8 Nisan 2016 Cuma

Rusya'nın Suriye Çıkarması Yeni Oyun Yeni Denge



Rusya'nın Suriye Çıkarması Yeni Oyun Yeni Denge  


Serhat ERKMEN
Editörden; Gözde Kılıç Yaşın

Rusya, Suriye’de…  ABD’nin uluslararası hukukta açtığı her gediği kendince yeniden anlamlandırarak kullanan Rusya, bugün de Suriye’de “ön alıcı savunma” (preemptive strike) nam-ı diğer Bush Doktrini’ni yeniden anlamlandırıyor. Yani hedefine IŞİD’i alarak “O bana günün birinde vuracak, kanıtlarım var ya da algılıyorum, bu nedenle ondan önce ben ona vurmak durumundayım” diyor. 1999’da NATO operasyonu sürerken Sırbistan üzerinden girerek Kosova havaalanında Rus bayrağı dalgalandırdığında ya da 2009 Gürcistan’a girdiğinde veya Ukrayna’daki adımlarında da aynı yöntemi izliyordu ve NATO gibi varlığını “Sovyetler” üzerinden meşrulaştıran bir “güvenlik örgütü” tüm bu adımlarda sessiz kalmakla/ yeterli olacak düzeyde tepki vermemekle bugün Rusya’nın Suriye’deki varlığının da önünü açmış oldu. Dahası ABD zaten meşru müdafaanın alanını genişlettiği oranda kuvvete başvurma konusundaki yasağın alanını sadece kendisi için değil diğerleri için de daraltmıştı. Ancak mesele sadece uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerde yeni bir dönüşüm ya da kargaşaya yol açabilecek yeni bir adımın atılmış olması meselesi değil.  Rusya’nın operasyonu Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. İlk gününden notalar verildi, uyarılar yapıldı, tetikte bekleyiş haline geçildi… Öte yandan Yeni gelişme Avrupa’nın yüzde 80’i Suriyelilerden oluşan sığınmacı sorununu çözümünü de etkileyecektir.

Öte yandan Rusya’nın müdahalesi olmasaydı dahi Ankara, Şam, Bağdat, Tahran, Londra, Moskova ve Washington merkezli gelişmeler Suriye'de kısa bir süre içinde bir uçtan diğerine savrulma yaratmıştı ve belirsizlikler yeni tür bilinmezler yaratmıştı. Şimdi de yeni bir denklemle karşı karşıyayız.  Bu sayımızda Rusya’nın Suriye çıkarmasını ön plana aldık, iki kıymetli yazarımız konuyu sizler için farklı noktalarıyla değerlendirdi: Şanlı Bahadır Koç ve Serhat Erkmen…  Operasyonun arka planını neden, boyut, şekil bağlamında incelediğimiz gibi olası yeni gelişmeleri de inceledik. Diğer aktörlerin muhtemel tepkilerini ve bu tepkilerin Türkiye için neden olabileceği zorluk, tehdit, risk ve fırsatları değerlendirdik.

Sayfalarımıza mülteci ya da sığınmacı sorununa Avrupa’nın bakışını bir kez daha, bu kez Dilek Yiğit’in çalışmasıyla taşıdık. Rusya’nın hamlesi uluslararası gündemi bir anda değiştirmişse de yaşanmakta olan büyük göç henüz sonuçlarını doğurmadı bile… Avrupa, küresel ekonomik krizden sonra şimdi de demografik yapısının değişeceği söylemleri, gelenlerin yerleştirilmesi ya da nasıl olacaksa bir başka ülkeye doğru iletilmesi, vatandaşlarının çoktan başlamış olan protestoları, yabancı düşmanlığı gibi sorunlarla boğuşmak zorunda kalacak. Koşullar Suriye içerisinde “güvenli bölge” oluşturulmasını gündeme getiriyorsa da toplumsal hafızada kelimenin karşılığı o kadar da güvenli olmadığı için “güvenli bölge” teklifleri reddediliyor. Dünya yönetim anlayışı bakımından da haritalar ya da nüfusun dağılımı açısından da hızlı bir değişim geçiriyor. Türkiye’yi en çok ilgilendirenleri dikkatinize sunmaya devam ediyoruz.

Gelecek sayıda görüşmek üzere iyi okumalar dileriz…

http://www.21yuzyildergisi.com/haber/39-sayi-82-rusyanin-suriye-cikarmasi-yeni-oyun-yeni-denge-haberi.html

..

..

Halkı Şartlandıran Saygısızlar






Halkı Şartlandıran Saygısızlar 



Ali İhsan Gürcihan 
Açık İstihbarat
Tarih:08/10/2013 
Türü:İç Politika 
www.acikistihbarat.com



 Öyle ya  şu an en önemli ve de en acil konumuz.

Konunun ele alınış çirkinliğine bakın. “ Gül mü,Erdoğan mı olacak? ”

Demokrasi söylemleri gölgesinde halkı şartlandırma.

Sanki babalarının çiftliği.


Görsel ya da yazılı Basın..

Diğer bir tanımlama ile Medya…

Sözüm ona demokrasi de dördüncü güç..

Halkın gerçekleri öğrenme hakkı ve sorgulama gücü..

Basın denen bu gücün gündemindeki konulardan biri ne ?

Bizim için ve bizler adına ne konuşuyor ?

“Cumhurbaşkanı Gül mü olacak,Erdoğan mı olacak?”

“Gül olursa ne olur,Erdoğan olursa ne olur.”

Öyle ya  şu an en önemli ve de en acil konumuz.

Konunun ele alınış çirkinliğine bakın.

“Gül mü,Erdoğan mı olacak?”

Demokrasi söylemleri gölgesinde halkı şartlandırma.

Sanki babalarının çiftliği.

Demokrasiden biraz olsun nasiplerini almış olsalar en azından nezaketen 
“Cumhurbaşkanı kim olabilir?” diye daha genel bir çerçeve içerisinde tartışırlar.

Sözüm ona oturumu yönetenlerde,konuşanlar da demokrat.

Hadi siyasetçileri bir kenara koyalım. 

Onlar liderlerine yaranmak için beyazı siyah,siyahı beyaz diye savunabilecek kapı kulları..

Ancak,aydın diye ekranlara çıkan hiç bir bilim adamı,araştırmacı ya da basın mensubu dahi neden şunu sormuyor .

“Cumhurbaşkanlığı için neden sadece iki kişiyi konuşuyoruz.
Cumhurbaşkanlığı bu iki kişinin vesayeti ve tekeli altında mıdır ?” 

Sormadıkları gibi Gül ve Erdoğan’ın söylemlerinden akla hayale gelmeyecek,vatandaşı aptal yerine koyan sözde demokratik yorumlarda bile bulunuyorlar.

Gerçek bir demokratın düşünmesi ve sorması gerekmez mi ?  

Ülke de başka insan kalmamış gibi,daha işin başında sadece iki kişi arasında paylaşılan bir seçim uygulaması "İleri Demokrasi"’nin yaşandığı hangi Ülke’de görülmüştür?

Kanımca bu yaklaşım makam mevki düşkünü insanların sadece kendilerine odaklı,saltanatçı ve bencil anlayışlarının çok açık bir göstergesidir.

Ben varsam ve sistem beni bir yerlere taşıyorsa ” Demokrasi var ”. Ben yoksam ve sistem  bana bir şey vermiyorsa “Demokrasi yok” anlayışının kısacası demokrasi karşıtı bir anlayışın ta kendisi.

Başkalarına hayat hakkı tanımayan vesayetçi ve baskıcı bir siyaset dışı yaklaşım.
   
Seçimden çok uzun bir süre önce bu  konuyu sadece iki kişi arasında bir mesele olarak tartışan ve yorumlayanlara gelince ;

Bu aydınlarda  ne yazık ki demokrasinin özünü kavrayamadıklarını açıkça göstermekte ve halkı şartlandırma gibi de demokrasiye yakışmayan büyük bir saygısızlık yapmaktadırlar.

