ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2018 Cuma

ABD GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI – 2010

  ABD GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI – 2010 
























Prof. Dr. Sait Yılmaz* 
ABD GÜVENLİK VE SAVUNMA POLİTİKALARI – 2010
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
19 Temmuz 2010 Pazartesi

  Amerikan Hegemonyasının temel kuramı olan Realizm;

İkinci Dünya Savaşı'ndan bugüne Modernizm düşüncesi temelinde; 1980'lerden 
itibaren siyasi olarak demokrasi, Ekonomik olarak kalkınma (development) ve 
1990'lardan itibaren ise kültürel kod olarak ise iletişim (diyalog) projesi adı 
verilen üç alt konsept ile pratikte uygulama alanı buldu. Bu üç proje ülkeleri 
içten ve dışarıdan saran 'ağ stratejisi' ile pratiğe geçmiştir. 
Amerika, hükmetmeyi değil, kontrol etmeyi amaçlar. Soğuk Savaş sonrası ABD'nin yeni vizyon arayışları içinde sırası ile George H.W. Bush'un "Yeni Dünya Düzeni (The New World Order)", Clinton'ın "Küreselleşme (Globalization)" ve oğul Bush'un "Terörizme Savaş Esnasında Hegemonya (War on Terror)" veya "Demokratik Realizm" anlayışının yerini 2008 seçimleri ile birlikte Obama'nın "Yeni İdealizm (The New Idealism)" vizyonu aldı. Obama dönemi yeni güvenlik stratejisi ve Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme Raporu (QDR 2010)'un yayınlanması ile artık Obama'nın niyetlerini daha iyi sorgulayabiliriz.

Yeni ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi

ABD Başkanı Obama'nın kalem aldığı ve imzaladığı yeni ABD güvenlik stratejisi 
daha cümlesinden "ABD'nin dünya üzerindeki tarihi rolünden, evrenselleştirme 
iddiasından, Amerikan çıkarlarına bağlılığından ve demokrasinin öneminden" dem vurarak işe başlıyor[1]. Sunuş bölümünde Amerikan politikalarının özünde bir değişiklik olmadığını anlıyor, sadece yeni dönemde 'nasıl' olacağı konusunda 
yeni bir şeyler bulma arayışına giriyorsunuz. Genel bir özet yapacak olursak, 
Obama önceliği içeriye; ekonominin düzeltilmesine, iç güvenliğin daha sıkı 
koordinasyonuna ve ABD'nin dışarıda bir şeyler yapabilmesi için iç 
mekanizmaların daha iyi kurgulanmasına vermiş durumdadır. Dışarıya yönelik 
iddialarında bir değişiklik olmamakla birlikte işi ucuza getirmek için ortaklara 
dayanma, müttefiklerle paylaşma gibi unsurlar yanında daha çok yumuşak güce 
dayanmak için diplomatlar, NGO'lar, sivil toplum ve özel sektör arasında yeni 
bir kurgu arayışı öne çıkmaktadır. AB Komisyonu Başkanı Barosso'nun yakın 
zamandaki şikâyetlerini haklı çıkaracak şekilde Avrupa ile ilişkilere hemen hiç 
değinmemektedir.

Ulusal güvenlik stratejisinin odak noktasını 21. yüzyıldaki çıkarlarını daha 
etkili bir şekilde sağlamak için Amerikan liderlik (hegemonya) kurgusunu 
yenilemek oluşturmaktadır. Bir yandan içeride bu kurgu yenilirken dışarıda 
Amerikan çıkarlarına uygun şekillendirmeler devam edecektir. İçeride yapılması 
gerekenler sırası ile: ekonominin uzun vadeli bir gelişme sağlayacak düzlüğe 
çıkarılması; anavatan güvenliği ve ulusal güvenlik yapılarının her seviyede 
entegrasyonu; dünya üzerinde demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi (bildik) argumanlar üzerinden (Amerikan etki ve kontrol sistemini yaymak için) daha kuvvetli bir yapılanmaya gitmek ve bu yapının diğer uluslararası kurumlar ve ortaklar (ülkeler) ile bağlarını güçlendirmek. Söz konusu uluslararası kurumlar içinde NATO, BM, IMF ve Dünya Bankası (WB) adları öne çıkarken ülkeler arasında üç grup ayrımı belirgindir. Birinci grupta önem verdiği; Çin, Hindistan ve Rusya, ikinci grup ise artan önemleri ile Brezilya, Güney Afrika ve Endonezya'dır. ABD'nin bölgesel politikaları için önemli olan üçüncü grup içinde Pakistan ve Türkiye öne çıkmaktadır. Türkiye için Sayfa 42'de Obama özel bir cümle kullanmaktadır; "Türkiye'ye (özellikle bölgesel ortak çıkarlarımız için) 
angaje olmaya devam edeceğiz." Artık nasıl anlarsanız anlayın!

Amerika önceliğini anavatan (iç) güvenliğine vermekte ve en önemli tehdit olarak nükleer silaha sahip İran ve Kuzey Kore'nin adını söylemektedir. Daha sonra sırayı El Kaide almaktadır. Müteakiben, Irak, İsrail-Filistin çatışması ve 
Müslüman ülkeler ile ilgili beklentileri gelmektedir. Güvenlik stratejisinin 
ilginç olan bölümü ulusal kapasitenin geliştirilmesi için öngörülen eylem 
planıdır. Bu bölümde: dünya üzerinde askeri üstünlüğün korunması; diplomatik ve ekonomik vasıtalara daha çok yatırım yapılması; istihbaratın asimetrik tehditler için zamanında bilgi sağlaması; ulusal güvenlik, yardım programları ve (yumuşak güç) mekanizmalarının eğitimi, yenilenmesi ve güçlendirilmesi üzerinde durulmaktadır. Beyaz Saray'daki Anavatan Güvenliği ve Ulusal Güvenlik Konseyi organlarının birleştirildiği ifade edildikten sonra bekleyen yenilikler 
aşağıdaki gibi sıralanmaktadır;

Savunma; Terörle mücadele ve istikrar operasyonlarına öncelik, Amerikan gönüllü sisteminin yaşadığı sıkıntıların aşılması için yeni özendirmeler.

Diplomasi; Hükümetler, uluslararası kuruluşlar, NGO'lar, think-tank'ler, 
üniversiteler ve sivil toplum ile ilişki için yeni hünerler geliştirilmesi.

Ekonomi; Doların değeri, ticaret, dış yatırımlar, bütçe açığı, enflasyon, 
verimlilik ve rekabet gücünün korunması için kalkınmış ülkelerle işbirliği.

Kalkınma; Küresel ekonominin istikrarı için gelişmekte olan ülkelere yardım (!) 
için ekonomik araçlar ve finans kuruluşları ile angaje olmak.

