Arap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2018 Salı

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 4


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 4


< ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin 
sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. >

<İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir.  >


ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. İç savaşın başlangıcından beri Suriye’de ÖSO’nun yanı sıra başta el-Faruk Tugayı, el-Sahabe Tugayları, Ahrar elŞam, Fecrul el-İslam, el-Fetih Tugayı ve Sukur el-Kurd Tugayı olmak üzere 100’den fazla silahlı grup ortaya çıkmıştır. Bu bölünmüşlük, Esed rejimi karşısında muhalefetin elini zayıflatmış, özellikle el-Nusra Cephesi gibi el-Kaide bağlantılı bazı grupların ise rejime karşı savaşmaktan ziyade ÖSO’yu hedef alması rejime bağlı kuvvetlerin belirli bölgelerde üstünlük sağlamasına imkân tanımıştır.22 PYD’nin silahlı kanadı YPG (Halkçı Koruma Birlikleri), Esed rejiminin desteğiyle ülkenin kuzeyinde belirli bölgeleri ele geçirmiş, IŞİD ise Rakka bölgesini kontrol etmeye başlamıştır. ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde YPG ve IŞİD’le çatışmak zorunda kalması, rejime bağlı güçlerin bazı bölgeleri tekrar ele geçirmesine yol açmıştır. Muhalefet hareketinin uluslararası toplum nezdindeki konumu, muhalif gruplar arasındaki radikal unsurlardan dolayı süreç içinde zayıflamıştır.23

Esed rejimi, muhalefetin sahadaki silahlı varlığına karşı Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle üç aşamadan oluşan bir strateji takip etmiştir. Rejim
birinci aşamada radikal unsurların ÖSO içindeki silahlı gruplara dâhil edilmesini, böylece muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermeyi
amaçlamıştır. Esed rejimi bu amaç doğrultusunda hapishanelerdeki el-Kaide bağlantılı aşırılık yanlısı tutukluları serbest bırakmış, Rusya ve İran ise bu 
dönemde Suriye’de çatışmalara katılan radikal unsurlarla ilgili uluslararası medyada çok sayıda yayın yapılmasını sağlamıştır. İkinci aşamada, Esed rejimi
kuzey bölgeleri PYD’ye; Rakka, Halep kırsalı ve İdlip bölgelerini de IŞİD’e bırakmak suretiyle iç savaşta ÖSO dışında silahlı grupların ortaya çıkmasını
sağlayarak kendisine karşı savaşan kuvvetleri birbiriyle mücadele eden aktörlere dönüştürmeye çalışmıştır.24

Üçüncü aşamada ise Esed rejimi, IŞİD ve el-Nusra Cephesi’nin sahada öne çıkmasını ve güçlenmesini sağlamış, başta bu iki silahlı grup olmak üzere radikal
grupların ÖSO’ya karşı savaşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim 2013’de IŞİD, el-Nusra Cephesi ve aynı çizgideki diğer radikal grupların Esed rejimine
bağlı kuvvetlerden ziyade ÖSO’ya karşı savaştığı görülmüş, bu grupların faaliyetlerinin rejimin konumuna dolaylı biçimde destek olduğu anlaşılmıştır.

Gelinen aşamada Esed rejiminin Suriyeli muhalif gruplara yönelik izlediği stratejide büyük ölçüde başarılı olduğu gözlemlenmiştir. Suriye’deki radikal
unsurlardan oluşan silahlı gruplar güçlendikçe ÖSO bünyesindeki kuvvetlerin etkinliği azalmış, dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük
ölçüde radikal gruplardan oluştuğu yönünde bir izlenim oluşmuştur. Bu izlenim Batılı ülkelerin Esed sonrası Suriye ile ilgili kaygılarının artmasına yol
açmış, muhaliflere askeri ve mali destek vermesini engellemiştir.

İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. Suriye muhalefetinin zamanla toparlanması
beklenirken gerek bölünmeler gerekse muhalefeti destekleyen ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) farklı gruplara öncelik vermesi muhalif
güçlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Bazı silahlı grupların ÖSO’dan ayrılması ve İslam Ordusu adı altında yeni bir yapılanmaya gitmesi muhalefetin
silahlı kanadını iyice zayıflatmıştır. Diğer taraftan İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine istikrarlı bir şekilde yardım sağlarken, Suriye muhalefetinin
örgütlenmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan ülkelerin sağladıkları destek ise muhalefetin farklı yapılara bölünmesine yol açmaktadır. Örneğin Suudi
Arabistan’ın Kasım 2013’te 7 Selefi gruptan oluşan İslami Cephe’yi kurmasının muhaliflerin bölünmesine hizmet ettiği gözlenmiştir. İslami Cephe, IŞİD
ve el-Nusra Cephesi’ne karşı ÖSO ile birlikte hareket edecek şekilde teşkil edilmişse de, cephenin tam olarak kontrol altında olduğunu ifade etmek mümkün değildir.

2.2. Doğu Guta, Cenevre Konferansları ve Rejimin Dış Desteği

Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Doğu Guta banliyösünde kimyasal silah kullanması ve uluslararası toplumun bu girişim karşısında sessiz
kalması Suriye krizi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Doğu Guta’da düzenlenen kimyasal saldırıda 450’ye yakını çocuk olmak üzere 1500’den
fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıyla birlikte ABD, Fransa ve İngiltere tarafından Esed rejimine yönelik sınırlı bir hava operasyonu yapılabileceği
gündeme gelmiş, BM denetleme ekibi kimyasal silahın kim tarafından kullanıldığının anlaşılabilmesi için Suriye’ye giderek incelemelerde bulunmuştur.
Bütün bu tartışmalar yaşanırken Suriye krizinde 2011 yılından beri farklı politikalar izleyen Washington ve Moskova beraber hareket etmeye başlamış,
Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına gösterilen tepkilerin dozu azalmış ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye iç savaşındaki tutumunun
giderek belirsizleştiği gözlemlenmiştir.

















Harita 2: IŞİD’in Suriye İç Savaşında Etkili Olduğu Bölgeler 

ABD, Suriye’ye operasyon kararında kitle imha silahlarının kullanılmasını kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen, Esed rejiminin devrilmesine yönelik
herhangi bir müdahalede bulunmamış, ABD-Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahların imha edilmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır. Birleşmiş
Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye’nin kimyasal silahlarının imha edilmesini öngören karar tasarısını oy birliğiyle
kabul etmiştir. 2118 sayılı bu karar kriz boyunca BM Güvenlik Konseyi’nin Suriye’ye yaptırım öngören ilk kararıdır.25 Ancak 2118 sayılı karar aynı zamanda ABD ve Batılı ülkelerin Esed rejimine yönelik askeri müdahalede bulunmayacağının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu kararla beraber Kasım 2013’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, Halep yakınlarındaki kimyasal silah üretme tesisinde imha işlemine başlamış, ABD ve Rusya’nın
anlaşması sonucunda Esed rejimi olası bir müdahaleden kurtulmuştur.

Haziran 2012’deki Eylem Grubu adı verilen I. Cenevre Konferansı’ndan sonra Ocak 2014’te İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı
ve temsilcisinin katılımıyla II. Cenevre Konferansı düzenlenmiştir. İkinci konferansta kimyasal silahlarının imha edilmesini kabul eden Esed rejimi ile
Suriye muhalefeti arasında görüşmelerin 24 Ocak’ta yapılması ve bu görüşmeler neticesinde bir geçiş hükümeti oluşturulması planlanmıştır. Esed rejimi
ile muhalefet arasında görüşmeler konferansın üçüncü gününde başlamış, ancak taraflar arasında -Esed’e bağlı kuvvetlerin kuşatması altındaki Humus
kentinden güvenli çıkış dışında- uzlaşma sağlanamamış ve herhangi bir sonuç elde edilememiştir. Konferans öncesinde, Suriye krizindeki mevcut dengelerden
dolayı Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin kurulması amacıyla gerçekleşen görüşmelerin başarılı olamayacağı öngörülmüştü. Konferanstan
sonra Humus’tan güvenli çıkış da uygulamaya dönüşmemiş, Esed rejimi kentten çıkış serbestliğini birkaç saatle sınırlı tutmuş ve Cenevre’deki anlaşmaya
riayet etmemiştir.

II. Cenevre Konferansı, Esed rejimi için üç açıdan bir dönüm noktası niteliğindedir.

Birincisi, 2011 yılından bu yana uluslararası ölçekte meşruiyetini kaybeden Esed rejimi Cenevre’de yeniden muhatap kabul edilmiş, muhalefet karşısındaki eski konumunu muhafaza etmiştir. 
Esed rejiminin Suriye iç savaşında gerçekleştirdiği katliamlara karşın II. Cenevre Konferansı’nda muhalefetle aynı ortamı/masayı paylaşması, rejimin  sahadaki askeri üstünlüğünün bir göstergesi anlamına geldiği düşünülebilir. Rejimin ayrıca konferansta ülkedeki iç savaşı terörle mücadele olarak yansıtması ve Esed’siz bir geçiş hükümetinin mümkün olmayacağını ifade etmesi, krizin sürüncemede kalmaya devam edeceğini göstermiştir. 

<  İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. >

İkincisi, konferansın amacının Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tesisi olarak belirlenmesi, gerek muhalefetin gerekse uluslararası toplumun
ülkeyi yaklaşık 40 yıldır yöneten Baas rejimiyle bir probleminin olmadığı yönünde bir izlenime yol açmış, Suriye krizinin bir rejim sorunu olduğu gerçeğinden uzak bir tutum sergilenmiştir. 

Üçüncüsü, Esed rejimi II. Cenevre Konferansı’nda görüşmelerin içeriğini muhalefeti zayıflatmak için kullanmış, Suriye iç savaşını uluslararası bir 
platformda terörizmle mücadele olarak takdim etme imkânı elde etmiştir. II. Cenevre Konferansı’nda ayrıca ABD ve Rusya bir araya gelmiş, iki ülke 
arasında Suriye kriziyle ilgili bir işbirliği ortamı oluşmuş, rejim ve muhaliflerin anlaşması amaçlanmıştır. 

Ancak konferans, sonucu itibariyle Suriye krizine bir çözüm getirmekten ziyade tavsiye niteliğinde göstermelik demeçlerin verildiği bir faaliyetten ibaret kalmıştır.

II. Cenevre Konferansı’nda rejim ve muhalefet heyeti Suriye’de geçiş hükümeti gibi siyasi konuları görüşmüş olmasına rağmen 3 Haziran 2014 tarihinde
Esed rejimi kontrolündeki bölgelerde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır.

Seçimde katılım oranı yüzde 73,4 olarak belirtilmiş, Beşşar Esed toplam oyların yüzde 88,7’sini alarak seçimi kazandığını duyurmuştur.26 Esed’in II.
Cenevre Konferansı’ndan sonra seçimle meşruiyet arayışına girdiğini ifade etmek mümkündür. Ancak Suriye’nin 23 milyonluk nüfusunun 10,5 milyonunun
yurtiçinde veya dışında mülteci olarak yaşaması, dolayısıyla seçimlerin ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 45’inin olmadığı bir ortamda yapılmış olması
sonuçların meşruiyetine gölge düşürmüştür.27

II. Cenevre Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması ve Esed’in cumhurbaşkanlığı seçimi yapmasının ardından BM ve Arap Birliği Suriye temsilcisi Cezayir asıllı el-Ahdar el-İbrahimi 30 Mayıs 2014’te görevinden ayrılmıştır. El-İbrahimi’nin görevi bırakmasının ardından Temmuz 2014’te BM Suriye Özel Temsilciliği’ne Staffan de Mistura sadece BM temsilcisi olarak atanmıştır.

Temmuz’da göreve başlayan de Mistura 30 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’ne ilk sunumunu yapmış ve eylem planını açıklamıştır. De Mistura,
planında çatışmalı bölgelerdeki çatışmaların dondurulmasını önermiş ve bu planın ilk önce Halep’te uygulanmasını talep etmiştir.28 

De Mistura ayrıca söz konusu planını 9 Kasım’da Şam’ı ziyaret ederek Esed rejimine sunmuş ve Esed rejimi de çatışmalı bölgelerde çatışmaların 
dondurulması planını olumlu karşıladıklarını açıklamıştır. Fakat Suriyeli muhalefet koalisyonu de Mistura’nın sunduğu plana karşı çıkmış, çatışmaların 
sadece dondurulduğu bölgeler öngören bu planın Esed rejiminin ömrünü uzatacağını beyan etmiştir.

Neticede Esed rejimi envanterindeki kimyasal gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, başta Doğu Guta saldırısı olmak üzere işlediği
ağır insan hakkı ihlallerine rağmen II. Cenevre Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap kabul edilmiştir. Batılı ülkeler krizin ilk dönemlerinde Esed iktidarının
sona ermesi yönünde demeçlere vermişse de ÖSO’ya yeterli desteği sağlamamış, Suriye muhalefeti sahada rejime karşı sürdürülebilir bir askeri
üstünlük elde edememiştir. Batılı ülkelerin ÖSO’nun güçlendirilmesi konusundaki tereddüdü ve rejimle ilgili tutum değişikliğine rağmen, İran ve Rusya
Federasyonu Esed rejimine sağladığı desteği krizin başlangıcından itibaren istikrarlı biçimde artırarak sürdürmüştür.

İran, 2011 yılında Suriye’de başlayan ilk protesto gösterilerinden bugüne Esed rejiminin ayakta kalması için yoğun çaba harcamış, rejime siyasi, ekonomik
ve askeri açıdan güçlü bir destek sağlamıştır. İran, Rusya ve Esed rejimiyle birlikte Suriye muhalefetini terörizmle ilişkilendirmeye yönelik kapsamlı bir
propaganda yürütmüş, Batılı ülke kamuoylarında ÖSO’nun radikal unsurlarla birlikte anılmasını sağlamaya çalışmıştır. Suriye ekonomisi İran’ın sağladığı
kredilerle ve mali yardımlarla ayakta kalmış, Esed rejimi Tahran’ın fon desteğiyle Rusya’dan silah alımını sürdürebilmiştir. Nitekim Suriye’de gelinen
aşamada ekonomi büyük zarar görmüş, gayrisafi yurtiçi hâsıla yarı yarıya düşmüş, petrol üretimi neredeyse durma noktasına gelmiş ve enflasyon yüzde 50 düzeyine çıkmış durumdadır.29 İran kaynaklarının yaptığı açıklamalara göre Tahran, Esed rejimini ayakta tutmak için dört sene içinde yaklaşık 50 milyar
dolar harcamıştır.

<  Rusya, gerek BM Güvenlik Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır. >

İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. Tahran yönetiminin
Suriye’ye yaptığı askeri yardımlar İran Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar dan sorumlu birimi Kudüs Gücü tarafından organize edilmektedir.
General Kasım Süleymani’nin komuta ettiği Kudüs Gücü’ne bağlı 2 bin civarında İranlı asker Suriye’de rejime bağlı ordunun yanında muhaliflere karşı
savaşmaktadır. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve Irak’ta desteklediği Şii milis güçlerini (Ebu’l Fazıl Abbas Tugayı) Suriye’ye sevk etmiş, özellikle milislerin harekete geçirilmesinde Suriye’deki Şii kutsal mekânların korunması argümanını kullanmıştır. Tahran yönetimi ayrıca Afganistan’daki Şii unsurlardan Esed rejimi saflarında savaşmak üzere Fatimiyyun Tugayları ve Afgan Hizbullahı adı altında silahlı gruplar teşkil etmiş, bu grupları Kudüs Gücü komutasında İç savaşa dâhil etmiştir.30

Küresel ölçekte ise Rusya Federasyonu, Suriye krizi sürecinde Esed rejimini destekleyen en önemli aktör olmuştur. Rusya, gerek BM Güvenlik
Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır.

Ancak Rusya, İran’dan farklı olarak Esed rejiminin bekasından ziyade ABD veya Batı ile Orta Doğu’daki güç mücadelesini göz önünde bulundurarak hareket
etmekte, Suriye’deki Tartus deniz üssünü muhafaza etmeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla Moskova, mutlak surette Esed ailesinin iktidarda kalmasını değil Suriye’de Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir siyasi iradenin sürekliliğini
hedeflemektedir. Nitekim Moskova’nın 2014 yılından itibaren Suriye dışındaki muhalefet güçleri içinden Rusya çizgisinde bir muhalefet oluşturma girişimleri
bu yaklaşıma işaret etmektedir.

