktadır. 
Bu durumda nesnelliğe zarar verebilecek söz konusu yansımaların, ancak ve ancak bu çalışmanın oluşumu sürecinde kullanılan kaynaklardan ortaya çıkabileceği iddia edilebilir. Kıbrıs sorununun yakın dönemlerine dek oluşturulan ve Türk ve Yunan kökenli bazı yazarlara ait olan eserler, Türkiye ve Yunanistan ’ın Kıbrıs konusundaki resmi tezlerini haklılaştırma amacına hizmet ediyor gibi görünmektedir.18 Bu durum esasen Kıbrıs sorununun bu iki ülkede de bir “milli mesele” olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak amaçları ve etkileri ne olursa olsun, bu tür kaynakları göz ardı ederek Kıbrıs sorununa ilişkin bir çalışma yapmak da mümkün görünmemektedir. Bu nedenle söz konusu eserlerin kullanılmasıyla ortaya çıkabilecek öznellik etkisi kaçınılmaz olarak değerlendirilmelidir. 

18 Nicolet’ye göre, bu tür yönelimler Kıbrıs üzerine olan uluslararası literatürü de etkilemiştir. “Rum tarafının geniş çaplı bir propaganda oluşturma ve uluslararası toplumu sorunla ilgili tutma çabaları sonucu, Kıbrıs üzerine olan uluslararası literatür, adanın son dönemki tarihi konusunda Yunan ve Rum 
görüşüne dayanmaktadır.” Bkz. Claude Nicolet, “The Development of US Plans for the Resolution of the Cyprus Conflict in 1964: ‘The Limits of American Power’,” Cold War History, Vol. 3, No. 1 (October 2002), s. 96. Walker da tarihsel ve jeopolitik nedenlerle Kıbrıslı Türklerdense Kıbrıslı Rumların seslerini Batı’ya daha kolay duyurabildiklerini ve bu durumun da Kıbrıs’ın tarihi hakkındaki yorumları etkilediğini belirtmektedir. Bkz. Walker, op. cit., s. 78. Ayrıca Nicolet, Kıbrıs sorunu konusunda 1990’lara kadar olan literatürün çoğu, [o dönemde henüz tam olarak açıklanmamış olan] arşivlerden çok kişisel fikirlere dayandığı için bu çalışmaların bilimsel değerinin oldukça sınırlı 
olduğunu iddia etmektedir. Bkz. Nicolet, op. cit., s. 98. 

I. ABD DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN KIBRIS SORUNU 

Yirminci yüzyılın ilk yarısı, Avrupa devletlerinin birbirlerine üstünlük 
sağlamak amacıyla sürüklendikleri rekabet ve hegemonya mücadelesi sonucu 
yaşanan iki büyük savaşa tanıklık etti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan barış anlaşmalarına da yansıyan ve böylece İkinci Dünya Savaşı’nın tohumlarını atan bu üstünlük yarışı, özellikle Avrupa kıtası açısından felaketle sonuçlandı. İlki gibi önce Avrupa topraklarında başlayıp sonra geniş coğrafyalara yayılarak dünyanın büyük bölümünü etkileyen ikinci savaş sonrasında bu kıtanın devletleri, artık birbirleriyle mücadele edemeyecek kadar güçsüz duruma düştüler. Böylece dünya siyasetine Avrupalı devletlerin yön verdiği dönem kapanmış; uluslararası hegemonya kurma mücadelesinin Avrupa’nın doğusu ve batısındaki yeni süper güçler tarafından yürütüldüğü bir döneme geçilmiş oldu. 

Bu yeni dönemde ortaya çıkan iki kutuplu dünya sistemi, kapitalist dünyanın 
lideri olan ABD ile sosyalist dünyanın lideri olan SSCB’nin siyasi, ekonomik, askeri, ideolojik, kültürel vb. alanlarda rekabetlerine sahne olan bir “Soğuk Savaş” ortamı doğurdu. Avrupa devletlerinin eski güçlerini kaybetmeleri nedeniyle, yüzyıllardır Avrupa kıtasında şekillenen Batı değerlerini “uluslararası komünizm” tehdidine karşı koruma ve savunma görevi, savaş sonrası dönemde bunu taşımaya en yetkin konumdaki Batılı devlet olan ABD’ye düştü. Dünyanın diğer ucunda, İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa’nın bir kısmını ele geçirerek kurduğu etki alanıyla SSCB’nin de uluslararası siyasi arenada bir süper güç olarak yerini almaya başlaması, bu görevin önemini daha da artırdı. Söz konusu gelişmeler, ABD’nin dış politikasında radikal değişiklikler yapmasına neden oldu. Böylece savaş sonrası dönemde dünyanın en güçlü devleti olan ABD, geleneksel yalnızlık politikasından uzaklaşarak dünya çapında sorumluluklar almaya karar verdi. 

ABD’nin bu uluslararası gelişmelerin etkisiyle 1940’ların sonu ve 1950’lerde 
geliştirdiği küresel strateji, SSCB’yi ve bu ülkenin Doğu Avrupa ile Asya’daki 
müttefiklerini askeri bir saldırı başlatmaktan ve böylece “üçüncü dünya savaşı” 
ihtimalini tetiklemekten caydırmak için kendi müttefikleri, ittifakları ve askeri 
güçleri ile çevreleme amacına dayanıyordu.19 Amerikan gücündeki yükselişin, 
“ABD’nin ‘Sovyet komünist saldırganlığı’nı çevrelemek için dünya çapında 
müdahalelerde bulunabileceği, siyasi istikrarsızlık ve ayaklanmalardan kaynaklanan [statükoya yönelik] tehditlerle mücadele edebileceği ve Üçüncü Dünya’daki ulusinşası süreçlerini Amerikan liberal siyasi ve ekonomik gelişme modeline uygun olarak teşvik edebileceği” algısını desteklemesi ve bunun araçlarını sağlaması 20 da bu stratejiyi etkiliyordu. 1947 yılında ilân edilen Truman Doktrini vasıtasıyla, SSCB’den tehdit algılayan Türkiye ve Yunanistan’a yardımda bulunulması, bu doğrultuda atılan ilk adımlardan biriydi. 

A. Soğuk Savaş Şartlarında Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı Ve ABD’nin Soruna Yaklaşımı 

   Kıbrıs’ın 1950’lerin ortalarında bir uluslararası sorun olarak ortaya çıkışı, ABD’li yetkililerin Soğuk Savaş ortamında izlemeye çalıştıkları küresel strateji 
çerçevesinde değerlendirdikleri bir gelişmeydi. ABD, Kıbrıs adasını ve adada yaşanan gelişmeleri Doğu ile Batı, komünizm ile kapitalizm arasındaki küresel 
düşmanlığın küçük ama önemli bir parçası olarak görüyordu.21 Bu nedenle, çok genel bir anlatımla ana hatları yukarıda belirtilen dönemde ABD’nin izlediği dış 
politikanın Kıbrıs sorununa nasıl yaklaştığını daha iyi anlayabilmek için Kıbrıs’ın da yer aldığı Ortadoğu bölgesi üzerinde ABD ile SSCB arasında yaşanan etkinlik 
mücadelesine bakmakta fayda vardır.

 1. Soğuk Savaş’ın İlk Yıllarında Ortadoğu Bölgesinde ABD - SSCB Rekabeti İki karşıt kutbun rekabeti olarak ortaya çıkan Soğuk Savaş, silahlanma yarışına, Avrupa’nın nüfuz bölgelerine ayrılmasına ve başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın diğer bölgelerinde ABD ile SSCB arasında yoğun bir güç mücadelesi ne dayanıyordu.22 İki kutup liderinin ulusal çıkarları ve stratejik değerlendirme leri, Ortadoğu coğrafyasının kendine has özellikleri ile birleşince bu bölge Soğuk Savaş boyunca ABD ve SSCB’nin etki alanı mücadelesine sahne oldu. 

Stratejik konumu ve Batı Avrupa, Japonya ve bir ölçüde ABD’nin bağımlı olduğu büyük petrol rezervleri23 nedeniyle Ortadoğu, kaçınılmaz olarak Sovyet - 
Amerikan askeri ve diplomatik rekabetinin odağı haline geliyordu. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı’ndan eski güçlerini kaybetmiş olarak çıkan İngiltere ve Fransa gibi 
Batı dünyasının başlıca sömürgeci devletlerinin Ortadoğu’da yükselen ulusçu luğun da tepkisiyle bölgedeki sömürgelerinden çekilmeleri, bu rekabeti etkileyen başka bir gelişmeydi.24 Çünkü bu dönemde, ABD ile SSCB arasında “sömürgeci devletlerin Ortadoğu’dan çekilmeleriyle bölgede oluşan güç boşluğunu doldurma” mücadelesi de yaşanıyordu.25 

ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasının temel taşları, “Batı açısından 
hayatî önemdeki petrol kaynaklarının savunulması, İsrail’e yönelik taahhütlerin 
gerçekleştirilmesi ve Sovyet yayılmacılığının önlenmesi”ydi.26 SSCB’ye karşı 
koyma amacında ABD ile birleşen İngiltere ise, bölgedeki askeri ve siyasi 
sorumluluklarını yavaş yavaş bu ülkeye devretmesine rağmen, bazı özel ekonomik çıkarlarını koruma konusunda müttefiki ile anlaşmazlık yaşıyordu. Bu anlaşmazlığın başlıca nedeni, İngiltere’nin savaş sonrasında neredeyse topyekûn bir ekonomik çöküşte olması ve bu alanda iyileşme için Marshall Planı’na güvenmesiyle Ortadoğu’ya sızmaya başlayan ABD’nin27 “sömürgeciliğin düzenli bir şekilde sona erdirilmesinin, bağımsız Ortadoğu devletlerinin Batı kampında kalmasını sağlayacağını ve bölgede Amerikan etkisinin sürdürülmesine yardım edeceğini” düşünmesiydi.28 İki ülke arasındaki bu anlaşmazlık, 1956 yılında Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın Kanal Şirketi’ni millileştirmesi üzerine 
İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a askeri müdahalede bulunmalarıyla yaşanan 

Süveyş Krizi’nde doruğa çıktı. ABD, kriz boyunca SSCB ile birlikte tutum takınarak, İngiltere, Fransa ve İsrail’i saldırganlıkla suçladı ve kınadı.29 

1945 - 1953 yılları arasında ABD Başkanlığı görevini yürüten Harry S. 
Truman ve 1949’dan itibaren kendisine ABD Dışişleri Bakanı olarak eşlik eden Dean Acheson, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ülkelerinin izlediği dış politikanın başlıca mimarlarıydı. ABD diplomasisinin Başkan Truman döneminde oluşturulan “bölgesel ittifaklar, kolektif güvenlik, dış yardım ve Birleşmiş Milletler’in desteklenmesi” gibi temel prensipleri, sonraki ABD Başkanı Dwight David Eisenhower döneminde sadece devam ettirilmedi, aynı zamanda genişletildi.30 Zamanla Truman Doktrini, askeri çevreleme düşüncesinden küresel politikanın genel bir ilkesi hâline, Marshall Planı da Batı Avrupa ile sınırlı bir ekonomik iyileştirme tekniğinden “küresel dış yardım ilkesi”ne dönüştü.31 

Bu stratejinin en açık biçimde dışavurumu Süveyş Krizi sonrasında ilan 
edilen, 5 Ocak 1957 tarihli Eisenhower Doktrini’ydi. Eisenhower Doktrini’nin ortaya çıkmasındaki en büyük etken, Süveyş ateşkesinden sonraki haftalarda 
“Ortadoğu’daki güç boşluğunun komünizmin yayılması için yeni fırsatlar yarattığı” endişesinin Washington’a hâkim olmasıydı. Bu doktrin, etkili bir karşı önlem alınmadıkça, Ortadoğu’da var olan güç boşluğunun SSCB’nin sızması ile 
doldurulacağını savunarak, uluslararası komünizm tarafından tehdit edilen bölge 
devletlerine ekonomik ve askeri destek teklif ediyordu.32 SSCB’nin etki alanını 
genişletmesini önlemek amacıyla 1947’de Türkiye ve Yunanistan’a verilen desteğin istenen sonucu doğurması da, ABD’nin bu yöntemi Ortadoğu’daki ülkelere uygulayabileceği düşüncesini destekleyen bir gelişmeydi.33 Bu nedenle, Truman Doktrini’ni tamamlama amacı taşıyan Eisenhower Doktrini, daha çok Ortadoğu’nun kalbindeki Arap devletlerini savunmak için oluşturulmuştu.34 

Eisenhower Doktrini, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan’da test edildi, ancak 
zamanla işlevsiz olduğu kanıtlandı.35 Bu durumun başlıca nedeni, 1950’lerde esasen Ortadoğu’daki iki sömürgeci güce, İngiltere ve Fransa’ya yönelen ulusçu ve emperyalizm karşıtı hareketlerin -Başkan Eisenhower ve Dışişleri Bakanı John Foster Dulles ikilisinin komünizm karşıtı ittifaklara yönelik takıntıları nedeniyle-ABD’yi de başka bir emperyalist güç olarak görmeleriydi. Arap devletlerinin gelenekçi, monarşik rejimleri ile Lübnan’ın Batı yanlısı hristiyan hükümetini, devrimci ulusçuluğun yükselen dalgalarına karşı korumayı amaçlayan doktrin ile ABD, aslında SSCB’nin bölgede etkin olma amacına hizmet etmiş oldu. 1958’in sonuna gelindiğinde ABD’nin Eisenhower Doktrini’ne dayanan Ortadoğu politikasının başarısız olduğu görüldü. Ortadoğu’da yeni yeni ortaya çıkan radikal, ulusçu ve Batı karşıtı güçlerin yine bu bölgedeki muhafazakâr, statükocu ve Batı yanlısı rejimlere gözle görülür bir üstünlüğü vardı.36 

Böylece SSCB’nin Ortadoğu’ya nüfuz etmesi için uygun bir döneme gelinmiş 
oldu. Batı’nın sömürgeci geçmişi ve bölgedeki ulusçu hareketleri yanlış algılaması nedeniyle 1950’lerin sonlarında SSCB, Ortadoğu’da ABD’ye göre oldukça avantajlı bir konumdaydı.37 Bu dönemde Mısır, Suriye ve Irak açık bir şekilde ABD’ye karşı tutum takınmışlardı, Lübnan ise biraz daha ılımlıydı. ABD’nin sadece Ürdün ve Suudi Arabistan ile yakın ilişkileri vardı. Doktrin, SSCB’yi Ortadoğu’nun dışında tutmayı hedeflemişti ancak tam tersi bir sonuç doğurmuştu. 1958 - 1959’da SSCB bölgedeki başat güçtü.38 Bu sonuçta sadece ABD’nin izlediği Ortadoğu politikasındaki yanlışlıkların değil, aynı zamanda SSCB’nin özellikle 1950’lerin ortalarından itibaren bölgeye yönelik izlediği akılcı politikanın da etkisi vardı. 