Anavatan Güvenliği; Tehditlerin önceden belirlenmesi, yasal olmayan girişlerin önlenmesi ve terörist bağların ortaya çıkarılmasına odaklanılacaktır.

İstihbarat; Stratejik istihbarata önem verilerek istihbarat toplumun 
kabiliyetleri artırılacak, dış istihbarat servisleri ile işbirliği yapılacaktır.

Stratejik iletişim; Amerikan çıkarlarını geliştirmek ve meşruiyetini sağlamak 
için özellikle kültürel alanda projeler geliştirilecek, ikna kabiliyeti artırmak 
için medya dışında yeni metotlar bulunacak.

Amerikan Halkı ve Özel Sektör; Amerikan değerleri korunurken, özel sektörün yardımıyla diğer ülkelerdeki özel sektör, NGO'lar, vakıflar ve sivil toplum kuruluşları ile yeni fırsatlar, şeffaflık ve bilgi temini için bağlar geliştirilecektir.

ABD Savunma Stratejisi 2010

QDR 2010'a[2] baktığımızda ilk dikkati çeken şey ABD kafa karışıklığının devam 
ettiği oldu. Bunda QDR 2010'un Şubat ayında Ulusal Güvenlik Stratejisi'nin ise 
Mayıs ayında yayınlanmış olması etkili olabilir. Kafa karışıklığının iki önemli 
belirtisi daha önceki QDR'dan farklı olarak Amerikan ordusu için öngörülen 
dönüşüm yerine 'kuvvetin evrimi' terimi kullanılması, bütçeye temel teşkil 
edecek 'kuvvet ölçeği' için muğlak ifadelerin arkasına saklanılmasıdır. QDR 
2010'un ana hatlarını; devam eden kuvvet yapısı dönüşüm çalışmaları, ordu 
personelinin durumunu iyileştirme, Silahlı Kuvvetlerin ABD içi ve dışı organik 
ilişkilerinin geliştirilmesi ve özellikle iş dünyası ile ilişkilerde reform 
çalışmaları oluşturmaktadır.

Amerika'nın savunma öncelikleri: bugünün savaşlarında üstün olmak (Irak ve 
Afganistan'ı tarif diyor ama kazanmak demiyor); (nükleer) çatışmayı önlemek ve caydırmak; rakipleri (büyük güçleri) yenmeye hazırlanmak ve pek çok ihtimalat (doğal afetler, kırılgan ülkeler vb.) bölgesinde başarılı olmak; (asker 
sıkıntısı yaşanan) gönüllü gücünü muhafaza etmek ve geliştirmek. Amerikan 
çıkarlarının tarif ettiği öncelikli coğrafyalar olarak Orta Doğu ve Güney Asya 
seçilmiştir. Ancak, önceki QDR'larda olduğu bu coğrafya ile ilgili düşünceler ve 
kuvvet projeksiyonu üzerine bağlantılar verilmemektedir. Sadece, Afganistan için El Kaide ile baş edilmesinde Pakistan'ın önemine vurgu yapılmaktadır. Irak'ta ise Irak güvenlik güçlerinin eğitilmesinin önemine değinilirken, nasıl bir Irak ve Orta Doğu konusunda açıklama için zaman erken bulunmuştur. Obama da bu konuya değinemediğine göre anlaşılan Orta Doğu ve Irak ile ilgili gelişmeler oldukça derindir.

Kuvvet yapısı ile ilgili olarak Kara Kuvvetlerine istikrar operasyonları 
öncelikli görev gösterilirken, Deniz Kuvvetlerine açık denizlerde kaybol veya 
müttefik gemilerle gez denilmekte, en büyük gelişme ve öncelik Hava 
Kuvvetleri'ne kaydırılmaktadır. Hava Kuvvetleri için büyük miktarda beşinci 
nesil savaş uçağı temin ederek uzak menzilli ve girilmesi zor bölgeleri vurma 
kabiliyeti geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun dışında özel kuvvetler, ISR 
(istihbarat, gözetleme, keşif) kabiliyetleri ile siber, elektronik ve haberleşme 
gayretlerinin geliştirilmesine vurgu yapılmaktadır. Amerikanın ordusunun 
dönüşümü ile ilgili önemli kararlar DDG-1000 destroyerleri, Geleceğin Muharebe 
Sistemleri vb.) 2011 bütçe çalışmalarına bırakılmaktadır. Amerikan savunma 
yatırımları için; döner kanatlı uçaklar, insansız hava araçları, patlayıcılara 
karşı sistemler, özel kuvvetler, sivil işler, dil ve kültür uzmanlığı ve 
güvenlik yardımları alanına dikkat çekilmektedir.

Sonuç yerine: "Allah'a Uzak, Amerika'ya Yakın Olmak"

Bir Fransız düşünür Amerikan politikalarını yorumlarken şöyle demişti; "Zavallı 
Meksika, Allah'a ne kadar uzak, Amerika'ya ne kadar yakın!". Bunu söylerken 
şüphesiz Meksika'nın içinde olduğu badireler kadar, Meksika'nın başına çorap 
örmeyi kendi güvenliğinin gereği sayan, yanı başındaki Amerika'ya atıf yapmakta idi. Bugünün yeni Meksikaları arasında Pakistan ve Türkiye de var. Bu ülkelerin güvensizliği Amerika için işlerin yolunda gitmesi demek. Bizlere düşen ise demokrasi ve küresel (!) çıkarlar adına bize biçilen rollere ve olup-bitenlere 
razı ve destek olmak. Obama ile de değişen bir şey olmadığı, ABD derin 
devletinin Obama ile ya da onsuz her zaman kendi yolunda gideceği açıktır. ABD, ne dünya üzerindeki hegemonya rolünden ne de evrenselleştirme (Amerikanlaştırma) merakından vazgeçmiştir. Obama ile sadece ABD'nin ekonomi ve güvenlik yapılanmasını gözden geçirme gibi öncelikleri ortaya çıkmıştır. Kısaca ABD'de para ve insan kaynağı sıkıntısı vardır ve kaynaklarını daha dikkatli kullanmak zorunda hatta ucuza getirmek istemektedir. Bunun için de Türkiye gibi bölgesel çıkarlarının payandaları ikna edilmelidir.

Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Müdürü, 
saityilmaz@beykent.edu.tr

[1] The White House: U.S. National Security Strategy, May 2010, Washington.

