Cezayir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cezayir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2017 Salı

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 4


2.2. ABD’nin “yayılmacı siyasetinin” Ortadoğu’da yansımaları: 

 Günümüzün tek egemen gücü ABD, kendi gücünü ve hâkimiyetini devam ettirebilmek için dünyanın her yerinde yayılmacı bir politika yürütmektedir. Bu durum günümüzde her ne kadar ABD ile özdeşleştirilse de esasında ABD’ye özgü değildir. Devletlerin ve imparatorlukların tarihi incelendiği zaman, hepsinin büyük güç haline gelebilmek ve sağladıkları gücü devam ettirebilmek için kendi dönemlerinde stratejik olan bölgelere, kaynaklara ve bu kaynaklara yakın yollara hâkim olmak istedikleri görülür. Roma İmparatorluğu, Osmanlı Devleti, İngiltere Krallığı’nda nasıl olmuşsa günümüzde de ABD için aynı husus geçerlidir. Fakat ülkeler bulundukları çağın gereği olarak yayılmacı politikalarını uygularken amaç, araçlar ve tarz farklılıkları gösterebilirler. Sanayi devriminden önceki zamanları ele alacak olursak, baharat ve ipek ülkeler için kritik üretim maddesi idi ve baharata ve ipeğe sahip olmak ve bunların üretildiği ve nakledildiği bölgelere hâkim olmak önemli olduğundan yayılma politikası bu çerçevede gerçekleşiyor du. Sanayileşme sonrasında ise baharat ve ipeğin yerini üretim, ulaşım ve modern yaşamın devamı için zaruri olan enerji kaynakları aldı. 

Dolayısıyla günümüzde bu enerji kaynaklarına sahip olan veya enerji kaynaklarını kontrolü altında tutan ülkelerin dünyada egemen güç olacağı söylenebilir.83 

Soğuk Savaş sonrasında dünyanın tek egemen gücü ABD olmuş ve bu konumunu devam ettirebilmek için yayılmacı siyasetine devam etmektedir. ABD’nin Yeni Dünya Düzeni söylemi ile kastettiği de aslında, Amerika’nın politik ideolojisinin dünyaya hâkim olduğu bir sistemdir.84 

 ABD’nin dünya genelinde uyguladığı yayılmacı siyasetin sebeplerini birkaç maddede toplayacak olursak; bunlardan ilki, ABD’nin kendi vatandaşlarının 
ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak ve memnuniyetlerini sağlamak için daha çok enerji kaynaklarına ihtiyaç duymasıdır. Amerikan arabalarının silindir hacminin 3000- 5000 cc arasında olmasından bu durum çok rahat görülebilmektedir. Ancak ABD vatandaşlarının bu yüksek standartta olan yaşam tarzlarını kendi topraklarında karşılayabilmesi mümkün değildir. Bu kaynakları elde etmek için ABD’nin diğer dünya ülkelerinden kaynak elde etmesi gerekiyordu. Meseleye bu açıdan bakıldığı zaman ABD’nin kendisinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Kore, Vietnam, Afganistan, Irak gibi ülkelerde yürüttükleri savaş ve operasyonların sebepleri daha anlaşılır olmaktadır. İkinci olarak, savaş sırasında üretime hız veren ABD’nin, savaş sonrası sanayi ve tarım üretiminin kendi ihtiyaçlarının çok ötesinde geçmesine neden olmuştur. 
Bu sebeple ABD’nin siyaset yapıcıları ve ekonomistleri ihtiyaç fazlası ürünleri satmak hem de ekonomik büyümeyi hızlandırmak için yabancı pazarlara girilmesinin gerekli olduğunu inanıyor, hatta bunun sağlanması adına gerekirse saldırgan bir dış politika izlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu yayılmacı politikanın nedenlerinden son olarak üçüncüsünü; ABD’ye yön veren aydınlar ve akademisyenler arasında sosyal Darvinizm85 ve ırkçılık düşüncelerinin yaygınlaşması şeklinde ifade edebiliriz. 

Bu düşünce akımının etkisi ile ABD, beyaz ırkı diğer ırklardan üstün sayarak zayıf ve geri kalmış, diğer dünya ülkelerini medenileştirmek ve Hıristiyanlaştırmak istiyordu.86 
Ortadoğu bölgesi için de yayılma politikaları bunlardan çok farklı değildir. ABD gerek Ortadoğu’daki enerji kaynaklarına sahip olmak veya kontrol altında tutmak, gerekse bölgede kendi istediği çizgiye gelmeyen ve kendi güttüğü politika dışında hareket eden ülkelere saldırı düzenleme hakkını kendinde görmektedir.87 ABD prensip olarak uzlaştığı yani istediğini aldığı ülkelere karşı herhangi bir operasyon yapmaz. Örnek verecek olursak Suudi Arabistan, ABD ile anlaştığı sürece istediğini masrafsız alacağından çatışma ortamı doğuracak durumlara girmez. Ancak istedikleri noktasında uzlaşma sağlayamazsa, farklı yollara ve taktiklere başvurarak istediğini mutlaka alır.88 

 ABD bu politikaları kullanarak Ortadoğu bölgesine de hâkim olmuştur. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa söz sahibi olarak 
görülmektedir. Ancak ikinci dünya savaşı sonrası bu iki ülkenin zayıflamasını neticesinde Ortadoğu üzerindeki etkileri zayıflamıştır. Bunların çekilmesi ile aynı 
zamanda, bu bölgenin stratejik önemi nedeniyle ABD bölge üzerinde kontrol sahibi olmuş ve günümüze kadar bölge üzerindeki etkisini artırarak, bölgenin en önemli gücü haline gelmiştir.89 

 ABD Ortadoğu ve dünya üzerindeki yayılmacı siyasetini yürütürken genel itibarı ile asıl hedeflerini gizleyerek, politikalarına dünya kamuoyunda tepki çekmeyecek insan hakları, demokrasi, daha fazla özgürlük ve kadın hakları gibi kılıflar uydurmaktadır. 
Mahir Kaynak ABD politikalarını şöyle değerlendirmektedir; 

“Konu ele geçirmektir. Burada eğer önünde bir engel var ise, orada yerleşmiş bir yapı var ise, demokrasi adına oraya müdahale edilecektir. Oradan demokrasi talep edilecektir.”90 

ABD Ortadoğu bölgesine müdahale ederken de benzer söylemler kullanıp asıl amacını gizlemekte ve her zaman petrol ve enerji kaynakları gibi hususları dile getirmekten kaçınmaktadır. ABD CIA’nin eski yöneticisi James Woolsey, 11 Eylül saldırılarından sonra, ABD’nin Ortadoğu için yürüttüğü mücadeleyi 