SSCB, İkinci Dünya Savaşı’nın büyük bölümü kendi topraklarında yaşanmış 
ve bu savaşta diğer tüm savaşan devletlerden daha fazla zaiyat vermiş olmasına rağmen, bu büyük mücadeleden dünyanın en güçlü ikinci devleti olarak çıkmıştı.39 
SSCB için savaş sonrası dış politikada en önemli konu Batı ile küresel düzeyde 
rekabet ve ABD’nin uyguladığı çevreleme politikasını ortadan kaldırma çabasıydı. ABD’nin Ortadoğu’da hâkimiyet kurma ve SSCB’yi çevreleme girişimleri, Sovyetlerin bu bölgeye yönelik politikalarını şekillendiren en önemli unsurlardı.40 

Batı’nın Ortadoğu’ya gösterdiği ilginin temelinde yatan olgular, bölgeyi 
SSCB açısından önemli kılan nedenlerle büyük ölçüde benzeşiyordu. SSCB, 
Ortadoğu petrolünün [çöken ekonomilerini tekrar düzeltebilmek için bu kaynağa 
bağımlı olan] Batı devletlerine akışının engellenmesi durumunda, ABD’nin 
liderliğindeki kapitalist dünyadan algıladığı tehditlerin azalacağını düşünüyordu. Bu nedenle Ortadoğu petrolü, bölgenin sahip olduğu muazzam petrol kaynaklarına bağımlı olmamasına rağmen, SSCB’nin bölgeye gösterdiği ilginin başlıca nedenlerinden biriydi. Bölge ülkelerinde ulusçu ve emperyalizm karşıtı hareketlerin varlığı da Batı dünyasıyla rekabet içinde olan SSCB için önemli bir etkendi. Ayrıca Ortadoğu, ABD’den çok SSCB topraklarına yakın bir bölgeydi.41 

Bu şartlar altında, Josef Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel 
Sekreteri olduğu dönemde SSCB’nin Ortadoğu politikası, “bölgede emperyalizm 
karşıtı faaliyetler yürüten hareketlere ve yerel komünist partilere, ekonomik durumun elverişsizliğinden ötürü en azından sözlü destek verilmesi” anlayışıyla yürütüldü. Stalin’in 1953 yılında ölümüyle yerine geçen Nikita Kruşçev döneminde “Sovyet yanlısı olsun ya da olmasın, Batı karşıtı olan her türlü hareketi desteklemenin Ortadoğu’da var olan Batı etkisini zayıflatacağı” düşüncesiyle bu destek artırıldı.42 Stalin sonrası SSCB’nin Ortadoğu politikasındaki amaçları, ABD ittifak sistemini bozmak, Batı’nın etkisini ve pozisyonunu zayıflatmak, bölge ilişkilerinde SSCB’nin rolünü ve etkisini genişletmek ve bölgede bir Pax-Americana kurmaya çalışan ABD’nin çabalarına engel olmak şeklinde sıralanıyordu.43 

Bu amaçlara ulaşmak için, 1950’lerin ortalarındaki Sovyet girişimleri, 1940’ların ortalarında Stalin’in yaptığı girişimlerden çok daha akıllıca tasarlandı ve 
yürütüldü.44 Nikita Kruşçev’in Ortadoğu stratejisi, bölge hükümetlerine gözdağı 
verme veya bölge dışı güçlerle pazarlık yaparak kazanç sağlama ihtimalini de 
dışlamamakla birlikte, daha çok yerel güçlerin Batı aleyhine yönlendirilmesine 
dayanıyordu.45 Sonuçta gerek bu stratejinin başarısı, gerek ABD’nin izlediği 
Ortadoğu politikasının başarısızlığı, gerekse Ortadoğu bölgesindeki ulusçu 
hareketlerin etkisiyle, yukarıda da belirtildiği gibi, 1960’lara gelindiğinde bölge 
üzerindeki Sovyet - Amerikan rekabetinde SSCB üstün olan taraftı. Bu durum, 
ABD’deki yönetim değişikliğinin de etkisiyle Washington’ın Ortadoğu’ya 
yaklaşımında farklı yöntemler benimsemesine neden oldu. 

Başkan Eisenhower, Ocak 1961’de halefine, sekiz yıl önce devraldığı ve 
temel çizgileri değişmeden kalan bir dış politika bıraktı.46 Yeni Başkan John 
Fitzgerald Kennedy döneminde de ABD’nin Ortadoğu’yu savunması gerektiği 
düşüncesi devam etti. 1960’ların ilk yıllarında Ortadoğu’ya yönelik ABD 
diplomasinin temelinde “devamlılık, taraf tutmama ve taraf olmama” gibi ilkeler 
yatıyordu. Bu ilkelerden de anlaşılabileceği gibi, Eisenhower Doktrini ile bölge 
ülkelerindeki Batı yanlısı güçlere verilen açık desteğin tepki çekmesi nedeniyle, bu kez Amerikalı siyasetçiler Arap ulusçuluğuna daha ılımlı yaklaşmayı amaçlıyorlardı. 

Arap ulusçuluğunun gücünün Sovyet yayılmasını caydırmaya yönelik olarak 
kullanılabileceği düşünüldüğünden, bu yükselen ulusçuluğa destek olarak, Arap 
liderlerine ekonomik yardımda bulunuluyordu. Aynı zamanda petrolün bölgeden 
Batı’ya düzenli bir şekilde akmasının önemi de göz önünde tutuluyordu.47 

ABD’deki yeni yönetim, Ortadoğu politikasını böyle temkinli bir yaklaşımla 
oluştururken, genel olarak dış politikada daha sert bir tutum benimsiyordu. 
Ambrose’ye göre, bunun nedeni Kennedy ve çevresindekilerin Eisenhower’ın 
yeterince saldırgan olamadığını, tavizler verdiğini ve ülkeyi, büyük işler başarma yolunda harekete geçiremediğini düşünmeleriydi. Temelde Eisenhower, Soğuk Savaş’ın askeri yöntemlerle çözüme kavuşturulabileceği ya da ABD’nin dünyanın kaderini tayin edebileceği yönündeki görüşleri reddediyordu. ABD’nin oynayacağı rolün sınırlılığını kabul etmişti. Kennedy ise bunu kabul etmiyordu ve Eisenhower’ın pasif kaldığını düşündüğü her konuda etkin olmaya niyetleniyor du.48 

ABD’nin dış politikadaki bu sert tutumu, bu dönemde nükleer silahlar 
bakımından ABD’yle rekabet edebilecek seviyede olan SSCB’de de karşılığını 
bulunca, iki süper güç, Ekim 1962’de Küba Füze Krizi nedeniyle ilk kez doğrudan karşı karşıya geldiler. Soğuk Savaş tarihinin doruk noktasını oluşturan bu krizde, iki ülkenin itibar mücadelesinin dünyayı bir nükleer savaşla yok olmanın eşiğine getirdiği görüldü. Bu bunalımdan sonra Yumuşama olgusu yavaş yavaş uluslararası alanda hissedilmeye başladı. 

1950’lerdeki ve 1960’ların başlarındaki Macar ayaklanması, Üçüncü Dünya ulusçuluğunun ve bağlantısızlığının yükselişi, Küba’da Fidel Castro’nun iktidarı 
alması, SSCB’nin Sputnik uydusunu fırlatması, Küba Füze Krizi ve Hindi Çini’ndeki savaş gibi bazı olaylar Amerikan korkularını besledi, Amerikan siyasetini etkiledi ve ABD dış politikasının Soğuk Savaş siyasetindeki devamlılığını teşvik etti.49 Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ikinci on yıllık dönemde, ABD’nin dünya çapındaki taahhütlerinin artışı, Soğuk Savaş’taki rekabet gücünde göreli bir düşüş yaşanmasına yol açtı.50 Ancak dünya çapında kurulan ittifaklar sisteminin, özellikle de NATO ittifakının gücü ve dayanıklılığı konusu, Amerikan dış politikasının öncelikli ilgilerinden biri olmaya devam etti.51 

Ortadoğu bölgesinde ABD ile SSCB arasında yukarıda anlatıldığı gibi 
kıyasıya bir rekabet yaşanırken ortaya çıkan ve giderek büyüyen Kıbrıs sorunu da bu rekabetten ve Soğuk Savaş’ta Amerikan çıkarları açısından çok önemli bir rol oynayan NATO’nun istikrarı kaygısından büyük ölçüde etkilendi. 1950’lerin 
ortalarında uluslararası bir anlaşmazlık hâline gelen ve 1960’lar boyunca Doğu 
Akdeniz bölgesinde ABD’nin çıkarlarını tehdit eden Kıbrıs sorununa yönelik 
Amerikan ilgisinin başlıca nedeni, üç NATO üyesi ülkenin -İngiltere, Türkiye ve 
Yunanistan- bu sorunun tarafları olmasıydı. ABD’nin Kıbrıs’a ve Kıbrıs sorununa 
bakışını şekillendiren başka etkenler 52 de olmasına rağmen bu sorun nedeniyle 
NATO müttefikleri arasında bir savaş yaşanması ve böylece NATO’nun güney doğu kanadının yıkılması ihtimali, ABD’li yetkililer açısından esas önceliğe sahip konuydu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLAR;

1 Field-Marshal the Lord Harding of Petherton, “The Cyprus Problem in Relation to the Middle East,” International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), Vol. 34, No. 3 (Jul. 1958), s. 
2 Mehmet Hasgüler, “Kıbrıs’ta Karşılaştırmalı Eleştirel Yöntem Işığında Ulusçu Tatmin ve Siyasal Denge Modeli,” içinde Mehmet Hasgüler ve Ümit İnatçı, (ed.), Kıbrısın Turuncusu, İstanbul, Anka Yayınları, 2003, s. 10. 
3 David Souter, “An Island Apart: A Review of the Cyprus Problem,” Third World Quarterly, Vol. 6, No. 3 (Jul. 1984), s. 657. 
4 Guy Dundas, “Cyprus from 1960 to EU Accession: the Case for Non-Territorial Autonomy,” Australian Journal of Politics and History, Vol. 50, No. 1 (2004), s. 86. 
5 Constantine P. Danopoulos, “The Greek Military Regime (1967-1974) and the Cyprus Question – Origins and Goals,” Journal of Political and Military Sociology, Vol. 10 (Fall 1982), s. 258. 
6 Şükrü Sina Gürel, Tarihsel Boyut İçinde Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ankara, Ümit Yayıncılık, 1993, s. 53. 
7 Şüphesiz, süper güçlerin -özellikle de Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin-Kıbrıs’a ve Kıbrıs sorununa ilgi duymalarının tek nedeni adanın stratejik coğrafi konumu değildir. ABD açısından Kıbrıs’ın önemine ilerde detaylı olarak değinilecektir. 
8 Danopoulos, op. cit., s. 258-259; Gürel, op. cit., s. 53; George A. Kourvetaris, “Greek and Turkish Interethnic Conflict and Polarization in Cyprus,” Journal of Political and Military Sociology, Vol. 16, (Fall 1988), s. 192. 
9 Jacob M. Landau, “Johnson’s Letter to İnönü and the Greek Lobbying at the White House,” The 
Turkish Yearbook of International Relations, Vol. 14 (1976), s. 45. 
10 Ellen B. Laipson, “The United States and Cyprus: Past Policies, Current Concerns,” içinde Norma Salem, (der.), Cyprus: A Regional Conflict and its Resolution, New York, St. Martin’s Press, 1992, s. 90. 
11 Christian Heinze, “The Cyprus Conflict, the Western Peace System is Put to the Test,” The Turkish Yearbook of International Relations, Vol. 4 (1963), s. 44. 
12 Ibid., s. 45. 
13 Joshua W. Walker, “A Turkish-Cypriot Perspective: Rauf Denktash and Nancy Crawshaw on Cyprus,” Alternatives, Vol. 4, No. 3 (Fall 2005), s. 78. 
14 Aralık 1963’ten Ocak 1969’a kadar ABD Başkanlığı görevini yürüten Lyndon Baines Johnson döneminde ABD’nin Kıbrıs politikasına ilişkin çeşitli belgeler “1964-1968, Kıbrıs; Yunanistan; Türkiye” başlığı altında, 15 Ağustos 2002 tarihinde yayınlanmıştır. Bkz. “Status of the Foreign 
Relations Series,” Volumes Published In 2002, http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/27363.htm (Erişim Tarihi: 25.05.2009). 
15 “Foreign Relations of the United States,” http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/index.htm (Erişim Tarihi: 25.05.2009). 
16 “Status of the Foreign Relations Series,” May 2009, http://www.state.gov/r/pa/ho/frus/123567.htm (Erişim Tarihi: 25.05.2009). 
17 Ertuğrul Meşe, “‘Malumun İlânı’: Bir Konferansın Düşündürdükleri,” Birikim, Sayı 235 (Kasım 2008), s. 49. 
19 Jerel A. Rosati, The Politics of United States Foreign Policy, Fort Worth, Harcourt Brace College Publishers, 1999, s. 29.
20 Ibid., s. 48. 
21 Nicolet, op. cit., s. 96. 
22 İlker Aktütün, “Soğuk Savaştan Küresel Tiranlığa,” içinde Toktamış Ateş, (der.), ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2004, s. 252. 
23 Ortadoğu, 1950’lerin ortalarında, dünyanın o zaman için bilinen petrol rezervlerinin % 64’üne sahipti. Bkz. Stephen E. Ambrose, Dünyaya Açılım: 1938’den Günümüze Amerikan Dış Politikası, çev. Ruhican Tul, Ankara, Dış Politika Enstitüsü Yayınları, 1992, s. 135. Ortadoğu’daki petrolün ABD ve SSCB açısından önemi için bkz. Şükrü Sina Gürel, Ortadoğu Petrolünün 
Uluslararası Politikadaki Yeri, Ankara, AÜSBF Yayınları, 1979. 
24 Bölgedeki Batı çıkarlarını korumanın sorumluluğu 1950’lere kadar büyük ölçüde İngiltere ve Fransa tarafından üstlenilmişti. Savaş sonrası dünyanın ekonomik ve siyasi şartları, bu ulusları, bölgedeki emperyal bağlantılarını azaltmaya veya ortadan kaldırmaya zorladı. Bkz. Arthur S. Link, 
American Epoch: A History of the United States Since the 1890’s, New York, Alfred A. Knopf, 1967, s. 837. 
25 Richard H. Nolte, “United States Policy and the Middle East,” içinde Georgiana G. Stevens, (ed.), The United States and the Middle East, Englewood Cliffs, N. J., Prentice-Hall, Inc., 1964, s. 153, 157. 
26 Leon T. Hadar, Quagmire: America in the Middle East, Washington, Cato Institute, 1992, s. 45. 
27 Ibid., s. 44. 
28 Ibid., s. 47. 
29 Elie Kedourie, “Britain, France and the Last Phase of the Eastern Question,” içinde Jacob Coleman 
Hurewitz, (ed.), Soviet-American Rivalry in the Middle East, New York, Frederick A. Praeger, 1969, s. 195. 
30 Link, op. cit., s. 810. 
31 Hans J. Morgenthau, A New Foreign Policy for the United States, London, Pall Mall Press, 1969, s. 10. 
32 Hadar, op. cit., s. 47. 
33 Nolte, op. cit., s. 154. 
34 Ancak “ABD’nin Ortadoğu’daki devletler arasında öncelikli ilgisi Kuzey Kuşağı devletlerine Türkiye, 
İran, Irak- yönelikti.” Bkz. Thomas A. Bryson, American Diplomatic Relations With the 
Middle East, 1784-1975: A Survey, Metuchen, N. J., The Scarecrow Press, Inc., 1977, s. 223. 
SSCB’nin etkisini Ortadoğu’ya doğru genişletmesini engellemede kilit konumda bulunan bu ülkelere 
Pakistan ve İngiltere’nin de katılmasıyla 1955 yılında Bağdat Paktı oluşturuldu. Irak’ın 1958’deki 
darbenin ardından pakttan ayrılması nedeniyle ittifakın adı 1959’da CENTO (Central Treaty 
Organization - Merkezi Antlaşma Örgütü) olarak değiştirildi. 
35 Ibid., s. 204. Doktrinin Arap ülkelerindeki siyasi gelişmelere uygulanışı için bkz. Ibid., s. 208-217; Nolte, op. cit., s. 163-170. 
36 Adeed Dawisha, “The Soviet Union in the Arab World: The Limits to Superpower Influence,” 
içinde Adeed Dawisha ve Karen Dawisha, (eds.), The Soviet Union in the Middle East: Policies 
and Perspectives, London, Heinemann, 1982, s. 9. 
37 Ibid., s. 9-10. 
38 Bryson, op. cit., s. 218-219. 
39 Ronald De McLaurin, The Middle East in Soviet Policy, Massachusetts, D. C. Heath and 
Company, 1975, s. 6.40 Alvin Z. Rubinstein, “The Evolution of Soviet Strategy in the Middle East,” ORBIS, Vol. 24, No. 2 (Summer 1980), s. 337. 
41 McLaurin, op. cit., s. 15-16. 
42 Ibid., s. 7-10. 
43 Rubinstein, op. cit., s. 337. 
44 Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra SSCB’nin Türkiye’ye verdiği notalarda, Türk -
Sovyet sınırında SSCB lehine değişiklik yapılması ve Boğazların ortaklaşa savunulması için SSCB’ye 
üs verilmesi gibi isteklerde bulunması, Türkiye’yi Batı’nın güvenlik şemsiyesi altına girmeye sevk 
etmiş; böylece iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulması sürecini başlatmıştı. Bkz. Kemal H. Karpat, 
“Turkish Soviet Relations,” içinde Kemal H. Karpat, (der.), Turkey’s Foreign Policy in Transition 
1950-1974, Leiden, Netherlands, E. J. Brill, 1975, s. 83-84. 
45 John C. Campbell, “The Soviet Union and the United States in the Middle East,” Annals of the 
American Academy of Political and Social Science, Vol. 401, America and the Middle East (May 
1972), s. 127. 
46 Frank Freidel, America in the Twentieth Century, New York, Alfred A. Knopf, 1970, s. 566. 
47 Bryson, op. cit., s. 222. 
48 Ambrose, op. cit., s. 154-155. Küba’da Fidel Castro rejimini devirmek için düzenlenen Domuzlar 
Körfezi Çıkarması bu anlayışın yansımalarından biriydi. 
49 Rosati, op. cit., s. 46. 
50 Morgenthau, op. cit., s. 14. 
51 Link, op. cit., s. 812. 
52 Bu konu ilerde “ABD Açısından Kıbrıs’ın Önemi” başlığı altında ele alınacaktır. Bkz. infra., s. 31. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