[2] U.S. Department of Defense: Quadrennial Defense Review Report, February 
2010,



Uzman Hakkında
Sait Yılmaz

Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
sait.yilmaz@yeditepe.edu.tr

Uzmanın Diğer Yazıları

  İsrail’in Kıyamet Senaryosu 
  Orta Doğu’da Kovboy Diplomasisi 
  ABD Çöküyor... 
  Türk-Yunan Savaşı Ne Zaman? 
  CIA ve Analiz 
  Ermenistan’da neler oluyor? 
  Suriye’de Şimdi Neler Olacak? 
  NATO-Rusya Savaşını Kim Kazanır? 
  Bizi Kim, Neden ve Nasıl Takip Ediyor? 
  Rus Suikast Kültürü 
  Sahipsiz Türkçülük ve Türk Dünyası 
  40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı İçin Notlar 
  Suriye’de Bir Çözüme Ne Kadar Yakınız? 
  Afrin Harekatı ve Türkiye’yi Bekleyenler 
  Savaş ve Kahramanlık Üzerine: Kimler Kahraman Olabilir? 
  Orta Doğu’da Rus Realizmi ve Türkiye 
  Rusya İle İlişkilerin Askeri Matematiği 
  Küresel Sermayenin Kudüs’teki İzleri ve Siyonist Plan 
  Kuzey Kafkasya’nın Çalınmış Savaşları 
  21. Yüzyılda İstihbarat 
  Afrika’da Terör ve Sessiz Savaşlar 
  Kuzey Kore Gerçekleri 
  Devlet Adamı ve Kriz Yönetimi 
  Post-Modern İstihbarat 
  Rusya Örtülü Operasyonlarının Dönüşümü 
  ABD-İran Savaş Senaryosu 
  Transatlantik ilişkiler ve Ortadoğu’nun NATO’su... 
  Ortadoğu’da İngiliz İstihbaratı; 1914-1918 
  Suriye'deki İç Savaşın Gerçek Yüzü ve Türkmenler 
  Gelecek 25 Yıl; Büyük Avrasya Projesi (BAP) 
  Türk-Yunan Sorunlarının Neresindeyiz? 
  (H)iç Güvenlik Paketi Bizleri Nasıl Etkileyecek, Hükümetin Hedefi Ne? 
  Ortadoğu’daki Kuzey Kore: Suudi Arabistan 
  Dünya Orduları 2015’e Nasıl Girdi? 
  Ermeni İddiaları ve Gerçekler 
  Aselsan Cinayetlerinin İzini Sürmek... 
  Küresel Terörün Geldiği Aşamayı Nasıl Okumalıyız? 
  Fransa’daki Terör Olaylarının Anlamı 
  2015'e Girerken Uluslararası Güvenlik Ortamı 
  Yükselen Güç Türkiye Masalı 

***

28 Ağustos 2018 Salı

ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2


C. Türkiye’nin Arap-İsrail Savaşlarında Orta- Doğu Siyaseti 

Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletleri ve ABD’nin yanında yer alarak dış siyasetini bu ülkelere endeksli yürütmeye başlar. Bu nedenle 1948 
yılında Türkiye Birleşmiş Milletler genel Kurulu’nda Filistin’in bağımsızlığını destekler, ama oy çoğunluğu ile taksim kararı alındığında, bu taksimi reddeden 
on üç ülkeden biri olur. 1949 yılında Türkiye’nin İsrail Devleti’ni siyasi olarak tanıması sonucu iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulur. Türkiye’nin İsrail’i 
siyasi olarak tanıması Türkiye’nin Arap ve Müslüman ülkeleri ile ilişkilerini olumsuz şekilde etkiler. Türkiye 1950 yılında BM’in cezayir’in bağımsızlığını 
görüştüğü toplantıda cezayir’in Self-Determinasyon hakkını destekleyici bir tutum almaktan kaçınır. Bundan sonra 1956 yılında Mısır ile İngiltere arasında 
meydana gelen Süveyş krizi sırasında ve sonrasındaki yaklaşımı yine Avrupa devletlerinden yana olur. Türkiye bu çizgisini devam ettirerek 1957’deki 
Eisenhower Doktrini’ni destekler (Ayın Tarihi, 1948: 164; TBMMTD, 1949:4; Ayın Tarihi, 1956: 152; Hurewitz,1958:281-295; Kürkçüoğlu, 1972:102; 
Karpat,1975: 121; Armaoğlu,1984: 845-851; Armaoğlu, 1991: 251-252; Sander, 1998: 219-240; Kürkçüoğlu, 2002: 35; Öymen,2002:122). 

I.Dünya Savaşı sırasında Arapların Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almaları, Hilafet Makamı’nın cihat Fetvası’na itibar etmemeleri Türkiye cumhuriyeti’ni 
oldukça düşündürür. Türkiye II. cihan Harbi sonunda SScB baskısı ve talepleri karşısında yalnız kalınca çareyi ABD’nin yanında yer almakta bulur. Birçok Arap 
ülkesi SScB ekseninde yer aldığı için Türkiye kendisi gibi ABD politikasına yakın olan İsrail’i tanır, fakat desteklemez. 
Ayrıca İsrail içinde SScB’den göç eden ve iç siyasette etkili bir nüfus da bulunmaktadır. 
Bu nedenle Türkiye dış siyasette hem ABD ve hem de SScB kıskacındadır (Gönlübol,1996: 284; Altunışık,1999:182; Kürkçüoğlu, 2002: 36). 
Soğuk savaş döneminde diğer bölgeler gibi ABD ve SScB arasında Orta Doğu da parsellenir. Türkiye ve İsrail ABD yanlısı iken Mısır, Suriye, Ürdün SScB 
yanlısı bir dış siyaset izler. Türkiye yine de 1955 yılında Bandung’ta (Endonezya) yapılan Asya-Afrika Konferansı’nda Irak ile birlikte Ürdün ve Lübnan’ın da 
desteğiyle “bağlantısızlık” hareketine karşı çıkar. Türkiye 1955 Bağdat Paktı’nın yapılması ile İngiltere’nin kontrolünde olan Orta Doğu için bir savunma hattı 
oluşturur. Böylece Irak, Pakistan, İngiltere, İran ve Türkiye ABD’nin yanında SScB’ye bir set kurar. Bu pakt Arapları üçe ayırır; ilk grupta İran, Irak ve Pakistan, ikinci grupta Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen, üçüncü grupta ise Ürdün ve Lübnan yer alır. Bu durum Türkiye’nin Arap ülkeleri ile arasını açarak önce Mısır, sonra da Suriye ile ilişkilerini gerginleştirir (Ayın Tarihi,1954: 44; Gönlübol Ülman, 1972: 271-275; Armaoğlu, 1984: 491; Gönlübol, 1996: 534-537; Sander, 1998: 219-240; Bostancıoğlu, 1999: 334; Dursunoğlu, 2000: 37-38). 