“4. Dünya Savaşı başladı. Terörizme karşı savaş bunun sadece bir parçası. Bu savaş 20. Yüzyıl boyunca inşa edip savunduğumuz liberal uygarlığa, Arap ve Müslüman dünyasından gelen tehditlere karşı demokrasiyi genişletme savaşıdır”.91 şeklinde ifade ederek, bu savaşın bölgeye özgürlük getirilene dek devam edeceğini iddia etmiştir. Benzer bir hedef saptırmayı Irak’ın işgali sırasında da görüyoruz. 
ABD’nin Irak’ı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü kitle imha silahlarının esasında bir bahaneden ibaret olduğu, asıl maksadın Irak petrolleri olduğu daha sonra anlaşılmış, eski Savunma 

Bakanı Donald Rumsfeld daha sonraki yıllarda yazdığı kitapta kitle imha silahları meselesinin yalan olduğunu itiraf etmiştir.92 

 ABD bölgede kendine gösterilen direnci dikkate almakla beraber uluslararası örgütlerin kendilerine gösterdiği hak ihlalleri ve savaş suçu tepkilerini de hiçe sayarak Ortadoğu’da kanlı eylemlerini demokrasi yalanları ile süsleyerek örtbas etmeye çalışmaktadır. ABD bu örtbas sağlayabilmek radyo, televizyon, dergi gazete ve internet için her türlü medya organını çok etkin bir şekilde kullanmaktadır. Bu araçlar kullanılırken herkesin saygı duyup kabul ettiği demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti, gibi konu başlıkları altında gizliden kendi fikirlerini dayatmaya çalışmaktadırlar.93 

2.3. 11 Eylül terör saldırısı sonrası ABD’nin yeni Ortadoğu Politikası: 

 Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını başarısız gören George W. Bush, Ocak 2001 tarihinde göreve başlamış ve bu politikaları kökten değiştireceğini iddia etmiştir. Bush liderliğindeki yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin özellikler de taşımakla birlikte küresel siyaset ve ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush yönetiminde etkin görevlere gelen yeni muhafazakârların ideolojisi, özellikle ilk döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön vermiştir. Amerikan küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan yeni muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar.94 
Yeni Muhafazakârlar 1997‘de başlattıkları Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde 21. yüzyılda yeni bir Roma imparatorluğu kurma hayalini dile getirmişlerdir. 
Her ne kadar Bozaslan bu olayı “Seyyid Kutb gibi, savunma zorunluluğu için cihattan başka seçenek göremeyen Bin Ladin 11 Eylül terör saldırılarını gerçekleştirmiştir” 
şeklinde masumlaştırmaya çalışsa da gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarının hiçbir masum yanı görülmemektedir.95 Bu saldırı sonrasında ABD’de yıkılan ikiz kulelerin dehşet verici görüntüleri arasında terörün insanlık dışı yüzü sergilenip, günler geceler boyunca teröristlerin ne denli acımasız ve insanlıktan uzak olduğu anlatılmıştır.96 

2002’de Amerikan şehirlerine yapılan saldırıların Neo-con’lara dünyayı Amerikan çıkarları ve değerleri doğrultusunda yeniden şekillendirmeleri için gereken fırsatı 
yarattığı yönünde görüşler mevcuttur. Bazı yazarlara göre, saldırılar sayesinde komünizmin ortadan kalkmasıyla, ABD’nin çıkarlarını korumak amacıyla yapacaklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duyduğu düşman bulundu. 
Bu düşman, saldırıyı düzenledikleri iddia edilenlerin kökeni dolayısıyla İslam‘dan kaynaklanan uluslararası terördü. 
11 Eylül saldırıları Amerikan politikasında köklü değişikliklere yol açtı. Clinton döneminde yönetimin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârların Amerika’nın küresel liderliğini desteklemek amacıyla 1997’de kurduğu düşünce kuruluşu Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık” politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma” politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. 
Bu tür savaşlara girişirken de BM gibi uluslar arası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu.97 

 Bush yönetiminin yeni stratejisi; ABD’nin düşmanı olarak tanımlanan devletin herhangi bir saldırısından önce, bu devlete dikkat etmeyi, saldırmayı ve hatta rejimini değiştirmeyi öngörür. Bush doktrini olarak adlandırılın bu strateji, Soğuk Savaş dönemindeki “caydırıcılık” ve “çevreleme” stratejilerinden de farklıdır.98 

 Bush doktrini ile ilgili Condoleezza Rice şu ifadeleri kullanmıştır. “Bugünün tehditleri, büyük ordulardan ufak terörist gruplara, güçlü devletlerden küçük devletlere kaymıştır. 11 Eylül hiçbir şüpheye yer bırakmadan göstermektedir ki, ABD güvenliği tıpkı İç Savaş ve Soğuk Savaş dönemlerinde olduğu gibi yaşamsal bir tehdit altındadır.” 
Başkan Bush’un yeni güvenlik stratejisinin ayaklarından bazıları Rice’ın makalesinde şöyle sayılmıştır: “Barışı, teröristler ve yasa dışı rejimlerin şiddetine karşı çıkarak; dünyanın büyük devletleri arasında iyi ilişkiler kurulmasını destekleyerek; özgürlük ve refahı dünya çapında geliştirmeye çalışarak korumak.” Rice makalesinde ABD’nin dünyayı daha güvenli yapmaya yardım konusunda özel bir sorumluluğu olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda ABD’nin “terör ağını ve teröristlere destek olan devletleri çökertme; nükleer, kimyasal ve biyolojik silah sahibi olup da bu silahları terörist müttefiklerine verebilecek tiranlarla yüzleşme” görevi olduğunu savunmuş; Bush yönetiminin Irak rejimine karşı tavrı da bu nedenlere bağlanmıştır. Bütünsel bir yaklaşım içinde değerlendirilirse, Bush doktrininin her biri uluslar arası hukuk alanında 
tartışmalı olan üç doktrini birleştirdiğini söylemek mümkündür: Birincisi, terörist örgütlere ve bu örgütleri barındıran devletlere karşı girişilen tek taraflı saldırılardır. 