1964 VE 1967 KIBRIS KRİZLERİ SIRASINDA ABD’NİN KIBRIS POLİTİKALARI, BÖLÜM 1

1964 VE 1967 KIBRIS KRİZLERİ SIRASINDA ABD’NİN KIBRIS POLİTİKALARI, BÖLÜM 1 


T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI 

Yüksek Lisans Tezi 
Altan AKTAŞ 
Ankara - 2009 

Tez Danışmanı 
Prof. Dr. Melek FIRAT 
Ankara - 2009 

1964 VE 1967 KIBRIS KRİZLERİ SIRASINDA ABD’NİN KIBRIS POLİTİKALARI 
Yüksek Lisans Tezi 
Tez Danışmanı : Prof. Dr. Melek Fırat 

Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası 

Prof. Dr. Melek Fırat 
Prof. Dr. Çağrı Erhan 
Doç. Dr. Yelda Demirağ

İÇİNDEKİLER 

İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………i 
ÖNSÖZ……………………………………………………………………………...iv 
GİRİŞ............................................................... 1 

I. ABD DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN KIBRIS SORUNU...... 9 

A. Soğuk SavaşŞartlarında Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışı Ve ABD’nin Soruna Yaklaşımı......... 10 

1. Soğuk Savaş’ın İlk Yıllarında Ortadoğu Bölgesi’nde ABD - SSCB Rekabeti................ 11 

2. Kıbrıs Sorununun Ortaya Çıkışından 1964 Krizine Kadar ABD’nin Kıbrıs Politikası........20 

a. 1950’lerde Kıbrıs Sorunu ve ABD’nin Tutumu ................. 20 

b. Zürih - Londra Antlaşmaları’na ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşuna ABD’nin Tepkisi..... 26 

c. ABD’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne Yönelik Politikası.......... 29 

B. ABD Açısından Kıbrıs’ın Önemi ..................................31 

1. Kıbrıs’ın Stratejik Konumu ........................................ 33 

2. Adadaki İngiliz Üsleri ............................................... 34 

3. Adadaki Amerikan Tesisleri..........................................36 

4. NATO’nun Güneydoğu Kanadının Güvenliği Endişesi........ 37 

5. Makarios’un Bağlantısız Tutumundan Duyulan Rahatsızlık . 39 

6. Komünist Parti AKEL’in Varlığı........................................ 41 

7. SSCB’yi Çevreleme Politikası Açısından Kıbrıs’ın  Önemi ..... 42 

II. 1964 KIBRIS KRİZİ VE AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NİN TUTUMU...44 

A. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasal Sorunları Ve Aralık 1963’te Başlayan Kriz.... 46 

1. 1960 Sistemine İlişkin Anlaşmazlıklar ve Cumhurbaşkanı Makarios’un Anayasada Değişiklik Önerileri .... 46 

2. Kıbrıs’ta Çatışmaların Başlaması ve Krizin İlk Günlerinde ABD’nin Tutumu.......... 49 

B. ABD’nin Kıbrıs Sorununa Müdahil Olması..............................................52 

1. Londra Konferansı ve Anglo - Amerikan Teklifi...........................52 

2. Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs Sorunu ve ABD’nin Tutumu...........59 

3. Türkiye’nin Kıbrıs’a Müdahale Konusundaki Kararlılığının Arttığı Nisan - Mayıs 1964 Döneminde ABD’nin Tutumu .... 64 

C. ABD’nin Kıbrıs Sorununa Nihai Çözüm Bulunmasına Yönelik Girişimleri ............ 71 

1. “Johnson Mektubu”....................................................................................71 

2. Washington Görüşmeleri............................................................................ 81 

3. Cenevre Görüşmeleri ve Birinci Acheson Planı............................................... 89 

4. Kıbrıs’ta Ağustos 1964 Olayları ve İkinci Acheson Planı.................................. 97 

5. ABD’nin Kıbrıs Sorununu Makarios’u Devredışı Bırakarak Çözme Yönündeki Planları...109 

D. 1964 Krizi Boyunca ABD’nin İzlediği Politika: Değerlendirme............ 116 

III. İKİ KRİZ ARASI DÖNEMDE YAŞANAN GELİŞMELER......................... 123 

A. Türkiye’de ve Yunanistan’da Yaşanan Gelişmeler............................. 123 

1. Kıbrıs SorunununTürk Dış Politikasına Etkileri .................................. 124 

a. Johnson Mektubu’nun Etkisi ........................................................... 124 

b. Türkiye - SSCB İlişkilerinde Yakınlaşma .......................................... 127 

c. Türkiye - ABD İlişkilerinde Gerileme..................................................129 

2. Yunanistan’da Yaşanan Gelişmeler .................................................. 132 

a. Kıbrıs Sorununun Yunanistan - ABD İlişkilerine Etkisi .......................... 132 

b. Yunanistan’da Siyasi İstikrarsızlık ve Askeri Darbe................................133 

c. ABD’nin Yunanistan Siyasetindeki Gelişmelere Yaklaşımı……….....………….....135 

B. Kıbrıs’ta ve Kıbrıs Sorununda Yaşanan Gelişmeler................................ 139 

ii 

1. Kıbrıs’ın İç ve Dış Politika Uygulamalarına ABD’nin Tepkisi ... 139 

2. Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs Sorunu ve ABD’nin Tutumu.........143 

C. ABD’nin Kıbrıs Sorununun Çözümüne Yönelik Çabaları.......... 145 

1. ABD’nin Kıbrıs Sorununda “Ön Plana Çıkmama” Taktiği ......... 145 

2. Türkiye’deki ve Yunanistan’daki İktidar Değişikliklerinin ABD’nin Kıbrıs Tutumuna Etkileri... 148 

3. Değerlendirme: ABD’nin İki Kriz Arası Dönemde İzlediği Politika.... 155 

IV. 1967 KIBRIS KRİZİ VE AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ’NİN TUTUMU... 158 

A. Boğaziçi - Geçitkale Saldırıları ve ABD’nin Krizin İlk Günlerindeki Tutumu .. 159 

B. ABD’nin Krizi Sona Erdirmeye Yönelik Girişimleri.............................. 164 

1. Üçlü NATO Girişimi.................................................................... 164 

2. Vance Misyonu............................................................................. 166 

a. Cyrus Vance’in Atanması................................................. 166 

b. Vance Misyonu’nun Altyapısını Hazırlayan Gelişmeler.. 169 

c. Vance’in Mekik Diplomasisi ve Krizin Sona Ermesi....... 173 

C. Krizin Hemen Sonrasında Yaşanan Gelişmeler ........... 183 

D. 1967 Krizi Boyunca ABD’nin İzlediği Politika: 
     1964 Krizi İle Karşılaştırma ................................... 185 

SONUÇ.............................................................. 193 
KAYNAKÇA ........................................................ 198 
ÖZET................................................................. 225 
ABSTRACT......................................................... 227 



ÖNSÖZ 

Bilimsel bir çalışma yapmak her şeyden önce sabır isteyen bir iştir. Bu sabrı göstermesi gereken esas kişi araştırmacı olmasına rağmen, araştırmacının yakın 
çevresindeki kişiler de bu sürecin bazı zorluklarına katlanmak durumunda kalabilmektedirler. 
Bu nedenle elinizdeki çalışmayı hazırlarken yaşadığım bütün sıkıntıları paylaşan, hiç bir zaman benden maddi ve manevi desteğini esirgemeyen aileme teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca gündelik hayatın gerektirdiği sorumluluklarda bana yardımcı olarak üzerimdeki yükü hafifletmeye çalışan Bekir Koçak’a ve kardeşim Atilla Aktaş’a, yüreklendirici ve moral verici konuşmalarıyla çalışmanın yazım aşamasında hep yanımda olan sevgili Ebru Özaydın’a özellikle teşekkür etmek isterim. Burada isimlerini sayamadığım yakınlarıma ve arkadaşlarıma da teşekkür borçluyum. 

Tez çalışmamın her aşamasında yakın ilgi ve desteğini gördüğüm; çalışmalarımın yönlendirilmesi ve sonuçlandırılmasında büyük emeği geçen tez danışmanım sayın Prof. Dr. Melek Fırat’a, böyle bir çalışma yapmam konusunda beni teşvik eden ve yardımlarını esirgemeyen sayın Prof. Dr. Çağrı Erhan’a, savunma aşamasında ortaya koyduğu değerli yorum ve eleştirileriyle katkıda bulunan sayın Doç. Dr. Yelda Demirağ’a özellikle şükranlarımı sunarım. 

Son olarak, yüksek lisans öğrenimimin iki yılı boyunca sağladığı bursla söz konusu çalışmanın ortaya çıkmasında destekleyici ve teşvik edici rolü bulunan 
TÜBİTAK - Bilim İnsanı Destekleme Daire Başkanlığı’na da büyük teşekkür borçlu olduğumu belirtmek isterim. 

GİRİŞ 

1955 - 1957 yılları arasında İngiltere’nin Kıbrıs Valisi olarak görev yapan Mareşal John Harding, bundan tam elli bir yıl önce Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “… Kıbrıs’ta yaşayan insanların bu sorunu çözmede üstün çıkarları olmadığını söylemiyorum; çıkarları var fakat talihsiz oldukları durum şu ki, Lawrence Durrell’in Acı Limonlar kitabında kullandığı kelimelerle söylersek, ‘uluslararası ilişkiler piyasasına sürülmüş’ bir adada yaşıyorlar. Ve maalesef coğrafi konumu, ulusal duygular ve korkular ve endişeler ve özlemler nedeniyle kimse Kıbrıs’ı bu piyasadan çıkaramayacak.”1 Günümüzde Kıbrıs sorununun bu cümlelerin söylendiği zamankinden daha fazla aktörü içererek ve daha da karmaşıklaşarak devam etmesi, bu adanın bir uluslararası sorun olarak daha uzun süre bu “piyasa”da kalacağına işaret ediyor gibi görünmektedir. 