Akdeniz’de bulunan Kıbrıs adasında Türk ve Rumlar yaşar, 1878 Osmanlı Rus Harbi’nden beri Ada’nın idaresi İngiltere’dedir. Ada denizcilik, ikmal, tersane 
yapımı, ticaret ve Akdeniz hâkimiyeti açısından Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından son derece önem arz eder. 
II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin Orta Doğu’da hâkimiyet bölgelerinin kaybolmaya başlamasıyla Kıbrıs’ın önemi daha da artar. İngilizler 1948 yılında Filistin’den ve daha sonra Arap milliyetçiliğinden Mısır’dan da çekilmek zorunda kalır. Böylece İngiltere’nin elinde bölgeyi kontrol edebilecek tek üs olarak Kıbrıs kalır. 1954 yılında İngiltere Süveyş’ten çekilince karargâhını Kıbrıs’a taşır. Kıbrıs Adası’na İngiltere’nin ne derece önem verdiği 1 Haziran 1956 yılındaki Başbakanı Norwich’in şu sözleriyle daha açık belli olmaktadır: “İngiltere’nin Kıbrıs’taki çıkarları yalnızca NATO ile sınırlı değildir. Ülkemizin ve Batı Avrupa’nın endüstriyel yaşamı Orta Doğu’dan gelen petrole dayanmaktadır. Eğer bir gün petrol kaynaklarımız tehlikeye düşecek olursa bunları korumak zorunda kalacağız...” (TBMMTD, 1958: 822; Armaoğlu, 1984: 529, 785-809; Kafaoğlu, 1995: 160; Hale, 2000: 132-134; Kürkçügil, 2003: 69; Shaw-Shaw, 2000: 505-509; Ülger-Efegil, 2001: 1, 21; Manisalı, 2003: 32-35;). 

1960’lı yıllarda Kıbrıs’ta çıkan olaylar neticesinde Türkiye BM’ye başvurduğunda, Batılı devletlerin desteğini alamaz. II. Dünya Savaş sonrasında koşulsuzca tek taraflı bir dış siyaset izleyen Türkiye Batı’dan ilgi görememesi ile hayal kırıklığına uğrar. Kıbrıs konusundaki anlaşmazlıklar ve görüşmelerde Arap ülkelerinin Türkiye’ye karşı oy kullanmaları sonucunda Türkiye Orta Doğu politikasının eksikliğini hissetmeye başlayarak bu alana yönelmeye başlar. 

Bundan sonra Türkiye dış siyasette denge politikasına yönelir. Artık Türkiye Arap ülkeleri ile daha sıcak siyasi ve ekonomik işbirliği içine doğru hareket edecektir (Armaoğlu, 1983: 123, 157-175; Buhle, 1996: 99; Steinbach, 1996: 230; Kürkçüoğlu, 2002: 37-38). 

BM ile birlikte Türkiye İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması lehinde oy kullanması yoluyla, Filistin halkına Self-Determinasyon hakkı tanınması 
ve İsrail’e de devlet kurma hakkının verilmesini destekler. Türkiye’nin 1960 yıllarındaki bu dış politikasındaki değişmenin asıl nedenini uluslararası arenada 
Kıbrıs konusunda destek bulmayı amaçlamasıdır. 1965 yılında cidde’de bir araya gelen 6. Müslüman Kongresi Kıbrıs konusunda Türk delegasyonunun kararını 
desteklemeyi kararlaştırmasıyla Birleşmiş Milletler görüşmelerinde; Afganistan, Irak, Libya, Suudi Arabistan tarafından sunulan ve Türkiye’nin onayladığı 
öneri reddedilir. Bu oylamada İran, Libya, Pakistan Türkiye’nin yanında yer alır. Özellikle 1967 Orta Doğu Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin bu ülkelerle olan 
ilişkilerinde ve dış politikamızda olumlu bir sürece girilir. Artık buna göre Türkiye Orta Doğu ülkelerinin içişlerine karışmadan tarafsız bir denge politikası güden 
bir çizgide yer alır (Karaosmanoğlu, 1983; Armaoğlu, 1984: 845-851; Bağcı, 1992: 119-138; Steinbach, 1996: 257; Buhle, 1996: 227). 

Türkiye Batı ile ters düşmemek kaydıyla geçmişten gelen bağlar nedeniyle Arapların yanında yer almaya çalışır. Ama II. Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin 
içinde bulunduğu durum nedeniyle gerek SScB ve gerekse ABD’nin istekleri doğrultusunda Batı’nın yanında yer almak zorunda kalır. Türkiye 1949 Arap 
ülkeleri ile İsrail arasında yapılan silah bırakma anlaşmasından sonra İsrail’i resmen tanır ve Telaviv’e maslahatgüzar gönderir. Türkiye maslahatgüzarlığını 
1950 yılında elçilik düzeyine çıkarmasına karşın 1956 Kanal Savaşı sırasında İsrail Mısır’a saldırınca İsrail’i kınayarak elçisini geri çeker ve yerine tekrar 
maslahatgüzar gönderir. Türkiye 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşında Arapları destekler, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararınca İsrail’in Batı Şeria, 
Gazze Şeridi, Doğu Kudüs ve Golon Tepelerinden çekilmesini savunur (Ayın Tarihi, 1950: 158; Tibi, 1991: 118; Musevilerle 500 Yıl, 1992; Köni, 1995: 427; 
Can, 1993: 167-174; Öymen, 2002: 127). 

1970’li yıllarda dünyada ASALA terör örgütü ile Ermeni Meselesi tekrar gündeme getirilerek Türkiye terör hadiselerine maruz kalınca oldukça zor durumda 
kalır. Bu dönemde Arap ülkelerinden de Ermenilere destek verilir. Türkiye ABD’deki Ermeni Lobisi’ne karşı Yahudi lobisineyönelir ve onlardan destek ister. 
Yahudi lobisi “…Bizimle ilişkilerinizi geliştirmek istiyorsanız, tamam bunu biz de istiyoruz; ama, biz de sizin İsrail ile ilişkilerinizi geliştirmenizi bekliyoruz…” 
der. Böylece Türkiye bu tarihten sonra İsrail ile ilişkilerini düzeltme sürecine girer (Gürbey, 1991: 209-224; Gönlübol, 1996: 284; Sönmezoğlu, 1998: 105-110; Kürkçüoğlu, 2002: 40). 

Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü 1964’te kurulduktan on bir yıl sonra tanıyarak Kahire büyükelçisini FKÖ nezdinde akredite eder. 1969 yılındaki Rabat Bildirgesi’nde Türkiye İslam Konferansı’na dâhil olmasıyla birlikte İsrail’e karşı çıkması istenince bunu reddeder. Türkiye 1979 yılında Türkiye’de Filistin 
Kurtuluş Teşkilatı’nın temsilciliğinin açılmasına izin verilir. 1980 yılında İsrail Kudüs’ü ilhak edince Türk Hükûmeti bunu protesto ederek Telaviv elçiliğindeki 
maslahatgüzarlık düzeyini daha aşağı çeker ve İsrail’in Kudüs’ü başkent yapmasına karşın elçiliğini Telaviv’de tutarak Kudüs’teki başkonsolosluğunu da 
Telaviv’e getirir (Gönlübol,1996 : 534-537; Sander,1998 : 219-240). 