İkincisi tek taraflı önleyici meşru müdafaa, üçüncüsü ise, tek taraflı insani müdahale doktrinleridir.99 

 Başkan Bush, elindeki her türlü kaynağı küresel terör şebekesini çökertmek için kullanacağını, teröristlerin mali kaynaklarını kurutacaklarını ve teröristleri destekleyen ve barındıran ülkeleri takip edeceklerini ifade etmiştir. Başkan Bush’a göre, dünyanın neresinde olursa olsun devletler, ABD’yle birlikte mi yoksa ona karşımı olduğuna karar vermeliydi. Bu doktrin çerçevesinde ABD, “haydut devletler” kavramını geliştirmiştir. Başkan Bush, kitle imha silahlarına sahip oldukları ve teröre destek verdikleri gerekçesi ile Irak, Kuzey Kore ve İran‘ı “şer ekseni” olarak ilan ettirmiştir.100 

 ABD, 11 Eylül 2001 tarihli terör olayının asıl sorumlusunun Usame Bin Laden olduğunu vurgulamış ve Usame Bin Laden‘in, Afganistan‘da Taliban tarafından 
saklandığını bahane ederek 8 Ekim 2001 tarihinde Afganistan‘a karşı bir hava harekâtı başlatmıştır. Bu harekâtın ABD’nin açıkladığı temel amacı; Usame Bin Laden‘in yakalanması ve Taliban rejiminin cezalandırılıp, ortadan kaldırılmasıdır. Bu harekât ile teröre destek veren, göz yuman veya ABD’nin dünya politikasına karşı çıkan haydut devletler ile cihat gruplarına, Washington‘un kararlılığının gösterilmesi ve bir daha bu gibi tavırlara girilmemesi için gözdağı verilmesi amaçlanmıştır.101 

 ABD’nin girişmiş olduğu “Sonsuz Özgürlük Operasyonu” adıyla duyurduğu bu eylemle Afganistan‘ı hedef alması gerekçe olarak da Usame bin Laden‘in gösterilmesi başta fakir ve çaresiz Afganistan halkı olmak üzere tüm dünyada endişe yaratmıştır. Tüm dünya kamuoyu, ABD’nin bu harekâtta neden Afganistan’ı hedef olarak seçtiğini sorgulamaya başlamıştır. Bu sorgulamalar, Afganistan’ın Güney Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’yu birbirine bağlayan önemli bir kavşak noktasında yer alması, petrol ve doğalgaz kaynakları açısından jeopolitik öneme sahip olması, operasyonun ardında önemli askeri, siyasi ve ekonomik çıkarların olduğu fikrini ortaya çıkarmıştır.102 

 11 Eylül 2001 tarihli terör saldırısı ardından küresel güç elde etme mücadelesinde olan Amerika için Afganistan ilk durak olmuştur. Başkan Bush 20 Eylül 2001 günü Kongre’de yaptığı konuşmada “terörle mücadelemiz El Kaide ile başlıyor, fakat onunla sona ermeyecek” dediğinde ne kastettiği tam olarak anlaşılamamıştır.103 

Terörle mücadele gerekçesiyle başlatılan Afganistan savaşı ABD’nin Avrasya’daki etkinliğini artırmıştır. Bu savaşın yaratmış olduğu etki çerçevesinde Orta Asya‘ya birçok Amerikan üssü yerleştirilmiştir. 

11 Eylül terör saldırısını gerekçe gösteren ABD Başkanı George W. Bush, öncelikli olarak saldırıyı gerçekleştirenlerin çok set bir şekilde cezalandırılacağını açıklamış, ardından da saldırının Usame Bin Laden ve onu ülkesinde barındıran Afganistan yönetimi ile bu yönetime destek veren İslam ülkelerinin olduğunu beyan etmiştir. 

ABD’nin Afganistan savaşı ile birlikte İran, Irak, Suriye gibi pek çok 

Ortadoğu ülkelerini ve Somali’yi hedef göstermiş olması, maksadının terörü cezalandırmadan öte bir şey olduğunu göstermesi açısından dikkat çekici olmuştur.104 

 Daha önce birçok defa belirttiğimiz gibi ABD’nin Ortadoğu politikasının temelini, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden 11 Eylül olaylarına kadar ki süre içerisinde enerji kaynakları ve İsrail‘in güvenliği üzerinde yoğunlaştırmıştır. Fakat 11 Eylül saldırılarıyla beraber Ortadoğu bölgesinden kaynaklandığına inandığı radikal İslamcı terörle mücadele ve kitle imha silahlarının bölgedeki bazı rejimlerin eline geçme ihtimalini önlemek de ABD’nin Ortadoğu politikasını belirleyen faktörlerden olmuştur.105 

11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon‘a gerçekleştirilen terörist saldırılarla başlayan, tüm dünyayı tehdit edip, etkisi altına alan ve uluslararası alana yayılabilen terörizm tehdidi, sonuçları açısından yeni bir dünya düzeninin oluşmasına ve bölgede ABD etkisinin artmasına zemin hazırlamıştır. 
Bu özelliklerinden dolayı da 11 Eylül saldırıları ile ilgili, ABD’ye dayandırılan birçok komplo teorisi üretilmiştir. Kaçırılan uçağın neden durdurulmadığı, ikiz kulelerin çökme şeklinin kontrollü yapılan bir iş olduğu görünümü vermesi, Dünya Ticaret Merkezi’nde uçağın çarpmadığı yedi numaralı binanın yıkılması bunlardan sadece bazılarıdır.106 

 Bu sebeplerden dolayı 11 Eylül olayının Afganistan’daki mağaralarda yaşayan insanların yönettiği bir El-Kaide saldırısı değil, Amerika içinde koordine edilen ve terör korkusu yaratmayı ve ortak bir terörizm düşmanı oluşturmayı hedefleyen bir saldırı olduğu düşünülmektedir.107 Bunların yanı sıra çok sayıda Yahudi’nin New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin çevresinden uzak durması konusunda uyarıldıkları yaygın şekilde öne sürülmüştür. Bu durum İsrail gizli servisiyle El-Kaide korsanları arasında bir bağ bulunduğuna işaret etmektedir.108 

 ABD Senatosu’nun, ABD Anayasası gereğince Başkan Bush‘a verdiği 15 Eylül 2001 tarihli “Askeri Kuvvet Kullanma” yetkisi hakkındaki kanunda; 11 Eylül 
saldırısının, ABD vatandaşlarına ve ulusal güvenliğine karşı olağanüstü tehdit oluşturan bir ihlal olduğunu belirtmiştir. Kanunda, muhtemel hedeflerinin, uluslararası terör örgütlerine, terörist kişilere ve teröre destek veren ülkeler olduğu açıklanmış, bunu yanı sıra Anayasanın verdiği yetki çerçevesinde uluslararası terörizme karşı koruyucu ve caydırıcı tedbirler almak hakkının; ABD’nin Meşru Müdafaa ve ABD vatandaşlarının güvenliklerinin korunması hakkına dayandığı, ifade edilmiştir. 