Rusya’nın Suriye krizini çözmek için hazırladığı plan doğrultusunda Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tartışılması öngörülmemektedir.
Rusya’nın tasarladığı yol haritasında, Esed rejimi ile SMDK eski Başkanı Muaz el-Hatib’in oluşturduğu muhalefet gücünün siyasi geçiş süreciyle ilgili
bir anlaşma sağlaması amaçlanmaktadır. Moskova’nın Esed rejimiyle ve Muaz el-Hatib liderliğindeki muhalefetle iki aşamalı bir siyasi geçiş süreci üzerinde
mutabık kaldığı belirtilmektedir. Birinci aşamada Nisan 2015’te Suriye’de parlamento seçimlerinin yapılması, ikinci aşamada Suriye’de yeni hükümetin
kurulması öngörülmüştür. Kurulması kararlaştırılan yeni hükümette ise Muaz el-Hatip başbakan olacak, dışişleri bakanlığı ve savunma bakanlığı Esed rejimine
verilecek, İçişleri Bakanlığı da muhalefete geçecektir.

Rusya, Kasım 2014 içerisinde iki önemli ziyarete ev sahipliği yapmıştır. Birincisi SMDK eski Başkanı Muaz El-Hatib beraberindeki heyetle Moskova’yı
ziyaret etmiştir. Esed rejiminin temsilcilerinden oluşan bir heyet de 26 Kasım’da Soçi’de Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Her iki tarafın Rusya
ziyareti doğrultusunda Moskova’nın girişimiyle III. Cenevre Konferansı yerine I. Moskova Konferansı hazırlığı içerisine girilmiştir. 26 Ocak 2015’te
Rusya, Esed rejimi ve muhalefet temsilcilerini Moskova’da ağırlamıştır. Üç gün süren görüşmelerde belirli bir anlaşmaya varılamamış, bu nedenle ortak
bir belge veya bildiri hazırlanmamıştır.31 Moskova’daki toplantı sonrasında Suriyeli muhalifler ile rejim temsilcileri, bir ay sonra görüşmelerin tekrar başlaması konusunda anlaşmaya varmıştır.


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 3


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 3


1.3.Abadi Hükümetinin Kurulması 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak’ın diğer bölgelerine yayılması 30 Nisan 2014’teki genel seçimlerden sonra hükümet kurma sürecinde siyasi taraflar 
arasında yaşanan krizin uzlaşıyla sonuçlandırılmasını hızlandırmıştır. Irak’ta 15 Temmuz’da Parlamento Başkanı olarak Sünni Arap kökenli Selim el-Cuburi seçilmiş ve ardından da Kürtler tarafından aday gösterilen KYB yetkilisi Muhammed Fuat Masum Cumhurbaşkanı olmuştur. Şiilerin en kapsamlı 
koalisyonu olan Şii Ulusal İttifakı ise tekrar başbakan olmak için ısrar eden Nuri el-Maliki yerine Dava Partisi üyesi Haydar el-Abadi’yi aday gösterdiğini 
açıklayarak ülkedeki hükümet kurma sürecini tamamlamıştır. Şii Ulusal İttifakı tarafından aday gösterilen el-Abadi, siyasi gruplarla uzlaşı sağlayarak 8 
Eylül 2014’te parlamentonun onayını almıştır. 

Şii ittifakı, Abadi hükümetiyle merkezi yönetimde siyasi güç kaybına uğramamış, Şiiler güçlü konumlarını muhafaza etmiştir. Şii siyasi aktör olarak 
Haydar el-Abadi Başbakan olurken, eski başbakan İbrahim el-Caferi Dışişleri Bakanlığı konumuna getirilmiştir. Şii siyasiler arasında konumunu mu.
hafaza edemeyen Maliki ise Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı gibi nispeten pasif bir göreve getirilmiştir. Abadi hükümetinde Sünni Araplara Savunma 
Bakanlığı’nın verilmesi önemli bir adımdır. Ancak bu gelişme Sünni Araplarla Bağdat hükümeti arasında 2003 yılından bugüne devam eden sorunların 
çözüleceği anlamına gelmemektedir. Abadi hükümeti Sünni Arap siyasilerle yaşanan sorunları gidermeye yönelik irade gösterse de, Sünni aşiretlerle 
Bağdat arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesi zor görünmektedir. 

Irak’ta Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı elinde bulunduran Kürtler, Abadi hükümetiyle birlikte merkezi yönetimde Şii Arapların ardından 
en etkili ikinci unsur olmaya devam etmiştir. Abadi hükümetinde Maliye Bakanlığı Kürtlere verilmiş, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin önemli üyelerinden 
ve Kürtlere yakınlığıyla bilinen Adil Abdülmehdi Petrol Bakanı seçilmiştir. Abadi kabinesinde Türkmenlere ise bir bakanlık verilmiş, Bedir Tugayı yetkilisi 
Muhammed Mehdi el-Beyat İnsan Hakları Bakanı olmuştur. Maliki hükümeti döneminde üç bakanlıkla (Tarım, Gençlik ve Spor ve İllerden Sorumlu 
Devlet Bakanlığı) temsil edilen Türkmenlere yeni kabinedesadece bir bakanlık verilmesi güç kaybı olarak değerlendirilebilir. 

Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların atıldığı bir dönem başlamıştır. 
Kürt Yönetimi yeni kabinede Maliye Bakanlığı’nı elde ederek bütçe sorununun çözümünde merkezi yönetimi etkileme imkânı elde etmiş, Adil 
Abdülmehdi’nin Petrol Bakanı seçilmesiyle de Maliki dönemine nazaran Bağdat’la daha iyi ilişkiler sürdürebileceği bir konjonktür yakalamıştır. 
Nitekim ABD’nin çekilmesi sonrasında Kürt Yönetimi, kuzey Irak’taki yataklardan çıkardığı petrolü uluslararası enerji piyasalarına ihraç etmeye başlamış,
bu girişim Bağdat merkezi yönetimiyle krizlere yol açmıştı.

Nuri el-Maliki, Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin yabancı enerji şirketleriyle yaptığı petrol arama ve çıkarma anlaşmaları üzerine Şubat 2014’ten itibaren 
enerji gelirlerinden bölgeye verilen %17’lik bütçeyi kesmiş, Maliki’nin bu adımı Bağdat-Erbil arasında gerilime neden olmuştur. IŞİD’in Musul’u ele 
geçirmesinin ardından Kürtlerin Temmuz 2014’te Kerkük’ü fiilen kontrol etmeye başlaması, kentteki en büyük petrol yatakları olan ve günlük 120 bin 
varil petrol çıkarılan Kerkük ve Bayhasan kuyularını ele geçirmesi taraflar arasındaki petrol krizini tırmandırmıştır. Kuzey Irak’a tahsis edilen enerji 
gelirlerinin kesilmesi ve Kerkük’ün el değiştirmesi Kürtlerin bu süreçte bağımsızlık söylemini sık sık dile getirmesine neden olmuştur. Başbakan Neçirvan Barzani, 12 Kasım 2014 tarihinde Kürt Parlamentosu’nu petrol ihraç ve satışlarıyla ilgili bilgilendirmek üzere yaptığı konuşmada, Kürt Yönetimi’nin ihraç ettiği petrolün denetimini hiçbir şekilde Irak Milli Petrol Pazarlama Şirketi’ne (SOMO) vermeyeceğini, sadece petrolün taşınmasındaki ve satışındaki bütün aşamaları şeffaf bir şekilde SOMO ile paylaşmaya açık olduğunu ifade etmiştir. Bu dönemde ayrıca Kuzey Irak’ta ayrı bir petrol arama ve üretme şirketi kurmak için düzenlenen yasa tasarısı Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiş ve parlamentoya gönderilmiştir. 

Irak Petrol Bakanı Adil Abdülmehdi krizin aşılması amacıyla 13 Kasım 2014 tarihinde Erbil’i ziyaret etmiş, Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, 
Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani ve Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hevrami ile görüşmüş, görüşmeler sonucunda taraflar petrol konusunda anlaşmaya 
varıldığını açıklamıştır. Anlaşma kapsamında Kürt yönetiminin günlük ihraç ettiği petrolün 150 bin varilini SOMO üzerinden ihraç etmesi, Bağdat merkezi 
hükümetinin ise 150 bin varile karşılık Erbil’e 500 milyon dolar ödemesi kararlaştırılmıştır. Görüşmelerin ardından Neçirvan Barzani başkanlığındaki 
Kürt heyeti Bağdat’a iade-i ziyarette bulunmuş, ziyaret sırasında merkezi hükümetle üç önemli konuda anlaşma sağlanmış, anlaşmanın Ocak 2015’ten 
itibaren yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Anlaşma doğrultusunda taraflar, Kerkük’ten günlük 300 bin ve Kürt bölgelerindense 250 bin varil petrolün 
Türkiye üzerinden ihraç edilmesi konusunda mutabakata varmıştır. Bağdat merkezi hükümeti, petrol gelirlerinden Kürt Yönetimi’ne yüzde 17’lik pay 
vermeye devam etmeyi kabul etmiştir. Taraflar ayrıca Peşmerge güçlerine ulusal savunma bütçesinden kaynak tahsis edilmesini kararlaştırmış, Bağdat 
böylece Peşmerge’nin maaşını, silah ve teçhizat giderlerini üstlenmiştir. 

ABD sonrası dönemde, Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerden kaynaklanan sorunlar Bağdat-Erbil ilişkilerini etkilemeye devam etmiştir. Kürt 
Yönetimi, ABD’nin desteğiyle işgal döneminde Kerkük’ün nüfusunu Kürtler lehine değiştirmiş, tarım arazileri ve petrol bakımından zengin olan bu 
kenti uzun vadede ele geçirmeye yönelik bir strateji takip etmiştir. 2005’te kabul edilen Irak anayasasının 140. maddesine göre ise Kerkük’te 31 Aralık 
2007’tarihine kadar normalleşme sağlanması öngörülmüş, nüfus sayımı ve referandum yapılarak kentin merkezi yönetime veya Kuzey Irak’a bağlanma.
sı planlanmıştır. Ancak Kerkük’ün statüsü hususunda gerek Irak’taki siyasi gruplar arasında gerekse bölgesel ve uluslararası arenada referanduma ilişkin 
bir uzlaşı sağlanamamıştır. Kerkük’ün statüsüyle ilgili sorunun çözüme kavuşturulması amacıyla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında özel statü ve ortak idari paylaşım gibi öneriler tartışılmaktadır. Tarihi olarak çoğunluğu Türkmen olan Kerkük’ün yönetimiyle ilgili taraflar kentin idari paylaşımının 
%32’lik oranlarla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında yapılmasını, geri kalan %4’lük dilimde Keldaniler ve Asurîler gibi diğer etnik ve dini unsurla.
ra yer verilmesini öngörmüşlerse de bugün bu paylaşım uygulanmamaktadır. 

Tarihi gerçekler, sosyolojik yapı ve işgal döneminde kentin nüfusundaki suni değişiklikler dikkate alınarak Kerkük’ün Irak içinde özel bir statüye 
kavuşturulmasının hakkaniyete uygun olduğu değerlendirilmektedir. 


ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER GENEL TESPİTLER 

• Irak’ta işgalin ardından “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurlar tasfiye edilmiş, ordu ve kolluk kuvvetleri 
büyük ölçüde Şii Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
• Sünni Arapların güvenlik kurumlarından dışlanması, Irak’taki güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol açmış, ordu ve polis teşkilatı içinde 
İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler ortaya çıkmıştır. 
• İşgal döneminde terör örgütleri Irak’taki faaliyetlerini artırmış, PKK Kandil bölgesindeki varlığını güçlendirerek devletleşme hedefiyle KCK yapılanmasını 
kurmuş, el-Kaide bağlantılı gruplar belirli bölgelerde örgütlenmeye başlamış, Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına saldırılar düzenleyerek 2006-2007 iç 
savaşını tetiklemiştir. 
• İran, işgalin ardından Irak güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları üzerindeki etkisini sürdürmüş, Şii direnişçi Mehdi Ordusu’na büyük ölçüde hâkim 
olmuş, Irak’ta kendi güdümünde hareket edecek Şii silahlı gruplar teşkil etmiştir. 
• Nuri el-Maliki’nin güvenlik bürokrasisini tekeline almaya çalışması, Sahva Gücü’nü dağıtırken bağımsız Şii milis güçlerine müdahale etmemesi ve iç 
güvenlik tehditlerinde orduyu kullanmaya devam etmesi güvenlik güçlerini siyasallaştırmıştır. 
• Maliki’nin giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasiler üzerinde baskı kurması ülkedeki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, Anbar krizine yol açmış, 
Irak el-Kaidesi’nin IŞİD adı altında tekrar güçlenmesine ve faaliyet alanını genişletmesine neden olmuştur. 
• IŞİD tehdidi Irak’ta seçimlerin ardından bir uzlaşı hükümetinin kurulmasını zorunlu kılmış, IŞİD militanlarının başta Musul olmak üzere belirli bölgeleri 
direnişle karşılaşmadan işgal etmesi, Irak güvenlik güçlerinde ciddi bir kurumsallaşma problemi olduğunu göstermiştir. 
• IŞİD krizi sırasında Peşmerge kuvvetleri başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerin bir kısmını ele geçirmiş ve Haydar el-Abadi liderliğinde kurulan 
uzlaşı hükümetiyle birlikte Bağdat-Erbil arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ilerleme sağlanmıştır. 

<  Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. >

2. SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER 

Esed rejimine karşı ilk protestoların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmesine rağmen Suriye krizinde henüz çözüm sağlanamamış, rejimve muhalefet güçleri 
birbirine karşı kesin bir başarı elde edememiştir. Krizin başlangıcından itibaren Esed rejimi, protesto gösterilerine silahlı kuvvetle müdahale etmiş, 
sivilleri hedef almış, muhalefetin de silahlanmasıyla çatışmalar kısa süre içinde iç savaş halini almış ve 200 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine yol 
açmıştır. İç savaş, Esed rejimine sağlanan kararlı desteğe rağmen muhalefetin parçalı yapısı, yeterli askeri destekten mahrum olması ve savaşa farklı silahlı 
grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır. El-Kaide bağlantılı grupların ortaya çıkması muhalefetin dünya kamuoyundakiimajını zedelemiş, 
Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) sahadaki etki alanını sınırlandırmıştır. Esed rejimi el-Kaide bağlantılı gruplara ve PKK/KCK’ya hareket alanı açmış, bu 
terör örgütlerini dolaylı biçimde muhalefeti zayıflatmak için kullanmıştır. 

Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. Destek sağlayan ülkelerin farklı grupları öne çıkarma girişimlerinin de etkisiyle Suriyeli muhaliflerin belirginleşen 
siyasi ve askeri bölünmüşlüğü, muhalefetin Esed rejimi karşısında etkili bir aktöre dönüşmesini engellemiştir. İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine verdikleri
desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran Devrim Muhafızları bizzat Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii  milisleri 
seferber etmiştir.18   

Batılı ülkeler ÖSO’ya gerekli desteği vermemiş, başlangıçtaki siyasi desteğe rağmen sahada rejime karşı netice alınmasını sağlayacak silah ve teçhizatın 
tedariki söz konusu olduğunda çekimser kalmıştır. 
Türkiye ise muhalefete sağladığı desteği devam ettirmiş, Ağustos 2011’den beri Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması yönündeki politikasını ısrarlı biçimde 
sürdürmüş, iç savaştan kaçan sığınmacılara sınır kapılarını açık tutmuştur. 