Suriye ve Irak SSCB’ye güvenerek 1980’li yıllardan sonra PKK’ya destek verir. Beyrut’ta PKK kampı kurulur ve yıllarca örgüt buradan yönetilir. Suriye devamlı Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Bulgaristan kozunu kullanır ve buradaki Türk azınlık zor durumda kalır. Hatta Suriye Yunanistan’a ülkesinde bir üs dahi verir. Suriye, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı ve Kıbrıs konularında çıkan anlaşmazlıklarda devamlı onların yanında yer alır. Böylece Yunanistan ve Bulgaristan Türkiye’ye Arap kozunu oynarken Suriye de Yunanistan ve 

Bulgaristan kozunu oynar. Türkiye bu nedenle bu dönemde İsrail ile ilişkilerini geliştirir. Daha sonraki dönemde Suriye ve Irak’la Türkiye arasında su meselesi 
ortaya çıkar ve uzunca süre devam eder (Tartanoğlu, 1990: 157; Sezgin, 1996: 141; Okçu, 1993: 25-70; Lawson, 1995: 23; Kürkçüoğlu, 2002: 41). 

1990’lı yıllarda SScB’nin dağılma sürecine girmesi ve soğuk savaş döneminin sona ermesi ile Suriye SScB desteğini kaybeder. Suriye dış siyasette yalnız kalınca sıkışır ve PKK terör örgütünü ülkesi dışına çıkartarak desteğini keser. Suriye su meselesini de eskisi gibi gündeme getirmeyerek Türkiye ile dostluk kurmaya ve Türkiye’ye yanaşmaya başlar (Şalvarcı, 2003: 47,151,311; Köni, 1996: 127; Kocaoğlu, 1995: 81-105). 

D. Arap-İsrail Savaşlarının Müslüman Ülkeler Arasındaki Ekonomik Birlikteliğe Etkisi 

   İslam ülkelerinin bir araya gelerek beraberlik oluşturmaları Kudüs’teki El Aksa camii’nin 1969 yılında Yahudilerce yakılması sonucu başlar ve hemen Suudi Arabistan Kralı Faysal İbn-i Abdülaziz’in öncülüğünde Fas Kralı II. Hasan’ın davetiyle Arap ülkelerinin içeren Rabat’ta bir konferans yapılır. 
Konferansın sonunda “Rabat Deklarasyonu” ortaya çıkarak yayınlanır. Konferans sonunda merkezi cidde’de olmak üzere “İslam Konferansı Teşkilatı” kurulur 
(Karaosmanoğlu, 1983: 78; Sander,1998: 219-240). Artık Türkiye Pakistan, Irak, Mısır, Afganistan, Bangladeş, cezayir ile ticari anlaşmalar, İran, Libya, 
Pakistan, Irak ile ekonomik işbirliği ve ticaret anlaşmaları, Libya ile ticari ortaklık anlaşmaları, Suudi Arabistan ve Kuveyt’le de mali ve kredi anlaşmaları 
imzalanarak yürürlüğe konur. Daha sonra İslam devletleri arasında çeşitli işbirliği ve ekonomik oluşumlar meydana gelir; Türkiye, İran, Türk cumhuriyetleri, Afganistan’ın içinde yer aldığı Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EKİT-ECO), Petrol zengini Körfez Ülkelerinin Teşkilatı (G.C.C.), Mağrip Arap Birliği (Moritanya, Fas, cezayir, Tunus, Libya),Arap İşbirliği Konseyi (Mısır, Ürdün, Yemen, Irak) gibi (Dışişleri Bakanlığı Belleteni, 1969: 45; Kürkçüoğlu,1972: 161; AKBANK, 1980: 395-403; Shaw-Shaw,2000: 505-509). 

Arap ülkeleri ile girişilen bu sıcak ilişkileri sonunda 1973’te cidde’de “İslam Kalkınma Bankası” açılma kararı alınır ve Türkiye’nin de 1974 yılında ortak 
olduğu bu banka 1975’te açılır; 1985’te Türkiye Başbakanı Turgut Özal’ın bu bankaya 160 milyon dolar daha sermaye ilave etmesi sonucunda Türkiye’nin 
ortaklık derecesi beşinci sıraya yükseltilir. 1974 yılındaki Türkiye’nin “Kıbrıs Barış Harekâtı” sırasında İslam Kalkınma Bankası üye devletleri Türkiye’yi destekler. 
Bu olumlu gelişmeler sonunda 1977 yılında Türk-Libya ticaret ortaklığı olarak kurulan Arap-Türk Bankası’na Kuveyt de iştirak eder (TBMMTD, 1970: 481; 
TBMMTD, 1971: 399-400; cem, 1977: 282; İhsanoğlu, 1995, 388; AKBANK, 1980: 401; Gönlübol,1996: 518). 

İslam Kalkınma Topluluğu Toplantısı1980’de Ürdün ve yine Eylül’de Fas’ın Fez şehrinde yapılması ve İsrail’le mücadele kararı alınması sonucunda Türkiye 
de Telaviv’deki Maslahatgüzarını geri çekerek daha düşük düzeyde diplomatik ilişkiye girer. 1980 yılında Irak-İran savaşının çıkması ve daha sonra sırasıyla 
yapılan IRCICA, SESRTCIK ve İSEDAK toplantıları yapılır. Bu toplantılar sonuncunda 16 Aralık 1983 tarihli kararname ile Bank of Bahrain and Kuwait 
B.C.S., Habib Bank (Pakistan), Bank Mellat (İran), The Saudi American Bank, Dar al Maal al-İslami (Faisel Finans Grubu), Albaraka ve Kuwaiti-Turkish Evkaf Bank gibi finans grupları Türkiye’de çalışmaya başlarlar, buna karşı Türk İnşaat şirketleri ve işçileri Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde (Libya, İran, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Tunus, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri’nde çalışırlar (Karaonmanoğlu, 1983: 164; Armaoğlu,1984:.845;  Dursun, 1995: 413; Altunışık,1999: 185-186; Ünal, 2002: 41-42). 

1970’li yıllarda Türkiye’nin ticari ilişkileri daha çok Avrupa ülkeleri ve Amerika ile yapılmaktadır. Türkiye’nin ticari ilişkileri içinde Avrupa ülkelerinin payı hemen hemen % 50 iken, Arap ülkeleriyle ticari ilişkilerinin oranı ise ancak % 9-18 arasında ve yıldan yıla bir dalgalanma gösterebilmektedir. Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle iyi ilişkilere girme sürecinden sonra bu oran hızla değişme gösterir 1980-1985 arasında Avrupa ile olan ticari ilişkilerinin oranı % 45’ten % 30’a düşme gösterirken İslam ülkeleri ile olan ticari ilişkilerinin oranı ise % 18’den % 46’ya doğru yükselir. Daha sonraki süreçte Türkiye’nin İslam ülkeleri ile olan ticaret oranı 1985-1990 arasında % 23,5 ihracat ve % 18,3 ithalat olmak üzere toplam % 50’ye yaklaşır. Türkiye’nin hızlı biçimde İslam ülkeleri ile ticari ilişkilerini geliştirmesi Avrupa ülkelerini Pazar kaybımdan dolayı oldukça endişelendirir (Karaomanoğlu, 1983: 174; Gürbey,1991: 210; AKBANK,1980: 
402; Shaw- Shaw,2000: 505-509; Gönlübol, 1996: 607). 