Bu kanun ışığında ABD, 11 Eylül terör eylemlerini, Anglosakson medeniyete yapılmış bir savaş ilanı olarak tanımlamış ve terörün küresel bir güç olduğu algısını oluşturarak, dünyanın sürekli bir savaş ortamında tutulmasını kurumsallaştırma ve meşrulaştırma çabası içine girmiştir.109 

 ABD Başkanı George Bush‘un 15 Eylül 2001‘de ABD halkına yönelik yaptığı konuşma da, bu açıdan bakıldığında oldukça anlamlıdır: “Sizden istenen sabırlı 
olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. Sizden istenen azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli olmanız, çünkü zafere giden yol uzun olabilir.” Aynı konuşmada, Başkan Bush tarafından bundan sonra izlenecek politikaların alacağı şekil, şu sözlerle ifade edilmektedir; 

“ABD‘ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını kendi elleriyle seçmişlerdir. Zafer, terörist örgütlere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi kararlı eylemle sağlanacaktır. Sizi temin ederim ki, sembolik bir eylemle yetinmeyeceğiz. Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır”.110 

Başkan Bush’un bu söylemlerden de anlaşıldığı üzere 11 Eylül, ABD’nin küresel güç olma konumunu devam ettirme konusunda aradığı meşruiyeti sağlayan önemli bir gelişme olmuştur. 

 Bush, 26 Eylül‘de Kongre‘deki mesajında tüm ülkelere bir seçim yapması gerektiğini, “ya bizimle berabersiniz, ya da bizim karşımızda teröristlerle” ifadeleriyle bundan sonra izleyeceği politikaları net bir şekilde ortaya koymuştur. Bush, açıkça, ABD ile birlikte hareket etmeyen ve kendileri gibi düşünmeyen tüm devletleri onlarla birlikte görme eğiliminde olduğunu belirtmiştir. Böylelikle, yeni Amerikan politikasında artık “Sovyet tehdidi” söyleminin yerini “terör tehdidi” almıştır.111 

 11 Eylül 2001‘de El-Kaide’nin ABD‘ye karşı yönelttiği terör saldırısı Ortadoğu’nun kaderini de derinden etkiledi. 11 Eylül saldırısından sonra El Kaide’nin konuşlanmış olduğu Afganistan‘a karşı BM Güvenlik Konseyi’nin onayı ile ve ABD’nin liderliğinde uluslararası bir askeri operasyona girişilmesi kaçınılmazdı.112 

Nitekim 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre sonra El-Kaide örgütünün ve Usame Bin Laden‘in olayla bağlantısı anlaşılınca 7 Ekim 2001 tarihinde ABD ve İngiltere 
öngördükleri plan çerçevesinde Afganistan‘a hava saldırılarında bulunmaya başladılar. 

 Sonuç olarak ABD’nin İkinci Dünya Savaşından beri izlediği kendisine rakip olabilecek güçlerin doğmasına engel olma politikasının bir uzantısı olarak Afganistan hemen akabinde Irak’a saldırdığını söyleyebiliriz. 11 Eylül saldırıları sadece bu politikanın uygulanabilmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenden dolayı yukarıda da belirttiğimiz gibi 11 Eylül saldırısı ile ilgili komplo teorileri üretilmekte ve günümüze kadar yaşanan olaylar, bu teorilerden bazılarının doğru olabilecekleri şüphesi uyandırmaktadır. 

2.4. Kitle imha silahları ve ikinci Irak müdahalesi: 

 Irak lideri Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları ürettiğini savunan ABD, bu ülkeye uyguladıkları ambargo aracılığıyla Irak‘ı çevreleme politikası yürütmüş ve Bush yönetimi de; iktidara gelir gelmez Irak meselesine ağırlık vereceğinin işaretlerini, açıklamaları ve bazı uygulamalarıyla göstermiştir. Örneğin, Bush Yönetimi’nin yurtdışında gerçekleştirdiği ilk operasyon “Irak’ta uçuşa yasak bölgenin dışına taşan bir bombardımana onay vermesi” olmuştur. 113 
Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı görünüyordu. 

ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. 
Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti.114 Ancak işgal ile birlikte Irak için atılan her adım ülkeyi yeni bir kaosa sürüklemiş, bulunduğu coğrafyayı da bilinmez bir sürece sokulmuştur.115 

 ABD’li yetkililer, Saddam’ı 11 Eylül saldırılarından sorumlu tutacak bir kanıt gösterememelerine rağmen Irak’a terörle mücadele kapsamında bir operasyon 
planlanmasını bir kaç gerekçeyle açıklamaktadır. İddialara göre, Saddam tarafından yönetilen bir Irak hem kendi halkı hem de bölgedeki istikrar açısından ebedi bir tehdit unsurudur ve kitle imha silahları üretme çabalarından vazgeçmeyecektir. Bu yüzden ABD’nin askeri bir müdahaleyle Irak’ta bir rejim değişikliği gerçekleştirmesi şarttır. Bu çerçevede Türkiye’nin böyle bir harekâta onay vermesinin önemi Washington’daki politik çevrelerce her fırsatta vurgulanmaktadır.116 

11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD, Irak’ı şer ekseni sıralamasında ilk sıraya yerleştirmiştir. ABD, 25 Ekim 2002‘de, teröre yataklık ettiği veya edeceği ve 
silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini ihlal ettiği ve elindeki kitle imha silahlarını sorumsuzca kullanacağı gerekçeleri ile BM Güvenlik Konseyi izini 
olmaksızın oluşturulacak bir koalisyon ile Irak‘a karsı kuvvet kullanabileceğini resmen açıklamıştır.117 ABD’nin ileri sürdüğü sebeplerin hepsi asılsız, temelsiz ve kuşkulara dayalıdır. ABD ve Güvenlik Konseyi arasında yoğun pazarlıklar yapılmıştır. BM Güvenlik Konseyi 3 Nisan 1991 tarihli 687 sayılı Kararda öngörülen yükümlülüklerin yerine getirilmesini uluslararası denetim altında bir takvime bağlayan ve yükümlülüklerin sürekli ihlalinden ötürü ciddi sonuçlarla karşılaşacağı yolunda Irak‘ı ısrarla uyaran 8 Kasım 2002 tarih ve 1441 sayılı kararı kabul etmiştir.118 