Tıpkı bazı araştırma şirketlerinin yaptığı “ Kamuoyu Yönlendirme ve Şartlandırma” seçim anketlerinde görüldüğü gibi. 

Halkına gerçekten saygı duyan özü ve sözü bir Demokratların konuştuğu ve güç sahibi olduğu  bir Ülke özlemi ile.


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10421


..

Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor?



Hakan Fidan Gerçekten İsrail'in Hedefinde mi? Yoksa Yeni Bir İktidar Oyunu mu Oynanıyor?



Fatma Sibel Yüksek
Açık İstihbarat
Tarih:20/10/2013  
Türü:İç Politika 



Eğer, Hakan Fidan " Türkiye'nin Putin'i " olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın " Sağlık Durumu " sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir " Medyedev hatasına " düşmez..


****

Bayram gündeminde arada kaynayan çok önemli bir konu var. Amerikan ve İsrail basınında aniden MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı hedef alan makaleler yayımlanması ve bu yayınlara mal bulmuş mağribi gibi atlayan Tayyip Erdoğan medyasının, (dikkat edin, "yandaş medya" demiyorum, zira konuya balıklama dalan tek medya kesimi, Tayyip Erdoğan'a bağlı olanlar. Cemaat medyası ile Abdullah Gül'e yakın kalemler konudan uzak durdu) "Tayyip Erdoğan'ı yedirmeyiz" kampanyasına benzer bir "Hakan Fidan'ı yedirmeyiz" kampanyası başlatmaya yönelmesi.

Neler oldu, kısaca hatırlayalım:

Kurban bayramının üçüncü günü, yani 17 Ekim 2013'te Washington Post gazetesinde yayımlanan bir makalede, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın İran yetkililerine, "İsrail hesabına çalışan bir grup İranlı ajanın listesini ilettiği" yazıldı.

Makalenin yazarı tanıdık bir isimdi: Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e “one minute” çıkışını yaptığı panelin moderatörü olan gazeteci David İgnatius.

Bu, Hakan Fidan'ı İsrail'in hedefi haline getirecek bir bilgiydi ki zaten Tayyip Erdoğan'ın çevresi de Fidan'ın "İsrail'in hedefi" olarak nam salmasından nedense her zaman pek hoşnuttular..

Başbakan'ın maaşlı danışmanları bayram-seyran demeyip hemen twitter'ın başına koştular ve Amerikan basınında pek de bir ağırlığı olmadığı anlaşılan bu köşe yazarının iddiasına karşı salvo atışları başlattılar.

Örneğin, Erdoğan'ın danışmanlarından Mustafa Varank'a göre bu bir "psikolojik harp" işaretiydi. "Hükümete ve istihbarata karşı uluslararası psikolojik harp harekâtından önümüzdeki uzun seçim döneminde vazife çıkaranlar mutlaka olacaktı"..

Olayı Gezi direnişine bağlama fırsatını da hebâ etmeyen Varank, şöyle dedi:

" Sonbahar sıcak geçecekti ya hani? Baktılar olmuyor, hükümetin ve istihbaratın itibarına yönelik uluslararası kampanyaya hız verdiler"

" İsminin açıklanmasını istemeyen" bir başka istihbarat yetkilisi de Turkish Daily News Genel Yayın Yönetmeni Murat Yetkin'e konuşmakta gecikmedi:

“ Bu medya kampanyasını, arkasında İsrail kaynaklı bir çabanın bulunduğu bir saldırı olarak görüyoruz.."

Hakan Fidan'ın İsrail'i "ne kadar rahatsız eden" bir MİT Müsteşarı olduğu konusunda bu makale bile fazlasıyla malzeme değeri taşırken, yeni bir kazan kaynatmak arzusuyla tutuşanlara altın tepside bir 'fırsat' da ertesi gün “The Jewish Press” adlı, sanı pek de duyulmadık Kudüs kaynaklı bir internet sitesi tarafından sunuldu.

Sitede, İgnatius'un yazısının yorumlandığı bir "analizde" şu inanılmaz cümleler kuruldu:

“Amerikalılara göre, burada suçlanması gereken 50 yılık işbirliğinin ardından Türkiye’nin bunu yapmayacağını düşünmüş olan MOSSAD. Bu da demek oluyor ki, MOSSAD naif davranmış olabilir.Bir sabah arabasında özel bir sürprizi hak eden varsa o da Türkiye istihbarat şefi Hakan Fidan’dır.”

MİT Müsteşarı açıkça ölümle tehdit ediliyordu. Bunu yapmamış ve "yapmayacak" olan bir MOSSAD'ın 'zafiyetinden' söz ediliyordu! Hem de isminde açıkça "Jewish" kelimesi geçen bir yayın tarafından!.. Ve de İsrail'in sessizliği eşliğinde?

Erdoğan'ın medyadaki ekibi, sakin geçen bayram tatilinin mahmurluğundan hemen sıyrıldı. Şantajın hedefi MİT Müsteşarı'ndan çok "bizzat Başbakan Erdoğan'ın kendisiydi." Sabah, Meydan, Star, Akşam gibi Erdoğan'ın doğrudan kontrölünde olan gazeteler ve yazarları, İsrail'in sözüm ona "Hakan Fidan'ı yeme operasyonunun" birer ucundan heyecanla tuttular.

Cemaat medyasının sessizliği ise doğrusu dikkate şâyandı. "Sessiz kalmakla" suçlanmasına fırsat kalmadan, Sabah gazetesinin Erdoğan için farklı bir şeyler yapmak arzusu ile yanıp tutuşan yazarı Sevilay Yükselir tarafından "suç işlemekle" suçlandılar. Yükselir, makaleyi "yorumsuz" haberleştiren Today's Zaman gazetesinin, Fidan'ın tehdit edilmesinde 'aracılık' yaptığını iddia ederek, bu gazete hakkında yasal soruşturma yapılması gerektiğini savundu.

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş'in Yükselir'e yanıtı ise doğrusu Ulusal Kanal'ın üslûbunu aratmadı:

"Yahu elinizde kulağı kocaman, eli her yere ulaşan istihbari örgütler var. Varsa bir ilinti çık erkekçe ortaya koy. Yoksa iftira atma. Ayıp. danışmanını, yalakasını, yardakçısını, hokkabazını niye sahaya sürüyorsunuz?Devlet de sizsiniz, yargı da! Buyrun…”

24 saat içerisinde saman alevi gibi büyüyen olayı, bir adım öteye taşıyan "ulusalcı medya" ise ilginç bir iddia ortaya attı. Yurt gazetesi yazarı Ali Ekber Ertürk'ün haberine göre Tayyip Erdoğan, kendisinden sonra başbakanlığa Hakan Fidan'ı hazırlıyordu!

Bu manşetten sonra, şu soruyu sormanın zamanı gelmiş bulunuyor:

Tayyip Erdoğan, "veliaht" olarak Hakan Fidan'ı işaret ediyorsa, ABD ve İsrail medyasında aniden beliren Hakan Fidan haberlerinin "arkasındaki güç, İsrail değil bizzat Erdoğan ve MİT'in kendisi olmasın?"

Bu sorunun haklılığını düşündüren bir başka haber, bugün (20.10.2013) Cumhuriyet gazetesinden geldi. Mikrofonu parti içine uzatan gazetenin deneyimli AKP muhabiri Erdem Gül, AKP'lilerin olayı Hakan Fidan'ı tutuklama girişimi olan 7 Şubat sürecinin "devamı" olarak gördüklerini belirttikten sonra şu bilgileri aktardı:

" 2014’teki kritik seçim süreci de gözetilerek asıl olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hedef alındığı değerlendirmeleri yapılıyor. AKP’de cemaate yakın medyanın Fidan tartışmasında büyük bir suskunluk sergilediğine de vurgu yapılıyor.