1990 yılında patlak veren Körfez Krizi ve 1991 yılındaki Körfez Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ekonomik ilişkileri bozulma sürecine girer. Türkiye bir defa Batı’nın yanında yer alması sonucu ve ambargo neticesinde ihracatı asgari düzeye düşer (12,6 milyar dolardan 2 milyar dolara düşer.), 
petrol boru hattı kapatılır, sınır kapılarının kapatılmasıyla nakliye biter, turizm sekteye uğrar ve toplam zarar 20 milyar dolara çıkar. Ayrıca Türkiye’ye sınır 
kapılarından akın eden mülteciler bütçeye artı yük getirir, Kuzey Irak’ta konuşlandırılan Çekiç Güç sayesinde bölgede oluşan otorite boşluğu PKK terör 
örgütünü kuvvetlendirir ve Türkiye’nin savunma harcamalarını birkaç kat daha artar. Bu tür savunma harcamaları yukarıda ki Türkiye’nin kaybını gösteren 
meblağa dâhil değildir. 
Kısaca basitçe yapılan bir hamle ile Türkiye’nin ekonomik dengeleri bozulur, dış borç artar, ülkede iç siyaset karışır ve Türkiye’nin hem dış siyaseti, hem de 
ekonomisi zayıflar. Bu süreçte Türkiye Dünya Bankası ve IMF’ye borçlanması giderek artar (Şen, 1990: 241; Öztürk, 1999; Özdağ-Laçiner-Erkun, 2003: 232). 

SONUÇ 

Türkiye’nin 1960’lı yıllara gelinip de Kıbrıs meselesi ortaya çıkıncaya kadar belirgin bir Orta Doğu politikasına sahip değildir. cumhuriyetten hemen sonra 
veya Millî Mücadele sırasında yapılan anlaşmalar hep Türkiye’nin sınırlarını belirleyebilmek içindir. Bu durum II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam eder. 
Bölgede İsrail Devleti’nin kurulması ve Türkiye’nin İsrail devletini tanıması sonucu Arap ülkeleri ile arasında soğukluk yaşanmaya başlar. 
Ne zaman ki Kıbrıs’ta baş gösteren olaylar sonrasında Birleşmiş Milletlerde Türkiye yalnız kalınca, artık Türkiye’nin Orta Doğu’da belirli bir dış politika 
güdülme ihtiyacı belirir. 

1960 sonrası Türkiye bir denge politikası içerinse girer. II. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin dış politika ve ekonomik politikada ABD güdümlü bir strateji 
izler, fakat Kıbrıs konusunda yalnız kalınca hem Orta Doğu’da Araplara yaklaşır, hem de 1963 yılında AET’ye başvurur. 1970’li yıllardan sonra İslam Birliği’ne 
sıcak bakılmaya başlanır ve Rabat Kongresi’ne katılınır. İslam Devletleri ile Türkiye yeni bir döneme girer. Bu dönemde Türkiye Araplarla İsrail arasında bir 
denge politikası izlemeye çalışır. 1976-1990 yılları arasında İslam ülkeleriyle Türkiye arasında ticari boyutta çok ciddi atılımlar gerçekleşir. 

1990 yılında patlak veren Körfez Krizi-Savaşı’nda Türkiye Batı yanlısı politika izlediği için İslam ülkelerinden belirli ölçüde uzaklaşır. Özellikle terör konusunda 
PKK’ya yapılan yardımlar, Suriye’nin Yunanistan’la işbirliğine girişmesi, PKK’ya yataklık yapması; İran’ın hem Ermenileri desteklemesi, hem de PKK, Hizbullah 
gibi terör örgütlerine yardımcı olması; Irak’ın su nedeniyle Suriye ile birlikte Türkiye’yi sıkıştırması oldukça gerilimli günlere neden olur. 

Türkiye yapılan tüm Arap-İsrail savaşlarında içten içe Arapları desteklemesine karşın görünürde denge politikası gütmek zorunda kalır, zira İsrail’in arkasında 
ABD ve Batı ülkeleri vardır. Türkiye Suriye ve PKK’ye karşı İsrail ile birçok konuda iş birliği yaparak ortak tatbikatlar icra etmesi ve SScB’nin parçalanma 
sürecinde Suriye’nin yalnız kalması ve ABD’nin Orta Doğu’ya çöreklenmesi ile Suriye Türkiyeile dostane ilişkilere girmek zorunda kalır. Filistin konusu da uzun 
yıllar sonra belirli bir çizgide devam etmekte ve hala çözüm beklemektedir. Orta Doğu ülkeleri bir an önce barışa, sükûnete, istikrara kavuşmalı ve kendi 
aralarında her türlü işbirliğini geliştirmelidir. 

KAYNAKÇA 

AKBANK, (1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi (1923-1978), İstanbul. 
Armaoğlu, Fahir, (1984), 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara. 
------, (1994), Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları,1948-1988,T. İş Bankası Yay. Ankara. 
------, (1983), Kıbrıs Meselesi, 1954-1959, Ankara, AÜSBFYayınları, Ankara. 
-------, (1991), Belgelerle Türk Amerikan İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. 
Altunışık, Meliha Benli, (1999), Türkiye ve Ortadoğu-Tarih, Kimlik, Güvenlik, Boyut Yayın Grubu, İst. 
Ayın Tarihi, (1948), No: 181, Aralık. 
Ayın Tarihi, (1950), No: 203, Ekim. 
Ayın Tarihi, (1954), No: 251, Ekim. 
Ayın Tarihi, (1954), No: 252, Kasım. 
Ayın Tarihi, (1956), No: 273, Ağustos. 
Bağcı, Hüseyin, (1992), “Zypernpolitik der Menderes Regierung von 1950- 
1960. Ein Wendepunkt in der türkischen Aussenpolitik”, In Orient,33/1, 

Bostancıoğlu, Burcu, (1999), Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitab. Yay. Ankara. 
Buhle, Matthes, (1996), “Türkei, Politik und Zeitgeschichte”, Band 2 Leske 
+ Budrich, Opladen. can, Mehmet, (1993), Ortadoğu’da Amerikan Politikası, Bayrak Yayınları, İstanbul. 
cem, İsmail, (1977), Tarih Açısından 12 Mart, Nedenleri, Yapısı, Sonuçları, cem Yayınları, İstanbul. 