Kıbrıs’ın modern tarihi, birbirlerine karşı tarihe dayalı düşmanlıklar taşıyan “Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin bir ‘yavrulama’ ve ‘olgunlaştırma’ çocuğu olduğu kadar, Soğuk Savaş koşullarının da büyüttüğü ve emzirdiği boyutlarıyla karmaşıklık taşıyan”2 bir sorunun tarihidir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1960 yılındaki sayıma göre, nüfusunun % 77’si Rumlardan % 18’i Türklerden oluşan Kıbrıs,3 birden fazla etnik grubun var olduğu ve özellikle topraksal olarak bu grupların birbirlerine karıştığı devletlerde kültürel özerklik ve siyasi güç dağılımını sağlamanın zorluğunu gösteren iyi bir örnektir.4 

Kıbrıs’ın 1950’lerde kanlı çatışmalara neden olan bu çok uluslu yapısı, adada bağımsız bir devlet kurulduktan sonra da potansiyel bir çatışma tehdidi olmaya 
devam etmiştir. Danopoulos’a göre, esasen aralarındaki din engeli Türk ve Rum toplumlarını birbirlerinden ayrı tutarak bir “ulusal Kıbrıslılık bilinci”nin ortaya 
çıkmasını önlemiştir.5 Adadaki iki toplumun gerek İngiltere’nin yönetimi altındayken gerekse Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra kendilerini Türk ve Yunan kimlikleri altında görmeleri, kaçınılmaz olarak soruna Türkiye ve Yunanistan’ı da ortak etmiştir.6 Bununla birlikte, Soğuk Savaş dünyasının sorunlu, istikrarsız ve hassas Ortadoğu bölgesi için rekabet eden süper güçler açısından Kıbrıs’ı önemli bir ikmal istasyonuna çeviren coğrafi konumu nedeniyle bölge dışı devletler de soruna ilgi göstermişlerdir.7 Böylece Kıbrıs sorunu, adanın iki toplumu arasında yaşanan etnik kökenli bir sorun olmaktan çıkmış, bölgesel ve uluslararası bir boyuta ulaşmıştır.8 

Jacob M. Landau, Kıbrıs sorununu dört değişik boyutu olan çok karmaşık bir sorun olarak tanımlamaktadır. Landau’ya göre, bu boyutlar: “1- (Kıbrıs’ın içinde) toplumlararası 2- (Türkiye ve Yunanistan’ı içermek üzere) iki taraflı 3- (Büyük Britanya ve süper güçlerin katılımlarıyla) bölgesel 4- (Birleşmiş Milletler’deki küresel çerçeve içinde) uluslararası”dır.9 Buna karşın Ellen B. Laipson, ABD’nin Kıbrıs sorununda en büyük dış aktörlerden biri olduğunu belirterek Kıbrıs’ın “süper güç boyutu olan bölgesel çatışmalar” kategorisine kolaylıkla sokulamayacağını iddia etmektedir. Çünkü Laipson’a göre, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), Kıbrıs sorununu [taraflarının NATO üyeleri olmalarından dolayı sorunun NATO içinde çözülmeye çalışılması nedeniyle] bazen hasetle, [sorunun NATO ittifakını istikrarsızlaştırıcı etkisi nedeniyle de] bazen sevinçle kenardan izlemiştir. Bundan dolayı Kıbrıs sorunu, Batı kampı içindeki bir sorun olarak görülmelidir.10 

Bu haklılık arz eden yorumu daha ileri götüren yaklaşım, 1962 - 1963 
yıllarında Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı olarak 
görev yapan Christian Heinze’den gelmektedir. Heinze, Kıbrıs sorununu Batı 
kampının sınırları içinde tutul[maya çalışıl]an bir sorundan çok “Batılı uluslar 
topluluğu”nun üstün değerlerini tehdit eden bir sorun olarak görmektedir. 

Heinze’ye göre, Kıbrıs’ta bağımsız devlet kurulduktan sonra yaşanan olaylar, 
Kuzey Atlantik bölgesinin uluslarından oluşan Batı topluluğunun içindeki birlik ve düzen mekanizmalarının ciddi kusurlarını açığa çıkarmıştır. Çünkü Batılı uluslar topluluğu, ne Türkiye ile Yunanistan arasındaki soruna çözüm bulabilmiştir ne de bu sorun konusunda net bir fikir ya da tavır ortaya koyabilmiştir. Ayrıca 1959 Zürih - Londra ve 1960 Lefkoşa Antlaşmaları’nın bağlayıcılığı konusunda, bu antlaşmalar uygulamaya konulduktan kısa süre sonra ortaya çıkan anlaşmazlıklar da Batılı uluslar topluluğunun “barış sistemi”nin aksayan yönlerinden biridir.11 Bu iddiasını daha iyi anlayabilmek için Heinze’nin söz konusu “barış sistemi” hakkında söylediklerine bakmak gerekir: 

“Kuzey Atlantik’in Batılı uluslar topluluğu, uluslararası sorunları, Kuzey Atlantik özellikle de Avrupa tarihinin değişken yönü tarafından şekillenen ve geliştirilen barış sistemi yardımıyla çözebileceği iddiasındadır. Bu barış sistemi uluslararası hukuk, özellikle de antlaşmaların bağlayıcı gücü üzerine  kurulmuştur. 

Bu sistem, özgürlüğü, halkların ve bireylerin self-determinasyon siyasi haklarını 
içerir. Bu barış sistemi Batılı devletlere, farklılıklarını ortak refaha hizmet eden 
karşılıklı saygı ve işbirliği ruhu içinde kurma yükümlülüğünü dayatır. Bu doğrultuda Batılı uluslar topluluğu savaş ve şiddetin üstesinden gelme iddiasındadır ve dünyanın geri kalanından özellikle de doğu kısmından farklılaşır. 

Batılı devletler bu barış sistemine dayanan bir işbirliğinin kendilerini şimdiki ve gelecekteki düşmanlarına kanıtlamanın en iyi yolu olduğuna inanırlar. Bu nedenle bu barış sistemi, Batılı uluslar topluluğunun varlığının teminatıdır ve 
meşruiyetinin temelidir. Bu yüzden söz konusu sistemin tehlikeye atılması, ‘Küba benzeri bir Kıbrıs’tan’ çok ötede bir tehdit anlamına gelir. Batılı uluslar 
topluluğunun iyi işleyen bir barış sistemine inanmayı bırakmaları durumunda bu 
topluluğu oluşturan devletlerin bireysel olarak dış politikalarında uzun vadeli 
sonuçlara yönelik yeni temel sorunlar ortaya çıkar. Bu karşılıklı bağımlılığın sonucu, bütün Batılı devletlerin Türkiye ve Yunanistan arasındaki Kıbrıs sorununa müdahil olma gerekliliğidir. Bu durum ABD’nin Kıbrıs sorununa derin biçimde müdahil olması ile açık hâle gelmiştir. Eğer Batı, örnek olacak bir barış sistemini koruma iddiasını sürdürmek istiyorsa Kıbrıs’ta ortaya çıkan böyle bir sorunu çözme yetkinliğinde olduğunu kanıtlamalıdır.”12 

Bütün bu yorumlara dayanılarak çıkarılabilecek sonuç şudur: Kıbrıs sorunu, 
ister salt stratejik nedenlerle, ister Soğuk Savaş ortamında Batı ve Doğu blokları arasında var olan siyasi, askeri, ekonomik vb. rekabet -ve belki de bunların hepsinin üstünde ABD ile SSCB’nin itibar mücadelesi- nedeniyle, ister genel olarak Batı dünyasının yüzyılların birikimine dayanan “barış sistemi”nin devamı için, ister özel olarak NATO ittifakının güvenliğini ve istikrarını korumak için olsun, Batılı devletlerin özellikle de ABD’nin yoğun biçimde ilgi gösterdiği ve müdahil olduğu bir sorundur. Bu nedenle de ABD’nin soruna yönelik tutumu, girişimleri, doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri hakkında bilgi sahibi olmadan Kıbrıs sorununun tarihini, seyrini, taraflarının izledikleri politikaları anlamak mümkün değildir. 

 ABD’nin Kıbrıs sorununda ne kadar etkili bir aktör olduğu gerçeği, Kıbrıs 
üzerine olan muazzam büyüklükteki literatürden de anlaşılmaktadır. Walker’ın da belirttiği gibi, Kıbrıs’ın tarihi, dünyadaki ada örnekleri arasında en iyi araştırılmış ve en iyi şekilde belgelenmiş alanlardan biridir.13 Bir uluslararası sorun olarak elli yılı aşkın süredir dünya gündemini meşgul eden Kıbrıs hakkında çok sayıda araştırmacının yayınladıkları kitap ve makalelere ek olarak, Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs sorununa ilişkin kayıtları, soruna taraf olan ve sorunla yakından ilgilenen devletlerin arşiv belgeleri, çok sayıda diplomatın anıları vb. kaynaklar da bu konuyla ilgilenen kişiler için büyük bir havuz oluşturmaktadır. Bu havuzda, ABD’nin Kıbrıs’a yönelik politikasını konu edinen çalışmalar önemli bir yer kaplamaktadır. Bir yüksek lisans tezi olan bu çalışma da, 1964 ve 1967 Kıbrıs krizleri sırasında ABD’nin izlediği politikaları ele alarak, bu muazzam literatür içinde kendisine küçük de olsa bir yer bulmayı amaçlamaktadır. 

Birçok yazar tarafından ele alınmış ve üzerine birçok söz söylenmiş olmasına 
rağmen konu olarak “1964 ve 1967 Kıbrıs krizleri sırasında ABD’nin Kıbrıs 
politikaları”nın seçilmesinin nedeni, bu konuda oldukça önemli veriler içeren ve 
birincil kaynak olan ABD Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin görece yeni bir tarihte 
kamuoyunun tüketimine açılmış olmasıdır.14 ABD Dışişleri Bakanlığı’nın internet 
sitesinde “Amerika Birleşik Devletleri’nin Dışİlişkileri” genel başlığı altında 
dönemsel seriler olarak yayınlanan bu arşivler, görevli editörler tarafından Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Konseyi, Merkezi Haber Alma Teşkilatı gibi ABD’nin dış politikasına şekil veren kurumlardan ve başkanlık 
kütüphanelerinden elde edilerek derlenen belgelerden oluşmaktadır.15 Mayıs 2009 itibariyle söz konusu sitedeki yayınlar 1976 yılına kadar olan belgeleri de içerecek şekilde ilerlemiş durumdadır.16 Ancak bu çalışmada asıl olarak 1964 ve 1967 Kıbrıs krizleri ele alınmış, ada tarihindeki bir diğer dönüm noktası ve ABD açısından da önemli bir gelişme olan 1974 Kıbrıs krizi kapsam dışı bırakılmıştır. 

Bu çalışmada birincil kaynak olarak Lyndon Baines Johnson’ın ABD Başkanlığı dönemine ait olanlar başta gelmek üzere Dwight David Eisenhower ve John Fitzgerald Kennedy’nin başkanlık dönemlerine ait arşiv belgeleri kullanılmıştır. 

Ayrıca 1964 ve 1967 Kıbrıs krizleri sırasında ABD’nin Kıbrıs’a yönelik politikasının oluşturulması ve uygulanmasında önemli görevler almış olan Amerikalı diplomat ların anılarından da imkânlar ölçüsünde faydalanılmıştır. Bu kaynakların 
yetersiz veya ilgisiz kaldığı konularda ise çok sayıdaki yazarın çeşitli kitap ve 
makalelerine, Birleşmiş Milletler ve NATO’nun internet sayfalarına, “Keesing’s 
Contemporary Archives” ve “Dışişleri Belleteni” gibi süreli yayınlara 
başvurulmuştur. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

6 Mart 2018 Salı

Hem Savaşacak Hem İmar Edeceğiz,

Hem Savaşacak Hem İmar Edeceğiz,


Fahrettin Altun,
01 Mart 2018
Kriter - ÇERÇEVE 
Mart 2018 / Yıl 2, Sayı 22



2015 yılının Temmuz ayında PKK yeni bir terör dalgası başlattı. Devrimci halk savaşı adı altında Türkiye’nin bağımsızlık, istikrar, birlik ve beraberliğine saldıran PKK, Batı dünyasında daha önce hiç olmadığı kadar geniş bir destek buldu.
Hem Savaşacak Hem İmar Edeceğiz.

 2015 yılının Temmuz ayında PKK yeni bir terör dalgası başlattı. Devrimci halk savaşı adı altında Türkiye’nin bağımsızlık, istikrar, birlik ve beraberliğine saldıran PKK, Batı dünyasında daha önce hiç olmadığı kadar geniş bir destek buldu. Bu desteğin başlıca nedeni PKK’nın Türkiye’yi yeniden bağımlılık düzeninin parçası haline getirmek için son derece kullanışlı bir araç olarak görülmesiydi.

PKK artık geçmişte olduğu gibi sadece kırda değil kentlerde de eylem yapıyordu. Bu eylemler Batılılar tarafından “sarsıcı, etki gücü yüksek eylemler” olarak nitelendiriliyordu. PKK Suriye’deki kazanımlarına güvenerek geçmişte olduğundan çok daha sert bir tutum içine girmişti. Terör eylemleri yanında ülkenin sosyo-politik alanını da biçimlendirmeye dönük hamlelerde bulunan PKK ülkenin güneydoğu bölgesinde özyönetim adı altında ayrılıkçı ve pan-Kürdist bir siyasi gündemi hayata geçirmeye çalışıyordu.

Gezi, FETÖ ve Ardından PKK,

PKK esasında Türkiye’ye karşı yürütülen yıpratma savaşında devreye sokulan ilk “yerel unsur” değildi. PKK’dan önce 2013 yılının Mayıs ayında AK Parti hükümetleri döneminde imtiyazlarını yitirdiklerini ve yaşam tarzlarının tehlikeye girdiğini düşünen memnuniyetsizler kitlesi devreye sokuldu. Daha doğrusu bu kitle daha önce dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi örgütlü gruplar tarafından manipüle edilerek sokağa indirildi. Gezi Parkı Şiddet Eylemleri başarısızlığa uğrayınca bu kez Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) sahaya sürüldü. Gezi kalkışmasından altı ay sonra 17 Aralık’ta FETÖ yargı ve emniyetteki kendine bağlı unsurları kullanarak sivil hükümete darbe yapmaya kalktı. O da başarılı olamadı. Bu iki başarısız girişimin ardından PKK devreye girdi. PKK’nın bu süreçte ilk kez sahne alması Temmuz 2015’teki terör furyasıyla olmadı. 2014 yılının Ekim ayında Suriye’nin kuzeyinde Ayn el-Arab bölgesindeki DEAŞ işgali bahane edilerek bütün Türkiye’de Kürtler ayaklandırılmaya çalışıldı. O da tutmadı.