AKP’liler, olayın Türkiye’nin bölgedeki dış politikasına ve iç politikada da özellikle 2014’teki Köşk seçimlerine yönelik beklentilerle sahneye konulduğunun altını çiziyor.

Hedef Fidan değil Erdoğan: Operasyon Fidan üzerinden yürütülüyor ama asıl hedef doğrudan Başbakan Erdoğan. Hedef artık parti değil Başbakan’ın kendisi ve siyasi geleceği."

Erdem Gül'ün haberindeki en çarpıcı unsur kuşkusuz, AKP'liler tarafından yapılan şu değerlendirmeydi:

"Bu operasyon, özellikle İsrail patenti nedeniyle ters tepiyor. Amaç Fidan’ı yıpratmak ama tam tersi oluyor. Fidan İsrail’in hedefinde olduğu sürece içeride kazanacaktır. Bir süreden beri Erdoğan sonrası olası Başbakanlık ya da parti liderliği tabanda güçlenen isimlerde değişiklik yaşanıyor. Bir sene önce yapılan tüm anketlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dışında en çok destek Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na çıkıyordu. Ancak bu olaylar Fidan’ın tabanda güçlenmesine neden oluyor. Yapılacak olası başbakan adayı anketlerinde Fidan’ın Davutoğlu’nun üstünde destek bulması şaşırtıcı olmaz. Üstelik AKP Grubu içinde Fidan’ı bizzat tanıyan milletvekili sayısı parmakla gösterilecek kadar az.." (Haberin tamamı için: http://cumhuriyet.com.tr/?hn=447822&kn=7&ka=4&kb=7 )

Amaç, AKP tabanındaki "İsrail karşıtlığı" üzerinden yeni bir "lider adayı"parlatmaksa, ABD ve İsrail medyasında peşpeşe sürüme sokulan bu iki yazının arkasında Erdoğan ve MİT'in olduğunu neden düşünmeyelim?

Hem de "Erdoğan sonrası" için yapılan parti içi anketlerde, "yüksek oylar alan" Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu'na güzel bir cevap olmaz mı bu?

"Hakan Fidan'ın İsrail'in çıkarlarıyla çatıştığı masalına kim inanır? Erdoğan ve MİT, Suriye olayında açıkça İsrail'in eline oynamadılar mı?" sorusunu sormayı aklından geçirenler varsa bundan vazgeçsin, zira bu tür "tenâkuzlara" AKP'liler nasılsa zerre kadar kafa yormaz. ..

Gelelim, Hakan Fidan'ın ismi etrafında koparılan bütün bu gürültünün en "bomba" tarafına..

Bu bomba, bizzat AKP tarafından derin operasyonlarda kullanılan Milat isimli gazete tarafından patlatıldı.

İsa Tatlıcan imzalı yazıda "Türkiye'den bir Putin çıkar mı?" sorusu sorulduktan sonra, şu ilginç fikirler gündeme getirildi:

" Rusya Devlet Başkanı Putin, uzun yıllar Rusya iç istihbarat servisi başkanlığı ve Rusya'nın Polütbüro'su olarak adlandırılan Rusya Güvenli Konseyi sekreterliğini yürütmüştü. Hakan Fidan'ın hızlı yükselişini yorumlayan bazı çevreler son dönemde 'Türkiye'den de bir Putin neden çıkmasın' söylemini ciddi ciddi dillendirmeye başlamıştı. Hatta Fatih Altaylı bu söylemi bir adım ileriye taşıyarak 'Çankaya'ya hazırlanan Erdoğan'ın Başbakan adayı Hakan Fidan' iddiasını köşesine taşımıştı.

Hakan Fidan'ın siyasi duruşu benzemese de bürokrasideki yükselişini Putin'e benzeten ve siyasetin önemli aktörlerinden biri olacağını iddia eden köşe yazarları artık sadece Fatih Altaylı ile sınırlı değil.

Siyasette süprizleri seven Başbakan Erdoğan'ın kritik yurtdışı gezilerinde sürekli yanında bulunan 'sır küpü' Hakan Fidan'ı Başbakanlığa taşır mı?

Bu soruyu önümüzdeki dönemde daha sık soracağımızı düşünüyorum. Hakan Fidan'ın bürokrasideki yükselişini siyasete taşıyabileceğini düşünen ve bizim gibi bu soruyu soran çevreler şimdiden ön kesmeye çalışıyor olabilir."

Aynı argüman, ilginç bir şekilde, yine deneyimli bir AKP muhabiri olan Ali Ekber Ertürk'ün Yurt gazetesindeki haberine ise şu şekilde yansıyordu:

"Hakan Fidan, teknokrat bir bürokrat olarak, siyasi konularda çok deneyimli bir isim değil. Bu da kabinesinde teknokrat isimlere ağırlık veren Erdoğan için önemli bir ayrıntı. Erdoğan, 'siyasi imajı ön planda' olan isimlerden çok teknokrat yönüyle öne çıkan isimlere daha çok güveniyor. Hakan Fidan'ın da öteden beri birlikte çalıştığı ve kendisini, genç yaşında makamların en yükseklerine çıkaran Erdoğan'ın 'güvenini sarsacak'bir isim olmadığı belirtiliyor. Üstelik, kendisine en zor döneminde 'yedirmem'diyerek sahip çıkan, bu uğurda Cemaat'le bile zıtlaşmayı göze alan Erdoğan'a Fidan'ın ihanet etmesi beklenmiyor."

Şimdiki soru da şu:

Neden Medyedev değil de Putin ?

Normal şartlarda, Tayyip Erdoğan'ın kendisi Köşk'e çıkıp, arkasında da Hakan Fidan'ı bırakmak istiyorsa, bu durumda " Putin " in Erdoğan, Fidan'ın da " Medyedev " olması gerekmiyor mu?

Bir operasyon aygıtı olarak piyasaya sürülmüş olan Milat gazetesinin böyle bir benzetme yanlışına düşmesi olası mı?

Eğer, " Türkiye'nin Putini " Hakan Fidan olacaksa, Tayyip Erdoğan nerede yer alacak?

Milat gazetesinin böyle bir teşbih hatasına düşmeyeceğini bilerek ve de madem spekülasyon serbest, biz de deriz ki:

Eğer, Hakan Fidan " Türkiye'nin Putin'i " olarak yakın gelecek projeksiyonlarına sokulmuşsa;

Tayyip Erdoğan'ın " Sağlık Durumu" sanıldığından ciddi demektir.

Öyledir çünkü, Putin benzetmesi kadar kritik bir benzetme yapabilen hiç kimse, böyle bir " Medyedev hatasına " düşmez..

Hakan Fidan'dan bir Putin profili çıkar mı bilemeyiz, ancak her konuda bol bol hata yapma lüksüne sahip olan "devletimizin", siyasi emanetçilik konusunda sıfır hataya sahip olduğunu hatırlatırız. MHP'nin Türkeş'ten sonra Devlet Bahçeli'ye 'emanet edilmesi' özellikle hatırlanmalıdır.

Bu tecrübenin ışığı altında, abartılı " Putin" benzetmelerinin aksine,"mûnis devlet memurları" da çıkabilir projenin altından..

Son bir not olarak, Hakan Fidan planlarından Tayyip Erdoğan'ın da haberdar olduğunu ve bunları desteklediğini anlamaktayız.

Çevresinde Hakan Fidan'dan başka güvendiği kimse kalmadı zira..

www.acikistihbarat.com
twitter.com/fasibel


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10424

..

Önder Aytaç Bu Gidişle Aydınlık'ta Yazacak



Önder Aytaç Bu Gidişle Aydınlık'ta Yazacak 

Açık İstihbarat
Tarih:25/10/2013  
Türü:İç Politika 
www.acikistihbarat.com
25.10.2013



 Aşağıdaki yazı ; AKP iktidarına yıllarca müstahdemlik yapıp, AKP-Cemaat kavgası sonrasında işinden gücünde olunca, muhalefet safhına geçen, Fetullah Gülen'in kuluçka makinasının en nadide ürünlerinden Önder Aytaç'a ait.