Ekim 2011’de İstanbul’da teşkil edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK), etnik, mezhepsel ve ideolojik olarak bir bütünlük sağlayamamasından dolayı tek çatı 
altında hareket edememiş, uluslararası toplum tarafından ilk etapta yeterince desteklenmemiştir. Bu nedenle Suriye muhalefeti siyasi yapısını genişleterek 
Kasım 2012’de Katar’ın başkenti Doha’da Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu (SMDK) adı altında daha kapsamlı bir yapı kurmuştur. SMDK’nın 
ilk Başkanı olarak Muaz el-Hatip seçilmiştir.19 Hatib, Mart 2013’te özgürce çalışmak istediğini ve bunun da mevcut teşkilatla mümkün olmadığını açıklayarak istifa etmiştir. SMDK üyeleri başkanlıktan istifa eden Hatib’in yerine Temmuz 2013’te Ahmed el-Carba’yı başkan olarak seçmiştir. SMDK Temmuz 2014’te görevden ayrılan el-Carba’nın yerine Suudi Arabistan’a yakınlığıyla bilinen Hadi el-Bahra’yı seçmiştir. SMDK’nın 5 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirilen 18. Kurul Toplantısı’nda eski başkan Hadi el-Bahra’nın yeniden aday olmaması üzerine yapılan oylamada ise Halid Hoca SMDK’nın yeni başkanı seçilmiştir.20 

Suriyeli muhalif gruplar Mart 2013’te dışarıda Esed rejimine karşı SMDK ile birlikte hareket edecek Suriye Geçici Hükümeti’ni kurmuştur. İstanbul’da tesis edilen Suriye Geçici Hükümeti’nin Başbakanı olarak Gassan Hito seçilmiş, 21-27 Mart tarihlerinde Doha’da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde Suriye’nin koltuğu 
muhaliflere verilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Suriye Geçici Hükümeti, 27 Mart 2013’de Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. Aynı yılın Temmuz ayında SMDK 
Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito görevinden istifa etmiş, Hito’nun yerine Ahmet Toma Geçici Suriye Hükümeti’nin Başbakanı seçilmiştir.21 

Muhalefet içindeki gelişmelere bakıldığında Suriyeli muhalifler arasında yer alan grupların yalnızca Esed rejimine karşı mücadele etmediği, kendi aralarındaki 
ayrışmalarla da uğraşmak zorunda kaldığı görülmektedir. Nitekim 2013 yılı Suriye muhalefeti açısında bir kırılma ve dönüm noktası olmuştur. 
2013’de SMDK içinde belirginleşen bölünmüşlük ve güç mücadelesi muhalefetin askeri yapısına da yansımış, ÖSO’da etnik, mezhepselve ideolojik ayrışmalar 
meydana gelmiştir. Muhalefet içerisindeki ayrışma ve güç mücadelesi ise muhaliflere verilen bölgesel ve küresel desteğin azalmasına yol açmıştır. 


2.1. Özgür Suriye Ordusu’nun Rejim Karşısında Zayıflaması 

Özgür Suriye Ordusu, Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa eden Riyad el-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından, Esed rejimini devirmek ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla 
Temmuz 2011’de kurulmuştur. ÖSO, Eylül 2012’de karargâhını Suriye’deki kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamış, emir-komuta yapısını geliştirmiş ve
Aralık 2012’de Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak atamıştır. ÖSO, bu yeniden yapılanma ile muhalefetin askeri kanadını merkezi bir
komutada toplamayı, yapılan silah yardımlarının tek elden koordine edilmesini ve Esed sonrasında düzenli orduya geçişi hedeflemiştir. Ancak ÖSO’nun
sahada rejime bağlı güçler karşısındaki etkinliği, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan ve Katar’dan) aldığı
desteğin azalması neticesinde zamanla zayıflamıştır. Bu nedenle 16 Şubat 2014 tarihinde Geçici Suriye Hükümeti’nin Savunma Bakanı Esad Mustafa
tarafından görevden alınan Selim İdris’in yerine rejimden ayrılan bir diğer komutan olan Abdullah el-Beşir getirilmiştir.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


< Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal grupların taraftar toplamasına hizmet etmiştir. >

<  ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi  söylemiyle giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede bırakmıştır.  >

2006-2007 döneminde Sahva Gücü’nün desteğiyle Irak el-Kaidesi’ni büyük ölçüde etkisiz hale getiren ABD kuvvetleri Irak’ın iç ve dış güvenliğinin 
yeni orduya ve kolluk kuvvetlerine devredileceği üç aşamalı bir geçiş süreci planlamıştır. İlk aşamada iç güvenliğin ABD’den Irak ordusuna devredilmesi 
planlanmış, 2010’da bu aşama tamamlanmıştır. İkinci aşamada iç güvenliğin Irak ordusundan polis teşkilatına devredilmesi, üçüncü aşamada ise iç güven.
liği bütünüyle kolluk kuvvetlerine devreden ordunun tamamen dış güvenliğe odaklanması tasarlanmıştır. İlk aşamanın aksine ikinci ve üçüncü aşamalar 
tamamlanamamış, gerek polis teşkilatının yetersizliği gerekse Maliki iktidarının iç güvenlik tehditleriyle mücadelede Irak ordusunu kullanmayı tercih etmesi ordudan kolluk kuvvetlerine yetki devrini engellemiştir. Dolayısıyla işgal döneminde Irak, güvenlik alanında gerekli kurumsallaşmayı sağlayamamış, 
güvenlik güçleri arasındaki yetki paylaşımı gerçekleşmemiş, iç güvenlik ordunun temel önceliği olarak kalmıştır.13 

Bu süreçte ABD’de iktidara gelen Obama yönetimi, Başbakan Maliki’nin işgal kuvvetlerinin en kısa zamanda çekilmesi yönündeki tutumunun da et.
kisiyle Irak’tan çekilme takviminde değişikliğe gitmiş, Bağdat yönetimiyle Kasım 2008’de Stratejik Güvenlik Anlaşması’nı (Status of Forces Agreement-
SOFA) imzalamıştır. ABD, Stratejik Güvenlik Anlaşması’yla Bağdat Büyükelçiliğinde geniş bir askeri güç bulundurma hakkı ve Amerikan askerlerine 
dokunulmazlık imtiyazı elde etmiş, anlaşma doğrultusunda 31 Aralık 2011’e kadar Irak’tan tamamen çekilmiştir. Ancak üç aşamalı geçiş süreci 
planlandığında Amerikan askerlerinin 31 Aralık 2011 tarihinde çekilmiş olması öngörülmediğinden, ABD’nin çekilmesiyle ikinci ve üçüncü aşamanın 
tamamlanması tamamen Maliki iktidarının uhdesinde kalmıştır. 

Nitekim Genelkurmay Başkanı Babekir Zebari Amerikan askerlerinin 2020-2022 yıllarına kadar kalması gerektiğini, Irak ordusunun ülke güvenliğini 
sağlayabilecek yeterliliğe kavuşması için bu süreye ihtiyacı olduğunu ifade etmiştir.14 

ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi yönetimi güçlendirme söylemiyle 
giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede bırakmıştır. Başbakan Maliki iç güvenlik tehditleriyle mücadelede yereldeki 
kolluk kuvvetleri yerine orduyu kullanmayı tercih etmiş, Silahlı Kuvvetler Başkomutanı sıfatıyla Irak’ın güvenlik bürokrasisini adım adım tekeline almıştır. 
Maliki, askeri danışmanlık adı altında kurduğu Başkomutanlık Bürosu üzerinden silahlı kuvvetler içinde kendisine sadık subayların yükselmesini sağlamış ve 
gayrı resmi bir emir-komuta zinciri geliştirmiştir. 

Maliki, Başkomutanlık Bürosu üzerinden Bağdat Harekât Komutanlığı’nı, terörle mücadeleden sorumlu güvenlik birimlerini ve özel kuvvetleri yönetmiş, 
Savunma Bakanlığı’nı ve komuta kademesini devre dışı bırakarak bazı operasyonları bizzat kendisi yürütmüştür. 2009’da Askeri İstihbarat Başkanı 
Cemal Süleyman’ı görevden alarak bu görevi kendisi yürütmeye başlayan Maliki, 2010-2014 döneminde hükümet içindeki anlaşmazlıklardan dolayı 
vekâleten yürütülen İçişleri ve Savunma Bakanlıklarını fiilen kontrol etmiştir. 

Başbakan Maliki otoriterleştikçe güvenlik güçlerinin mezhepsel eğilimlerinin belirginleştiği gözlemlenmiştir. Tecrübeli Sünni bürokratların bulunduğu Irak 
Muhaberatı’na karşı ilk etapta farklı istihbarat kurumları teşkil edilmiş, daha sonra Sünni bürokratlar peyderpey görevden uzaklaştırılmış, yerlerine Dava 
Partisi mensubu ve yeterli deneyime sahip olmayan isimler getirilmiştir. Maliki bu süreçte Bağdat’taki terör eylemlerinde İran’ın rolüne işaret eden Muhaberat 
Başkanı Muhammed el-Şahvani’nin Ağustos 2009’da istifa etmesini sağlamıştır. Mehdi Ordusu dışındaki bağımsız Şii milis güçlerine müdahale edilmemiş, 
müdahale etmeye çalışan emniyet müdürleri görevden alınmıştır. Sünni aşiretlerin teşkil ettiği ve 2006-2007 döneminde el-Kaide’yle mücadelede oldukça başarılı olan Sahva Gücü ise gelecekte tehdit olabileceği endişesiyle lağvedilmiştir. Dolayısıyla Maliki iktidarı, işgalin ardından tesis edilen 
kurumlarla iç güvenlik sorunlarına çözüm üretmekten ziyade giderek otoriterleşmiş, mezhepsel menfaatler doğrultusunda hareket etmiş, böylece el-Kaidebağlantılı grupların yeniden güçlenmesini tetikleyerek ABD sonrası dönemde Irak’ı fiilen bölünmenin eşiğine getirmiştir.

<  El-İsavi’nin tutuklanması, Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması ise bu kırılmayı derinleştirmiştir.  >

1.2. Sünni Arapların Irak Siyasetinden Dışlanması ve Anbar Krizi 


Nuri el-Maliki, başbakanlığının birinci döneminde adım adım güvenlik bürokrasisini tekeline alırken aynı zamanda kendisine rakip gördüğü Şii siyasileri devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. Bu kapsamda Maliki ilk etapta Irak’ta iktidara gelebilecek veya mevcut iktidarını zayıflatabilecek Şii aktörleri Bağdat merkezi yönetiminden uzaklaştırmaya dönük bir siyaset izlemiştir. 

Nuri el-Maliki,2006’da iktidara geldikten sonra Irak eski Başbakanı ve Dava Partisi üyesi İbrahim el-Caferi ve Sadr Hareketi lideri Şii din adamı Mukteda 
el-Sadr’ı merkezi yönetimden dışlamaya çalışmıştır. Maliki önce Dava Partisi içinde kendisine rakip olarak gördüğü İbrahim el-Caferi’ye karşı tavır almaya 
başlamış, bu tavrın neticesinde el-Caferi 2008’de partiden ayrılarak Milli Reform Hareketi’ni (Tayyar el-Islah el-Vatani) kurmuştur. İran’dan bağımsız 
hareket eden Şii din adamı Mukteda el-Sadr’ı da iktidarına tehdit olarak gören Maliki, el-Sadr’ın lideri olduğu Mehdi Ordusu’nu dağıtmaya çalışmıştır. 
Mehdi Ordusu baskılar neticesinde 2007’de önce ateşkes ilan etmiş, ardından da 2008’de silah bırakmak zorunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı 
Adil Abdülmehdi ise Mayıs 2011’de cumhurbaşkanına ait üç yardımcının fazla olduğunu gerekçe göstererek istifa etmiştir. Irak Yüksek İslam Konseyi’nin
önemli isimlerinden Abdülmehdi’nin istifa kararında ülkedeki siyasi istikrarsızlığın ve Maliki’nin otoriterleşmesinin etkili olduğu değerlendirilmiştir

Başbakan Nuri el-Maliki, iktidarının ilk döneminde güvenlik bürokrasisini büyük ölçüde tekeline almış, Şii rakiplerini devre dışı bırakmıştır. Maliki’nin 
ikinci döneminde ise Sünni siyasilerin Bağdat merkezi yönetimindeki  etkinliğini zayıflatmaya yönelik hareket ettiği gözlenmiştir. Maliki, ABD askerlerinin
çekilmesinin ardından Irak güvenlik güçlerini terörle mücadele adı altında Sünni aktörleri sindirmeye yönelik kullanmış, Sünni siyasilerin “terörizm”
suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı gözaltılar ve tutuklamalar başlamıştır.

2011’de Tarık el-Haşimi’nin, 2012’de Rafi el-İsavi’nin ve 2013’te Ahmet el-Alvani’nin tutuklanması hedefiyle operasyonlar gerçekleştirilmiş, özellikle
el-İsavi’nin tutuklanmasına karşı ortaya çıkan protesto gösterilerinin ardından  Sünni Arap bölgelerine de askeri operasyonlar düzenlenmiştir

Aralık 2011’de Başbakan Nuri el-Maliki’nin talimatı üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı (Sünni Arap) Tarık el-Haşimi’ye gizli suikast timleri
kurduğu ve teröre destek verdiği gerekçesiyle yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş ve hakkında tutuklama kararı alınmıştır. Tutuklama kararının ardından Mayıs
2012’de Bağdat hükümetinin talebi üzerine İnterpol, Haşimi hakkında kırmızı bülten yayımlamıştır. 
Irak Ağır Ceza Mahkemesi aynı yılın Eylül ayında Tarık el-Haşimi hakkında gıyaben idam cezası kararı vermiş, mahkemenin farklı davalar kapsamında aldığı müteakip kararlarla birlikte Haşimi’ye toplam beş kez idamcezası verilmiştir. Aralık 2012’de Başbakan Maliki’nin talimatı üzerine el-Irakiye ittifakı yetkilisi ve dönemin Maliye Bakanı (Sünni Arap) Rafi el-İsavi’nin Bağdat’ın Yeşil bölgesindeki evine güvenlik güçleri tarafından baskın düzenlenmiştir. 

Baskında, el-İsavi’nin korumaları terör örgütü kurmak ve yönetmek gerekçesiyle tutuklanmıştır. Irak’ın Anbar vilayetindeki Sünni Araplar, İsavi’nin korumalarına yönelik çıkarılan tutuklama kararına tepki olarak gösteriler düzenlemeye başlamıştır.15Aralık’ta Anbar vilayetinde başlayan gösteriler kısa süre içinde Musul, Kerkük, Diyale ve Felluce’ye kadar yayılmış, bazı bölgelerde Maliki karşıtı Şiiler de gösterilere katılmıştır. 


















Harita 1: Anbar Krizi Sürecinde IŞİD’in Saldırdığı Bölgeler 


<  Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, Sünni Arapların bir bölümünün bölgelerinde bulunan radikal unsurlara sıcak bakmasına sebep olmuştur. >

Özellikle el-İsavi’nin tutuklanması, Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması 
ise bu kırılmayı derinleştirmiş, Maliki’nin Sünni Arapları baskı altına almaya çalıştığı yönündeki kanaati güçlendirmiştir. Aralık 2013’te Maliki’nin talimatı 
üzerine terörle mücadele özelkuvvetleri, el-Irakiye listesinin Sünni Arap milletvekili Ahmet el-Alvani’yi evine düzenledikleri baskınla gözaltına almıştır. 
Baskın sırasında çıkan çatışmada Ahmet el-Alvani’nin kardeşi ve 5 koruması öldürülmüş, baskından dolayı bölgede tırmanan gerilim nedeniyle Anbar’da 
çok sayıda askeri birlik konuşlandırılmış ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Dokunulmazlığı bulunan bir milletvekilinin askeri baskınlagözaltına alınması 
miş, Aralık 2013’ten itibaren Anbar krizi adı verilen süreci başlatmıştır.16 Sünni Arapların, Maliki’nin mezhepsel politikalarına tepki olarak Aralık 2012’den 
beri sürdürdüğü protestolara kuvvet kullanılarak müdahale edilmiş, güvenlik güçleri göstericilerin Anbar valiliği önünde kurduğu çadırları kaldırmıştır. 

 Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, 
Sünni Arapların bir bölümünün bölgelerinde bulunan radikal unsurlara sıcak bakmasına sebep olmuştur. Kriz, Sünni Arapların radikal unsurlara destek 
verenler ve radikal unsurlara karşı olanlar şeklinde bölünmesine yol açarken, Irak el-Kaidesi’nin yeniden güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Irak el-Kaidesi, 
Maliki’nin Sünni karşıtı politikaları ve Suriye iç savaşında Esed rejimini aleni biçimde desteklemesi nedeniyle daha rahat taraftar toplamaya başlamış, 

Sah.yet alanını genişletmiştir. Maliki iktidarının bu dönemde Anbar’daki protesto gösterilerini sona erdirmek için başlattığı operasyonlarla el-Kaide’ye karşı operasyonları iç içe yürütmesi ise operasyonların radikal unsurlarla mücadele adı altında aslında iç siyasi hedeflere dönük icra edildiği görüşünün ağırlık kazanmasına yol açmıştır. 