Dışişleri Bakanlığı Belleteni, (1969), No: 60, Eylül. 
Duman, Sabit, (1995), “Filistin’de İngiliz Yönetimi”,Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’ya Armağan, H.Ü.A.İ.ve İ.Tarihi Enst., Ankara. 
Dursun, Davut, (1995), “Türkiye İslam Dünyasının Neresinde?”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Dursunoglu, Alptekin, (2000), Stratejik İttifak, Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü, Anka Yay., İstanbul. 

GönlüboL, Mehmet, (1996), Olaylarla Türk-Dış Politikası 1919-1995, Siyasal Kitabevi, 9.Baskı,Ankara. 
Gönlübol, Mehmet-Ülman, Halûk, (1977), Olaylarla Türk Dış Politikası, Cilt: I (1919-1973), Cilt II (1973-1983), AÜSBF Yayınları, Ankara. 
Günaltay, M. Şemseddin, (1947), Yakın Şark-III, Suriye ve Filistin, TTK, Ankara. 
Gürbey, Gülistan, (1991), “Die Türkei und der Nahe Osten. Die politischeInteressenkonstellation der Türkei im Golfkrieg”, In: Südosteuropa 
Mitteilungen, München, 31, 3. 

Hale, William, (2000), Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev.: Petek Demir, Mozaik Yay., İstanbul. 
Hurewitz, J. c., (1958), “Diplomacy in the Near and Middle East”, A Documantary. Record: 1914-1956, Vol. II, Van Nostrand company, New York. 

İhsanoğlu, Ekmeleddin, (1995), “Türkiye ve İslam Konferansı Teşkilatı”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 

Kafaoğlu, Arslan Başer, (1995), “Kıbrıs”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Karaosmanoglu, Ali L., (1991), “Die Türkei die europäische Sicherheit und der Wandel der internationalen Beziehungen”, In: Europa Archiv Folge 46/5, 
Bonn. 
Karpat, Kemal H., (1975), “Turkey´s Foreign Policy in Transition, 19501974”, Leiden, Br Illustrations. 
Kocaoğlu, Mehmet, (1995), “Suriye ve PKK”, Avrasya Dosyası,c.2,S.3,Ankara. 
Köni, Hasan, (1995), “Yeni Uluslararası Düzende Türk-ABD İlişkileri”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
------, (1996), “Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye”, Avrasya Dosyası, c. 3, S. 1, Ankara 1996. 
Kürkçügil, Masis, (2003), Kıbrıs, Dün ve Bugün, İthaki Yay., İstanbul. 
Kürkçüoğlu, Ömer, (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi 1908-1918, Ankara SBF Yayını. 
-----, (1978), Türk -İngiliz İlişkileri 1920-1950, Ankara SBF Yayını. 
-----, (2002), “Türk dış politikasının ana ekseninde tarih, coğrafya ve konjonktür iç içe olmak zorundadır!”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 
-----, (1972), “Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası, 1945-1970”, SBF Dergisi, c. 27. S. 2. 1972, Ankara. 

Landau, Jacop, (1995), “İsrail’deki Arap Azınlık”, Avrasya Dosyası, c.2,S.1,Çev.: cahide Ekiz. 
Lawson, Freed H., (1995), “İçte Kabuk Değiştiren Suriye”, Avrasya Dosyası, c. 2, S. 3, Ankara. 

Manisalı, Erol, (2003), Avrupa Kıskacında Kıbrıs, Derin Yayınları 29, İstanbul. 
Mcghee, George, (1992), ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 
Musevilerle 500 Yıl, (1992), Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. 

Okçu, Metin, (1993), “Türkiye ve Komşuları-Irak ve Suriye”, Savunma ve Havacılık, 1993. 

Öymen, Onur, (2002), Silahsız Savaş – Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, Remzi Kitab. İst. 
Özdağ, Ümit-Laciner, Sedat-Erkun, Serhat, (2003), Irak Krizi 2002-2003, Orta Doğu Araştırma Dizisi, Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara. 
Özel, Soli, (2002), “105 Yıllık Mesele”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 
Öztürk, Osman Metin, (1999), Irak Yapısı ve Komşuları ile İlişkileri, KÖK, Araştırmalar c. I, S. I, Ankara. 

Sander, Oral, (1998), Siyasi Tarih, 1918-1994, 7. Baskı, İmge Yay. Ankara. 
------, (1998), Türkiye’nin Dış Politikası, 2. Baskı. Ankara. 
Sever, Aysegül, (1997), Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu, 1945-1958, Boyut Yayın Grubu, İstanbul. 
Sezgin, Ferruh, (1996), “Kürt Devletinin Hamisi: Çekiç Güç”, Avrasya Dosyası, c. 3, S. 1, Ankara. 
Shaw, Stanford J.-Shaw, E. Kural, (2000), Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II.cilt, e Yay., İst. 
Soysal, İsmail, (1995), “Ortadoğu”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Sönmezoğlu, Faruk, (1998), “Türk Dış Politikasının Analizi”, Derleyen: Hüseyin Bağcı, Demokrat Partinin Ortadogu Politikasi, Der Yayınları, İstanbul. 
Steinbach, Udo, (1996), “Die Türkei im 20. Jahrhundert, Schwieriger Partner Europas”, Bergisch Gladbach, Verlag: Lübbe, Gladbach. 

Şalvarcı, Yakup, (2003), Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Orta Doğu, Zaman Kitabevi, İstanbul
Şen, Faruk, (1990), “Die Türkei zwischen Golfkrise und potentiellem EG-Beitritt. Entwicklungsperspektiven für die neunziger Jahre”, In: Zentrum für 
                            Türkei Studien, 3/2. 

Tartanoğlu, Ali, (1990), Irak,Saddam,Körfez, Ankara. 
TBMMTD, (1949), 8. Dönem, 21. cilt. 
TBMMTD, (1958), 11. Dönem, 4/2.cilt. 
TBMMTD, (1970), 3. Dönem, 3. cilt I. Toplatı. 
TBMMTD, (1971), 3. Dönem,12.cilt II.Toplantı. 
Tibi, Bassam (1991), Konfliktregion NaherOsten, Regionale Eigendynamik und Großmachtinteressen, München. 

Ülger, İrfan Kaya-EFEGİL, Ertan, (2001), Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meslesi (Bugünü ve Yarını), Ankara, s. 1. 
Ünal, Hasan, (2002), “Türkiye ve Orta Doğu: Filistin’den Irak Senaryolarına Türkiye Orta Doğu Sorunları”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 

Yüksel KAŞTAN
TÜRKİYE /...... 