Yıllardır zenginleşmesi için hizmet ettikleri Erdoğan'ı şimdi Karun gibi zenginleşmekle suçluyorlar.
Tayyip Erdoğan'ın işçilik sınavına giriş belgesini yayınlayıp, ucundan diğer ve daha hassas belgelerin ucunu gösteriyorlar. 

İktidar yorgan yırtılınca  mabadı açıkta kalan bu utanmaz adamların yazdıklarını hayretler içinde okuyoruz. Bu gidişle Önder Aytaç Aydınlık'ta yazmaya başlarsa şaşmayın.


Aşağıdaki yazıyı bir Ulusalcı yazıyı yazmadı.

Aşağıdaki yazı ; AKP iktidarına yıllarca müstahdemlik yapıp, AKP-Cemaat kavgası sonrasında işinden gücünde olunca, muhalefet safhına geçen, Fetullah Gülen'in kuluçka makinasının en nadide ürünlerinden Önder Aytaç'a ait.

Yıllardır zenginleşmesi için hizmet ettikleri Erdoğan'ı şimdi Karun gibi zenginleşmekle suçluyorlar. 
Tayyip Erdoğan'ın işçilik sınavına giriş belgesini yayınlayıp, ucundan diğer ve daha hassas belgelerin ucunu gösteriyorlar. 

İktidar yorgan yırtılınca  mabadı açıkta kalan bu utanmaz adamların yazdıklarını hayretler içinde okuyoruz. Bu gidişle Önder Aytaç Aydınlık'ta yazmaya başlarsa şaşmayın.

İşte Önder Aytaç'ın, Aydınlık'ta yayınlanmaya aday " Başbakan, Müslüman Milli Şef mi? " yazısı.

Açık İstihbarat

****

Gözümüz yok, Allah daha çok versin!

70-80 metrekare gecekondudan 10-15 yılda dünyanın en zengin başbakanlarından olmak kolay olmasa gerek,

Takdir edilesi bir servet biriktirme çabası...

Damlaya damlaya göl, para sayarken parmağını yalaya yalaya okyanus olur!

Harun gibi gelip Karun gibi olmak nasıl bir duygudur acep?

Bence bir plan da olmalı...

A Planı, Cumhurbaşkanı olmak.

B Planı, Cumhurbaşkanı olamazsa ki bu ihtimal her geçen gün büyüyerek realize oluyor, bir cemaat lideri olmak. 

A planı olursa olur, olmazsa çay yapmayız, Şeyh oluruz! Siyaseten Başbakan Cumhurbaşkanı olabilirsiniz ama siyaseten bir Şeyh, bir lider, bir manevi önder olma çok da mümkün değil. Bana inanmıyorsanız muhterem hocam –Allah ömürlerine ömür katsın ve başımızdan eksik etmesin- Osman Nuri Topbaş Hocam'a sorun...

Daha doğrusu olursunuz da foyanız çok çabuk meydana çıkar. Cemaattan biri bir gün bir ikindi sohbetinde pat diye –lak diye- bir soru sorar. Cevabını veremezsen yandı gülüm keten helva: 

"Ya bizim şeyh sorduğum soruyu bilemedi."

O işler öyle, Başbakanlık muhabirlerine soracakları soruları önceden danışmanlar tarafından öğreti(li)p, sadece o sorulara cevap vermeye benzemez. İnsan özgüvensiz bir başbakan olabilir ama özgüvensiz bir şeyh asla ama asla o-la-maz... 

Vatandaş bu. Karşısında Şeyh var ya sorar en derininden sorusunu. Der ki, "Hocam bu kadar zenginlik ile cennete nasıl gidilir?"

Hadi bakalım ver cevabını. 

" Efendim, siz daha 10-15 yıl evvel Kasımpaşa'da 80 metrekare evde ikamet ederken, bugün, Allah daha çok versin, gözümüz de yok da, nasıl oluyor da dünyanın en zengin liderleri arasına giriyorsunuz. Şunun sırrını bize de anlatsanız da bizde nasiplensek şu dünya nimetlerinden" deyiverirse ne buyuracaksınız?

Tamam, mutlak gücü elde etmek için karşı tarafa geçtiniz. İyi de karşı tarafa geçmişken bu tarafta nasıl şeyhlik yapacaksınız?..

Bir de gücü bu 'kontrolsüz güç güç değildir' anlatımındaki yozlaştırıcı gücü elde edince "ya bendensiniz ya da düşmanımsınız" ilkesiyle nasıl insanları etrafınıza toplayacaksınız?.. Bu söylem ile yapabilseydi bunu ABD'de Başkan Push yapacaktı ama o bile be-ce-re-me-di-ği için; az zenci, az Müslüman az necro, az genç bir yeni yetmeye koltuğu bırakmak zorunda kalmadı mı?.. Türkiye'de de sizden sonrasının yeni yetme Obama'sı kim(ler) bence bunu da çok iyi biliyorsunuz ki, o yüzden de bitirmeye çalışıyorsunuz...

Hadi diyelim servetinizden bir kaç tabak balı çevreye koydunuz ve sinekler de geldi onlara yapıştı. Pekiiii, sen bu sineklerle beraber hangi rızayı talim edeceksin ki?..

Valla bu sorular evet çok zor sorular ki daha kiramen katibinin soruları bile değil.... 

Ben bu sorulara muhatap olacağıma başbakanlıkta kalmayı, siyaseten bir şeyler olmayı tercih ederdim. İlim gerekir çünkü Şeyh olmak, Hocaefendi olmak, değil mi?..

Veya...

Başbakan olarak kalamayacağıma göre ben de Cumhurbaşkanı olurdum.

Aslında Cumhurbaşkanı olsa da Beyefendinin işi zor. Başbakanken herkese Süleyman Demirel'in "Benim işçim, benim köylüm, benim emeklim, benim dul ve yetimim" dediği gibi, benim Genelkurmay Başkanım, benim Müsteşarım, benim bakanım, benim genel müdürüm, benim zurnanın son deliğim" falan demeye devam edebilecek mi?

Demirel; " Benim " derken kitlesel konuşuyordu. Beyefendi ise hep tekil ifade ediyor!

Bu fark ortadayken Beyefendi için " Demirelleşti " de diyemeyiz.

Neyse, o zaman ne derse desin. Bu onun bileceği iş. Biz asıl şu soru sorulduğunda ne cevap verecek asıl onun üzerinde duralım:

Asıl soru şudur ve bu soru kendisini çocukluk ve gençlik yıllarından beri tanıyan bilen milli görüş cemaatının sürekli sorageldiği bir soru olarak zihinlerde kalmaya devam edecek:

" Sen daha düne kadar 70-80 metrekare evde otururken, milletvekili ya da belediye başkanı ol(a)madığında; 'siz hepiniz dünyalığınızı tesis ediyorsunuz. Ya ben ne olacağım' diyen birisinin, bugün nasıl oldu da dünyanın en zengin kişileri arasına girdin. ' Bu durum ' Bal tutan parmağını yalar ' atasözü ile mi açıklanabilir? '' diyen olursa ne diyeceksin?

Bir de Rahmetli Erbakan'ın çocukları 30 milyon TL civarında bir mirasın paylaşımında birbirine düşerlerken, sizin bunca paranız, mülkünüz ve dahi manevi kazancınız varken ve hala da iktidar balını elinizde tutar ve parmaklarken, Allah gecinden versin, Allah göstermesin ama öldüğünüzde çocuklarınız acaba sizden kalanları paylaşım için ne yapacaklar? Ne dersiniz?..