Anbar krizinde  Maliki, Sünni Araplardaki aşiret yapısı ve aşiretler arası güç mücadelesinden faydalanmış, bölgedeki operasyonları Sünni aşiretlerin bazı.
larının desteğiyle düzenlemişve kendisini destekleyen aşiretlere para ve silah yardımı sağlamıştır. Örneğin el-Ubeyd, el-Duleym aşireti ve Ebu Rişa ailesi 
Maliki iktidarının yanında yer alırken, el-Kubeysi ve el-Hadidi aşiretleri Irak güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. El-Duleym aşireti mensubu Anbar Valisi 
Ahmet Halef el-Duleymi, Maliki’nin bölgeye güvenlik güçleri göndermesini talep etmiştir. Maliki, 15 Şubat’2014 tarihinde Anbar vilayetinin merkezi 
Ramadi’yi ziyaret ederek bölgedeki Sünni aşiretlere mensup 10 bin kişinin Irak güvenlik güçlerine katılması emrini vermiş, 1 milyar dolar da kentin kalkınması 
için tahsis ettiğini açıklamıştır.17 

Böylece Maliki el-Kaide ile mücadele ederken aşiretler arasındaki güç mücadelesini de artırmış, Sünni Arapların bütünlük arz etmesini ve birlikte hareket etmesini engellemiştir. Nitekim Sünni bloğundaki Usame el-Nuceyfi, Selim el-Cuburi ve Salih Mutlak gibi siyasiler de tam manasıyla muhalif bir tutum sergileyememiş, hükümetten çekilmemiş, yalnızca oturumları ve toplantıları boykot etmiştir. 

Anbar krizi sürecinde Sünni Arapların ağırlıklı olarak yaşadığı Selahattin, Anbar ve Diyale il meclisleri özerklik talebinde bulunmuş, Irak’ın bütünlüğünü 
savunan Sünni Araplar artık özerklikten ve bölünmeden bahsetmeye başlamıştır. Irak’ta Sünni Arapların yanı sıra Şii din adamları ve siyasi aktörler de 
Maliki’nin mezhebe dayalı ve dışlayıcı politikalarına tepki göstermiştir. Ancak Şii siyasiler, Maliki’nin politikalarından rahatsız olsalar da İran’dan ve Şii 
din adamlarından bağımsız hareket edememekte, Şii birliğine zarar verecek herhangi bir adım at(a)mamaktadır. Anbar krizi sürecinde Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ise bağımsızlığı daha sık gündeme getirmeye başlamış, Iraklı Kürtlerin kendi kaderini tayin etme zamanının geldiğini beyan etmiştir. 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından Peşmerge güçleri, başta Kerkük olmak üzere Irak anayasasının 140. maddesinde yer alan tüm ihtilaflı bölgelere 
hâkim olmayı amaçlamıştır. Kürt yetkililer bu dönemde Irak’ın fiilen üçe bölündüğünü ve geri dönüşü olmayan bir sürece girdiğini ifade etmiş, Mesut 
Barzani, bağımsız Kürt devletinin kurulması için girişimlere başlamıştır. Barzani, Kürtlerin referanduma gideceğini belirterek 3 Temmuz 2014 tarihinde 
Kürt parlamentosuna yardım çağrısı yapmıştır. 24 Temmuz’da Kürt parlamentosu seçim komisyonu ve referandum yasasını kabul etmiş, 31 Ağustos’ta yasanın Kürt Yönetimi Başkanı Barzani tarafından onaylandığı açıklanmıştır. Seçim komisyonu ve referandum yasası doğrultusunda 90 gün içinde referandum ve 9 kişiden oluşacak seçim komisyonunun kurulması öngörülmüştür. 

Barzani’nin bağımsızlık söyleminin ardından 23 Haziran 2014 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Bağdat ve Erbil’i ziyaret etmiş, çoğulcu bir ulu.
sal hükümet kurma teklifini Iraklı taraflara ilettiğini açıklamıştır. Kerry’nin Irak ziyareti sırasında en kritik görüşmesi ise bağımsızlık ilan etme çalışma.
ları başlatan Barzani ile yaptığı görüşmedir. Kerry’nin ziyaretinden sonra ABD’nin mevcut konjonktürde Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı 
olduğu anlaşılmış, görüşmeden sonra Barzani’nin bağımsızlığa ilişkin demeçlerinin belirgin biçimde azaldığı müşahede edilmiştir. Nitekim Barzani’nin 
Kürt parlamentosuna danışması, Irak parlamentosuna Kürt milletvekillerini göndermesi, cumhurbaşkanının Kürt olması ve Haydar Abadi hükümetine 
destek vermesi bağımsızlık referandumunu zamana yaydığının bir göstergesidir. 

< IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürtleri motive etmeye yönelik olduğu ifade 
edilebilir.>

< Abadi hükumetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların 
atıldığı bir dönem başlamıştır. >


IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürt.
leri motive etmeye yönelik olduğu ifade edilebilir. Bağımsızlık söyleminin ayrıca Barzani’nin hem Irak’taki hem de bölgedeki diğer Kürtler üzerindeki liderlik konumuna katkı sağladığı değerlendirilmektedir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmesi kısa vadede başarılı olsa da, bağımsızlık girişiminin orta ve uzun vadede başarısız olma olasılığı yüksektir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmeleri için ülke içerisinde Arapları, bölgedeyse Türkiye ve İran’ı ikna etmesi gerekmektedir. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1



IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1


BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 65 
NİSAN 2015 




















SUNUŞ 

Irak’ta işgalin ardından Şii Araplar ve Kürtler esas alınarak tasarlanan güvenlik sisteminde kurumsallaşma sağlanamamış, Maliki’nin özellikle ikinci döneminde giderek otoriterleşmesi, güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması bu ülkedeki Sünni Arap nüfusun ötekileşmesine yol açmış ve Anbar 
krizi sürecini başlatmıştır. Suriye iç savaşında 2013 yılından itibaren dengeler Esed rejimi lehine değişmiş, Rusya ve İran rejime sağladığı desteği kararlı biçimde sürdürürken Batılı ülkeler Özgür Suriye Ordusu’na gerekli askeri desteği vermemiştir. 
İç savaşın uzaması ve sahada muhalefetin yeterince desteklenmemesi 
el-Kaide bağlantılı örgütlerin faaliyet gösterebileceği şartları doğurmuş, IŞİD Irak’ta zemin kazandıktan sonra faaliyet alanını Suriye’ye doğru genişletmiş, Irak-Suriye hattında Sünni Arapların çoğunlukta olduğu belirli bölgelere fiilen hâkim olmuş ve bu bölgelerde devletleşmeye teşebbüs etmiştir. Irak’ta IŞİD tehdidi, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdeki nüfus yapısının değişmesine yol açarken, Kürtlerin Kerkük’teki nüfuzunu artırmış ve İran’ın bu ülkede daha rahat hareket etmesine imkân sağlamıştır. Suriye iç savaşında ise IŞİD ve el-Kaide irtibatlı diğer radikal grupların etkinliğinin artması Batılı devletlerin muhalefete bakışını değiştirmiş ve II. Cenevre Konferansı’yla birlikte rejimin yeniden muhatap alındığı bir süreç başlamıştır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Irak ve Suriye’deki gelişmelere ve bu gelişmelerin Türkiye’ye etkilerine yönelik öngörülerde bulunarak Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri” raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı Ali Semin ve Araştırma Asistanı Bekir Ünal ile birlikte hazırladığımız rapor, 27 Şubat 2015 tarihinde düzenlenen 22. Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiş, Kurul üyelerinin görüş ve önerileri 
doğrultusunda gözden geçirilerek yayına hazırlanmıştır. Raporda, Irak’ta ABD’nin çekilmesini takip eden gelişmeler ve Suriye iç savaşında Esed rejimi lehine değişen dengelere ilişkin genel bir durum tespiti yapılmakta, başta IŞİD tehdidi olmak üzere bölgede ortaya çıkan dinamiklerin Türkiye’ye muhtemel etkileri 
değerlendirilmektedir. 

Raporun Türk karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Ali Semin’e ve Bekir Ünal’a, raporu yayına hazırlayan Araştırma Koordinatörü Erdem Kaya’ya, rapora değerli görüş ve önerileriyle katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli vakitlerini sarf eden başta (E) Oramiral Salim Dervişoğlu olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu üyelerine ve emeği geçen diğer BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 


GİRİŞ 










ABD, 2003’te Irak’ı işgalinin ardından bütün kamu kurumlarını dağıtmış, Geçici Koalisyon Yönetimi, Şii Araplar ve Kürtlere ayrıcalık tanıyan bir devlet 
inşa süreci başlatmıştır. Ülke nüfusundaki etnik ve mezhepsel dağılım esas alınarak inşa edilen kurumlar, kapsayıcı bir idari yapının tesisine hizmet et.
memiş, Sünni Araplar ve Türkmenlerin dışlandığı bir Irak devleti ortaya çık.mıştır. Sünni nüfusun devlet kademelerinde temsiline ve siyasi sürece katılı.
mına yönelik girişimler, gerek ABD’nin bu yöndeki desteğini sürdürmemesi gerekse İran’ın ülkede artan etkisi ve Başbakan Nuri el-Maliki’nin Şii eksenli 
politikalarından dolayı büyük ölçüde başarısız olmuştur. Irak’ın siyasallaşan güvenlik güçleri ülkede işgal sonrası dönemde kronik bir probleme dönüşen 
terörizmle mücadelede muvaffak olamamış, ABD sonrası güç boşluğunu dolduramamıştır. Maliki iktidarının özellikle ikinci döneminde (2010-2014) 
giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasi aktörleri sindirmeye yönelik attığı adımlar ise Irak’taki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, işgalin ardından bu ülkeye yerleşen el-Kaide bağlantılı radikal unsurların tekrar zemin kazanma.sına yol açmıştır. 

Suriye’de Esed rejiminin göstericilere ateş açmasıyla başlayan çatışmalar kısa süre içinde rejimle muhalefetarasında iç savaşa dönüşmüş, 2011’den bugüne 
tarafların birbirine karşı kesin bir netice alamadığı krizde çözüm sağlanamamıştır. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, krizin ilk iki yılında Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması gerektiğini beyan etmiş, muhalefeti Suriye’nin meşru temsilcisi olarak kabul etmiş, ancak Özgür Suriye Ordusu’na gerekli desteği vermemiş ve 2013’ten itibaren tutum değiştirmeye başlamıştır. Esed iktidarına bağlı kuvvetler tarafından Ağustos 2013’te Doğu Guta’da sivillere karşı kimyasal silah kullanıldığı tespit edilmişse de, aynı yıl içinde iç savaş.taki dengeler ironik biçimde rejim lehine değişmiştir. Baas rejimi Rusya ve Çin’in diplomatik desteği ve ABD’nin tutum değişikliği sayesinde kimyasal gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, aksine 2. Cenevre 
Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap olarak kabul edilmiştir. 

Esed rejiminin dolaylı desteğiyle el-Nusra Cephesi ve IŞİD gibi krize sonradan müdahil edilmiştir. 

Türkiye, takip ettiği dış politika dolayısıyla Irak ve Suriye’deki krizlerle başlayan süreçte Orta Doğu’daki kazanımlarını yitirmeye başlamış, Ankara’nın bölgedeki manevra alanının daraldığı gözlenmiştir. Ankara’nın Irak’la etkileşimi Kürt yönetimiyle sınırlı hale gelmiş, Türkmenler büyük ölçüde ihmal edilmiş, Suriye krizinde Türkiye Esed rejiminin devrilmesi doğrultusundaki ortaya çıkan radikal unsurlarla mücadeleyi öncelik olarak belirlemiştir. Suriye krizinde Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakılan Türkiye sığınmacılar meselesi ve IŞİD tehdidiyle karşı karşıya kalırken, İran bölgesel güç olarak öne çıkmış, Irak-Suriye-Lübnan hattında etkili bir aktör haline gelmiştir. 

Türkiye’nin bu dönemde PKK/KCK1 terörünü sona erdirmek gayesiyle baş.lattığı çözüm süreci ise beklendiği gibi örgütün silah bırakmasını sağlayacak 
gelişmelere değil, gerek yurtiçinde gerekse Suriye’nin kuzeyinde PYD2 adı altında güçlenmesine yol açmıştır. 

Orta Doğu’daki mevcut gelişmelerde Irak ve Suriye’de çöken devlet yapıları, Arap ayaklanmalarının devam eden etkileri, başta ABD, Rusya, İngiltere 
olmak üzere büyük güçlerin menfaat çatışmaları ve el-Kaide bağlantılı terör örgütlerinin faaliyetlerinin belirleyici olduğu aşikârdır. Bu konular çerçevesinde
bölgedeki çatışma ve istikrarsızlığa müessir faktörler doğrultusunda yapılabilecek münferit analizler ayrı çalışmalar şeklinde hazırlanabilecek genişliktedir.
Bu rapor, bu konuların ayrıntılarına girmeksizin Irak ve Suriye’deki gelişmelere ilişkin genel bir durum tespiti yapmak ve bu gelişmelerin Türkiye’ye
muhtemel etkilerini değerlendirmekle sınırlı bir çerçeve sunmaktadır

1.ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER 

1.1. Güvenlik Sisteminde Kurumsallaşma Problemi Irak’ta işgalin ardından Geçici Koalisyon Yönetimi orduyu, kolluk kuvvetlerini ve istihbarat teşkilatlarını 
lağvetmiş, “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurları rütbe ayrımı gözetmeksizin tasfiye etmiştir. Irak güvenlik 
güçlerinin gerekli tedbirler alınmadan ve ayırım gözetmeksizin dağıtılması ülkede telafisi zor bir güç boşluğu doğurmuş; direniş amacıyla silahlanan milisler, 
İran ve Suudi Arabistan ekseninde hareket eden unsurlar ve el-Kaide’yle irtibatlı gruplar ortaya çıkmıştır. 2003’ten itibaren Irak’ta işgale karşı Sünni ve Şii 
direniş grupları teşkilatlanmış, Sünni direnişçiler 1920 Devrimi Tugayları, Irak İslam Ordusu ve Mücahitler Ordusu Ünvanlarıyla silahlı birlikler teşkil ederken, 
Arap milliyetçisi Mukteda el-Sadr liderliğindeki Şii direnişçiler Mehdi Ordusu’nu kurmuş, işgal kuvvetlerine ve Irak güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. 

İşgalle birlikte İran Devrim Muhafızları’nın sınır ötesi operasyonlarından sorumlu Kudüs Gücü’nün Irak’taki faaliyetlerinde belirgin bir artış gözlenmiş, 
Tahran’ın desteğiyle 2003’te Irak Hizbullahı (Muhtar Ordusu) kurulmuştur. Bedir Tugayları mensubu Vasık el-Battat liderliğinde kurulan Irak Hizbullahı, 
İran’ın Velayet-i Fakih inancını benimsemiş ve Ali Hamaney’e bağlı olduğunu beyan etmiştir.3

İşgal aynı zamanda Saddam döneminden beri ülkenin belirli bölgelerinde bulunan çeşitli silahlı örgütlerin varlığını sürdürebileceği bir ortam sağlamıştır. 
İşgal döneminde İranlı muhalif grup Halkın Mücahitleri Örgütü Bağdat ve Diyale’de faaliyet göstermeye devam etmiştir. PKK bu dönemde Kandil 
bölgesindeki varlığını güçlendirmiş, Irak’taki uzantısı PÇDK4 ülkedeki seçimlere katılmaya başlamış, 2003’te Suriye’deki uzantısı PYD’yi, 2004’te 
İran’daki uzantısı PJAK’ı5 teşkil etmiş ve Türkiye’ye karşı terör eylemlerine tekrar başlamıştır. Türkiye’nin 2007’ye kadar Irak’taki sınır ötesi harekât 
imkânı kısıtlanırken, terör örgütü bu dönemde KCK sistemiyle devletleşmeye tevessül edebilecek kadar müsait bir ortam elde etmiştir. 
İşgal döneminde ayrıca bölgedeki el-Kaide’yle irtibatlı gruplar Irak’taki faaliyetlerini artırmış ve yeni gruplar İran üzerinden Irak’a girmiştir. 
İran-Irak sınırında 2001’den beri varlık gösteren Ensar el-İslam 2003’ten itibaren Ensar el-Sünne adı altında ABD kuvvetlerine, Şii din adamlarına ve 
Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne (KYB) bağlı Peşmerge güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır.6 

Ebu Musab el-Zerkavi liderliğindeki “Tevhid ve Cihad” adlı örgüt ise Irak’ta işgalin ardından faaliyet göstermeye başlamış, 2004’te el-Kaide’ye bağlılığını 
beyan etmiş ve Anbar-Ninova-Selahaddin bölgesindeki Sünni direnişçilere dâhil olmaya çalışmıştır.

< Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. >

İşgalin ardından ABD liderliğindeki koalisyon güçleri ilk etapta, Irak Savunma Bakanlığı’na bağlı olacak yeni orduyu, akabinde de İçişleri Bakanlığı’na 
bağlı hareket edecek polis teşkilatını ihdas etmiş, Peşmerge kuvvetlerinin ise merkezi idareden bağımsız bir silahlı kuvvet olarak kalmaya devam etmesini 
sağlamıştır. Ancak konuşlandırılan koalisyon güçlerinin yetersizliği, 2003-2009 döneminde güvenlik güçlerinin kuruluş aşamasında oluşu ve farklı 
bölgelerde bağımsız hareket eden silahlı unsurların varlığından dolayı ülkedeki güvenlik zafiyeti giderilememiş, silahlı çatışmalar ve bombalı saldırılar 
Irak’ta gündelik hayatın parçası haline gelmiştir. Irak’ta yeni ordunun ve polis teşkilatının tesisinde Şii Araplara ve Kürtlere tanınan ayrıcalıklar, güvenlik 
güçlerinin işlevselliğinin ve kapsayıcı niteliğinin oldukça sınırlı kalmasına, Sünni Arapların ve Türkmenlerin dışarıda bırakılmasına yol açmıştır. Kuruluş 
aşamasında güvenlik güçlerine katılım daha çok istihdam kaygısıyla gerçekleşmiş, orduda subaylar siyasi partilerin desteğiyle yükselme imkânı elde etmiş, rütbeler gerekli eğitim ve tecrübe edinilmeden dağıtılmıştır. 

Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
Saddam rejimini devirmek hedefiyle 1982’de Tahran’ın desteğiyle Irak Yüksek İslam Konseyi’nin silahlı kanadı olarak kurulan Bedir Tugayları’nın 
büyük kısmı, 2003’te Irak ordusuna ve kolluk kuvvetlerine dâhil edilmiştir. Bedir Tugayları, silahlı unsurlarının büyük çoğunluğu güvenlik güçlerine katıldıktan 
sonra Hadi el-Amiri liderliğinde Irak Yüksek İslam Konseyi’nden ayrılarak Bedir Örgütü unvanını almış ve varlığını siyasi parti olarak sürdürmeye başlamıştır. 

Peşmerge kuvvetlerinden ise yaklaşık 10.000 asker Irak ordusuna katılmış, Genelkurmay Başkanlığına da Peşmerge komutanlarından General Babekir Zebari getirilmiştir.7 Kürt yönetimi ayrıca anayasal bir dayanak olmamasına rağmen Irak ordusunun Erbil-Süleymaniye-Dohuk bölgesinde varlık göstermesini engellemiş, Peşmerge birliklerinin kuzey Irak’ta fiilen yegâne güvenlik gücü olmasını sağlamıştır.

Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Şii Araplar ve Kürtlerin menfaatlerine öncelik tanıyan yaklaşımı Irak güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol 
açmış, birkaç istisna dışında bağımsız milislerin silah bırakması sağlanamamıştır. Sünni Arapların dışlandığı bu parçalı yapı, Irak’ın milli güvenliğini 
sağlamaya çalışan kurumlar yerine etnik ve mezhepsel kaygılar temelinde faaliyet gösteren birimler doğurmuştur. Şii unsurların ağırlıklı olduğu ordu 
Sünni Arapların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerdeki iç çatışmalara belirli dönemlerde kayıtsız kalmış, Şii askerler bu çatışmalara müdahil olmaktan 
kaçınmıştır. Parçalı güvenlik yapısı ayrıca ordu ve polis teşkilatı içinde İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler 
ortaya çıkarmıştır. Saddam döneminde karargâhı İran’da bulunan ve bu ülkede askeri eğitimalan Bedir Tugayları mensupları Irak güvenlik güçlerine dâhil 
edilmesine rağmen Tahran’ın güdümünde faaliyet göstermeye devam etmiş, Kuzey Irak’la Bağdat arasındaki ihtilaflı bölgeler söz konusu olduğunda ise 
Irak ordusu içindeki Kürt askerlerin Peşmerge’ye olan bağlılığı öne çıkmıştır.8 

Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal 
grupların taraftar toplamasına hizmet etmiş, bu grupların Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına düzenlediği saldırılar da 2006-2007 döneminde 
mezhep eksenli bir iç savaşa yol açmıştır. Amerikan kuvvetleri, bu dönemde Irak el-Kaidesi ile mücadele etmek için Sünni aşiretlerin kurduğu Sahva Gücü’nü 
desteklemiş, Sahva Gücü el-Kaide’nin büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesini sağlamıştır. Bu dönemde Amerikan kuvvetleri ayrıca ABD karşıtı Şii direnişçi Mehdi Ordusu’nu silah bırakmaya zorlamış, Mukteda el-Sadr liderliğindeki Mehdi Ordusu 2008’de silah bırakma kararı almıştır. 2006-2007 yıllarındaki iç savaşın ardından İran’ın Irak’taki hareket serbestîsi artmış, Tahran gerek güvenlik güçleri içindeki Şii unsurları gerekse bağımsız Şii milisleri daha rahat 
yönlendirme imkânı elde etmiş, Arap milliyetçiliği çizgisinde bağımsız hareket eden Mehdi Ordusu’na hâkim olmaya çalışmıştır.9 

İran, Mehdi Ordusu içinde Mukteda el-Sadr’ın rakibi niteliğindeki Kays elHazali’yi desteklemiş, 2007’de el-Hazali liderliğinde Asaib Ehl-i Hak örgütünü 
kurdurmuştur. İran Devrim Muhafızları bünyesindeki Kudüs Gücü’nün desteğiyle öne çıkarılan Kays el-Hazali, el-Sadr’a bağlı Şii milislerin bir bölümünün Asaib Ehl-i Hak’a katılmasını sağlamış10 ve Mehdi Ordusu’nu zayıflatmıştır. Aynı yıl içinde İran, daha eğitimli Şii militanların yer alacağı ve doğrudan Kudüs Gücü’nün talimatıyla hareket edecek Hizbullah Tugayları (Kataib Hizbullah) adlı örgütü kurmuştur. Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin danışmanlarından Ebu Mehdi el-Mühendis liderliğinde teşkil edilen Hizbullah Tugayları’nın yaklaşık 400 militandan oluştuğu bilinmektedir.11 
Böylece İran, Muhtar Ordusu adlı Şii milis gücü ve güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları’nın yanı sıra 2007’de kurdurduğu Asaib Ehl-i Hak ve Hizbullah Tugayları vasıtasıyla da Irak’taki etkinliğini artırmış, bu ülkede kendi güdümünde faaliyet gösterecek silahlı gruplara sahip olmuştur.12 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

3 Ocak 2017 Salı

SURİYE ARAP ALEVİ TOPLUMU



SURİYE ARAP ALEVİ TOPLUMU


Suriye Arap Alevi Toplumu Temsilcilerinden Sunda Süleyman ile Söyleşi 

20 Haziran 2011 
2011 SURİYE SÖYLEŞİLERİ 
0RTADOGU  ANALİZİ,
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 



Suriye’de Baas rejimi Arap Alevilere dayanan bir azınlık iktidarı olarak bilinmektedir. Gerçekten de Devlet Başkanlığı ve birçok kilit pozisyonda 
Arap Alevi kökenliler yer almaktadır. Ancak Suriye nüfusunun yaklaşık %10’unun oluşturduğu düşünülen Arap Alevi toplumunun tamamı Esad rejimini desteklememektedir. 
Antalya’da gerçekleştirilen Suriyeli muhalifler toplantısında Hama’dan gelen Arap Alevi temsilciler de yer aldı. Muhalif Arap Aleviler, topluluklarına esasen en fazla 
zarar verenin Esad rejiminin kendisi olduğunu iddia ediyor. 
Arap Alevileri temsil için kurulan “Suriye İçin Çağdaşlık ve Demokrasi Partisi” üyesi Sunda Süleyman ile Suriyeli Arap Alevilerin genel durumu ve Suriye’deki halk ayaklanmasına bakışları üzerine konuştuk. 

ORSAM: Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? 



Sunda Süleyman: İsmim Sunda Süleyman. Hama’nın bir dış mahallesinden geliyorum. Yaşadığım yerde çoğunlukla Arap Alevi kökenliler bulunmaktadır. 

ORSAM: Herhangi bir aşiret mensubu musunuz? 

Sunda Süleyman: Biz mezhebe bağlıyız. Bizde bağlılık mezhebedir. 

ORSAM: Antalya Konferansında Arap Alevileri temsilen mi yoksa bireysel olarak mı bulunuyorsunuz? 

Sunda Süleyman: “Suriye İçin Çağdaşlık ve Demokrasi” isimli bir partinin üyesiyim. Bu partiye bağlı olarak çalışan bir eylemciyim. 

ORSAM: Toplantıya katılımınız nasıl gerçekleşti ve konferans hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? 

Sunda Süleyman: Bu konferansı organize eden bazı muhalif gruplar tarafından davet edildim. Konferansta bütün katılımcılardan sonuç bildirgesinde yer alması için öneriler getirmesini istedik. Bu bildirge de zaten konferansın sonucu ve çıktısı olacak-tır. Herkes bazı öneriler getirdi. Bu öneriler sonuç bildirgesinde yer alacak. 

Benim üyesi olduğum Parti’nin önerilerinden biri Suriye Devrimi’nin tüm Suriye halkını kapsadığı, tüm mezhepleri içine aldığıydı. Hepimizin tek bir ortak hedefi var ki o da rejimin yıkılması. Diğer önerimiz ise rejimin yıkılmasından sonra azınlık gruplarına güvenceler verilmesidir. Özellikle de Suriye Devrimi zaferinin ardından Arap Alevi azınlığa yönelik olarak bir şiddet hareketinin olmaması konusunda güvenceler olmasını önerdik. 

ORSAM: Özellikle Batı’daki genel algı Suriye rejiminin Arap Alevi rejimi olduğu yönündedir. Ancak burada Beşar Esad ve çevresindekilerin Arap Alevi kökenli olmasına rağmen Arap Alevi halkın çoğunluğunun rejimi desteklemediği söylendi. Siz Suriye rejimini bir Arap Alevi rejimi olarak tanımlıyor musunuz? 

Sunda Süleyman: Her şeyden önce Suriye rejimini bir Arap Alevi rejimi olarak tanımlamamız doğru olmayacaktır. 
Çünkü baba Hafız Esad döneminde dahi birçok muhalif figür Arap Alevi mezhebine mensuptu ve diğer bütün muhalifler gibi onlar da hapse atıldı, işkence gördü ve öldürüldü. Bu birinci nokta. 

İkinci nokta birçok Arap Alevi rejimi bir nedenden ötürü desteklememektedir. Rejim her zaman Arap Alevi kartını oynamıştır. Bütün Arap Alevilerin kendisine bağlı olduğunu varsaymıştır. Ancak gerçekte durum böyle değildir. Çünkü Beşar Esad ve babası Hafız Esad Arap Alevilere en fazla zararı veren kişiler olmuştur. Rejimin yolsuzluğa bulaşmış olması Arap Alevilere olan bakışı da olumsuz etkilemiştir. Arap Aleviler tabi ki mezheplerine bağlıdır ancak ülkelerine, vatanlarına olan bağlılıkları çok daha önemlidir. 

ORSAM: Suriye’de rejimin yıkılması durumunda Arap Alevi azınlığa yönelik bir şiddet hareketi, Sünniler ve Arap Aleviler arasında iç savaş yaşanması olasılıkları hakkında neler söyleyebilirsiniz? 

Sunda Süleyman: Şunu çok iyi bilmek gerekir ki Arap Aleviler Suriye’deki tek azınlık grup değildir. Suriye’de Arap Aleviler, Hıristiyanlar, İsmaililer, Şiiler ve Dürziler de bulunmaktadır. 
Tüm bu topluluklar bir arada Suriye ulusunu oluşturmaktadır. Rejim kurulduğundan beri bu toplulukları bölmeye çalıştı, her grubu diğer gruptan korkmaya doğru yönlendirdi. Rejim sürekli olarak bu korku kartını oynadı. Arap Alevilere dediler ki “ Bize bağlı kalmazsanız Sünniler sizi sürgün edecek.” 
Suriye’deki tüm azınlık grupları bu tuzağa düşürüldü. Bu gruplar rejimin hep kendilerini koruduğuna inandı. Çünkü resmi medyada bu böyle işlendi. Bunu sürekli olarak savundular. “Bu insanlar size saldıracak” diye sürekli olarak söyleniyordu. Hatta bunun da ötesine geçerek Arap Alevilere silah da verdiler. 
Bu kişiler sadece Arap Alevi değil aynı zamanda suçlu, çete mensubu kişilerdi. Bu kişilerin hepsi de Arap Alevi değildi. Bunlara Sünnilere saldırmaları söyleniyordu. 
Sünniler bu tuzağa düştü, Arap Aleviler bu tuzağa düştü. Bizim görevimiz halkımız arasında bilinçlenmeyi sağlamak. Bu yaşananların büyük bir 
tuzak olduğunu göstermek. Bunun en büyük kanıtı hepimizin burada bir arada olması ve her konuda anlaşabilmemiz dir. Hepimiz tek bir amaca yöneldik ve aynı şeyi istiyoruz. Özgür ve demokratik bir Suriye. 

ORSAM: Banyas ve Lazkiye’de yaşayan Arap Alevilerin birbirinden faklı konumlarda olduğunu biliyoruz. Bu farklıklar nedir ve hangi Arap Aleviler rejimi desteklemekte hangileri desteklememektedir? 

Sunda Süleyman: Suriye’de Arap Aleviler birçok şehir ve köylere dağılmış durumdadır. Şam’da gerçekleşen ilk gösteri Arap Alevi bir genç tarafından kaydedilerek internete konmuştu. 
Arap Aleviler arasında da diğer toplumlar farklı düşünen kesimler bulunmakta-dır. Şam’da yaşayan insanlar örneğin bölünmüş durumdadır. Şamlı Sünnilerin bazıları rejimi desteklemekte bazıları ise muhalif kanattadır. Dolayısıyla Arap Alevileri de sınırlamak mümkün değildir. Bu Arap Alevi meselesi esasen icat edilmiştir. 
Bizler Esasen “ Bu Arap Alevi bu Sünni ” bile demeyiz. Bu Suriye’de bir tabu değildir ancak insanları mezheplerine göre ayırmayız. 

Bu ilk konu. 

İkinci olarak, kıyı kesimde yaşayan Arap Aleviler, Hama gibi iç kısımlarda yaşayan Arap Alevilere göre rejim tarafından daha fazla imkana sahip olmuş olabilirler. Dolayısıyla iç kesimlerde yaşayan Arap Aleviler kıyılarda yaşayan Arap Aleviler gibi ayrıcalıklı konumda olmamıştır. Rejimi destekleyenler ve muhalif olan Arap Aleviler de bu farklı kesimde yaşayan Arap Alevilerdir. 

ORSAM: Bu süreçte Türkiye’nin pozisyonu hakkında ne düşünüyorsunuz, Türkiye’den daha fazla ne yapmasını bekliyorsunuz? 