Ancak ABD, Irak’ın işbirliği kabulünü samimi bulmamış ve çalışmalarına devam etmiştir. Bu bağlamda ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, 5 Şubat 2003’te, 
BM‘ye dönerek, denetim rejiminin işlemediğini ve Irak’ın hala kitle imha silahlarını sakladığını belirtmiştir. İspanya ve İtalya dâhil sekiz Avrupa ülkesi gerilimin arttığı ve görüş ayrılıklarının derinleştiği bu dönemde, ABD'nin tavrını benimsediklerini belirten bir tezkere imzalamışlardır. Denetim rejimi çalışmalarını 11 hafta sürdürdükten sonra, 14 Şubat 2003 tarihinde silah denetçileri, Irak‘ta kitle imha silahları olduğuna ilişkin hiçbir kanıta ulaşamadıklarını fakat sebebi izah edilemeyen pek çok parça ve maddelere rastladıklarını belirten raporlarını BM Güvenlik Konseyi’ne sunmuşlardır. 24 Şubat 2003 tarihinde ABD, İngiltere ve İspanya, Irak’ın 1441 sayılı karar 
çerçevesinde silahsızlanma konusunda kendisine tanınan son fırsatı değerlendirmede başarısız olduğu bir karar tasarısı sunmuşlar ancak Fransa, Rusya ve Çin‘in bunu veto edeceklerini açıklamaları karşısında, tasarıyı geri çekmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra Beyaz Saray Sözcüsü Ari Fleischer, yönetimin amacının artık Irak'ı basitçe silahsızlandırmak olmadığını fakat amacın artık rejim değişikliği haline geldiğini ifade etmiştir.119 

BUSAM’in analizine göre ABD’nin Irak’a ikinci müdahalesi süreci şu şekildedir; 

“ABD, 11 Eylül saldırılarının doğrudan kendisini hedef almadığını, aslında tüm uygar ve özgür toplumlara karşı olduğunu ilan etmiştir. Bu görüş 2002 yılında yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Doktrini’nde de yer almış ve 20. Yüzyılda totalitarizm ile özgürlük arasında yaşanan savaşı özgürlüğün kazandığına işaret edilerek, 21. yüzyılın da benzer bir mücadeleye sahne olacağı öngörülmüş tür. Bu öngörüye göre uluslararası sistemin dengesi ve insanlığın geleceği için, temel insan hakları ile ekonomik ve siyasal özgürlüklere bağlı ulusların, özgürlük, demokrasi ve serbest girişimi savunmaları gerekmektedir. Bu çerçevede, 11 Eylül saldırıları sonrasında Irak’ın da içinde bulunduğu bir grup ülkenin ABD tarafından şer ekseni ilan edilmesi ile başlayan süreç, ABD’nin Irak‘a müdahalesinin zeminini hazırlamıştır. Yine aynı dönemde yayınlanan Ulusal Güvenlik ve Strateji belgesinde ortaya çıkan ön alıcı saldırı kavramı ile ABD için orta ve uzun dönemde güvenlik riski oluşturduğu düşünülen ülkelere tehdidin oluşma aşamasında askeri operasyon düzenleme hakkı ortaya konmuştur. Bu çerçevede Saddam Hüseyin‘in Kitle imha Silahlarına sahip olduğu iddiası, BM 
gözlemcileri ile işbirliği yapmayarak BM deneticilerini sınır dışı etmesi ve BM kararlarını uygulamaması, önleyici saldırının gerekçeleri olarak vurgulanmıştır. Bu bağlamda 20 Mart 2003’te, ABD’nin, Saddam Hüseyin‘in elinde olduğu iddia edilen kitle imha silahlarını yok etmek, Irak’ı silahsızlandırmak, Ortadoğu‘ya demokrasiyi getirmek ve Irak halkını özgürleştirmek söylemi ile Irak’ı işgali gerçekleşmiştir.”120 

Irak’ın bölgedeki ABD müttefikleri için bir tehlike olmaktan çıkarılmasının dışında bu ülkedeki enerji kaynaklarını denetimi altına alan ABD, bu yolla bölgeyi yani 
İran’ı, Türkiye’yi, hatta Rusya’yı, Pakistan’ı ve tüm bölgeyi denetlemeyi amaçlamıştır. Ancak ne var ki işgal ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği bir dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında olmuştur. Savaşın çok sayıda sivil Iraklının ve ABD askerinin hayatına mal olduğu açıktır. Ayrıca savaş ve Amerikan işgali Irak’ın alt yapısını ve kurumlarını yerle bir etmiştir. ABD işgali Amerikan ekonomisine de çok büyük bir yük getirmiş ve bu yükün halen sürmekte olan ekonomik krizin önemli nedenlerinden biri olduğu ileri sürülmüştür. Amerikan işgali Irak’ta büyük bir kargaşa ve istikrarsızlığa neden olmuş ve savaş karşıtlarının daha önce uyardığı gibi Irak radikal grupların üssü haline gelmiştir. Irak’ta kimlikler üzerine inşa edilen yeni siyasi yapı siyasi istikrarsızlık 
yaratmış ve mezhepsel ve etnik düşmanlıkları körüklemiş, ülke Sünni ve Şii mezhep çatışmalarına sahne olmuştur. Bush yönetiminin beklentilerinin aksine ülkedeki bu durum nedeniyle Irak petrolleri hala tam olarak dünya piyasasına girememiştir. Genel olarak ABD’nin Irak politikaları hem Irak’ta, hem de bölgede Amerikan karşıtlığını körüklemiştir.121 

 Irak’ta KİS bulunduğu ve üretildiğinin gerçek dışı bir beyan olduğu ve Irak işgali için uydurulduğunun anlaşılmasından sonra, dünyada ABD inandırıcılığını ve 
ABD’nin üstünlük iddialarının etkisini azaltan bir etki yarattı. Irak ordusunu, hava gücünü, ekonomisini çökerten işgal, İran’ın önemli bir bölgesel güç olarak ortaya çıkmasını sağladı ve bölgede, özellikle Irak‘ta gücünü artırmasına yol açtı.122 

Irak’ın 20 Mart 2003 tarihinde ABD’nin önderliğindeki koalisyon güçleri tarafından işgaliyle başlayan süreç, Irak‘ta ve Ortadoğu‘da etkilerini hala sürdürmeye devam ediyor. Kısa sürede biten savaş neticesinde Baas rejimi yıkıldı ve Irak‘ta Saddam Hüseyin ve sonrası yeni bir dönem başladı. Irak’ın işgali ABD için ilk bakışta bir rejim değişikliği idi, ancak sonrasında gelişen olaylar nedeniyle her bakımdan masraflı bir işgal ve zorlu bir devlet inşası sürecine dönüştü. ABD’nin Irak işgalinden sonra ortaya çıkan sıkıntıları şu şekilde sıralayabiliriz. Geçici Koalisyon Yönetiminin yaptığı hatalar: Amerikalı yetkililer, subay-asker ayrımı yapmadan Irak ordusunu ve bütün güvenlik 
güçlerini lağvettiler ve Baas partisine mensup bütün memurların işlerine son verdiler. 