PKK ikinci kez 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından bir iktidar boşluğu oluştuğu algısına dayanarak harekete geçti. O dönemde sadece Batılı aktörler tarafından da destek görmedi. İçerideki gayrımilli unsurların tümü tarafından desteklendi. Doğrudan yönettiği HDP dışında CHP, FETÖ ve Hürriyet’inden BirGün’üne Erdoğan karşıtı medya PKK’ya doğrudan ya da dolaylı destek verdi. Bunun bir kısmı strateji bir kısmı da propaganda desteği idi. Bu unsurlar içinden FETÖ ve HDP PKK’ya strateji desteği verirken diğerleri daha çok propaganda desteği verdiler.

Batı PYD-PKK İlişkisini Çok İyi Biliyor,

Bu süreçte PKK bir terör örgütü gibi değil seküler bir özgürlük hareketi gibi sunuluyor, örgütün Suriye’deki uygulamaları örnek demokrasi olarak yansıtılıyordu. İlginç bir biçimde o dönemlerde PKK-PYD bağlantısı gizlenmeye çalışılan bir durum olmadığı gibi PYD adeta PKK’nın kefili gibi ele alınıyordu.

Temmuz ayının son haftasında PKK’nın devrimci halk savaşı adı altında yeni bir terör furyası başlattığını duyurduğu günlerde Wall Street Journal gazetesi Zind Ruken adlı bir teröristle söyleşi yapmıştı. O söyleşide Zind Ruken “Zaman zaman PKK’yım, zaman zaman da PJAK, bazen de YPG. Bunlar gerçekten önemli değil. Bunların hepsi PKK’nın bir üyesi” ifadelerini kullanmıştı.

Bu ifadeler bugün gazetenin arşivinde duruyor. Ancak bir süre sonra ABD’nin Türkiye ve Suriye politikası bu gazete de dahil Batı medyasının önde gelen temsilcilerini PKK ve PYD’nin ayrı unsurlar olduğunu savunmaya itti. Oysa gerçek o gün neyse bugün de o.

Batılılar Sofi Nurettin kod adlı Nureddin Muhammed’in Kandil’den YPG’yi yönettiğini, 2013 yılında KCK Yürütme Konseyi üyesi seçilen Halide kod adlı Hanife Hüseyin’in Suriye’de hem TEV-DEM’de hem de YPJ’de görev aldığını, 1990’lı yılların başında PKK’ya katılan Dilan Rihan kod adlı Asya Abdullah ile gençliğinden beri PKK üyesi olan Salih Müslim’in bir dönem PYD Eş Başkanlığı yaptıklarını bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Gelgelelim bir dönem bu iki yapının birbirinden bağımsız yapılar olduğunu savunup Türkiye düşmanlığı yaptılar.

Ne var ki Türkiye Zeytin Dalı Harekatı’nı başlattıktan sonra Batılıların PKK ve PYD’nin birbirinden farklı terör örgütleri olduğunu savunma imkanları kalmadı. PKK’lıların bu harekat sonrasında Batı başkentleri başta olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleştirdikleri protesto ve şiddet eylemleri PKK-PYD özdeşliğini gözler önüne serdi.

Zeytin Dalı Harekatı’ndan sonra Batı’daki Türkiye düşmanları tıpkı 2015 yılında olduğu gibi PKK ve PYD’nin birbiriyle ilişkili örgütler olduğunu yeniden dillendiriyorlar. Elbette bundan maksatları PYD’yi terör örgütü olarak görüp ona göre hareket etmek değil. Amaçları PYD ile birlikte PKK’yı da temize çıkarmak.

Tam da bu nedenle medyada ABD’nin PKK’yı 11 Eylül sonrasında Türkiye’yi etkilemek için terör örgütü ilan ettiği, mevcut konjonktürde bunun bir anlamı olmadığı zikrediliyor.

Bu sürece en büyük desteği veren örgütse elbette FETÖ. 15 Temmuz’da bu ülkede büyük bir hezimet yaşayan FETÖ halihazırda enerjisinin büyük bir bölümünü Batı’da Türkiye karşıtı eylem ve söylemlere hasrediyor. FETÖ bu bağlamda Türkiye’nin terörle mücadelesini gayrimeşru göstermek ve hatta onu teröre destek veren ülke gibi sunmak için yoğun bir gayret ediyor.

Bu terör örgütleri ve onların hamileri bu gayretlerinden geri durmayacaklar elbette. Yeri gelecek strateji değiştirecekler, yeri gelecek taktik yenileyecekler. Yetmediğinde eski müttefiklerini bırakıp kendilerine yeni müttefikler bulacaklar. Fakat ne olursa olsun Türkiye’nin özgürleşmesi ve büyümesine karşı mücadeleye devam edecekler.

Bağımsızlığı Savunanlarla Bağımlılık Taraftarlarının Mücadelesi,

Bugün Türkiye toplumunun büyük bir bölümü ülkenin en önemli sorununun terörle mücadele olduğunu düşünüyor. Yapılan bütün kamuoyu araştırmaları bu gerçeği net bir biçimde ortaya koyuyor. Toplum bu meseleyi ekonomik sorunların dahi önüne koyuyor. Çünkü terör sorununun ülkenin bekasıyla ilgili olduğunu biliyor. Temmuz 2015 - Ocak 2017 tarihleri arasında terörün ülkede nasıl ağır tahribatlar yarattığını hep birlikte gördük. Devlet ve milletin bir arada hareket ettiğinde bu tehditle nasıl başa çıkılabildiğini de.

Türkiye bir yandan bu terör tehdidiyle yüzleşirken öte yandan büyümeye ve özgürleşmeye de devam etmek zorunda. Bunun içinse milleti gerçek temsilcilerinin temsil etmeye devam etmeleri gerekiyor. Bu yönüyle 2019 Türkiye’nin mukadderatı açısından son derece kritik bir tarih. 2019’da üç seçim bir arada olacak ve bu seçimlerde ülkenin sadece kimler tarafından değil hangi zihniyet tarafından yönetileceği de tayin edilecek. Bağımlılık ve küçülmeden yana olanlarla bağımsızlık ve büyümeden yana olanlar mücadele edecek. Bu mücadelenin de ülkenin bağımsızlığı ve büyümesini temin etmek isteyenler aleyhine gerçekleşmesi için Türkiye düşmanları uğraş vermekten geri durmayacak.

O yüzden sebat etmek ve çok çalışmak mecburiyetindeyiz. Savaşırken imar etmekten başka çaremiz yok...

https://kriterdergi.com/cerceve/hem-savasacak-hem-imar-edecegiz

***

Batı Medyasının Kronik Hastalığı : Türkiye Karşıtlığı

Batı Medyasının Kronik Hastalığı : Türkiye Karşıtlığı


Batı Medyasının Kronik Hastalığı : Türkiye Karşıtlığı

Tarik Daglı

Gazete, dergi, televizyon ve haber siteleri kuruldukları günden beri bağlı bulundukları siyasi erke hizmet etti. Geçmişte bunu medya etiği, ifade özgürlüğü ve siyasi teamüller gibi yazılı olmayan kurallarla sınırlandıran Batı medyası bugün ise tüm çıplaklığıyla yıllardır saklamaya çalıştığı Türkiye düşmanlığını açıktan yapmaya başladı. Sabahın ilk ışıklarıyla Gezi Parkı’nda polis müdahalesi başlamış, aradan saatler geçtiğinde sosyal medya üzerinden “iç savaş” tamtamlarının startı verilmişti. O ise üç gündür hasta olduğu halde işine gitmiş, yorgun bedeninin tüm isyanına rağmen bir kez daha yazılımcı olduğu şirketin yoluna koyulmuştu. 31 Mayıs 2013 Cuma günü İstanbul’da dereceler 32’yi gösteriyordu. Her adımda iri cüssesi biraz daha zorlanıyor, sıcak hava dayanılmaz hale geliyordu. Sadece otuz metre kalmıştı. Ama o, bir adım daha atamadı. 
Balmumcu’daki Turkuvaz Medya binası önünde yere yığılıverdi. İlkyardımına gazeteciler koştu. Bileklerini ovaladılar, nefes almasını sağlamaya çalıştılar, onu gölgeye taşımak için uğraştılar. Bazıları da hemen 112’yi aradı. Ancak tüm araçlar Taksim Meydanı’na yönlendirilmişti. Bir tanesinin gelmesi hayli vakit aldı. Ambulans geldiğinde sağlık görevlileri dakikalarca kalp masajı yaptı. İlk anda gencin yanına koşan gazeteciler telaşla olumlu bir haber bekliyordu. Olmadı… Kerem Can Karakaş genç yaşında kalbine yenik düştü. Olay yerine gelen tanıdıkları gözyaşlarına boğuldu. Çaresizce onu hayatta tutmaya çalışan gazeteciler ise hiç tanımadıkları bir gencin ölümüne şahit olmanın verdiği hüzünle işlerine dönmüşlerdi. Taksim’den haber yağıyordu aynı anlarda. Özellikle sosyal medya çalkalanıyordu. Teyit edilmemiş haberler havada uçuşuyordu. Polisin gerçek mermi kullanması, çok sayıda yaralanan ve ölenin olması gibi… Polis tarafından öldürüldüğü belirtilen isimlerden biri ise Kerem Can Karakaş’tı. Oysa daha bir saat önce adeta kucaklarında son nefesini vermişti bu genç… Kerem Can’ın Taksim’de öldürülmediği haberi yakınları tarafından duyurulana kadar bu haber önce ulusal medyada, sonra da uluslararası medyada yerini almıştı bile…Yabancı medyada dört yıldır süregelen amansız yalan ve iftira dolu yayınların belki de startı böylelikle verilmişti. Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ile başlayan ve son olarak 16 Nisan referandumu ile devam eden bu radikal propaganda bakın hangi evrelerden geçip, hangi yalanlarla beslenip bugün nerelere geldi?

Haziran 2013-Gezi Parkı Şiddet Eylemleri Süreci,

Yerel basın ve sosyal medyada körüklenen ve sürekli olarak “barışçıl” olduğunun altı çizilen Gezi Parkı Şiddet Eylemleri yabancı medyanın da o dönemdeki en önemli gündem maddesiydi. CNN International ve BBC gibi dünya devleri daha olaylar başlamadan Taksim’e yerleştirdiği yayın araçlarından aralıksız onlarca saat canlı yayın yaptı. Dillerinden düşmeyen şey eylemlerin barışçıl olduğu ve Türkiye’de bir iç savaş çıktığıydı. Aynı yayın kuruluşları Körfez Savaşı’nda bile bu kadar çok canlı yayında kalmamıştı. Söz konusu süreçte yalan konusunda başı çeken kurum CNN International oldu. O günlerde Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı görevindeki İbrahim Kalın’ı canlı yayına çıkartan CNN’in gedikli isimlerinden Christiane Amanpour, yalanlarının ortaya çıkmasına kızmış ve “Şov bitti” diyerek provokatif bir şekilde Kalın’ı yayından almıştı. Amanpour’un İstanbul’daki provokatörleri Arwa Daemon ve Ivan Watson ise Gezi Parkı’nın İstanbul’daki son yeşil alan olduğunu söylüyor ve helikopterlerden eylemcilerin üzerine ateş açıldığını duyuruyordu. CNN’in internet sitesi ise Kazlıçeşme’de yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı AK Parti mitinginin fotoğraflarını “Eylemcilerin sayısı 1 milyonu” aştı diye duyurmakta bir beis görmüyordu.

BBC ve CNN’in ısrarlı bir şekilde yalanlarla duyurduğu haberler Batı medyasında kolayca yer buldu. Avrupa gazeteleri olayları hiç irdelemeden hükümeti hedef alan yayınlar yapmak için adeta yarışa girdi. Yılmaz Özdil’in “24 saat daha dayanırsak AB kararıyla hükümet düşecek” yalanına ya inandığı ya da insanları galeyana getirmek için özellikle abarttığı ortamda iftiralar sınır tanımadı. Olayları en çok sahiplenenlerden biri de Alman medyası oldu. 

Hamburger Morgenpost gazetesi 16 Haziran 2013 tarihli baskısında bir polisin bir kadını tekmelediği fotoğrafı manşetine koyarak Gezi Parkı’nda yaşananları okuyucularına duyurdu. Ancak fotoğraf 2009 yılında ABD-Rhode Island’da Lincoln Polis Merkezi’ne bağlı bir emniyet görevlisi olan Edward Krawetz’e aitti. Alman medyası Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ile ilgili sadece yalan yayın yapmadı. Topraklarında yaşayan Türk nüfusunu düşünenler de oldu. Der Spiegel dergisi 24 Haziran 2013’te kapağını Gezi’ye ayırdı ve ilk kez Türkçe başlıkla çıktı: Boyun Eğme… Gezi’ye slogan üreten dergi on sayfalık özel ekini hem Türkçe hem de Almanca yayınlayarak ileriki dönemde Türkiye düşmanlığını devam ettirecek Batı medyasında yeni bir gelenek başlatıyordu.

17-25 Aralık 2013 Süreci-Paralel Yapı ve Ekonomik Darbeler

Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nden aylar sonra o dönemki adıyla Paralel Yapı önderliğinde 17-25 Aralık darbe girişimi gerçekleşirken yabancı medya bir kez daha yaşananları olduğu gibi değil olmasını istediği ya da kurguladığı gibi görüyordu. Ancak hain plan halkın da özverisiyle başarısızlıkla sonuçlanınca uluslararası medya bu kez külliyen yüklenmek yerine Türk ekonomisini hedef almayı tercih etti. Bu dönemde İngiliz Financial Times ve Economist ile Amerikan Wall Street Journal ön plana çıkan yayınlar oldu. Financial Times gazetesi 17-25 Aralık sürecini, “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ailesiyle teröristler arasında ilişkiler var” yalanıyla dile getiriyor ve “Erdoğan’ın zorbalığı ülkenin refahını tehdit ediyor. Türkiye siyasi kargaşa içinde ve Erdoğan’ın edinmiş olduğu uluslararası itibarı mahvolmuş durumda. Yabancı yatırımcılar gerginleşti” diyerek ekonomik spekülasyon yapıyordu. Gezi sonrasında, “Başbakan Erdoğan’ın zorbaca tavrı Türk ekonomisi için ağır bir bedel oluşturacak” tehditlerini savuran Wall Street Journal 17-25 Aralık sonrası ise, “Erdoğan’ın en büyük kozu olan ekonomi artık yerle bir olmuş durumda. Yaklaşan seçimler için AK Parti anket sonucu bile yayınlayamıyor. On yıldır yükselen trendiyle Erdoğan’ı zirveye taşıyan ekonomi bu kez onun sonunu hazırlıyor” ifadelerini kullanıyordu.