Sunda Süleyman: Türkiye halkı ve hükümeti çok önemli adımlar attı. Suriye’de yaşananları desteklemek için çok güzel adımlar attı. 
Türkiye ve Suriye rejimi arasındaki yakın ilişki, bu süreci biraz daha zorlaştırdı. Buna rağmen Sayın Gül, Erdoğan ve Davutoğlu tarafından 
Suriye’de reform sürecinin hızlanması, kanın durması için atmış oldukları adımlar son derce umut verici. Türk halkından büyük umudumuz ve beklentilerimiz 
bulunmaktadır. Özellikle hükümetten beklentimiz fazla çünkü Türk hükümeti seçilmiş bir hükümettir ve halkını temsil etmektedir. Bu nedenle 
Suriye’de kanın durması için daha fazla rol oynamalarını beklemekteyiz. 

ORSAM: Sayın Sunda çok teşekkür ediyoruz. 


* Bu Söyleşi 1 Haziran 2011 tarihinde ORSAM Ortadoğu Danışmanı Doç. Dr. Veysel Ayhan ve ORSAM Ortadoğu Uzmanı Oytun 
Orhan tarafından Antalya’da düzenlenen “ Suriye’de Değişim Konferansı ” sırasında gerçekleştirilmiştir. 

23 Mart 2015 Pazartesi

Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 2



Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 2


Ortadoğu Tarihi  1800-1939, Fransa'nın Mısır'ı İşgalinden 1939 Filistin Ayaklanmasına