Bu politikanın büyük bir hata olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Başlangıçta sadece belli sayıda yüksek rütbeli Baas partisi üyeleriyle sınırlı kalması planlanan ‘Baassızlaştırma’ politikası neticesinde, Baas partisine üye bütün bürokratlar ile öğretmen ve doktorlar da dâhil olmak üzere kamu çalışanları işten çıkarılmış ve yaklaşık 750 bin kişi işsiz kalmıştır. Öte yandan, uzun yıllar devam eden ambargo sürecinden etkilenmiş olan devlet kurumları, savaşın bitiminden sonra yapılan yağma sonucu işlemez duruma gelmişlerdir. Eski rejime bağlı grupların silah gücünü koruması: Saddam Hüseyin rejiminin destekçisi olan Sünni aşiretler ve Baas partisine bağlı militer organizasyonlar hiçbir zarar görmeden, ellerindeki silah gücünü korudular. Bu grupların elinde olan iktidarın Şii Araplara geçmemesi için her türlü yola başvurmaları ve bu uğurda yukarıda saydığımız gerekçelerle diğer Arap devletlerinden destek alabilmeleri şaşırtıcı değildir. Nitekim ellerindeki silahları koruyan gruplar her geçen gün büyüyen organize bir direniş hareketi başlatmışlardır. Sivillere yönelik uygulamalar: Amerikan birliklerinin savaş sonrası yanlış ve masum sivillere zarar veren uygulamaları öç alma ve direnme duygusunu körüklemiş ve Ebu Gureyb hapishanesi gibi hadiseler hem Irak’taki direnişe hem de genel olarak Amerikan karşıtlığına ivme kazandırmıştır.123 

Yapılan hatalar ve öngörülemeyen faktörler nedeniyle, Saddam Hüseyin’i devirmek işin kolay tarafı oldu. İşgal sonrası istikrarı sağlamak ve siyasi yapılanmayı sürdürmek ise en karmaşık ve zor kısım haline geldi. Savaşın hemen ertesinde Irak‘ta devlet cihazı çöktü ve muazzam bir iktidar boşluğu doğdu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

83 Ahmet Özer, 11 Eylül, “Bölünen Dünya, Huntington ve Çatışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, (2007), s. 1-23. 
84 Hasan Şafak, Büyük Orta Doğu Projesi, İsrail’in İmparatorluk Planı, Profil Yayıncılık, İstanbul, (2006), s.28 
85 Sosyal Darwinizm: Darwin'in kuramının genişletilerek sosyal alanda uygulanmasıdır. Yani, bireysel organizmalar arasındaki rekabetin çevreye en uygun olanın idame etmesi yoluyla biyolojik evrimsel değişikliğe neden olması gibi; bireyler, gruplar veya uluslar arasındaki rekabetin de insan topluluklarında 
sosyal evrime neden olduğu kuramıdır. Bu sistemde amaç üstün bireyleri desteklemek ve zayıf bireyleri sistem dışına taşımaktır. Daha geniş bilgi için, 
http://www.turkcebilgi.com/ansiklopedi/sosyal_darwinizm, 10.05.2014 
86 Altuğ GÜNAL, “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, www.medyaokuryazar.com/wpcontent/2012/12/bop.pdf, s.158, 24.02.2014 
87 Özer, A.g.e, s.1 
88 Mahir Kaynak ve Emin Gürses, Büyük Ortadoğu Projesi, Timaş Yayınları, İstanbul, (2008), s.18 
89 Çevik, A.g.e, s.11 
90 Kaynak-Gürses, A.g.e., s. 18 
91 Mehmet Oruç, “İslam’a karşı topyekûn savaş sürüyor”, 
http://www.mehmetoruc.com/detay.asp?i=104, 12.03.2014 
92 Irak işgalinin mimarlarından Donald Rumsfeld’den “yalan ifade” itirafı, 
http://www.hurriyet.com.tr/planet/16964833.asp, 12.03.2014 
93Alp, A.g.e, s.6 
94 Meliha Benli Altunışık, Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken, Ortadoğu Etütleri, (2009), Cilt 1, Sayı 1, s.74 
95 Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim yayınları, İstanbul, (2010), s.306 
96 Kemal Akmaral, Ben Bush, Evangelist Bush, Şimdi Yayınları, İstanbul, (2005), s.72 
97 Altunışık, A.g.m, ss.74-75 
98 Yavuz Gökalp Yıldız, “Bush Doktrini Ve Irak Üzerine Savaş”, New Perspectives Quarterly Türkiye, Cilt: 4, Sayı: 4, ( 2002). S.12 
99 Utku Yapıcı, “Uluslararası Hukukta Terörizme Karşı Kuvvet Kullanımı Sorunu”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt 2, No: 7 ss. 33-34, (2006), 
http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/aEgARk8xFaeIRxshAoZCcYf83zmglK.pdf, 15.03.2014 
100 Pax Americana yolda yollar kapalı, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-6906/paxamericana-yolda-yollar-kapali.html, 11.09.2002, 15.03.2014 
101 Fevzi Uslubaş, SSCB’den Sonra Rusya’da mı? Afganistan, Küresel Terör ve ABD İmparatorluğun Bataklığı, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, ( 2005), s. 240 
102 Bülent Aras ve Gökhan Bacık (der.), 11 Eylül Öncesi ve Sonrası, Etkileşim yayınları, İstanbul, (2006), s.222. 
103 Sedat Laçiner ve Arzu Celalifer Ekinci, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, USAK Yayınları, Ankara, (2011), s.42 
104 Refet Yinanç ve Hakan Taşdemir (der.), Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Seçkin Yayıncılık, Ankara, (2002), s.297 
105 Mustafa Aydın ve Nihat Ali Özcan, Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye, TEPAV, Ankara, (2007), s. 9 
106 11Eylül saldırısı ve 5 komplo teorisi, 
http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/08/110829_nine_eleven_conspiracy.shtml, 26.08.2011,    15.03.2014 
107 Ümit Sayın, Küresel Terörün Perde Arkası: Gizli Örgütler, 11 Eylül ve Büyük Ortadoğu Projesi, Neden Kitap, İstanbul, (2006), s.105 
108 Fred Halliday, Ortadoğu Hakkında 100 Mit, Can Cemgil (Çev.), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, (2008), s.27 
109 Orhan Gökçe, Terörün Görüntüleri, Görüntülerin Terörü, Çizgi Kitapları, Konya, (2004), s.85-86 
110 Fatma Taşdemir, Uluslar Arası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi, USAK Yayınları, Uluslar arası Hukuk Serisi:3, Ankara, (2006) , s.154 
111 Railya Elif İdrisoğlu, “Rusya’nın ve ABD’nin SSCB Sonrası Ortadoğu Politikası”, Yüksek Lisans Tezi, Konya, Selçuk Üniversitesi, (2010), s.39 
112 İlter Türkmen, Türkiye Cumhuriyeti’nin Orta Doğu Politikası, BİLGESAM Yayınları, No. 4, (2010), s.30 
113 Yakup Beriş ve Aslı Gürkan, TÜSİAD ABD Temsilciliği Değerlendirme Raporu, Temmuz 2002, s. 28 
114 Altunışık, A.g.m, s.77 
115 Mete Çubukçu, Ortadoğu’nun Yeniden İşgali, Kalkedon Yayınları, İstanbul, (2006), s.255 
116 Beriş ve Gürkan, A.g.m, s.28 
117 Taşdemir, A.g.e, ss.153-155 
118 Arı, A.g.e, s.500. 
119 Taşdemir, A.g.e, s. 244. 
120 ABD’nin Irak’tan Çekilme Süreci Ve Bölge Dinamikleri Açısından Değerlendirilmesi, BUSAM , İstanbul 2009, 
 http://busam.bahcesehir.edu.tr/rapordosya/080109abd-iraktan-cekilme-sureci.pdf, s.1,    26.03.2014 
121 Altunışık, A.g.m, ss.77-78 
122 Recep Boztemur, “Irak Savaşı Sonrası Orta Doğu”, SAREM 5. Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Ankara, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, (2008), s. 155 
123 Gökhan Çetinsaya, SETA Irak Dosyası, Irak’ta Yeni Dönem, Orta Doğu ve Türkiye, SETA Yayınları, Ankara, Nisan 2006, s. 7. 