Onun için derim ki, siz öldükten sonra çocuklarınızın birbirine düşmemesi için bence artık daha fazla biriktirmeyin. Ne kadar çok mal mülk, o derece şiddetli kavga, o derece şiddetli hesap soruş mudur acaba? Koca Hz. Ömer'in bile 6 ay hesap verdiği ile ilgili menkıbeler anlatılıyorsa, siz ne edeceksiniz? Yoksa Yavuz Sultan Selim'in Zembilli'nin fetvalarını yanında gömdürmek istemesi gibi, sizde Osman Nuri Topbaş Hocam'dan mı icazetlisiniz? Ama bence değilsiniz...

Bence sayın başbakanım, hatta bütün biriktirdiklerinizi siz hayatta ilken dağıtınız ki, mülk sahibine rücu etmiş olsun... Ne dersiniz?..

(www.medyafaresi.com )

http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10425

..

Başbuğ'un Sitemi de, Özel'in Cevabı da Birbirinden Utanç Verici



Başbuğ'un Sitemi de, Özel'in Cevabı da Birbirinden Utanç Verici


Açık İstihbarat
Tarih:10/08/2013 
Türü:İç Politika 


" Ergenekon " davasında hukuksuz bir yargılama sonucu " Müebbet " hapis cezasına çarptırılan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile tarihe çok özel bir Genelkurmay Başkanı olarak geçmeyi garantilemiş Necdet Özel arasında yaşanan " Sessiz Kalma " polemiği, TSK'nın üst düzeyi açısından giderek utanç verici bir hâl alıyor...



Orgeneral İlker Başbuğ'un şahsında kesilen cezanın Türk Ordusu'na ve Türk Milleti'ne kesildiğini; Başbuğ'un bu davaya bir Genelkurmay Başkanı'nın katil Öcalan'a muadil kılınmak amacıyla eklendiği biliniyor.

Bugün silah arkadaşlarını "Sessiz Kalmakla " suçlayan Başbuğ'un, Teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin teröristlerle mücadele ederken dağdan indirilip tutuklandığı gün Genelkurmay Başkanlığı makamında oturduğu da unutulmadı..

Ancak, yaşını başını almış bir komutanın yaşadığı haksızlıkların ve ızdırabın farkındayız; bu nedenle kendisini eleştirme hakkımızı asgari ölçüde kullanmaya gayret ediyoruz.

Kendisini tarihte " İlerici " zannedilen İngiltere sponsorlu Mithad Paşa ile kıyaslarken, Tayyip Erdoğan'ı da tarih okumasından eksik, ezberci bir algının sonucu olarak "gerici" ilan edilmiş Abdülhamid ile eş tutmasına; Sultan II. Abdülhamid gibi donanımlı bir devlet adamını, atlas bilgisi sıfır bir konjonktürel siyasi figürle aynı kare içine koymasına itirazımızı dile getirdik.

Başbuğ'un müebbete çarptırıldıktan sonra Hürriyet gazetesine bir mektup yazarak Tayyip Erdoğan ve Necdet Özel'e sitem etmesi de Türk Milleti'nin yaralanan vicdanı ve onuru bakımından kabul edilemez yaklaşımlarla bezelidir. (Bkz: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24486537.asp)

Bir kere bu mektubun doğrudan Türk Milleti'ne avukat ve şahsi sosyal medya adresleri üzerinden değil de , Hürriyet gazetesi aracılığı ile gönderilmesi başlı başına üzücüdür.

Mektubun içeriğinde Türkiye Cumhuriyet'ne kurulan tuzaklardan hiç bahsedilmezken, şahsına verilen cezanın "adaletsizliğine" dikkat çekilmesi, Tayyip Erdoğan'ın ve Necdet Özel'in "desteklerinin" bu derece önemsenmesi, kendilerinden hâlâ beklenti içinde olunduğunu hissettirircesine saygıyla sözedilmesi gözlerden kaçmamıştır.

Ve akla, "Acaba İlker Başbuğ beraat etseydi, bu dava 'adli' bir dava olarak algılanmaya devam mı edilecekti?" sorusu gelmiştir...

Başbuğ'un her ne kadar satır arasına saklanmış da olsa, Tayyip Erdoğan'a "sen de yargılanacaksın" mesajı göndermesi gözlerimizden kaçmadı ama Erdoğan'ın Habertürk'e yaptığı "içime sinmiyor" açıklamasına bu kadar önem atfedilmesi ve böyle bir açıklamaya istinaden halen ahde vefâ beklenmesi düşüncürücüydü..

Sami Selçuk ve İzzet Özgenç gibi hukukçuların görüşlerinin hatırlatılması da faydasız bir efor olarak akılda kaldı..

Hürriyet gazetesine yazılan mektubun belki de en haklı ve en yalın bölümünü teşkil eden;

"Unutulmasın ki; Genelkurmay Başkanı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanıdır. Kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yöneltilen haksız, asılsız ve ağır saldırılara karşı da kurumunu korumak zorundadır. Bugün, Genelkurmay Başkanlığı makamında oturan komutan, verilen bu kabul edilemez karar karşısında, kurumsal sorumluluğu gereği olarak, Sn. Başbakan’ın da kabul etmeyerek tepki gösterdiği bu konuda, devam eden sessizliğini sürdürecek midir?" şeklindeki bölümü ise;

Teğmen Mehmet Ali Çelebi'nin de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin nefer ocağını temsil ettiği hatırlandığında anlamsız kalmakta ve de Teğmen Çelebi tutuklandığında, Genelkurmay Başkanlığı makamında kimin oturduğunu acı acı düşündürmekte dir.

Başbuğ'un sitemlerine yanıt, bu kez Milliyet gazetesi üzerinden geldi. Milliyet'in yeni genel yayın yönetmeni Fikret Bila, "Genelkurmay üst düzeyine" dayandırdığı haberinde şu açıklamaya yer verdi:

“Genelkurmay Başkanı’nın kamuoyuna açıklama yapmamış olması, sustuğu anlamına gelmez. Dışarıdan sessiz görünebilir ama hemen her gün bu konuya mesai ayırmış ve yetkili muhataplarıyla yaptığı resmi ikili görüşmelerde de İlker Paşa başta olmak üzere komutanlara yöneltilen suçlamaların kabul edilemez olduğunu, uzun tutukluluğa çare bulunması gerektiğini hep yüksek sesle söylemiştir. Siz sanıyor musunuz ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Sayın Başbakan’ın İlker Paşa’yla ilgili olarak yaptıkları açıklamalarda Özel Paşa’nın iyi ilişkilerinin ve verdiği bilgilerin hiç payı yoktur? Özel Paşa’nın sesi belki dışarıdan duyulmuyordu ama devlet katında duyması gereken yetkililer hemen her gün duyuyorlardı. Bu bakımdan Genelkurmay Başkanı’nın, komutanlara yöneltilen suçlamalar, tutuklu yargılanmaları ve nihayet verilen ağır cezalar karşısında sesiz kaldığını düşünmek haksızlık olur. Özel Paşa samimiyetle her fırsatta duyduğu derin üzüntüyü yansıtmış; bir Genelkurmay Başkanı’nın terörist ilan edilmesinin, TSK’nın terör örgütü olarak gösterilmesinin kabul edilemeyeceğini yüksek tonla devlet katında sık sık dile getirmiştir.”

Belli ki açıklamayı yapan aslında Necdet Özel'in ta kendisi!

Ortaya koyduğu kişilik profilinden bekleneceği üzere, bu kadar pasif bir cevabı bile kendi ismi ile vermekten çekiniyor...

Kamuoyu tarafından her ne kadar sessiz kalıyormuş gibi algılansa da, meğer kapalı kapılar ardında "her fırsatta" üzüntülerini bildirmiş ve uzun tutukluluk sorununu gündeme getirmiş!

Dikkat edilsin; TSK'nın başına örülen çoraplar, kaynatılan cadı kazanları, PKK'lı gizli tanıklar, sahte belge ve iftiralar değil " Uzun tutukluluklar " gündeme getirilmiş...