***

23 Temmuz 2016 Cumartesi

Ali Hamanei'den ABD'ye: "Anlaşmayı yırtarsanız biz de onu ateşe veririz"


Ali Hamanei'den ABD'ye: "Anlaşmayı yırtarsanız biz de onu ateşe veririz"



Cemalettin Taşken

İran Dini Lideri Ali Hamanei, devletin üst düzey sivil ve asker kanadıyla yaptığı toplantıda, nükleer anlaşmanın uygulanabilirliği ve bölgesel meselelerle ilgili önemli açıklamalarda bulundu. Konuşmasında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıya dikkat çeken Ali Hamanei, “Ekonomik durgunluk” ve “işsizlik” gibi iki temel sorunun çözümü için gerekli plan ve yol haritasının belirlenmesi gerektiğine vurgu yaptı. Bu plan ve hazırlığın, İran’ın daha önceden belirlemiş olduğu “direniş ekonomisi”nin devamı için gerekli olduğunu söyledi.  Ülkenin iç meselelerine değindikten sonra özellikle nükleer anlaşmanın uygulanmasındaki aksaklıklara dikkat çeken Hamanei, öncelikle Nükleer Anlaşma metninin, belirsizliklerle dolu olduğunun altını çizerek bu durumdan rahatsız olduğunu yineledi.  

Bu belirsizliğin Nükleer anlaşmanın, Batı tarafından istismara açık bir hale getirilmesine yol açtığını savunan Hamanei,: “Biz Nükleer Anlaşmada mutabakata varılan kararları ihlal etmeyeceğiz çünkü ahde vefa Kur’an’ın emridir ancak ABD Başkan adayları, bize karşı Nükleer Anlaşmayı yırtma tehdidi gerçekleştirirse, biz de anlaşmayı ateşe veririz. Zira bu da anlaşmayı ihlal edenlere karşı yine Kur’an’ın bir emridir.” diyerek anlaşmanın uygulanabilirliği adına her iki tarafı da gelecekte zor günlerin beklediğinin işaretini verdi.[1]  Hamanei, konuşmasının devamında, ABD başta olmak üzere Batı’nın, verdiği sözleri tutmasına ilişkin şunları hatırlattı: “Anlaşma sonrası ABD’nin üzerine düşen, yaptırımları kaldırmaktı ama bu vazifesini yerine getirmedi yani yaptırımların bir kısmını kaldırmış gibi yaptı ama yaptırımlar kalkmadı. Amerikalılar ilk yaptırımları tamamıyla korudular ve bu konu, kaldırılması planlanan ikinci yaptırımları da etkiledi. Uzmanlar bu gerçeğe dikkat etsinler ve bana artık yaptırımlar kaldırıldı sözünü tekrarlayıp durmasınlar.” diyerek toplantıda hazır bulunan cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve ekibine, anlaşmanın gidişatıyla ilgili uyarılarda bulundu.[2]  

Yabancı bankalarla işlem yapabilme sorununun hallolmadığına değinen Hamanei, ABD’nin bankalar arası sorunun halledildiğini söylemesine rağmen pratikte sorunun hala çözüme kavuşmadığını belirtti. Ali Hamanei, Amerikalı bir yetkilinin İran’la ilgili çalışmaların son derece titizlikle yapıldığını söylemesine karşın ABD’nin sözünde durmamakla İran’a karşı hata yaptığını belirtti.  Hamanei, İran tarafı olarak, anlaşmanın sağlanması adına görüşmelerde verdikleri bütün sözleri yerine getirme hususunda kararlı olduklarını belirterek %20 zenginleştirmeyi sonlandırıp, Fordo ve Arak’ı kapattıklarını ancak bu gelişmelerin karşılığına denk gelen taahhütlerin yerine getirilmediğini vurguladı. Toplantıdaki konuşmasında Hamanei, santrifüjlerin üretiminde kullanılan karbon fiber ve 300 kilogram nükleer malzeme ölçümü ile ilgili Batı’nın beklentilerini asla kabul etmemeleri ve Batı’ya teslim olmamaları konusunda İran Atom Enerji Kurumu Başkanı’na da uyarılarda bulundu.  

Ali Hamanei, İran’ın dış ülkelerde bloke edilen paralarının hala serbest bırakılmamasına da değinerek İran’ın, daha önce sattığı petrol paralarını İran’a geri getirmenin kendileri için zor ve masraflı olduğuna dikkat çekti. Petrol paralarının, kendilerine hala teslim edilmemesi konusunda yetkilileri uyaran Hamanei, ABD liderliğindeki Batı’nın, sözünde durmadığı gibi borcunu ödemek isteyen kurum ya da ülkeleri de engellediğini iddia etti. İran’ın ödenmeyen petrol parası ve yaptırım uygulanan malzemelerin satışıyla ilgili el konulan paralarına tepkisini sürdüren Hamanei, ABD’nin bu tavrı karşısında kendilerinin de gerekli gördükleri durumda tekrar eski kapasitelerine dönebileceklerini ve yeni nesil santrifüjlerin sayısını bir buçuk yıldan daha kısa bir sürede, 100 bine çıkarabileceklerini iddia etti. Bu durumda karşı tarafın, İran’ın elinin bağlı olduğunu düşünmekle hata yaptığının altını çizdi.  Ayetullah Hamanei, ABD’nin olası bir sabotajına ciddi bir şekilde cevap verilmesi gerektiğini vurgulayarak toplantıda hazır bulunan devlet yetkililerine şöyle seslendi: “Hak alınmalıdır, hele bu hak ABD gibi bir kurttaysa ağzından çekerek alınmalıdır.” Hamanei, İran’ın %20 zenginleştirilmiş uranyum ve gelişmiş santrifüj elde etmiş olmasının, P5+1 grubunu, kendileriyle anlaşmaya mecbur ettiğini savunarak: “ Eğer İran’ın bilimsel ve teknolojik gücü olmasaydı, ABD bizimle anlaşmayı kabul etmezdi. Dolayısıyla bu gücümüzü artırmalıyız ” diyerek İran’ın, nükleer meselenin geleceğiyle ilgili fikrini ortaya koymuş oldu. Dini Lider, konuşmasını Nükleer Anlaşma Denetleme Kuruluna hitaben sonlandırdı ve kurula: 

Anlaşmadaki muhataplarınızın kötü davrandığını ya da sizi aldattığını düşündüğünüz yerlerde, daha fazla dikkatli olmalı ve halkın menfaatlerini savunmalısınız ” uyarısında bulundu. 

 [1]http://mobile.reuters.com/article/idUSKCN0Z02MA?feedType=RSS&feedName=topNews&utm_source=twitter&utm_medium=Social  

[2] http://www.farsnews.com/13950230000964   


http://www.ankarastrateji.org/yorum/hamaneden-abdye-anla-may-y-rtarsan-z-biz-de-onu-ate-e-veririz/

..