“ Gülen, Erdoğan’ın otoriterliğini durdurabilecek tek güç olarak gösteriliyor. Bakalım kim galip gelecek” sözlerini 13 Aralık 2013’te sütunlarına taşıyarak adeta 17-25 Aralık’ın işaret fişeğini atan Economist devam eden süreçte ise şu yorumları yapıyordu: “Erdoğan, çevresi hakkında açılan yolsuzluk davalarına hukuksuzca karşılık vererek otoriterliğini kuvvetlendirdi. Ancak bu, aynı zamanda onun etrafındaki çemberin daraldığını da gösteriyor. Artık Erdoğan’ın sonu geliyor.” Türkiye’yi ekonomik olarak vurmaya çalışan bu girişimlerin ardından 17-25 Aralık’ın haklılığını ve Erdoğan’ın “otoriter”liğini ön plana çıkarmak için dünya çapında bir PR çalışması başlatıldı. Zira o dönemki adıyla Paralel Devlet Yapılanması (PDY) yıllardır sızdığı devlet kurumlarından tek tek çıkarılarak büyük darbe alıyordu. Erdoğan’a “diktatör” demekten çekinmeyen tüm medya kuruluşları sıraya girmişçesine Fetullah Gülen röportajları yayınladı. Wall Street Journal ile başlayan furyaya kısa süre içinde New York Times, Washington Post, The Times, Der Spiegel ve Bild katılırken BBC ve ZDF de görüntülü röportajlarla desteklerini esirgemedi. Röportaj sırasında kendisini iyi hissetmeyen Gülen’in ceket üzerinden tansiyon ölçtürdüğü mizansenler “Kendi halinde sürgünde bir yaşlı adam” alt mesajıyla tüm dünyaya servis edildi. Aynı dönemde 17-25 Aralık’ın montaj tapeleri yabancı medyada büyük ilgi görürken Gülen’in iş adamlarıyla pazarlıklarını ortaya koyan, milyar dolarları yönettiğini ortaya çıkaran ve Türk hükümetini açıkça hedef aldığını gösteren ses kayıtları ise etik (!) sebepler dolayısıyla kati suretle dış basında yer bulmadı.

30 Mart 2014 Yerel Seçimler ve 10 Ağustos 2014

Cumhurbaşkanlığı Seçimi Süreci 17-25 Aralık kumpasları tek tek çökerken yabancı medya destekli algı operasyonlarıyla Türkiye’ye ekonomik olarak az da olsa zarar verildi. Ancak ülke üzerinde dönen dış mihrak oyunlarına en güzel cevap yine sandıktan çıktı. 30 Mart Yerel Seçimleri dış medyada yine “Çalınmış oylar ve hile” başlıklarıyla verilirken Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına giden yoluna çelme takmak için önce Ekmeleddin İhsanoğlu ardından da Selahattin Demirtaş Batı medyasında tam manasıyla “trend topic” oldu. İki adaya da “star” muamelesi yapan yayınlardan Economist ve Financial Times, Demirtaş için sayfalarca güzellemeler hazırladı.

Aynı dönemde Wall Street Journal, Telegraph, Guardian, BBC, CNN, ABC, Fox, Bild, Der Spiegel, Die Welt, The Times, New York Times, Financial Times ve daha birçok yayın kuruluşu mütemadiyen Türkiye’deki gerçeği yansıtmayan internet ve basın sansürlerini, gazeteci tutuklamalarını, insan hakları ihlallerini manşetlerine taşımaya devam etti. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını demokrasi ve laikliğin sonu olarak gösteren medya kuruluşlarından Independent “Türkiye çökme riskiyle karşı karşıya”, Wall Street Journal “Paranoyak Erdoğan” ve Daily Telegraph “Türkiye, Pakistan olma yolunda ilerliyor” tezleriyle gündeme geldi. 10 Ağustos’taki seçim öncesinde Der Spiegel “Erdoğan’ın Devleti” kapağıyla verdiği 16 sayfalık Türkçe özel eki ile dikkat çekerken Economist ise Mart ve Ağustos ayları arasında hiç aksatmadan her hafta Erdoğan ve Türkiye’yi sayfalarına taşıdı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle seçim propagandası yazıları yerini “diktatör”, “sultan”, “tiran” ve “despot” gibi yakıştırma ve hakaretlere bıraktı.

7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Genel Seçimler Süreci

Batı medyası açıkça siyaset sahnesinde görmek istemediğini belirttiği Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmaması için elinden geleni yapsa da Türk milletini buna ikna edemedi ancak vazgeçmedi de. Türkiye’deki medya ortakları olan muhalif basını da kullanan yabancı yayın kuruluşları için yeni argüman Cumhurbaşkanlığı Külliyesi oldu. Erdoğan’ı Osmanlı sultanlarına benzeten ve bilinçaltındaki korkuyu da dışa vuran Batı medyası Külliye’nin som altından yapıldığı yalanını ortaya attı. Aynı dönemde serbest çalıştığını söyleyen bazı yabancı gazetecilerin Erdoğan’ın offshore hesaplarında milyarlarca doları olduğu ve sızan Stratfor belgelerine dayandırılan “Erdoğan çok hasta, iki yıl ömrü kaldı” haberleri de Türkiye’ye servis edildi. The Economist 10 Nisan 2015’teki sayısında, “ Yasaklar Erdoğan yönetiminde rutin hale geldi. Erdoğan, otoriter ” gibi iftiralar attı. Financial Times da 16 Nisan 2015’teki baskısında dört sayfalık bir Türkiye eki dağıttı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra 20’nin üzerindeki yurt dışı ziyareti, 30’un üzerinde yabancı lideri Ankara’da ağırladığını görmezden geldi ve “Erdoğan, yalnızlaşıyor. Dünyadaki liderler için Erdoğan güvenilmez, AB’den uzaklaşan Türkiye” yorumlarında bulundu. Sonra da ekledi, “Eğer İngiltere ile ortaklık yaparsanız, ülkeniz kurtulur.” 20 Ekim 2015’te ise USA Today, Die Welt, ZDF, La Stampa, El Pais, La Repubblica, AFP, Washington Post ve New York Times’ın başını çektiği onlarca medya kuruluşu Türkiye’de basın özgürlüğü kalmadığı iddiasıyla mektuplar yazıp bildiriler yayınladı. Yine The Economist, “Erdoğan Türkiye’nin eksenini doğuya kaydırdı. Türkiye, Batı’dan kopuyor” analiziyle sonraki dönemin en önemli tartışma konularından birini başlatırken Avrupa ve ABD medyasının korkularını da dile getiriyordu. Bunu Financial Times’ın “Türkiye, Erdoğan’ı ilgilendirmiyor. O ‘Benden sonra tufan’ diyen 15. Louis gibi” benzetmesi ve The Guardian’ın “Erdoğan, AB nezdinde tehlikeli bir müttefik haline geldi. Güvenilmez, kindar ve öfkeli…” yorumları izledi. Selahattin Demirtaş’ın İngiliz ve Alman medyasında bolca övülmesinin ardından 7 Haziran sonuçları ile yabancı basın “koalisyon” naraları attı. Ancak bunun gerçekleşmeyeceğini anlayınca suçu yine Erdoğan’a attılar: “Türkiye’yi kaosa sürüklüyor.

15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi Süreci,

Söyleyecek farklı yalanı kalmayan Batı medyası yeni propaganda unsurları ararken Türkiye’nin PKK’ya vurduğu ağır darbeler ve Suriye’den kaynaklanan göçmen sorunu Avrupa medyasının eline gerekli malzemeyi verdi. Türkiye ile olan ilişkilerini koparmakta kararlı olan Avrupa ülkeleri, kendi medyasından besleniyordu. Türkiye’nin serbest dolaşım hakkını almaması için DEAŞ nedeniyle Avrupa çapında terör önlemlerini artıran ülkeler, PKK’ya karşı yürütülen operasyonları bahane ederek sözlerinden dönüyordu. Türkiye’den gelebilecek göçmen akını sebebiyle korku yaşayan Avrupa bu nedenle Erdoğan’ın Avrupa’ya baskı uyguladığını söylüyordu. Hollanda’nın De Telegraaf gazetesi bu durumu “Türkiye Korkusu” başlığıyla verirken özel Türkiye sayısı çıkaranlar tayfasına Fransız Le Point dergisi de ekleniyor ve “Batı’yı Korkutan Ülke” başlığını atıyordu. The Economist bir kez daha Türkiye düşmanlığında başı çekiyor yeni bir özel ek hazırlıyordu. Türkiye’nin İslamlaştığı, DEAŞ’a destek verdiği, Kürt halkını öldürdüğü, çöken ekonomiye rağmen Çamlıca Camii gibi yapılara milyonlar harcandığı gibi sözlerin telaffuz edildiği ekin başlığı ise “Erdoğan’ın Yeni Sultanlığı” oldu. Avrupa kendi içinde bu donelerle uğraşırken ABD düşünce kuruluşu Foreign Policy, “Erdoğan sorunu gittikçe kötüleşiyor. ABD’nin kendi çıkarlarını koruması için Erdoğan’ın verdiği zararı ortadan kaldırması gerekiyor. Hesaplaşma yakın” diyerek adeta darbeyi haber veriyordu.

15 Temmuz’un ardından bile Avrupa ve ABD medyası geri vites atmadı. Halkın efsanevi direnişine rağmen sabaha kadar darbe gerçekleşmiş gibi yayın yapan CNN gecenin yüz karası olarak bir kez daha tarihe geçti. BBC’ye çıkan bir yorumcu darbecileri beceriksizlikle suçlarken, “İlk yapmaları gereken şey Erdoğan’ı öldürmekti” dedi. Fox’taki yorumcular ise darbenin gerçekleşmemesine üzüldü. İlk başta ortadan bir yol izleyen Avrupa medyası ise yavaş yavaş darbe girişiminin kurgu olduğunu dillendirmeye başladı. Darbe girişimi sonrası FETÖ ve PKK’ya açık destek veren ABD ve Avrupa basını halkın yazdığı destanın şokunu bir müddet sonra atlattı ve eski formunu aratmadı. Bu kez sahnede Der Spiegel vardı. Alman dergisi 23 Temmuz tarihli sayısında darbe girişimi sonrası başlatılan operasyonları eleştirmiş ve Türkiye için açık hava hapishanesine benzetilen bir kapakla çıkmıştı. Der Spiegel 13 Eylül 2016’da ise yeni bir Türkiye özel sayısı yayınladı. “Özgürlüğünü Kaybeden Ülke” kapağıyla çıkan ekte, “Diktatör kendi şehirlerini yıkmakla kalmadı, işgale de başladı” denilerek hem PKK operasyonları hem de DEAŞ’a karşı yönetilen Fırat Kalkanı Harekatı eleştiriliyordu.

Diğer taraftan Pensilvanyalı darbeci ise CNN ve ARD’ye röportaj veriyor, ABD ve Alman gazetelerindeki söyleşileriyle sözüm ona aklanıyordu. Sabah gazetesi yazarı Mehmet Barlas bu yaşananları şu sözlerle köşesine taşımıştı:
“Dünyada olup biten her şeyin ıcığını cıcığını çıkartan Batı medyası ile ve gerektiği zaman darbelerle seçilmiş hükümetleri deviren müttefiklerimizle aramızdaki sorunun ‘anlaşılamamak’ ya da ‘yanlış anlaşılmak’ olduğuna inanmamız mümkün müdür? Mısır’daki Sisi darbesine ‘darbe’ diyemeyenler, olayı anlayamadıkları için mi böyle yapmışlardır? Ya da Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişimine epeyi zaman geçtikten sonra ölçülü tepki gösterenler, olayın içinde oldukları için böyle davranmamışlar mıdır?” Sabah gazetesi Okur Temsilcisi İbrahim Altay da Batı medyasının darbe karşısında düştüğü durumu şu sözlerle anlatmıştı: “Halk dünya tarihinde eşine az rastlanır bir biçimde tanklara göğsünü siper edince yabancı basının öfke okları bu kez de o kahraman insanlara yöneldi. Sanki darbeciler değil de darbeyi bastıranlar suçluydu.

New York Times bu insanları ‘çeteler’ olarak etiketledi ve kamu güvenliğine tehdit olarak gösterdi. Aynı gazete Türkiye ile alakalı haberini sosyal medyadan ‘Erdoğan takipçileri koyun gibidir; o ne derse yaparlar’ cümlesini tırnak içine alarak duyurdu. Oysa haberde böyle bir cümle geçmiyordu. BBC muhabirinin ‘hükümet aleyhinde konuşacak kimseyi bulamamaktan’ yakınan ve ‘muhalif’ arayan maili sızdı sosyal medyaya. BBC yayınına çıkan bir ‘uzman’ dalga geçer bir biçimde ‘başarılı bir darbenin nasıl yapılması gerektiğini’ açıklayıp akıl verdi. Gerçekler Independent’ı hoşnut etmemiş olmalı ki darbenin bir tiyatro olabileceğine dair komplo teorilerini yayımlamakta bir beis görmedi. Pek çok medya kuruluşu Türkiye’nin Suriyelileşme yolunda olduğuna, iç savaşın kapıda olduğuna dair imalar yapıp durdular. Yabancı medya kuruluşları cılız sesler dışında darbenin meşruiyetini tartışmak ve Türk demokrasisine destek vermek şöyle dursun; darbecilerin yayın organı gibi davrandılar. Bunu yaparken meslek ahlakını yok saydılar.”

16 Nisan Anayasa Değişikliği Referandumu,

Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nden beri hem sayı olarak artan hem de her geçen gün Türkiye düşmanlığı dozunu artıran Batı medyası, 15 Temmuz’da da yediği milli irade tokadıyla yine istediğini alamamıştı. 16 Nisan Anayasa değişikliği referandumunu fırsat bilen Avrupa medyası, kendi hükümetleriyle paralel bir şekilde Türkiye’ye karşı gelmiş geçmiş en büyük düşman tavrını takındı. İma etmeyen, eleştirirken “ama” bile demeyen, doğrudan hakaret eden bir medya ortaya çıkmıştı. Alman dergisi Stern “Şantajcı” başlığıyla Erdoğan’ı hedef gösterirken Avrupa “medeniyet, insan hakları ve özgürlük” gibi süslü laflarla örttüğü faşist yüzünü hem siyasi arena hem de medyada saklamıyordu. FETÖ, PKK ve DHKP-C’ye artık açıktan destek veren ülkelerin medya organları bu terör örgütlerinin propagandasını yapıyor hatta bunların terör örgütü olmadığını savunuyordu. Saflarına Can Dündar ve HDP’nin kaçak politikacılarını da katan Avrupa medyası, 16 Nisan için Avrupa’da gurbetçilerle buluşacak Türk siyasetçileri tehdit etmekle kavgaya başladı. Almanya’da başlayan AK Parti’li vekillere toplantı salonu vermeme krizi Hollanda’da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın rehin alınması ve Türk vatandaşlarına köpeklerle saldırılmasıyla zirve yaptı. Ertesi gün Hollanda gazetesi Telegraaf’ın “Patron Biziz” başlığı faşizmin zirvesiydi. Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nde Der Spiegel’in başlattığı Türkçe başlık ve haber furyası bir anda parladı. İsviçre’nin Blick ve Almanya’nın Bild gazeteleri ile Avusturya’nın Profil dergisi Türkçe manşetlerle Erdoğan’a hakaret edip “hayır” propagandası yaptı.