Yani, yargılama aslında " Hukuki "... Sadece tutukluluğun süresi konusunda küçük bir sorun var!

Öyleyse, cezalar açıklandığına ve Başbuğ'un yattığı süre müebbete fazlasıyla denk düşeceğine göre, Necdet Özel'in de " Uzun Tutukluluk " konusunda itiraz edeceği bir nokta kalmamış demektir!

Açıklamanın yerlere girme isteği uyandıran kısmı ise şu bölümdür:

" Siz sanıyor musunuz ki Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve Sayın Başbakan’ın İlker Paşa’yla ilgili olarak yaptıkları açıklamalarda Özel Paşa’nın iyi ilişkilerinin ve verdiği bilgilerin hiç payı yoktur?  Özel Paşa’nın sesi belki dışarıdan duyulmuyordu ama devlet katında duyması gereken yetkililer hemen her gün duyuyorlardı. .. "

İşte buna susup kalınır!..Meğer Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün, İlker Başbuğ'a merhamet edilmesini ima eden açıklamalarında Necdet Özel'in payı varmış...O olmasa, Gül ve Erdoğan böyle açıklamalar da yapmayacakmış!

Böyle çocukça bir böbürlenme, 21 yüzyılın eşiğinde Türk Ordusu'na sözüm ona kumanda eden kadronun geldiği iflas noktasını göstermesi bakımından ibret vericidir.

Karşılıklı duygusal mektuplaşmalar, Türk Milleti tarafından utançla izlenmekte ve milli şuura kaydedilmektedir...


http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10388

Balbay Gibi Tayyar'ın da Genelkurmay Görüşmeleri Ortaya Çıkarsa?



Balbay Gibi Tayyar'ın da Genelkurmay Görüşmeleri Ortaya Çıkarsa? 





Açık İstihbarat
Tarih:28/11/2013 
Türü:İç Politika 


 Bir gazetecinin akreditasyon meselesini görüşmek üzere Genelkurmay'da görüşme ayarlamasında bir sorun yok. Eğer görüşme bundan ibaretse. Mustafa Balbay, Genelkurmay'da yaptığı görüşmeler nedeni ile "darbecilik" suçlaması ile içeri  atıldıysa, kamuoyunun Şamil Tayyar'ın Genelkurmay'da Ergin Saygun'la neler görüştüğünü de bilmeye hakkı var.

Ergin Saygun'da bu görüşmenin ayrıntılarının olduğuna eminiz.

Kitabında yazmasını bekledik ama AB savunuculuğu ve bildik "biz bu adaletsizlikleri haketmedik" serzenişleri dışında pek bir şeye rastlamadık.

Halbuki Ergin Saygun'un aşağıdaki soruya cevap vermesi lazım ki , kendisini içeri tıkan sürecin mihmandarlarının gerçek yüzü kamuoyu önünde deşifre olsun..


29.11.2011



Tayyip Erdoğan'ın asabiyeti sadece ülkeyi değil küpünü de yıprattı ve iktidar kazanı her yerinden çatlamaya başladı.

Dershane görüntüsü altında sürdürülen bu iktidar içi savaş , yıllardır iktidar yorganı altında birbirini ısıtan tarafların da birbirine girmesine vesile oldu. 

Medyada konuşlandırılmış çetenin iftiraları ile hayatları kararmış insanlar; bu iftira çetesinin birbirini iftiracılıkla, sahte belge üretmekle suçlamasına tanık oldu.

Daha düne kadar " Askeri vesayet " rejimine karşı birlikte mücadele ettiklerini savunanlar , birbirlerini yeni vesayetçilikle suçlayıp, analı-kızlı küfürleşmelere giriştiler. 

28 Şubat'ta Çevik Bir'in bile tarikatlar hakkında edemeyeceği lafları edip, Çevik Bir'i bile çırak çıkartabileceklerini kanıtladılar. 

İlahi adaletin bu nüktedan galasını özellikle twitter alemi üzerinden takip etmenizi isteriz. 

Erdoğan vekili Şıh Şamil Tayyar ile "Ergenekon" sürecinde polisin vakanüvisliğini  yapan Mehmet Baransu arasında yaşananlar bu ilahi adaletin en traji-komik sahnelerini oluşturuyor. 

Seviyesini Mehmet Baransu'nun karısına iftira atmaya kadar vardıran Şıh Şamil Tayyar'ın bu kontrol dışı öfkesinin altındaki temel gerçeklerden biri , patronunun ayağının iktidardan kayması ile birlikte bugüne kadar birilerinin eteği altında yaşadığı konforun tehlikeye girecek olması.

Halbuki , hayatı iktidarlara yanaşmaya çalışmakla geçen ve sonunda AKP ile muradına eren Şıh Şamil Tayyar'ın ağzına pelesenk ettiği kavramlarla uzaktan yakın alakası yok. 

Sizlerle daha önce, bu Erdoğan vekilinin, 28 Şubat sürecinde "dinci" gözükmemek için " Şıh Şamil Tayyar " olan ismini nasıl mahkeme kararı ile değiştirdiğinin belgesini sunmuştuk.

***

(Bkz: Şamil Tayyar'ın Karakterinin Belgesi ) 

Şamil Tayyar'ın Karakterinin Belgesi : Şıh'tı Şahbaz Oldu 
Açık İstihbarat Özel
Tarih:19/11/2011 
Türü:Medya 


   Ve bu hedefine ulaşmak için Şamil Tayyar hep gerekeni yapmaya hazırdı ama onun kıymetini eski iktidarlar değil AKP bildi. 

Şıh Şamil Tayyar'ın bu uğurda isminden bile vazgeçmeye hazır olduğu ortaya çıktı. Bugün AKP gibi "dinci" bir iktidarı "demokrat" diye pazarlayarak residence tepelerine çıkan  Şamil Tayyar'ın, 28 Şubat sonrası o kesif "laikçi" dönemde  ismini değiştirmek için mahkemeye başvurduğunu biliyor musunuz? 

Peki ismini hangi gerekçe ile değiştirmek istediğini biliyor musunuz?
İşte belgesi:


18.11.2011


En az üç ayaklı bir "derin devlet" yapılanmasında, "devleti dönüştürürken" ve güya bunla bağlantılı "temizlik" operasyonları yapılırken, ayaklar arası çatışmanın bataklığında güller türer. Birilerinin bu güllere,  hedef saptırmak, bütün resmi gizlemek ve cambaza bak oynamak için ihtiyacı vardır. İşte "Ergenekon" sürecinin en önemli güllerinden biri Şamil Tayyar.

Bugünlerde Öcalan'ın geçmişiyle ilgili doğru yönde bir deşifrasyonun kapısını aralarken, diğer ayakların rolünü es geçiyor. Yeni Vesayet rejiminin Emniyet subapları  Rasim Ozan - Nagehan Alçı çifti  üzerinden bir kaç ay önce yapılan yayınlarda, Cem Ersever cinayetinin sadece Jitem'e yıkılıp, MOSSAD-CIA ayaklarının perdelenmesi gibi. 

Şamil Tayyar, " Ergenekon " süreci  boyunca kamuoyunu bir "1 Numara" efsanesi etrafında oyalayıp, onlarca kişiyi  iftiralarla lekeledikten sonra hizmetlerinin karşılığı olarak AKP'den milletvekili yaptırıldı. Gelen haberler AKP içinde de çok sevilmediği ve sıkı kontrol altında tutulmaya çalışıldığı yönünde. Millete attığı iftiralar yüzünden onlarca tazminat davasında mahkum olan sonra da kendini utanmadan  "demokrasi kahramanı" olarak pazarlayan bu AKP gülü dokunulmazlık zırhı altında emeline kavuştu.

Bu iktidar hastalığı Şamil Tayyar'da yeni nükseden bir rahatsızlık değil.

Aslında Şamil Tayyar'ın hayatı hep iktidarlara yakın olmaya ve onlardan milletvekili olmaya çalışmakla geçti.