Ortadoğu Olarak Adlandırılan Bölge Neresidir?
Stefanos Yerasimos Orta-Doğu’yu üç ana bölgeye ayırır. Merkez ülkeler, Bereketli Hilal ve Arap Yarımadası. Merkez ülkeler, Türkiye, İran ve Mısır’ı; Bereketli Hilal, Irak, İsrail, Ürdün, Lübnan ve Suriye’yi; Arap Yarımadası, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Kuveyt, Umman ve Yemen’i içerir.
1994 rakamlarına göre bu bölgelerde yaşayan insanların 113 milyonu Arap, 54 milyonu Türk, 28 milyonu Fars, 21 milyonu Kürt, 4 milyonu Yahudi, 1 milyonu Beluci, 500 bini Ermeni, 150 bini Asuri, 8-10 milyonu Kıptidir (ancak Kıptiliğin etnik veya dinsel bir ayırım olup olmadığı tartışma konusudur)   
Orta-Doğu’da 227 milyon Müslüman, 13,5 milyon Hıristiyan ve 4 milyon Yahudi yaşamaktadır.
Ancak dinlerin kendi içinde de öyle ciddi ayrılıklar vardır ki bunların aralarındaki fark ve zaman zaman beliren düşmanlıklar diğer dinlere karşı olduğundan daha şiddetlidir. Örneğin, Müslümanlar kendi içlerinde, Şii, Sünni, Zeydi (Yemen’de yaşayan Sünni-Şii karışımı bir grup), Harici (Umman’da) mesheplerine ve bu gruplar da kendi içlerinde onlarca ayrı tarikata ayrılmışlardır. Hıristiyanlar, Rum Katolik, Ortodoks, Melkitler (Mısırdaki Ortodoks Rumlar), Gregoryan Ermeni, Nasturi, Katolik Süryani, Süryani Ortodoks, Maruni (Lübnanlı Katolikler), Keldani gibi bir çok farklı gruba ayrılmışlardır.
Bunların yanında sayıları az da olsa, Dürziler, İsmaililer, Mandeenler (Yahudi-Hıristiyan karışımı bir anlayış), Yezidiler, Zerdüştler (İran’da 50 bin kadar), Nasturiler sayılabilir [1]
Biz Ortadoğu’yu tartışırken 3 ana bölgeyi temel alacağız: Mısır, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal. Bunun yanısıra, çalışmamızın sınırları nedeniyle,  Mağrip Ülkeleri olarak adlandırılan bölge (Cezayir, Tunus, Fas) ile Türkiye ve İran’a sadece bazı örnekler üzerinden değinilecektir.
2. Seminerin Genel Temaları
Seminer iki ana tema üzerine kuruludur. Birincisi, Emperyalizmin bölgeyi ele geçiriş öyküsü ve emperyal çıkarlar-stratejiler arası çatışmalar. İkincisi, bu süreçte dağılıp tekrar tekrar kurulan toplumsal yapılar, yerel gelişmeler.
1. Tema: Emperyalizmin Bölgeyi Ele Geçiriş Öyküsü – Emperyal Çıkarlar/Stratejiler Arası Çatışmalar
16. yy’dan beri hakim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileyişine paralel olarak bölge, önce mali-iktisadi yollarla, 19. yy. ortalarından başlayarak siyasal olarak bütünüyle Avrupa Emperyalizminin kıskacına girdi. Osmanlı egemenliği –klasik İmparatorluk modeli- üretim ve egemenlik ilişkilerini kökten değiştirmeyen, esasen vergi yükümlülüğüne bağlı, görece “gevşek” bir egemenlikti. Nüfusun çoğunluğu ile varolan din birliği bu egemenlik ilişkisini gevşeten önemli bir etkendi. Avrupa Emperyalizminin egemenliği ise bu toplumların sınıfsal yapılarına, üretim ilişkilerine ve kültürlerine köklü bir müdahaleyi içeriyordu.
Emperyal Strateji Farkları şu şekilde dönemselleştirilebilir:
1. Klasik Emperyalizm: Başından itibaren Rusya, 19.yy. sonları ile birlikte de Almanya ve İtalya sürece dahil olsalar da bölgedeki etkinlik mücadelesi asıl olarak Britanya ve Fransa arasında yaşanmıştır. Savaşlarla yorulmuş ve ekonomisi yıpranmış olan Fransa’nın 19 yy. ortalarını takip eden yıllarda, bu mücadelede geriye düştüğü ve emperyal liderliğin bölgenin büyük bölümünde Britanya tarafından yürütüldüğü söylenebilir.
2. Liberal Emperyalizm: I. Dünya Savaşı’nın ardından, özellikle petrol şirketleri aracılığıyla öncelikle Arap Yarımadası’nda etkimliğini arttıran ABD, aşama aşama klasik emperyal güçlerin bölge hakimiyetini zayıflatmış; yerine Wilson’un “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” prensibine dayanan dolaylı bir bağımlılık modelinin yerleşmesini sağlamıştır. Bu yeni bağımlılık modelinin şekilleniş sürecinde, SSCB’nin bölgede etki sahaları oluşturmaya dönük politikalarının payı da tartışılmaya çalışılacak, bu dönem seminerin V. ve VI. bölümlerinde ele alınacaktır. İlk bölümde yeni emperyal paradigmanın oluşmaya başlamasından ve ABD’li petrol şirketlerinin bölge aktivitelerinden kısaca söz edeceğiz.
2. Tema: Yerel Tepkiler-Gelişmeler
Geleneksel yapıların çözülüşü ve yerlerine kurulan yeni yapılar arası bölgesel farklar ana hatları ile ele alınacak. Ortadoğu halklarının trajik öykülerine ve etkileri Ortadoğu sınırlarını aşan antiemperyalist direniş hareketlerine değineceğiz (Örn: Mısır’da Nasır’ın Arap Milliyetçiliği, Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi)
Yerel gelişmeleri, hepsini tartışamayacak da olsak, karakteristik farklar barındıran 4 ayrı bölgeye ayırıyoruz:
1.      Türkiye ve İran: Bu ülkeler kendi ulus inşa süreçlerini yaşarken bölgeyle bağları zayıflamıştır.
2.      Kuzey Afrika Kıyıları: Emperyal işgale erken maruz kalan bu bölgede, bağımsızlıkçı, antiemperyalist çizgi belirleyici olmuştur.
3.      Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal: Geleneksel yapıların en geç ve emperyal müdahale ile içiçe çözüldüğü bölge burasıdır. İktidar yapılarında “uzlaşmacı” karakter egemendir.
4.      Ermeniler ve Kürtler: Emperyal girişimler ve bunların öne çıkardığı yeni iktidar yapıları arasında sıkışıp kalan iki halk. Aralarındaki ortaklığa karşın, Ermeni ve Kürtlerin kaderi farklı biçimlenmiştir. Ermenilerin devlet kurma hakları erken dönemlerden itibaren uluslararası güçler tarafından tanınmış ve devlet kurabilmişlerdir. Kürtlerin devlet kurma hakları ise hiçbir zaman tanınmamıştır.
Daha sonraki yıllarda Ortadoğu ve Arap dünyasında yaşanacak sorunların hemen hepsinin tohumları bu dönemde toprağa serpilmiştir. Günümüzde de egemenliğini sürdüren bu sorunları şu şekilde sıralayabiliriz: sömürgecilik, milliyetçi-ulusalcı akımlar, İslami fundamentalizm, Siyonizm ve Filistin sorunu, ve bütün bu gelişmelerin belki de hepsini birden bağlayan, emperyal politikaların asli kilit noktası, petrol.
I. 1800-1900:  AVRUPA EMPERYALİZMİNİN  BÖLGEYE GİRİŞİ
I.1.  Emperyalizm Bölge’ye Neden ve Nasıl Girdi?
1800’lerin başında Ortadoğu’nun önemi Hindistan geçiş yolu üzerindeki irtibat noktalarını barındırmasıydı. Bu arada Ortadoğu’da devam eden Osmanlı egemenliği de çözülme evresine giriyordu. Çözülme sürecinde ganimetin nasıl paylaşılacağı sorusu emperyal ilginin ana kaynağını oluşturuyordu.
Bu dönemdeki İngiliz stratejisi Osmanlı’yı ayakta tutup, Rusya’ya karşı tampon işlevi görmesini sağlamak ve Osmanlı topraklarındaki egemenliğini ticari süreçlerle kurmaktı şeklinde özetlenebilir. Ama daha 1815 Viyana Kongresi ile “şark” meselesi tartışılmaya başlanmıştır. Bu tartışmada ana tema Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağıdır. Rusya’nın “sıcak sular” metaforuyla anılan güneye inme çabası İngiliz ve Fransızları bölge topraklarını ele geçirmeye itmiştir. Süreç Osmanlı egemenliğinin erken dönemde zayıfladığı bölgelerde başlamıştır. Emperyal ilgi Mısır-Cezayir gibi kuzey Afrika ülkelerine dönüktür.
Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal ise jeopolitik açıdan önemli görülmemekte, 16. yy’da oluşan statüko devam etmektedir. Kıyılarda Osmanlı egemenliği, güneyde Osmanlı–Avrupa rekabeti yaşanmaktadır. İç bölgeler ise çöl ve denetlenemez göçebe aşiretleri ile başa bela olarak değerlendirilmektedir.
Öncelikle bu süreçte yaşanan ve simgesel önemi olan 4 gelişmeye değinelim ve ardından dönemin ana aksiyonunu örneklendirmesi açısından Mısır’ın sömürgeleştirilme sürecini kısaca inceleyelim:
1798-1801’de Fransa’nın Mısır’ı işgal bölgenin sömürgeleştirilmesi yönünde atılan ilk adımdır. Fransa’nın Mısır’ı işgal girişimi Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına yönelik ilk ciddi sömürgeci girişim olarak değerlendirilir. Aynı zamanda bölge üzerinde İngiliz ve Fransız çekişmesinin de başlangıcını simgelemektedir.
1830’da Fransa Cezayir’i işgal etmiştir. 16 yy. dan beri Cezayir ile ticari ilişkilerini geliştiren Fransa, 1830 yazında başkent Cezayir’i işgal etti. İşgal bir yandan bölgede Fransız Emperyalizminin üstünlüğünü simgeler. Diğer yandan ise Ortadoğu Halklarının hafızalarında uzun süre yer edecek boyutta büyük bir direniş sürecini başlatır. İşgalci Fransızları bile şaşırtan Şeyh Abdülkadir Direnişi, liderin 1847’de yakalanmasına karşın, yer altı devleti benzeri güçlü bir örgütlenişle tam 40 yıl boyunca Fransız Ordusunu uğraştıracaktır.
1869’da Süveyş Kanalı açılmıştır. Bölgenin önemi ve dolayısıyla emperyal çekişme artmıştır. Kanalın açılması güçler dengesinde ibrenin Fransa’dan Britanya’ya dönüşünü simgeler.
1882’de Britanya Mısır’ı işgal eder.
Mısır’ın mali ve iktisadi denetiminin baş döndürücü hızı Klasik Emperyalizm teorisine örnek teşkil edecek bir sömürgeleştirme hikayesidir. 19. yy. başlarında (1798-1801) kısa süreli Fransız işgalini takip eden 4 kaotik yılın ardından Mehmet Ali Paşa Mısır Valisi oldu. Mehmet Ali Paşa ile başlayan reform, yeniden yapılanma ve imar süreçlerinde Mısır – hep biraz daha fazla vergi karşılığı- Osmanlı’dan uzaklaşırken, önce Avrupa’ya bağımlılık (Fransa-Britanya) kavramı ile tanıştı, ardından aşama aşama bu bağımlılığın kurumsallaşmasına sahne oldu.
Özellikle Mehmet Ali Paşa’nın ölümünü (1848) takip eden yıllarda Batı ile kurulan ticari ilişkiler gelişti, yüksek gelir elde edilen devlet tekellerinden vazgeçilerek ticaret “liberalize” edildi. Yabancıların ekonomik etkinliklerinin hızla artması ile başa baş gelişen borçlanma süreci, “modernleşme” yatırımları ile hız kazandı.
1863-1879, “Mısır artık Afrika değildir, Avrupa’nın bir parçasıdır” diyen İsmail Paşa (M. Ali Paşa’nın yeğeni) dönemidir [2] . Emperyalizmin etkinliğinin iyice artar, dış borç yükü kaldırılamaz bir hal alır. (Dönemin başında 367 milyon frank olan dış borç, 17 yılda 2,5 milyar frank/100 milyon sterline çıkmıştır) [3] . Bu durum geniş kitlelerin yoksullaşması, Mısır maliyesinin iflası (1875) ve Mısır yönetiminin Emperyalizme teslimi anlamına gelmektedir. (1876 Düyunu Umumiye Sandığı kurulur. Maliye yönetimi İngiliz ve Fransızlara geçer. Tüm gelirlerin yarısı dış borçlara, diğer yarısı devlet harcamalarına ayrılmaya başlanır.)
Bu şekilde başlayan fiili manda sistemi 19. yy’ın son 20 yılında iyice biçimlenmiş, Mısır 20. yy’a hukuken Osmanlı’ya, fiili olarak Britanya’ya bağlı bir ülke olarak girmiştir. [4] 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransızdır. 1882’de İngiltere Mısır’ı işgal etmiş ve “manda” sistemi tam olarak kurumsallaşmıştır. Mısır artık Britanya Genel Valisi tarafından yönetilmektedir. [5]
I.2. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler
1. Uç Bölgeler ve Merkez Bölgelerin Emperyalist Güçlerle İlişkilerindeki Farklar
Coğrafi ve kültürel olarak diğer bölgelere göre merkezden daha uzak olan Kuzey Afrika Kıyı Ülkeleri  (uç bölgeler olarak anılacak) Osmanlı egemenliğinin daha erken ve hızlı çözüldüğü, dolayısıyla Avrupa Emperyalizminin işgalleriyle ilk tanışan bölgeler olmuştur. Bu erken ve sert müdahaleler, toplumların tarihsel kültür birikimini horlayan ırkçı bir tutumla birleşti ve şiddetli yerel tepkilere yol açmıştır. Bağımsızlık arayışları ile şekillenen bu antiemperyalist direniş hareketleri, bölgedeki toplumsal muhalefetin ana karakterini oluşturur. Bölgede milliyetçi akımların muhalif itkilerle ve aşağıdan yukarıya geliştiği söylenebilir.
“Merkez Bölge” terimi ile tarif edilen Arap Yarımadasının kuzeyi ve Bereketli Hilal ise, neredeyse I. Dünya Savaşı arifesine dek Osmanlı egemenliğinin hüküm sürdüğü, ciddi toplumsal değişikliklerin-çalkantıların yaşanmadığı bir bölge olmuştur. Buralarda Osmanlı’nın çöküşü ve yeni siyasi yapı arayışları ile içiçe gelişen emperyal etkinlik, tayin ettiği yerel yöneticiler eliyle “modern” ulus kimlikler / milliyetçilikler tesis etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla bölgede milliyetçi akımların devlet eliyle yukardan aşağıya kurulmaya çalışıldığı söylenebilir.
2. Osmanlı Karşıtlığı Açısından Merkez Bölgenin Tek İstisnası Olan Vehhabi Hareketinin Kökeni
Vehhabi hareketinin kökeni 18. yy. ortalarına dek uzanır (1745- Abdülvehhab bin Muhammed). Sünnilikten katı ibadet biçimleri ve kendilerinden olmayan Müslümanlara dönük aşırı şiddeti meşru kabul eden –ve uygulayan- bir anlayışla ayrılan, aykırı bir mezheptir. [6] Bu aykırılık ve Osmanlı’ya bağlı yerel güçlerle çatışma geleneği, kısmen de olsa Avrupa Emperyalizminin bölgeyi işgal sürecinde de sürdürülmüş, emperyal projelere zaman zaman zorluk çıkaran yarı bağımsız karakteriyle “kendine has” gelişim çizgisi Suudi Arabistan’ın şekillenişinde önemli roller oynamıştır. 
II. 1900-1914: EMPERYALİST PAYLAŞIM MÜCADELESİ BAŞLIYOR
Bu dönemde Mısır ve Cezayir sömürgeleşmiş durumda.  Emperyal ilgi geri kalan Osmanlı topraklarında yoğunlaşır. Özellikle Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal üzerinde. Bunun iki ana sebebi vardır:
Stratejik neden. İngiltere Osmanlı İmparatorluğunun dolayımıyla bölgede egemenlik kurma fikrinden vazgeçer. Osmanlı dağılmak üzeredir. Artık “kim nereyi nasıl alacak?” sorusu sorulmaktadır. Bölge birçok Avrupalı devletin, öncelikle Britanya, Fransa ve Rusya’nın ve bu paylaşım sürecine dahil olan “taze güçler”in, Almanya ve İtalya’nın hedefi haline gelmektedir.
Petrol kokusu. Petrole ilgi eskidir, fakat petrolün stratejik önemi sıvı yakıt ile çalışan motorların icadı ve İngiliz donanmasının bu yakıtları kullanan araçlarla modernleştirilmesi sonucunda ortaya çıkmıştır (1911). [7]
II.1. İngiliz Stratejisi
Emperyal liderliğini pekiştirmeye çalışan Britanya, Arap Yarımadası ve Bereketli Hilal’i  ele geçirmenin yolunu, bölgenin hemen hemen tamamına yayılan bir “Büyük Arap Krallığının” tesisinde görüyordu. Bilinen petrol rezervlerini kapsayacak bu krallık ile Osmanlı toprakları arasıda tampon işlevi görecek küçük bir Kürt Devleti ve kuzeyde Ermeni Krallığı oluşturulması planlanmıştı.
Britanya bu  plan doğrultusunda Arap Yarımadası’nda yerel ve geleneksel liderlerle ilişkiye geçmeye başladığında ortalık da karışmaya başladı. Sahneye Mekke Şerifi Hüseyin ve İbn Suud çıktılar.
Aslında bu dönemde ortaya çıkan güç odakları ve aralarındaki çatışma yeni değildi. Merkezi Sünni İktidarın (Osmanlı’nın) Kutsal Şehirlerdeki çıkar ve denetimini temsil eden Mekke Şerifliği ile, gücünü Vehhabi mezhebinin aykırılığından alan Suud Sülalesi (Necd Emirliği) yüzyıllardır aralıklarla bölgede egemenlik mücadelesi veriyorlardı.
1900’lerin başında Mekke Şerifi Hüseyin, Osmanlı ve Britanya arasında gidip geliyordu. Osmanlı’nın yaklaşan savaştan Almanya ile birlikte galip çıkma olasılığı ve Sünnilik, Halifeye karşı savaş kararını zorlaştırıyordu. Ancak dönemin sonuna doğru İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının merkezi ve Türkçü politikaları Hüseyin’i Osmanlı’dan uzaklaştırdı. Arabistan’ı birleştirmeyi hedefleyen “Büyük Arabistan” isyanı hazırlıklarına, meşhur Lawrence’ın de çabalarıyla İngiltere ile bir arada girişen Hüseyin, bölgenin geleceğini şekillendiren önemli aktörlerden biri oldu.
Bu yıllarda Vehhabilik Mezhebi, Abdülaziz Ben Abdurrahman El-Suud tarafından kısmen anti-sömürgeci bir Arap-Bedevi dirilişinin ideolojisi olarak siyasallaştırıldı ve Suud yeni bir güç olarak doğdu. İhvanlar ile birlikte çevresine saldırmaya ve askeri başarılar kazanmaya başladı. İngilizlerden beklediği desteği bulamasa da, bölgenin her zaman dikkate alınmak zorunda olunan ikinci gücü haline geldi.
II.2. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler
Türk, Fars, Ermeni, Kürt ve Arap Milliyetçilikleri bu dönemde şekillenmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşından önceki on yıl boyunca etnik farklılıklar Osmanlı İmparatorluğu’nun politik yaşamında önemli bir etmen haline gelmiş, Türk, Fars, Ermeni, Kürt ve Arap milliyetçilikleri sahneye çıkmıştır.
Fars milliyetçiliğinin kendine has bir “modernleşme” projesi etrafında harekete geçtiği, Türk milliyetçiliğinin ise –henüz İmparatorluğun dağılmamış olması nedeniyle- Osmanlıcılık altında saklandığını söyleyebiliriz.
Ermeni milliyetçiliği diğerlerinden daha erken sahne almış, Osmanlı-Rus savaşı (1877-1878) ardından “devlet kurma” fikri ile siyasi bir hedefe sahip olmuştur.
Kaynayan kazanın merkezinde bulunan Kürtler, etraflarındaki yoğun emperyal etkinliğin arasında sıkışıp kalmış ve bölünmüşlerdir. Kürt hareketi dağınık ve etkisizdir.
Arap milliyetçiliğine ise –daha önce de bahsi geçen- iki ayrı eksende değinmek gerekiyor. Merkeze yakın Arap bölgelerinde (Bereketli Hilal, Arap Yarımadası) gelişen Arap milliyetçiliği, çokuluslu İmparatorluk içinde Arap ırkının durumunun iyileştirilmesinden ötesini nadiren hedeflemiştir. Güçlü taban hareketine yaslanmayan bir Kültürel Milliyetçilikten söz edilebilir. Kuzey Afrika Kıyılarında ise kendi Avrupalı hakiminin tecavüzlerine karşı direniş motifiyle şekillenen, farklı farklı Mısır-Cezayir-Tunus milliyetçilikleri oluşmuştur. Özellikle (Mehmet Ali zamanından beri kendi siyasal kaderini yaşayan) Mısır milliyetçiliği bu yıllarda, Arap-Müslüman-Osmanlı içeriğinden çok, özgül bir “Mısırlı” içeriğine sahiptir.
III. 1914-1930: YENİ ORTADOĞU’NUN İNŞASI VE MANDA REJİMLERİNİN TESİS EDİLMESİ
Britanya-Fransa’nın Ortadoğu üzerindeki hakimiyetleri bu dönemde doğal sınırlarına ulaşacak kadar genişlemiştir. Fakat bu eski tarz emperyal kuşatmanın yükü, yıpranmış güçlerin kaldıramayacağı ölçüde büyüktür. (Savaş sonrası İngilizlerin en fazla tartıştığı şey Ortadoğu hakimiyetinin finansman yükünün kısılmasıdır. Bu finansman gerçekten de kısılmıştır.) Bu dönemde Wilson ABD’si ve Bolşeviklerin girişimleriyle Klasik Emperyalist paradigmanın yıpranışına, halklara “özgürlük” temasının bölgeye de sızmasına izin vermiştir. Fakat bu gelişmelerin fiili etkileri aslen daha sonraki dönemlerde gündeme gelecektir.
1914-1930 dönemine aslen petrol imtiyaz kavgaları, bununla ilgili olarak “rastgele” çizilen sınırlar ve manda rejimleri damgasını vurmuştur. Bu noktada, Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasında çok önemli rol oynayan üç metine değinelim.
1. Skyes-Picot Anlaşması (1916): SSCB’nin kuruluşu ile deşifre olan gizli bir anlaşmadır. Ortadoğu paylaşılır. Ruslara Karadeniz kıyıları, Boğazlar ve İstanbul garanti ediliyor. Bunun karşılığında Ortadoğu Britanya ve Fransa’ya kalır. Fransa Suriye ve Lübnan’ı; Britanya Irak, Mavera-i Ürdün ve Filistin’i işgal eder.
2. Versailles Antlaşması (1919): Manda rejimleri tanınır. Paylaşım resmileşir.
3. Balfour Bildirgesi (2 Kasım 1917): Filistin’de kurulacak bir Yahudi Devletinin temeli atılır. Devlet fikri ilk kez uluslararası güçler (Britanya-Fransa) tarafından tanınmış olur. Fakat İngilizlerin Araplara yatırım yaptığı bir dönem olduğu için, bildiride ‘ülkedeki öteki sakinlerin medeni ve dinsel haklarının ihlal edilmemesi’ şart koşulmuştur. 
III.1. İngiliz Stratejisinde Zorunlu Değişiklik