5 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 3



ORTADOĞU’DA ABD POLİTİKALARI VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BÖLÜM 3



 1.4. Uluslararası Politikalarda Ortadoğu: 

 İnsanların yoğun olarak ilk yerleştikleri ve uygarlıkların ilk kurulduğu bölge olan Ortadoğu; ekonomik, siyasal, kültürel ve dinsel konularda toplumlar arasında bir geçiş bölgesi konumundadır.46 Ortadoğu sahip olduğu bu çok özel değerlerden dolayı, dünya hâkimiyetine kavuşmak isteyen devletlerin bunu sağlayabilmeleri için Ortadoğu’ya hâkim olması önemli olmuştur. Ortadoğu’yu dünya politikasında önemli kılan etmenlerden biri de kıtalar arasında kültürel ve ekonomik köprü olmasından kaynaklanmaktadır. İpek, pusula, şeker, kâğıt, barut ve gibi Uzakdoğu malları Ortadoğu aracılığıyla Avrupa‘ya ulaşmıştır. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın doğuş yeri olmuştur. 
Komşu olduğu üç kıtada hemen her büyük fatih bölge üzerinde egemenliği kurmaya çalışmış ve Ortadoğu, sırasıyla Pers, Yunan, Roma, Arap, Moğol, Tatar ve Türk imparatorluklarının kapsamı içine girmiştir. Bu imparatorluk dönemlerin den en sakin ve huzurlu zamanı Osmanlı İmparatorluğu dönemi olmuş, Osmanlı’dan koptuğu günden bu güne değin Ortadoğu’da savaş ve karışıklık eksik olmamıştır. 

 Bölgeyi önemli kılan etmenlerin başında jeopolitik ve stratejik önemi gelmektedir. Dünyanın en önemli suyolları; Süveyş Kanalı, Hürmüz Boğazı, İstanbul ve Çanakkale Boğazı, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi bu bölge sınırları içinde yer almaktadır. Süveyş kanalının ve 1980'den sonra da Basra Körfezi’nin kapanması söz konusu olduğu zaman çıkan savaşlar ve Paris ve Londra’ya atom bombası atabilecek kadar göze alınan büyük çapta olaylar, bunların bölge için ne denli önemli olduğunu açık bir biçimde göstermiştir.47 

 Ortadoğu’nun çağın gereği olarak günümüzde hemen her yerde ilk başta gösterilen özelliği ekonomik olarak petrol kaynaklarıdır. Bu içinde bulunduğumuz zamandan dolayı önemli özellik olarak gösterilebilir, ancak bölgeyi tarih içerisinde özellikle ekonomik anlamda petrol nezdinde değerlendirmek doğru değildir. 
Örneğin Ahmet Davutoğlu bu konuya şu şekilde dikkat çekmiştir. “Bütün medeniyet havzalarının doğduğu ılıman iklim kuşağının merkezinde bulunan bölge, antik dönemden bugüne tarım potansiyeli ve ticaret aktarım hattı olmak bakımından başlı başına önem taşımıştır.”48 

Bütün bunlarla beraber yukarıda da bahsettiğimiz gibi Ortadoğu, tarih boyunca kültürlerin buluşma yeri olmuş ve bu sayede eşi benzeri görülmemiş bir kültürel mirası da bünyesinde barındırmıştır. Bu miras bölgeye yeryüzünün en çarpıcı noktası olma özelliğini kazandırmıştır. Bu noktada vurgulanması gereken belki de en önemli farklı özellik insanlık tarihinde büyük rol oynayan semavi dinlerin bu coğrafyada ortaya çıkmış olması ve bu dinlerin üçü içinde kutsal mekânlara sahip olmasıdır.49 

1.4.1. Ortadoğu’nun jeostratejik önemi: 

 Devletlerin bulundukları bölgenin coğrafi durumu, doğal su alanları, iklim gibi şartların askeri açıdan taşıdığı öneme jeostrateji denilmektedir. Jeostrateji ülkelerin kendi içinde ve diğer devletlerarasında hedeflerine ulaşabilmek için coğrafi etmenlerin üzerinde askeri yapılarını nerede, ne zaman ve ne şekilde kullanılacağının belirlenmesine yardımcı olmaktadır.50 

 Ortadoğu bu anlamda gerçekten çok önemli bir konumdadır. Ortadoğu bölgesinin dünya çapında stratejik önemini iyi anlamak, bu bölgenin nasıl böyle evrensel bir ruha kavuştuğunu açıklar.51 Bu noktadan stratejik konum meselesine din perspektifinden de bakacak olursak, üç semavi dinin de Ortadoğu’da doğup dünyanın dört bir yanına yayılmış olması anlaşılabilir bir durum oluşturmaktadır. 