Şamil Tayyar'ın 2000'lerin başında nasıl MHP ve hatta DSP'den aday olmaya çalıştığı biliniyor.

Ve bu hedefine ulaşmak için Şamil Tayyar hep gerekeni yapmaya hazırdı ama onun kıymetini eski iktidarlar değil AKP bildi. 

Şıh Şamil Tayyar'ın bu uğurda isminden bile vazgeçmeye hazır olduğu ortaya çıktı. Bugün AKP gibi "dinci" bir iktidarı "demokrat" diye pazarlayarak residence tepelerine çıkan  Şamil Tayyar'ın, 28 Şubat sonrası o kesif "laikçi" dönemde  ismini değiştirmek için mahkemeye başvurduğunu biliyor musunuz? 

Peki ismini hangi gerekçe ile değiştirmek istediğini biliyor musunuz?

İşte belgesi:

2001/127 Esas nolu, 27.03.2001 tarihli, Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı.

Davacı : Şıh Şamil Tayyar

Davalı : Nüfus Müdürlüğü

Şamil Tayyar, dini bir sıfat olan " Şıh " ismini kullanmak istemediğini ve bu yüzden değiştirilmesini istediğini mahkemeye beyan ediyor. 

O zamanlar siyaset sahnesinde AKP yok. O zamanlar siyaset sahnesinde, bugün Şıh Şamil Tayyar'ın "vesayet dönemi" diye eleştirdiği iktidarlar var ve Şamil Tayyar'ın o zamanlar bu "dinci" isminden pek hazetmediği anlaşılıyor.

İsminden utanmayan adam, ismini değiştirir mi?

Anlaşılan " Şıh " Şamil, o zamanlar bu ismin, onun "laik" iktidarlar nezdinde zor durumda bırakacağını düşünüyor ve bu uğurda mahkemeye başvuracak kadar kararlı. 

Mahkeme " Şıh " Şamil Tayyar lehine karar veriyor ve nüfus cüzdanındaki " Şıh " ismi kaldırılıyor.

Nüfus cüzdanındaki fotoğrafta bir diğer ayrıntı önemli.

O zamanlar MHP'ye yanaşmaya çalışan Şamil Tayyar'ın bıyıkları ülkücü bıyığı. 

Aşağıda resmini göreceğiniz mahkeme kararı ile, o günlerin "laik" ortamında şansını arttırmak isteyen Şıh Şamil Tayyar'ın "şıh" isminden kurtulduğu anlaşılıyor.

Günümüze gelindiğinde "şıh" ismi Şamil Tayyar için utanılacak değil, hizmet ettiği parti nezdinde prim yaptıracak bir isim. Belkide, Şamil Tayyar, bir başka dava ile eski ismine dönmek isteyebilir.

İsminden " Dinci " çağrıştırma yaptığı için utanan bir adamın, "dinci" iktidara yakın durmak adına başka nelere imza attığının belgeleri zamanla çıkmaya devam edecektir. 

Biz bu belgeyi Şıh Şamil Tayyar'ın karakterinin belgesi olarak kamuoyunun dikkatine sunuyoruz. 

Kendini " Demokrasi Kahramanı " , " Namuslu Gazeteci " olarak pazarlayan bu iktidar gülünün kumaşının kalitesi bu belge ile açıkca ortaya çıkıyor.

AKP'ye bu belge batmayabilir. Ne de olsa bünyelerinde Şamil Tayyar ayarında onlarcası var.

Ama bu belge Türkiye'de medya-iktidar ilişkisinin ve bu yolda nelere imza atılabildiğini göstermesi açısından tarihi ve ibretlik bir belgedir.

Aslına bakarsanız; kalemi yelken bir rüzgar gülünün isminin Şıh olmaması, arkasında binlerce yıllık bir kültürel doku bulunan Anadolu'ya özgü "Şıh"lık müessesesi açısından hayırlı olmuştur. 

Gazeteci sıfatını da Şamil Tayyar gibilerden kurtarabildiğimiz gün, Şıhlık müessesesi gibi gazetecilik müessesesi de arınmış olacaktır.

Açık İstihbarat

http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=9835



2. Dalgadan Büyük Bir Rant Öyküsü


2. Dalgadan Büyük Bir Rant Öyküsü 



Çiğdem Toker 
Tarih:28/12/2013
Türü:İç Politika 



 Akabe de Meksan’ın ödeyemediği kredi borcunu 13 yıl sonra “ Elverişli koşullarda ” devir almış oluyor.

Ortaklar: Mustafa Latif Topbaş, Mahmut Muhammet Topbaş ve Abdullah Tivnikli.

 Bu devirden 7 ay sonra Meksan’ın iflas masası toplanıyor.

 Üç Günlük Şirkete göz göre göre…

Şimdi başa dönerek Halkbank’ın teminat olarak aldığı o çok kıymetli arazinin başına gelenlere bakalım: 

  
www.acikistihbarat.com 
28.12.2013


İkinci soruşturma dalgasında, mal varlıklarına tedbir konulan iş adamlarının büyük bölümü, kamuoyunun yakından bildiği isimler. Bu isimler arasında, bir dönem Telekom özelleştirilmesinde tartışmaların odağına yerleşen Abdullah Tivnikli’nin yanı sıra ortağı Mustafa Latif Topbaş da yer alıyor.

 Her iki ismin de adı daha yakın zamanda birlikte ortak oldukları Akabe İnşaat dolayısıyla TBMM gündemine geldi.

 2. dalga kapsamında olduğu konuşulan ve içinde; Halkbank’ın, 5 milyon metrekarelik arsanın ihalesiz satışı, muvazaalı şirket operasyonları olan büyük ve karmaşık bir hikâyeyi anlatma zamanı:

Başlangıcı 15 yıl öncesine giden bir rant öyküsü bu:

 Meksan Makina adlı şirket, 1998’de Halkbank’tan 5.8 milyon dolar kredi kullanıyor.Karşılığında İstanbul-Pendik’te 5 milyon metrekarelik bir arazi teminat olarak alınıyor.

 Geri ödemelerinde sorun çıkması üzerine, banka krediyi yasal takibe alıyor. Meksan, Temmuz 2009’da mahkeme kararıyla iflas ediyor.

 Halkbank, icra takibinde 137 milyon TL olarak hesapladığı alacağını, iflas masasına 50 milyon TL olarak bildiriyor. Böylece Meksan’ın Halkbank’a borcu 86 milyon TL düşürülüyor.

 Halkbank 110 milyon TL’den vazgeçti

 2011’e gelindiğinde ilginç bir gelişme oluyor. 

Halkbank, icra takibinde 137 milyon dolar bildirdiği alacağını Akabe A.Ş. adlı şirkete 15 milyon dolara temlik ediyor.

Normal koşullarda, kamu bankalarının, “kalitesiz alacaklarını”, BDDK’ce belirlenmiş Varlık Yönetim Şirketleri’nden birine devretmesi gerekiyor. AncakAkabe, 2001 krizi sonrasında geliştirilen bu düzenleme kapsamındaki şirketlerden biri değil

 Böylece bir kamu bankası olan Halkbank, 137 milyon TL’lik alacağını, o günün kurlarıyla 27 milyon TL’ye devrederken 110 milyon TL’den vazgeçiyor.

 Akabe de Meksan’ın ödeyemediği kredi borcunu 13 yıl sonra “elverişli koşullarda”devralmış oluyor. 

Ortaklar: Mustafa Latif Topbaş, Mahmut Muhammet Topbaş ve Abdullah Tivnikli.

 Bu devirden 7 ay sonra Meksan’ın iflas masası toplanıyor.

 Üç günlük şirkete göz göre göre…

Şimdi başa dönerek Halkbank’ın teminat olarak aldığı o çok kıymetli arazinin başına gelenlere bakalım:

 20 Haziran 2012’de Meksan’ın 1998’de aldığı krediye teminat olarak gösterdiği 5 milyon metrekarelik arazinin 120 milyon TL’den az olmamak üzere “ Pazarlık Usulüyle” satışına karar veriliyor.