Britanya’nın stratejisi Büyük Arap Krallığı’ndan vazgeçip, küçük bağımlı manda rejimleri aracılığıyla bölge egemenliğini tesis etmek biçiminde değişmek zorunda kalmıştır.
Bunu doğuran iki gelişmeden birincisi, 1916’da Arapları birleştirme ve Büyük Arap Krallığının temellerini atma iddiasındaki Hüseyin isyanının fiyasko ile sonuçlanmasıdır. İkinci gelişme ise Kuzey Kürdistan Kürtlerinin Türkiye ile birlikte savaşa katılmış olmasıdır.
Hüseyin’in Britanya ve Fransa güçleri ile birlikte Osmanlı’ya karşı giriştiği isyan ve akabinde Suud ile yaşanan çatışmalar, bölgedeki manda rejimlerinin şekillenişini ve Suudi Arabistan’ın ayrıksı öyküsünü anlamak açısından oldukça önemli ipuçları sunar.
Britanya “Büyük Arap Krallığı” kurmayı ve bu yapı ile bölge egemenliğini tesis etmeyi düşündüğünde, önünde seçebileceği iki güç odağı vardı: daha önce tanıttığımız Mekke Şerifi Hüseyin ve Suud. İngiltere’nin tercihi aykırı Vehabbi Hareketi yerine, merkezi Sünni iktidarı temsil ettiği düşünülen Hüseyin’dir (Lawrence etkisi). Halifelik vaadinin de heyecanı ile Osmanlı’ya isyan eden Hüseyin, derme çatma denebilecek askeri gücü ile (Arabistan’dan az sayıda Bedevi, mahkumlar, Osmanlı ordusundan kaçan askerler) Müttefik güçlerin yanında Filistin ve Suriye’nin işgaline katılmıştır. Fakat kurgu gerçekleşmemiş, Arap halkları Hüseyin’i izlememiştir. Hüseyin, bizzat etkin olduğu Medine’den bile asker devşirmekte zorlanmıştır. Bunun iki güçlü sebebinden söz edilebilir:
Birincisi, bölgenin etnik-dini parçalı karmaşık nüfus yapısı bir araya gelmeye, ortak hedefler doğrultusunda mücadele etmeye yatkın değildir. İkincisi, Arapların dört yüz yıldır egemenliği altında yaşadıkları Osmanlı henüz hayattadır. Bölge halkı (özellikle Sünni nüfus) Halife askerlerine karşı savaşma fikrine hiç yatkın değildir. Bu durum Türkiye’de yaygın olan ‘Araplar bizi sattı, arkamızdan vurdu’ görüşünün ne kadar yanlış olduğunun da kanıtıdır. Aslında Osmanlı’yı Hüseyin satmıştır. Arap halkı ise Hüseyin’in krallık-halifelik düşlerini satmıştır.
Britanya’nın Hüseyin’i tercih etmesi, Suud’un İngilizlerden uzaklaşmasına, Britanya-Hüseyin-Suud arasında gerilimli bir ilişkinin gelişmesine neden olmuştur. 1918’den itibaren Hüseyin’in birliklerine (ve bölgedeki diğer güç İbn Raşid’e) saldırmaya başlayan İbn Suud’un başarıları İngilizlerin yanlış ata oynadıklarını fark etmelerini sağlasa da, artık iş işten geçmişti. İngilizler merkeze Sünni Müslümanlığı yerleştirmiş, Hüseyin’in iki oğlunu (Faysal ve Abdullah) Irak ve Ürdün’ün başına geçirmişlerdi. Fakat Hicaz’da kurdukları Hüseyin iktidarının devam etmeyeceğini gördüler ve Suud’u “serbest” bıraktılar.
Suud 1924’te, daha birkaç ay önce kendisini halife ilan etmiş olan Hüseyin’in birliklerine saldırdığında İngilizler yardım etmediler, oğullarının babalarının yardımına koşmalarına da izin vermediler. Hüseyin yenildi ve tasfiye oldu. Irak-Hicaz sınırı netleşti. İki yıl sonra da daha sonra Suudi Arabistan’a dönüşecek olan Hicaz Krallığı-Necd Sultanlığı ilan edildi. (Ülkeyi tanıyan ilk devlet SSCB oldu. Fransa ve İngiltere onu takip etti.)
III.2. Wilson İlkeleri ve SSCB’nin Kuruluşu
Nisan 1917’de Woodrow Wilson meşhur ilkelerini ilan etti. Aynı yılın Ekim ayında Bolşevik Devrimi gerçekleşti. Her ikisi de “sömürgelerin tasfiyesini” savunuyordu. Birisi anayasal yolu (müzakereler), diğeri ayaklanmayı önerse de ilke ortaktı: “Her ulusa kendi kaderini tayin hakkı”.  Ne var ki kimlerin ulus olduğuna ve dolayısı ile kimlerin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olacağına yine bu yeni güçler karar vereceklerdi. Bu noktada da yine bir ortaklık söz konusuydu. Her iki doktrinin listeleri de hemen hemen ortaktı. İkisinin listesinde de İsrail mevcutken, ikisinin listesinde de Kürdistan yoktu. İlk bakışta zıt gözüken bu doktrinler, aslında zıt değil, çevre bölgelerin bağlılığını sağlama konusunda rakip doktrinlerdir. [8]
Wilson ilkeleri  ve Bolşevik Devriminin yarattığı yeni iklim, yeni bir paradigmanın aşama aşama kurulmasını simgeliyor, Milletler Cemiyeti gibi kurumlar ve manda sistemi gibi uluslar arası meşrutiyete dayanan egemenlik biçimleri bu yeni paradigmanın önemli bileşenleri olarak şekilleniyordu. Savaşın sonundan itibaren ekonomik ve siyasal olarak yıpranmış eski emperyal güçler, bu yeni paradigmayı göz ardı edemediler. Dünyada artık kimse emperyal işgal ve yönetim biçiminin “kendi başına gelişmesi mümkün olmayan halkların tek şansı” olduğunu alenen savunamıyordu. Yeni güçlerin devreye girmesiyle yeni emperyal paradigma “liberal emperyalizm” yavaş yavaş sömürgeciliğin tasfiyesini dayattı.  Fakat bu durum eski güçlerin aniden paradigmalarını, stratejilerini ve emperyal çıkarlarını terk ettikleri anlamına gelmemektedir. Ortadoğu’da geleceğin politikalarını biçimlendiren, önce Wilson Amerikası ile İngiliz-Fransız hedefleri arasındaki çatışma, ardından soğuk savaş ile birlikte ABD-SSCB rekabeti olacaktır. Halklara özgürlük talep eden Amerika’nın kastettiği özgürleşmenin, daha çok bölgede faaliyet gösterecek petrol şirketlerinin dilediği gibi iş yapma özgürlüğü olduğu bir müddet sonra ortaya çıkacaktır.
Bu dönemin temel sorunsalları petrol imtiyazları ve petrol sahalarının denetimini sağlayacak sınırlar, bağımlı-bekçi yönetimlerin tesis edilmesiydi. Britanya’nın petrol arama iznini sadece İngiliz vatandaşlarına tanıyan ‘yurttaşlık yasası’ aracılığıyla petrol sahaları üstünde tekel kurma girişimleri, önce truva atları ile delindi. (ABD şirketleri ile bağlantılı İngiliz vatandaşı Holmes bölgeden Britanya ile rekabet halinde imtiyaz toplar. Gittiği ilk adres Britanya ile gerilimli olan ve ABD şirketlerine göz kırpan Suud olmuştur.) Ardından, dönemin sonunda (1930), ABD’nin baskılarıyla yasa iptal edildi ve petrol meselesi tamamen “özgürleşti”.
Bu süreç klasik emperyalizmin ekonomik olarak güçsüz düştüğünün (1929 ekonomik buhranı), zayıflamaya başladığının, dolayısıyla tasfiyesinin yaklaştığının işaretlerini içinde taşır.
Önce İngiliz vatandaşları aracılığıyla (Holmes) fiyat yükselterek imtiyaz toplayan ABD petrol şirketleri, 1927’den itibaren bizzat bölgeye girer. Daha sonra ARAMCO (Arabian American Oil Company) adını alacak ve bölgedeki yeni emperyal vizyonun simgesine –en önemli aygıtına- dönüşecek olan şirket, 1933’te Suudi Arabistan’ı üs olarak kullanarak bölgede petrol aramaya başlayacaktır. [9]
III.3. Yerel Tepkiler ve Gelişmeler: Ulus Devletlerin Temeli Atılır
Savaş sonrasında Osmanlı yıkıldı, Türkiye ve İran kendi ulus devletlerini kurma yoluna girdiler.
Hüseyin yenildi, fakat oğulları Sünni Arap Devleti idealini İngilizlerle işbirliği içinde sürdürdüler. Abdullah Ürdün Kralı olarak atandı. Asıl önemli gelişmelere liderlik yapan Faysal ise, 1916-1920 boşluğunda Suriye’de denediği İngiliz destekli 1.Arap Devleti girişimi Fransızlar tarafından engellenince, ikincisini denedi ve Irak Kralı olarak atandı. Önce Suriye’de, ardından Irak’ta Sünnilik ve Araplığı üst kimlik olarak merkeze koyan “Arap Milliyetçiliği”ni yukarıdan aşağıya yerleştirmeye çalıştı. 1940’lardan sonra bütün Arap Dünyasında yaygınlaşacak olan “Birleşik Arap Milleti-Arap Milliyetçiliği” fikirleri bu girişimlerden epey güç almıştır.
Fakat, bu milliyetçilik anlayışının  Irak topraklarında yaşayan tüm halklara dayatılması başarısızlıkla sonuçlandı. Irak’ta egemen Sünni nüfusa güvenmeyen Şiilere Arap Milliyetçiliği kültürünü benimsetmek çok zordu. Fakat, Kürtleri “Arap milleti” şemsiyesi altına sokmak imkansızdı. Kürtler Bağdat Hükümetine karşı periyodik isyanlar başlatarak, Irak’a dahil edilme fikrine sürekli direndiler. Kürtler açısından Türkiye ve İran’da da -dayatmanın şiddeti dışında- durum farklı değildir. Türkiye-İran-Irak “ulus” devletlerinin kıskacında sıkışan Kürtler, coğrafyalarında söz sahibi olmak bir yana sık sık Kürt olarak yaşama-yaşayamama ikilemi ile karşı karşıya kaldılar.
Mısır ise Arap Dünyasında Batı Avrupa ulus devlet örneğine en fazla yaklaşan ülke olmuştur. Mısır’da, “Mısırlı” kimliğine dayanan, bağımsızlık hedefli bir milliyetçilik İngiliz işgalinin (1882) yerleşmesiyle fikir hareketi olmaktan çıkıp, toplumsal tabanda yayılmaya başlamıştı. I. Dünya Savaşı sonrası gelişen Vafd Hareketi-Partisi örneğine, Ortadoğu’da ilk bağımsızlıkçı, örgütlü ve iktidar hedefi taşıyan siyasi hareket olması bağlamında kısaca değineceğiz:
1919’de Versailles kongresinde Mısır’ın bağımsızlığını savunacak bir heyet oluşturmuştu. El Vafd el Mısri: Mısır Heyeti. İngilizlerin bu girişime tahammülleri oldukça kısa sürdü ve Mart 1919’da Heyet dağıtıldı. Fakat geniş halk kitleleri tepki ile sokaklara döküldü, gösteriler ve grevler İngilizleri zorladı. Aralıklarla devam eden gösteriler sonucu 1923’te İngilizler –denetimlerinin sürmesi kaydıyla- Mısır’ın bağımsızlığını ilan ettiler. Bu gelişme harekete ivme kazandırdı, Vafd Partisi kuruldu ve ilk seçimlerde (1924) iktidara geldi. (Fakat iktidara gelir gelmez de basına sansür uyguladı, radikalleşme potansiyeli taşıyan muhalif hareketleri baskı altına aldı.) Birkaç yıl aralıklarla kurulan Vafd Hükümetleri, İngilizlerle ters düşdükleri her aşamada İngiltere tarafından düşürüldüler (4.Vafd Hükümeti 1936’da düşürüldü). Her düşürme ve İngiliz müdahalesi toplumsal çalkantılara, grevlere, çatışmalara yol açtı. 1936’da tam bağımsızlık tanındı ve Mısır Milletler Meclisine üye oldu. İngiliz askerleri (Süveyş bölgesi dışındakiler) ülkeyi terk ettiler.
IV. 1930-1939: İNGİLİZ HEGEMONYASININ ZAYIFLAMASI, ABD’NİN BÖLGEYE YERLEŞMESİ
Bu dönem, klasik İngiliz-Fransız emperyal egemenlik ilişkilerinin görece zayıflamasına ve  yerine ABD “liberal” emperyalizminin ağırlık kazanmasına sahne olmuştur. Manda rejimleri aşama aşama tasfiye edilmiş ve bağımsız ulus devletler kurulmuştur.
1930’da Irak dış siyasetini Britanya ile eşgüdümlü hale getirmesi, iki hava üssü ve gerektiğinde haberleşme şebekesini kullandırma karşılığında resmi bağımsızlık kazandı. Milletler Cemiyeti üyeliğine kabul edildi. Bu süreçte –önceden verilen vaatlere rağmen- Kürtlerin adı geçmemiştir.
1932’de Suud, şeriata dayalı Suudi Arabistan Krallığını ilan etti. Bu gelişme, Arap dünyasında İslam’ın siyasi bir yapıya temel oluşturabileceğine dönük bir inancın güçlenmesine vesile oldu.
1936’da Mısır, Milletler Cemiyetine kabul edildi. Britanya Mısır’ın askeri işgaline son verdiğini ilan etti. Yine de Süveyş Kanalı çevresindeki askerlerini geri çekmedi.
1936’ Suriye bağımsız bir devlet haline geldi.
A.B.D, Suudi Arabistan üzerinden ve ARAMCO aracılığıyla bölgeye yerleşmeye başladı. II. Dünya Savaşında ülkesine ABD üssü kurulan Suudi rejimi, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, Nasır’ın anti-emperyalist Arap enternasyonalizmine karşı, Arap dünyasında emperyalizme bağımlı rejimlerin yeniden üretilmesinin maddi-manevi önderi oldu. Komünizme ve seküler milliyetçiliğe karşı önemli bir kale işlevi gördü.
Bu aşamada, ABD’nin bölgeye Suudi Arabistan üzerinden yerleşmesi ile, bölgede egemenliğinin pekişmesi arasında bir ara boşluk dönemi yaşandığını belirtmek gerekir. Bu görece rahat dönemde, bölge uluslararası jeopolitiği zorlayan gelişmelere sahne olmuştur. Seminerin daha sonraki bölümlerinde bu gelişmelere ve soğuk savaş döneminde ABD-SSCB’nin bağımlı rejimler oluşturma çabalarına değinilecektir.
Bu bölümü kapatmadan önce, seminerin akışı içinde fazla değinemediğimiz; ama bölgenin şekilleniş sürecinde ve II. Dünya Savaşı sonrası bölgedeki bütün gelişmelerde belirleyici önemi tartışılmaz bir konuya kısaca değinmek istiyoruz:
IV.1. Siyonist Hareket ve Filistin Sorunu
II. yy’da Romalılar tarafından sürgün edilen Yahudiler, yaşadıkları bölgelerin çoğunda, “yerel” halk ile kaynaşamamış, genellikle ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşlerdir (özellikle Rusya ve Polonya’da). Siyonizm bireysel asimilasyonun imkansız olduğunu hisseden Yahudilerin yarattığı bir fikirdir: “Yahudiler ancak örgütlü bir grup olarak (ulus devlet) dünya sistemine asimile olabilirlerdi.” [10]
İlk Siyonist örgütlenme seküler bir çerçeve içindedir ve öğretinin babası Theodor Herzl anti-semitizme karşı Yahudi cemaatini korumakla ilgilidir. Dini-ırksal bir kimliğin yüceltilmesinden çok, rasyonel bir harekettir ve amacı Yahudilere bir yurt sağlamaktır. Herlz’e göre yeni devlet her yerde kurulabilirdi (örneğin, Arjantin bir dönem en ciddi olasılık olarak tartışılmıştır). [11] Ama, radikal yandaşları, Yahudi Devleti’nin ancak Tevrat’taki Zion’da kurulabileceğini savunuyorlardı. Kutsal kitabın bu yorumuna göre Zion, Filistin olarak bilinen ve yaklaşık bin yıldan beri Arapların yaşadığı toprak parçasıydı. [12]
1897’de Siyonist örgüt kuruldu. Avrupa Yahudi topluluğu içinde küçük bir azınlık olan Siyonistler, Yahudileri Filistin’e yerleştirmek için para toplamaya başladılar. Siyonistlerin anlatısında gidilecek topraklar sahipsiz ve boştu: “Yurdu olmayan halk olan Yahudiler için yaratılmış halkı olmayan yurt: Filistin”.
I. Dünya Savaşı öncesinde Siyonizm için ilk önemli hedef Filistin’e Yahudi göçünün sağlanabilmesi için uluslararası bir meşruiyet kazanılmasıydı.
Osmanlı İmparatorluğu Filistin’e toplu bir Yahudi göçüne izin vermedi. Almanlar zaten Osmanlılarla ittifak halindeydi. Bunun üzerine, bir büyük gücü arkasına alma hedefi çerçevesinde Siyonist faaliyet İngiltere üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Diğer yandan, 1914’e gelindiğinde Filistin’de 12.000 nüfuslu Yahudi kolonileri kurulmuştu bile. [13]
Siyonistlerin İngiliz yetkililerine sundukları savaş-sonrası senaryo şöyleydi: Filistin İngiliz mandası haline gelecek; İngiltere 20-30 yıllık bir süreçte Filistin’e 1 milyon Yahudi’nin göç etmesini kolaylaştıracaktı. Ayrıca, Manda’nın sona ermesi ve yeni Yahudi devletinin İngiltere adına Süveyş Kanalı’nı koruyacak bir güç olarak Doğu Akdeniz’de kurulması öngörülüyordu. [14]
Buna karşın, İngilizlerin Filistin’de çoğunluk olan Araplara verdiği sözler ve İngiltere’de Siyonist-olmayan (asimilasyoncu) Yahudi örgütlerinin baskısı sonucu Balfour deklarasyonu (dönemin Britanya Dışişleri Bakanı’nın adıyla anılır) şöyle şekillendi: İngiliz hükümeti Yahudiler için Filistin’de bir ulusal vatanın temin edilmesini destekleyecek; fakat, Filistin’de Yahudi olmayan toplulukların haklarına saygı gösterilecek ve bu topluluklar aleyhine hiç bir şey yapılmayacaktı. [15]
Siyonist talepler ve Balfour deklarasyonu arasındaki fark açıktır. Bununla birlikte, Yahudilerin Filistin’de ulusal bir vatan kurma hakkının meşruluk kazanması, Siyonistler için ileri bir adımdı. Artık geriye, Filistin’e Yahudi göçünün arttırılması ve Filistin’in kolonizasyonu kalmıştır.
Siyonistler 1920’den itibaren Filistin’e göçleri yoğunlaştırınca Arap tepkisi gelişmeye başlar. 1920’de Kudüs’te bir Arap ayaklanması çıkar. 1921’de ayaklanma büyür ve Filistin Arap Kongresi, Balfour Deklarasyonunu protesto eder. İngiliz yetkililer mandanın, bütün Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlamadığını söyleseler de Araplar ikna olmazlar. [16]
30’lu yıllar boyunca artan Yahudi göçü ve Filistin’den toprak satın alımları Arap başkaldırılarını körükler. 1936’da bir genel grev ile başlayan ilk Filistin intifadası 1939’a kadar sürere ve Britanya askerleri ve Siyonist güçler tarafından zalimce bastırılır. [17]
1937 İntifada sırasında Winston Churchill’in yaşanan gelişmeleri sorgulayan Peel Araştırma Komisyonu’na ifade sömürgeci değerleri açığa vurması bakımından önem taşır: “Daha güçlü bir ırk, daha üstün bir ırk, dünyamıza daha layık bir ırk, diyelim geldi ve yerini aldı diye öteki insanlara karşı yanlış yapılmış olduğunu kabul etmem”. [18]
Fakat, II. Dünya Savaşının ufukta gözükmesi, İngiliz yönetimini Yahudi-Arap çatışmasına bir çözüm bulmaya yönlendirdi. İngilizler Filistinlileri sakinleştirmek için Yahudi göçünü sınırlandırma sözü verdiler. Mayıs 1939’da yayınlanan ünlü MacDonald Bildirisi bu sözün bir sonucudur. MacDonald Bildirisi Yahudi göçüne ciddi sınırlamalar getirmişti. Fakat Siyonist Kongre bu bildiriyi illegal ilan etmiştir.
Ardından sağ kanat Siyonist bir örgüt olan İrgun Britanya karşıtı terör kampanyası başlatmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise, Siyonist hareket Britanya’yı net bir şekilde karşısına almış ve destek arayışlarında dünyanın ve bölgenin yeni gücü  ABD’ye yönelmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
1. Ali, Tarık, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002
2. Davişa, Adid, Arap Milliyetçiliği – Zaferden Umutsuzluğa, Literatür:2004
3. Earle, Edward Mead, Bağdat Demir ve Petrol Yolu Savaşı (1903-1923), Örgün Yayınevi:2003
4. Esman, Milton – RABİNOVİCH, Itamar, Orta Doğu’da Etnisite, Çoğulculuk ve Devlet, Avesta:2004
5. Fromkin, David, Barışa Son Veren Barış – Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı?, Epsilon:2004
6. Güler, Zeynep, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004
7. Hourani, Albert, Arap Halkları Tarihi, İletişim: 2003
8. Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, Metis:1998
9. Yerasimos, Stefanos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim:1994
10. Taylor, Alan, İsrail’in Doğuşu, Pınar Yayınları:2001
Notlar:
Bu seminer BGST Toplumsal Araştırmalar Birimi’nin kolektif çalışmasının bir ürünüdür. Seminerin I-IV. kısımları Taner Koçak, V-VI. kısımları Ender Abadoğlu, VII-VIII. kısımları Ali K. Saysel tarafından kaleme alınmıştır.
[1] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 115-120
[2] Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004, sf: 43
[3] Zeynep Güler, Süveyş’in Batısında Arap Milliyetçiliği – Mısır ve Nasırcılık, Yenihayat Kütüphanesi:2004, sf: 42
[4] 1878’de 1. Mısır Meşruti Hükümeti kurulduğunda, Maliye Bakanı bir İngiliz, Bayındırlık Bakanı bir Fransız idi.
[5] 1905’e gelindiğinde artık üst düzey memurların (’i Mısırlı, B’si İngiliz, 0’u Ermeni ve Suriyeli.
[6] Meydan Larousse, Meydan Yayınevi:1973, sf:554
[7] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 123
[8] Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, Metis:1998, sf:109-112
[9] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, İletişim İstanbul:1994, sf: 228
[10] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:122
[11] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:15
[12] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:122
[13] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:20
[14] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:26
[15] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:36-37
[16] Alan Taylor, İsrail’in Doğuşu – 1897-1947 Siyonist Diplomasinin Analizi, Pınar Yayınları:2001, sf:47
[17] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:124
[18] Tarık Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest:2002, sf:125


..
..