Ancak referandum sonuçları ile yeni bir hezimet yaşayan Batı medyası Türk halkından yediği tokatların acısını çıkarabilmek için yeni yalanlara sarılmaya devam etti. Seçimlerde hile olduğunu yazan medya, AGİT’in skandal raporlarını ve Avrupa Konseyi’nin siyasi kararlarını arkasına alarak Türkiye’yi karalamaya devam etti. Bu tartışmalar arasında belki de Avrupa cephesinden en samimi itiraf İtalyan Dışişleri Bakanı Angelino Alfano tarafından geldi. Alfano’nun, “Türkiye’nin niyeti açık görünüyor: Küresel dinamikte büyüyen bir etki olma girişimi… Geleneksel, aynı zamanda yenilikçi bir bakış açısıyla, büyük güçlerle eşit şekilde tartışır seviyede olmak istiyor. Maalesef Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB ve genel olarak Batı tarafından boş bırakılan alanları fırsat bilerek iyi dolduruyor” sözleri ise Avrupa medyasında hiç yer bulmadı.

PKK Hepsinin Ortak Aşkı,

Gezi Parkı Şiddet Eylemleri ile başlayan ve son olarak 16 Nisan referandumu ile devam eden sürece Batı medyasının bazı unsurları duyarsız kalırken tüm Avrupa gazete ve televizyonlarının yıllardır kayıtsız kalamadığı tek konu ise PKK seviciliği oldu. Kanlı terör örgütü PKK’nın Avrupa’daki destekçilerine her türlü özgürlüğü veren Avrupa, medyasında da terörizm propagandası yapmaktan çekinmedi. BBC, Bild gibi bilindik kurumların yanı sıra Avusturya, İsviçre, Belçika, Danimarka, İsveç ve Norveç gibi ülkelerin gazeteleri başta PKK’nın eli kanlı kadın teröristlerini romantik birer özgürlük savaşçısı gibi göstererek Kandil’e destek verdi. Son dönemdeki Erdoğan ve Türkiye düşmanlığı konularında İngiltere ve Almanya medyası kadar başı çekmese de konu PKK olunca Fransız medyası hep ön plana çıktı. Liberation ve Le Figaro gibi gazetelerin “Kürtler Öldürülüyor” manşetleri hiç eksilmedi. Fransız Haber Ajansı AFP ise hendek siyaseti yapan ve terör örgütünün yuvası haline gelen tüm ilçe ve şehir merkezlerinden yayın yaptı. PKK’nın eline silah verdiği 18 yaşından küçük çocukları “özgürlük savaşçısı” diye tanımlayan AFP, tüm dünyaya servis ettiği fotoğraflarla çok büyük bir terör propagandası aracı oldu. PKK’nın en sevdiği gazetelerden biri de muhabiri Deniz Yücel’i Kandil’e yollayan Die Welt oldu.

Ajan Gazeteciler,

Yabancı gazeteciler Türkiye hakkında iftiralarla dolu karalama kampanyaları yaparken kimi zaman onlara Türk gazeteciler de eşlik etti. BBC’nin Gülen’le röportaj yapan muhabiri Güney Yıldız, yine BBC’nin Gezi’deki provokatif ismi Selin Girit, Die Welt’in muhabiri Deniz Yücel ve tabii ki artık Almanya’nın resmi hizmetinde bulunan Can Dündar bu isimlerden birkaçı oldu. Deniz Yücel’i diğerlerinden ayıran özellik ise istediği zaman Kandil’e çıkarak teröristlerle görüşen bu ismin Almanya adına ajanlık yaptığının tespit edilmesi ve hapse atılmasıydı. Dört yıllık süreç içinde gazetecilik kisvesi altında provokatörlük yapan başka ajanlar da çıktı. Dokuz yıl BBC’de çalışan Alman asıllı İngiliz vatandaşı Staphan Shah Kaczynski Okmeydanı’nda bir DHKP-C örgüt evinde yakalanmıştı. Kendisini gazeteci olarak tanıtan adam Alman gizli servisi BND’ye çalıştığı için tutuklandı. 2 Şubat 2016’da Diyarbakır’da kendine gazeteci süsü vermiş bir İngiliz ve bir Sırp vatandaşı ajanlık yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. İki adam sokağa çıkma yasağı olan operasyon bölgesinde yakalanınca, “Biz gezmeye gelmiştik” dedi. Son olarak ise DPA (Deutsche Presse Agentur) Temsilcisi Can Merey, Die Tageszeitung gazetesi muhabiri Jurgen Gottschlich ve Süddeutsche Zeitung muhabiri Mike Szymanski’nin referandumda hile olduğunu iddia edenleri organize edip 19 Nisan 2017’de Beşiktaş’ta eyleme topladığı tespit edildi.

Kim Bu Medya Lobisi?

Bild: Alman medya devi Axel Springer’e bağlı olan gazete aynı zamanda aynı grupta çıkan Die Weil ve Fakt ile de kardeş. Hürriyet’in bağlı olduğu Doğan Medya’nın da ortağı olan Axel Springer ise Friede Springer’e ait. Angela Merkel’in yakın arkadaşı olan Friede Springer’in emri ile medya grubunun yayın ilkeleri içinde “İsrail hakkında olumsuz haber yapmamak” ve “Dünya Yahudileri’nin çıkarlarını her şeyden üstün tutmak” gibi maddeler yer alıyor.
The Times: İngiliz gazetesi dünyada İslam düşmanlığı ve Türkiye karşıtlığı artık bir marka haline gelmiş Rupert Murdoch’a ait. 
Wall Street Journal: ABD’nin en önemli gazetelerinden olan WSJ de serveti 15 milyar doları bulan Rupert Murdoch’a ait.
New York Times: Dünyayı yöneten aileler olarak iddia edilen Rotschild, Rockefeller gibi ailelerin yakın dostu Sulzberger ailesinindir.
The Economist: Dünyanın en etkili ailelerinden olan Rotschild, Cadbury, Agnelli ve Schroder ailelerine ait. 
Der Spiegel: Bağımsız olarak lanse edilen gazetenin en büyük bağışçıları arasında George Soros yer alıyor.
CNN: Dünyanın en büyük televizyon kanalı olarak bilinen CNN, Time Warner Şirketi’ne ait. Özellikle Körfez Savaşı sırasında yaptığı yalan haberlerle şöhret kazanan kanal Donald Trump tarafından da “yalancı” olarak nitelendirildi.
BBC: İngiliz devlet televizyonu olan BBC’nin aynı zamanda Kraliyet ailesi ile de bağı bulunuyor.
Correctiv: Axel Springer ve Der Spiegel’den ayrılan gazeteciler tarafından kurulan bağımsız medya grubu Soros Vakıfları ve Axel Springer tarafından fonlanıyor. Correctiv son olarak Can Dündar için yeni bir haber portalı kurarak gündeme geldi.
Financial Times: 2015’e kadar kurucusu olan İngiliz Pearson PLC şirketi tarafından yönetilen gazete şu an Japon The Nikkei grubunda bulunuyor.
Blick: İsviçre merkezli gazete ülkenin en büyük medya şirketi olan Ringier’e bağlı. Ringier ise tıpkı Hürriyet gibi Axel Springer’in hisse sahibi olduğu kurumlardan biri…

Batı Medyası Neden Türkiye’ye Karşı Düşmanca Tavır Sergiliyor? Yakın geçmişte bu yazıda bahsi geçen birçok yayın grubunun Türkiye hakkında övgü dolu sözler de yazdığına şahit olmuştuk. 

Özellikle Financial Times ve The Economist Türkiye’nin yükselen grafiği ve ekonomik rakamlarını sık sık gündeme getiriyordu. Bu noktada ise Batı medyasının düşmanlık motivasyonunun kaynağı önem arz ediyor. Ve görünen o ki Batı medyası net bir şekilde Batı ülkelerinin uyguladığı siyasi tutumun bir aracı olarak görev yapıyor. Yani ne zaman Avrupa veya ABD’nin resmi olarak tavrı Türk hükümetine muhalif olsa medya bunu bire bin katarak hem de siyasilere söylem malzemesi vererek dile getiriyor. Bunu daha gerçekçi olarak Türkiye’nin NATO ve AB’ye sırt çevirip Doğu’ya yönelmesi olarak tanımlayabiliriz. Zaten bunu gerek AB liderleri gerekse ABD’li yetkililerden defalarca duyduğumuz gibi Economist 23 Aralık 2016’da, “Batılı ülkeler Türkiye’nin Rusya’yla yakınlaşması nın boyutları konusunda endişelenmekte haklı” diyerek dile getirmişti.

Alman Die Zeit gazetesi de 12 Ağustos 2016’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta Rus Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmesini değerlendirerek “Elveda ABD, Elveda Batı” ifadesini kullanıyordu. Konuyla ilgili olarak ABD’li ekonomist, gazeteci ve yazar William Engdahl ise, “Her Avrupa Birliği ve NATO ülkesinin ana akım medyası, hayati stratejik önem taşıyan konularda ABD ile NATO’nun denetimi ve sansürüne tabidir. Bunların arasında Der Spiegel, The Guardian, Le Monde gibi devleri sayabiliriz. Bugün onların Türkiye’ye saldırma sebebi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Washington’ın planladığı Türkiye ajandasının dışında hareket etmesidir. Bunun için kendisi politik, adli ve ekonomik olarak saldırılara uğradı. Son olarak Gülencilerin girişimiyle bir darbe planlandı ve onun adımlarından biri de Erdoğan’a suikasttı. Ama bu plan da işe yaramadı. Şimdi medya yoluyla Erdoğan’ı diktatör olarak gösterip Avrupalıların Türkiye’ye gitmesini engellemeye çalışıyorlar” şeklinde konuşuyor.

Düşmanca Yayınlar ile Avrupa Medyası Neyi Amaçlıyor?

William Engdahl’ın “Erdoğan’ın Washington’ın planladığı Türkiye ajandasının dışında hareket etmesi” şeklinde tanımladığı çatışma ortamını eski bir Dünya Bankası, IMF ve ABD Hazine Bakanlığı çalışanı olan ve günümüzde ise bu kurumların gerçekte nasıl çalıştığını anlatan Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları isimli kitabın yazarı John Perkins daha çarpıcı bir şekilde tanımlıyor: “Ekonomik tetikçiler, birçok ülkeyi trilyonlarca dolar dolandıran yüksek ücretli profesyonellerdir. Bu kişiler, Dünya Bankası ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından büyük şirketlerin kasalarına ve yeryüzündeki doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktarırlar. Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, darbe ve suikastlar vardır… Ben de bir ekonomik tetikçiydim. Nasıl çalıştıklarını iyi bilirim. CIA istediğinde savaş başlatır, hükümet değiştirir, darbe yapar. Bunun için kullandığı araçlardan biri de medyadır. Eğer ülkeniz ekonomik tetikçilerin hizmet ettiği dünyanın sayılı finans şirketlerine aykırı hareket ederse başına gelecek olaylardan biri de medya baskısıdır. ABD ve diğer ülkelerdeki ana akım medya birbirleriyle dolaylı yollardan ortaktır ve hepsi aynı şeyleri yazar. Aynı odağa hizmet ederler ve amaçları aynıdır: O ülkenin finansal bağımsızlığa ulaşmasını engelleyip kendi çıkarları doğrultusunda hizmet etmesi…”

Geçmişte De Bu Düşmanlığın Örnekleri Var mı?

1960’ta Adnan Menderes’in Batı’yla ilişkileri çıkmaza girmiş, kredi alamaz hale gelmişti. Ani bir hamleyle yüzünü doğuya çevirdi. Yeni kredi imkanlarını araştırmak üzere 1960 Haziran’ında Moskova’ya gitmeye karar verdi. Gidemeden 27 Mayıs’ta devrildi. Süleyman Demirel 1967 sonunda Moskova’ya gitti. Önemli yatırım anlaşmaları imzaladı. 1971’de darbe oldu. Turgut Özal’ın Türki Cumhuriyetler ile yakınlaşması ve halen daha tartışılan vefatı da akıllarda farklı sorular oluşturmuştu. D-8’i kuran Necmettin Erbakan’ın siyasi ömrü de kısa sürmüştü. Tüm bu dönemlerde bu yazı boyunca bahsi geçen medya kurumları yine benzer tutum içindeydiler. Aynı şeyler geçmişte II. Abdülhamid’in de başına gelmişti. Hatta Batı medyasının Türk düşmanlığının ilk kurbanı belki de kendisiydi. Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan için kullanılan “despot”, “zalim”, “otoriter” ve “diktatör” sıfatları Abdülhamid Han için de kullanılmış, kendisi Osmanlı’yı Avrupa’ya taşımak yerine İslam ülkelerine liderlik yaptığı için sert bir şekilde eleştirilmişti. Muhaliflerin öldürülmesi, gazetecilerin tutuklanması gibi iftiralar da cabası… Yani tüm bu tarihi vesikaları üst üste koyunca ortaya, “Türkiye ne zaman yüzünü Avrupa’dan, Batı’dan ve NATO’dan çevirirse bu cephenin medyası acımasızca saldırıyor” sonucunu çıkarmak çok zor olmuyor.
Avrupa Medyasındaki Türk Karşıtlığının Bir Sınırı Var mı? Bundan Sonra Ne Olacak?