 Meksan alacaklılarından Av. Ufuk Erdoğan Sabuncuoğlu, “ Pazarlık yanlış. İhale açmanız gerekir ” dese de itirazı kabul görmüyor.

 120 milyon TL’den satışa çıkarılan bu arazinin değerine Kadıköy 3. İcra ve İflas Müdürü’nün görevlendirdiği bilirkişi itiraz ederek, arazinin değerini 198.6 milyon TL olarak takdir ediyor.

 Ancak iki itiraz da sonuç vermiyor. 

 Ve 30 Kasım 2012’de pazarlık usulü satışa çıkarılan arazi, tek alıcı olarak katılan Güven Enerji’ye 120 milyon TL’ye satılıyor.

Şimdi sıkı durun:

1. Güven Enerji bu satıştan sadece üç gün önce eldeğiştirmiş bir şirket…

2. Arazi satışına katılmak için gerekli olan 40 milyon teminatı da Al Baraka’dan sağlamış.

3. Güven Enerji’nin şirket adresi; Eksim Holding ileaynı.

4. Eksim Holding’in büyük ortağı ise Abdullah Tivnikli.

 Darbe mi dediniz?

 Toparlayacak olursak:

Bir kamu bankasının batık alacağını değerinin çok altına devralan da, o alacağı ipotekli çok kıymetli gayrimenkulü satışa çıkaran da, satışa çıkan araziyi alan da aynı kişiler…

Buraya kadar yazdıklarımın bir kısmı, CHP milletvekilleri Oktay Ekşi ile o dönem KİT Komisyonu üyesi olan Aykut Erdoğdu tarafından TBMM gündemine taşındı.

Bu rant öyküsüne rağmen, yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarını hâlâ “ Darbe ” diye niteleyen, Halkbank’ı da küresel güçlerin yıkmak istediğine inananlar şüphesiz olacaktır. 

 Yine de bu dosyanın tamamının belgeli olduğunu not düşelim. O çok sevdikleri deyimle, “ Tüyü Bitmemiş Yetim Hakkı ” adına.



http://acikistihbarat.com/Sayfalar/haberdetay.aspx?id=10450

..

7 Nisan 2016 Perşembe

AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!





AKP, Türkiye'de Anayasa Mahkemesi'ne düşman, 
Fransa'da Anayasa Mahkemesi kapısında!




Serap Yeşiltuna



Fransa Senato Genel Kurulu Soykırım İnkar Yasası'nı kabul etmişti.
Ancak geçtiğimiz hafta yasa teklifinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapıldı. 77 senatör ve 65 milletvekilinin imzasıyla yapılan başvuru değerlendirmeye alındı.

Sonucu ne olacak, Fransız yargısı bu yasanın Anayasa'ya aykırı olup olmadığını nasıl değerlendirecek göreceğiz.
Bir yasama, yürütme, yargı mekanizmasının olduğu, hasbelkader demokrasinin olduğu her ülkede böyle bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi doğaldır.
Bunun sebeblerini sonuçlarını bu yazıda tartışmayacağız.
Burada garip olan yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesi değil Türkiye'deki tepkileridir bizce.
Tayyip Erdoğan AKP gurup toplantısında yaptığı konuşmada kararı şöyle değerlendirdi:
"Anayasa Konseyi'ne her iki taraftan da bu müracaatın 60 sayısının üzerinde gerçekleşmesi tabii önemli bir adım. Gerçekten bu imzaları koyan gerek Fransız senatörlere, gerek milletvekillerine özellikle Tayyip Erdoğan olarak milletim adına kalbi şükranlarımızı ifade ediyoruz. Çünkü Fransa'daki siyasetçilere yakışan buydu, olması gerekeni yaptıklarına inanıyorum. Temennimiz odur ki Anayasa Konseyi de daha önce zaten bu konuyla ilgili biliyorsunuz, yaptıkları açıklamaları da var. Bu beklentiler istikametinde verilecek bir kararla bu hakka uygun olmayan, hakikate uygun olmayan süreç, Fransa'nın değerleriyle ters düşen süreç tekrar Fransa'nın değerleriyle uygun hale gelir diye düşünüyorum."
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise " Fransız senatörler bu adımla kendi değerlerine sahip çıktı. Türk-Fransız dostluğunun kazanmasını diliyorum." dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de " Ben Fransızların kendi ülkelerine böyle büyük bir gölge düşürülmesine müsaade edeceklerini tahmin etmiyordum. Şimdi Anayasa Mahkemesi muhakkak ki doğru kararı verecektir " diyordu.

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, henüz yasa Anayasa Mahkemesi'ne gitmeden Fransız parlamenterlere çağrı yapıyordu:

"Bizim doğrudan dahil olmadığımız bir süreci takip ediyoruz. İnanıyoruz ki Fransız parlamenterler yasal imkanlarını kullanarak Anayasa Konseyi'ne müracaat etsinler ve konseyin bunu Anayasaya aykırı bulması halinde bu tasarı bir daha görüşülemeyecek duruma gelsin."

Bu açıklamalar bize oldukça garip geldi çünkü saydığımız bu isimlerin Anayasa Mahkemesi'ne ya da parlamenterlere çağrı yapmak şöyle dursun, Anayasa Mahkemesi dendiğinde tüylerinin diken diken olduğunu çok iyi biliriz.
Meclis'ten geçen herhangi bir yasanın Anayasa Mahkemesi'ne gitmesini milli iradeye vurulmuş bir darbe, bu başvuruyu yapan parlamenterleri de milli irade düşmanı, demokrasi düşmanı diktacılar olarak değerlendirirler.
Mesela Tayyip Erdoğan'ın şu sözleri bilindiktir:
"Anamuhalefet Anayasa Mahkemesine adeta yatağı sermiş, Anayasa Mahkemesi anamuhalefet mahkemesi haline gelmiştir."
Ya da "Onyıllardır biri Anayasa Mahkemesi önünde diğeri Danıştay'ın önünde iki nöbetçi kulübesi kurdular oradan yürütmenin adeta elini kolunu bağladılar." diyerek Anayasa Mahkemesi'ne muhalefetin Anayasa Mahkemesi'ne başvurularını eleştirir dururdu.
Ancak şimdi birdenbire her şey değişti ve Türkiye'de Anayasa Mahkemesi düşmanları Fransa'da Anayasa Mahkemeci kesiliverdiler.
Tabi bu durum yandaş basına da sirayet etti. Zaman gazetesi haberi "Fransa'da sağduyu kazandı"başlığıyla veriyordu.
Türkiye'de yapıldığında diktacılığın ve seçkin elitlerin halkın iradesine koyduğu ipotek olarak değerlendirilen Anayasa Mahkemesi başvurusu, Fransa'da demokrasinin ve Fransa'nın da kendi değerlerinin gereği oluyordu.
Bu gerçekten oldukça yüzsüzce gözümüzün önüne serilen bir çifte standart uygulamasıdır.
Fransa'da değil de Türkiye'de bir mahkeme kararını bekliyor olsaydık; AKP'nin hazırladığı bir yasa, AKP ile ilgili bir kapatma davası, katsayı ya da türbanla ilgili bir mesele ya da Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bir konu olsaydı Anayasa Mahkemesi'ne giden parlamenterlerin ne faşistliği kalırdı ne diktacılığı, ne demokrasi düşmanlığı ne milli irade saygısızlığı…
Denklemi kurmuşlardır: Fransa'daki milletvekilleri antidemokrattır, Anayasa Mahkemesi ise son derece adil…
Türkiye'de ise tam tersi, milletvekilleri demokrattır, Anayasa Mahkemesi ise önyargılı…
Sadece…


İşlerine öyle geldiği için…


http://www.turksolu.com.tr/353/yesiltuna353.htm

..