Batı medyasının sınırını aslında Batı ülkelerinin siyasileri belirleyecek gibi duruyor. Mesela Hollanda hükümeti Türklerin üzerine köpeklerle saldırırken Hollanda gazetesi Telegraaf bu fotoğrafı kullanarak “Burada Patron Biziz” gibi faşist bir ifade kullanabiliyor. Rotterdam’daki olayların tanığı ve bizzat Avrupa polisi tarafından basın mensubu olmasına rağmen saldırılardan nasibini alan ATV Londra Temsilcisi Mehmet Solmaz anlatıyor: “

Aşırı söylemlerin revaçta olduğu Avrupa’da, Türkiye karşıtı olmak medya için tiraj ve reyting getirdiği gibi popülist söylemleri benimseyen siyasilere de direkt olarak destek çıkmak anlamına geliyor. Bir taraf tiraj düşünürken diğer taraf oy hesabı yapıyor ve Avrupa’nın savunduğunu iddia ettiği değerlerin birer birer çiğnendiğine şahit oluyoruz. Çifte standart diye nitelendirilen bu durumu DOSYA göz önüne serdiğimiz de, siyasi makamlar rahatsızlık duymayıp konjonktür gereği sessiz kalmayı tercih ediyorlar. 

Diğer yandan medya ise görevlendirilmişçesine sesini çıkaranları hedef alıp, tek yönlü yayınlarla propagandadan öteye geçmiyor. Birçok örnek var. Fakat son yaşanan bir olay bütün olayı adeta özetlemekte… PKK programlarına katılan Belçika Devlet Bakanı Zuhal Demir ve Belçikalı Türklerin ana vatanlarıyla bağlarının kopması için canlı yayında önerilerde bulunan FETÖ bağlantılı Bahattin Koçak’la ilgili haberlerimden sonra Belçika devlet kanalı Canvas, ismimi ve haberlerimin kupürlerini gösterip beni bu örgütler için hedef haline getirdi. Yani yapacaklarının bir sınırı varmış gibi görünmüyor. Belki temizlemesi yıllarca sürecek kara propagandanın Avrupa siyasetinin aldığı kararlara göre devam edip etmeyeceğine şahit olacağız.”

Fransız kökenli bir Alman olmasına rağmen Avrupa’nın Türkiye politikalarını eleştirdiği için başına gelmedik kalmayan gazeteci Martin Lejeune ise bunun bir sınırı olduğunu düşünüyor:
 “ İki seçenek var. Ya Türkiye onların istediği her şeyi yapacak ve böylece arzu edilen bir müttefik haline gelecek. Böylece Erdoğan, onların gözünde diktatörlükten demokratik bir lidere dönecek, tıpkı bundan 7-8 yıl önce olduğu gibi… Ya da Türk halkının azmi ve Erdoğan’ın güçlü siyaseti ile Türkiye tüm baskılara rağmen onlara kendini kabul ettirecek. Tabii ki bu seçenek Batı’nın elinde başka argüman kalmaması ve buna mecbur olması anlamına geliyor.”

https://teskilatimahsusa.wordpress.com/2017/09/15/turkiye-ve-dunya-dosyasi-tarik-dagli-bati-medyasinin-kronik-hastaligi-turkiye-karsitligi/


**

FETÖ, CIA ve AJANLAR

FETÖ, CIA ve AJANLAR,



Tarık Dağlı
tarikdagli@yahoo.com



Fetullah Gülen ABD’ye CIA koruması ile yerleşmişti. Bu sıkı ilişki hep reddedildi. Ancak büyük elçilerin tavırlarından deşifre olan ajanların itiraflarına kadar birçok gelişme FETÖ’nün bir CIA projesi olduğunu kanıtlar nitelikte.

“CIA’den tam otuz yıl önce emekli oldum. Beş yıldır Türkiye’ye ayak basmadım. 15 Temmuz’da Kanada’daydım. İslamcı hareketler içinde ABD’ye bir güvenlik tehdidi teşkil edecek son hareket Gülen’inki. Washington’da hiç kimse Gülen’in bir ‘güvenlik tehdidi’ ya da ‘terörist’ olduğuna inanmamıştır. Darbenin Gülen’in talimatıyla gerçekleştiğinden daha da kuşkuluyum (Hizmet gibi 2 milyon üyesi bulunan bir hareket içindeki Gülenci bir avuç subayın amatör bir darbe planında rol alması olmayacak şey değil elbette, ama Erdoğan’dan nefret eden ve darbeyi gönülden desteklemiş olabilecek binlerce Türk subayı var). Hakkını teslim etmek gerekir ki Gülen darbe girişimini en kuvvetli ifadelerle kınadı. Dahası, darbe girişimine kadar Hizmet hareketinin karıştığı tek bir siyasi şiddet söz konusu değil. Tersine, Gülen nereden gelirse gelsin İslam’da şiddeti reddetmiş biri. Erdoğan, giderek buyurganlaşan davranışlarının ve ülkenin kutuplaşmasının bedelini 2019 seçimlerinde ağır ödeyecek. 
Tabii o seçimler adil olursa.”

Yazının Devamı Kriter’in Ocak Sayısında…

http://kriterdergi.com/feto-cia-ve-ajanlar/

FETÖ'cülerin 15 Temmuz darbe girişiminin perde arkasında CIA mi var? MİT'in eski müsteşarının verdiği Fethullah Gülen ve CIA ilişkisine dair bilgiler ibretlik. 

Eklenme Tarihi: 01-08-2016 12:32 - Güncelleme: 01-08-2016 12:32

FETÖ CIA ilişkisi 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte bir kez daha gündemde. Yeşil kart başvurusu CIA başkanının imzasını taşıyan Fethullah Gülen, 
ABD örgütünün baş ajanı olarak görülüyor.

http://www.internethaber.com/fethullah-gulen-ciain-bas-ajani-mitci-anlatti-1703454h.htm

***

28 ŞUBAT YANLIŞ HESAP İSTANBUL'DAN DÖNDÜ,

28 ŞUBAT YANLIŞ HESAP İSTANBULDAN DÖNDÜ,





Kriter Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Fahrettin Altun kaleme aldığı yazıda 28 Şubat yargılamalarını işledi. 28 Şubat darbesinde parmağı olan bütün aktörlerle 
hesaplaşılmadığı takdirde 15 Temmuz’un hesabının sorulamayacağını belirten Altun, karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlikenin iddia edildiği gibi FETÖ’nün 
yerini yeni bir dini cemaatin alması değil, söz konusu boşluğun sol Kemalist örgütler tarafından doldurulması olduğunu vurguluyor.

Siyaset Ekonomi ve Toplum Vakfı (SETA) bünyesinde hazırlanan Kriter dergisinin 20. Sayısı Raflarda yerini aldı.

Kriter Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Fahrettin Altun kaleme aldığı yazıda 28 Şubat yargılamalarını işledi. 28 Şubat darbesinde parmağı olan bütün aktörlerle hesaplaşılmadığı takdirde 15 Temmuz’un hesabının sorulamayacağını belirten Altun, karşı karşıya olduğumuz en büyük tehlikenin iddia edildiği gibi FETÖ’nün yerini yeni bir dini cemaatin alması değil, söz konusu boşluğun sol Kemalist örgütler tarafından doldurulması olduğunu vurguluyor.

Burhanettin Duran, Fahrettin Altun ve Kemal İnat Trump’ın Kudüs kararının arkasındaki nedenleri ve Ortadoğu’ya olası yansımalarını Serdar Karagöz’ün moderatörlüğünde düzenlenen açık oturumda ele aldı.

Ali Satan, Avni Özgürel ve Nuri Salık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Yunanistan ziyaretinde güncellenmesi gerektiğini ifade etmesinin ardından gündeme gelen Lozan anlaşmasını farklı açılardan ele aldılar.

Veysel Kurt, ORSAM Başkanı Ahmet Uysal ile bir söyleşi gerçekleştirdi. ABD Başkanı Trump’ın Kudüs kararının yanı sıra Ortadoğu’daki son gelişmeleri ve Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Batı yanlısı tutumlarının gerekçelerine söyleşide mercek tutuluyor.

Kılıç Buğra Kanat Türkiye-ABD ilişkilerini ele aldığı yazısında Washington’ın Ankara ile münasebetlerinde müttefiklik konumunu göz ardı ettiğini vurgularken, Türk kamuoyunda ilişkileri bozmak için çaba sarf eden bir ABD algısının hakim olduğunu belirtti.

Tarık Dağlı Türkiye’deki CIA ajanlarını ve bunların Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile bağlarını ele aldı. Dağlı’nın yazısında ajanların görevleri ve kişilikleri ile alakalı dikkat çeken malumatlar mevcut.
Ragıp Soylu neticelenen İran yaptırımlarını ihlal davasını değerlendiren bir yazı kaleme aldı. Soylu davadaki açmazları, üstü örtülen ya da görmezden gelinen ilişkileri ve FETÖ’nün davadaki etkinliğini ortaya koydu.

Mahmut Aydın, Cengiz Tomar, Mehmet Akif Okur, Hüseyin Alptekin, Emrah Kekilli, Bilal Salaymeh, Ufuk Ulutaş, Talha Köse ve Asım Öz Kudüs ve İsrail-Filistin sorununu tarihi ve siyasi açılardan ele aldılar.

Şerif Dilek Türkiye’nin 2017’nin üçüncü çeyreğinde gerçekleşen son altı yılın en yüksek çeyreklik büyümesini, büyümeyi besleyen faktörleri ve uluslararası kuruluşların tepkilerini değerlendirdi.
Elif Nuroğlu 2009’dan itibaren bir ödeme biçimi olarak kullanılan ve son günlerde olağanüstü bir şekilde fiyatı artan Bitcoin’in nasıl ortaya çıktığını ele alan bir yazı kaleme aldı.

Son olarak Mehmet Akif Memmi SETA’nın 2017’de yayınladığı kitaplara değindi.

https://kriterdergi.com/sayi/2018/2/20


***

5 Mart 2018 Pazartesi

Çözüm Süreci’nin Belirsizliği ve Çıkış Yolu,

Çözüm Süreci’nin Belirsizliği ve Çıkış Yolu,



Yunus Akbaba
4 Kasım 2013





Hangi noktada olursak olalım 2013 yılı Kürt meselesinin altın yılı olarak tarihe çoktan geçmeyi hak etti. Sürecin her ne kadar güçlü bir siyasi lider (Erdoğan) ve Kürt siyasal hareketinin tartışmasız otoritesi (Öcalan) ve sürece desteğini artan bir oranda sunan Türkiye toplumu ile mümkün olduğu söylense de, meselenin yapısal kısmında 10 yıllık hazırlığını yapmış AK Parti hükümeti ve süreç sırasında kritik bir rol üstlenen Kürt...

Hangi noktada olursak olalım 2013 yılı Kürt meselesinin altın yılı olarak tarihe çoktan geçmeyi hak etti. Sürecin her ne kadar güçlü bir siyasi lider (Erdoğan) ve Kürt siyasal hareketinin tartışmasız otoritesi (Öcalan) ve sürece desteğini artan bir oranda sunan Türkiye toplumu ile mümkün olduğu söylense de, meselenin yapısal kısmında 10 yıllık hazırlığını yapmış AK Parti hükümeti ve süreç sırasında kritik bir rol üstlenen Kürt siyasal hareketinin katkısı da en temel motifler kadar önemlidir. Sürecin bugün geldiği noktada, hem Kürt tarafını hem de hükümeti karşı tarafın ‘nisbi kazancı’ (relative gain) üzerinden kışkırtan açıklamalar gelmeye devam ediyor. Fakat çözüm süreciyle topluma verilen mesaj, Türkleri ve Kürtleri kazanacaklarsa da kaybedeceklerse de bu işin beraber olacağına inandırmak olmuştu. Çözüm sürecini başlatan irade, bu hassas süreci ülkenin her köşesinde, benzer saikler üzerinden toplumu dönüştürmeyi hedefliyordu. Sürecin diğer asli aktörlerinden farklı olarak siyasi iradenin rolü sadece toplumun hazırlanması ve dönüştürülmesi değil, son zamanlarda PKK-BDP-Öcalan cephesinden gelen tahriklerin ve tehditlerin siyaseten soğurularak (absorbe), sürecin rasyonel düzeyde kalmasını sağlamaktır.

BAYIK’IN RİSKLİ AÇIKLAMASI

Bugün geldiğimiz noktada, BDP temsilcileri ve KCK üst yönetimi Demokratikleşme Paketi’nin açıklanmasından sonra hep bir ağızdan sürecin bittiğine ya da bitirildiğine yönelik açıklamalar yapıyorlar. Sürecin ilk dönemlerinde de şahit olduğumuz bir tavırla ‘bitmiş olan sürecin’ tekrardan canlanması için de bazı maddeler sıralanıyor. Öte taraftan KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık uluslararası bir medya kuruluşuna verdiği demeçte ‘derin ve anlamlı bir müzakere olmazsa, Türkiye’de iç savaş çıkar’ diyerek bütün seneye yayılan kamuoyu çalışmasını tek bir cümleyle nasıl yerle bir edilebileceğinin bir örneğini sunuyor. Sürecin ilk günlerinde yaşanan Paris suikastı, Sinop’taki provokasyon ve İmralı notlarının sızdırılmasında yapılan “ihtiyatlı olalım” çağrılarının unutulduğu apaçık ortada. Kürt tarafından gelen bu açıklamalara karşı Başbakan Erdoğan “Bizim açımızdan çözüm süreci yürüyor. Kararlıyız. İhlal eden bedelini öder. Süreci ihlal eden biz olmayacağız” diyerek sürecin tıkandığı evrelerde ihtiyatlı tutumunu devam ettiriyor.

BUGÜNÜN ALGILARIYLA YARINI YÖNETME İSTEĞİ

Sürecin öğrettiği bir başka şey de günlük açıklamalar üzerinden süreci okumanın yanlış olduğunun artık su götürmez bir gerçek olduğudur. Her iki tarafın da en çok istediği şey sürecin devam etmesidir; çünkü böylesi anlarda zor olan süreci bitirmek değil devamını sağlayabilmektir. Unutulmamalıdır ki, her müzakere sürecinin kendi doğası, yapısı ve süresi vardır. Kürt meselesinin Türkiye siyasal tarihindeki yeri ve önemini düşündüğümüzde, 2013 yılında alınan yolu başarı olarak değerlendirmemenin herhangi bir gerekçesi de bulunmamaktadır. Bir yıl boyunca atılan adımlara, verilen demeçlere ve yaşanan gelişmelere bir göz atıldığında ve sürecin hangi sebeplerden ötürü tıkandığına bakıldığında göze çarpan önemli bir nokta bulunuyor: Başlangıçta her iki tarafın aktörleri tarafından üç aşamalı olacağı açıklanan sürecin daha ilk aşaması tamamlanmadan son aşamaya yönelik tartışmaların yapı


https://www.setav.org/cozum-surecinin-belirsizligi-ve-cikis-yolu/

***