 Coğrafi olarak ise bu bölge Asya ve Avrupa’ya yönelik tüm projelerin merkezini oluşturmaktadır. Ortadoğu jeostratejik konumu nedeni ile Avrupa devletlerini deniz komşuluğuyla, Hindistan, Çin ve Balkanları karasal yollardan, Anadolu, İran ve Arap yarımadasını tümüyle etkileme potansiyeline sahiptir. 
Stratejik anlamda birçok öneme sahip olan Ortadoğu’nun içinde yaşadığı istikrarsız dalgalanmalardan fayda sağlamak isteyen Irak, İran ve Kuveyt’e, Suriye Lübnan’a karşı saldırgan politika izlemiştir. 
Bu jeopolitik önemin getireceği faydaları ve riskleri hesap eden ve bu riskleri en aza indirgemeye çalışan ABD ve Rusya gibi bölge üzerinde küresel anlamda yapılanmaya çalışan ülkeler tarafından dengeler ile oynanarak bütün tarafların bölgeye bakışı değiştirilmeye çalışılmış ve stratejik hesapların yeniden yapılması sağlanmıştır.52 

 Ortadoğu’da büyük petrol rezervlerinin olması, bu petrollere sahip olmak için güç odaklarının çıkarttığı suni çatışmalar, çatışmaların neden olduğu yüksek miktarda paralarla yapılan silah ticareti döndüğü bir bölge olması, dünyanın odak noktası olma özelliğini korumasına yol açmaktadır.53 

1.4.2. Ortadoğu’nun jeopolitik önemi: 

 Jeopolitik siyasi coğrafyadan doğan bir bilim dalıdır. Jeopolitik siyasi coğrafyanın devletlere olası fayda ve zararları inceler. Jeopolitiğe katkı sağlamış fikirlerden biri Halford John Mackinder’in Kara Hâkimiyeti Kuramı’dır. Mackinder’e göre günümüzde deniz gücünün azaldığını, kara gücünün daha önemli hale geldiğini ve dünya hâkimiyetinin kara gücü ile sağlanabilineceğini söylemiştir.54 Son olarak ilk jeopolitik teorinin sahibi olarak kabul edilen Alfred Thayer Mahan’ın Deniz Hâkimiyet Kuramı’na göre dünya hâkimiyeti denizlerde kazanılan egemenlikle sağlanabilir. Bunun için kuvvetli bir deniz gücünün oluşturulmasını gerekmektedir.55 

 Bu kuramlar ışığında jeopolitiğe ülkenin coğrafyasına bağlı olarak belirlenen politikaları ilişkilendiren bir kavram olarak bakabiliriz. Siyasette deniz yolları, su ve enerji ikmal imkânları gibi coğrafi etmenlerin güç üzerindeki etkileri kuramcıları coğrafyanın politik etkilerini araştırmaya itmiş, doğal sınırlara ulaşma, önemli deniz yollarından yararlanma ve stratejik önem taşıyan kara parçalarını denetim altında tutma gibi kaygıların ulusal politikalarda önemli olduğu vurgusu yapılmıştır.56 

 Jeopolitik üzerine ile ilgili bahsettiğimiz hususlar ışında Ortadoğu’nun jeopolitik önemi şu şekilde ifade edebiliriz; Ortadoğu, Rusya ile sıcak denizleri, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan, aynı zamanda Avrupa ile Asya arasındaki bütün ticarî ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve suyollarını kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin ilk hedefi haline getirmiştir.57 

 Petrolün 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren değer kazanmasıyla Ortadoğu’nun, dolayısıyla buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artırmıştır. Uluslararası arenada herhangi bir güç ya da ittifak, diğer güce ya da ittifaka egemenlik sağlamak zorunda ise Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak zorundadır. Nedeni ise Ortadoğu’nun birçok kapıyı birden açan bir maymuncuk işlevinde olmasıdır.58 
Meseleye böyle bir bakış açısıyla bakıldığı zaman dünyada meydana gelen savaşların temel dayanağı, sebebi Ortadoğu’dur denebilir.59 

 Ortadoğu Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını birleştiren bölgenin merkezinde olması özelliği ile açık denizlere inmek isteyen kara devletlerinin jeostratejilerini 
belirledikleri vazgeçilmez mekânları olmuştur.60 

1.4.3. Ortadoğu’nun dini ve kültürel önemi: 

 Din olgusu, birçok toplumda farklı zaman dilimlerinde ve farklı isimler altında tarih boyunca hep var olmuştur. İnsanlar başa çıkamayacağı durumlar karşısında ve içinde bulunduğu güçsüzlüklerden dolayı bir yaratıcıya teslim olma ihtiyacını hissetmiştir.61 Baktığımızda Ortadoğu’nun tarih içerisinde dinî haritası, dil ve etnik haritasına göre daha karışıktır. Tarihin başlangıcından bu yana çalkantılı bir yapısı olan Ortadoğu’da halklarının yaşadığı göçler ve fetihler sonucunda önemli bir gücü olan Helen kültürü, Roma yönetimi sayesinde yeni inançlar ortaya çıkarmıştır.62 

Bu tarihi süreç içerisinde Ortadoğu putperestlik, Mecusilik, Zerdüştlük, Helenizm gibi inançlar yanı sıra semavi din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet dinlerinin yaşandığı bir bölge olmuştur.63 

 Büyük dünya dinleri olarak gösterilen İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik Ortadoğu bölgesinde ortaya çıkmış ve bölgede büyük öneme sahip olmuştur. Bu dinler Allah’ın birliği, öldükten sonra dirilme, ceza ve mükâfat gibi ortak pek çok özelliği paylaşır. Bunca ortak paydaşlıklara rağmen Ortadoğu’da çıkan anlaşmazlıkların temelinde yatan sebeplerden biri bu üç din mensuplarının birbirlerine karşı gösterdikleri haksız tutumdan kaynaklanmaktadır. Ortadoğu’da haçlı seferleri gibi büyük acılara ve gözyaşına neden olan savaşların temel nedeni dinler arasındaki hoşgörüsüzlüktür. 

 Birçok farklı inançların yaşandığı Ortadoğu’da İslamiyet bölgede kabul edilen son dindir. İslamiyet Ortadoğu’da geçmişte oluşan inanç sistemlerinin birikimleriyle beslenmiş ve kültürel aşamanın son halkasını oluşturan bir din olmuştur.64 Ortadoğu bölgesinde, İslam dininden olma ve Arap olma gibi değerler önem taşımaktadır. Lübnan, Suriye ve İsrail dışında bölge devletlerinin nüfusunun çoğunluğu Müslüman’dır. Türkiye, İran ve İsrail dışında, bölgede yer alan devletlerin hepsi Arap’tır. Buradan ortak özelliklerin artmasıyla sorunların azalacağı mantığı çıkarılmaması gerekir. Bölge ülkeleri dini yönden türdeş olsalar da, ortak din, her zaman tek başına birleştirici bir unsur olmamaktadır. Dinler aynı olsa dahi mezhepsel ayrılıklar birçok çatışmayı beraberinde getirmektedir. Yaşanan savaşlara bakacak olursak İran-Irak Savaşının iki ucunda Müslümanlar veya Irak-Kuveyt savaşında, Müslüman Araplar birbirleriyle savaşmıştı.65 Yakın tarihimizi inceleyecek olursak Suriye iç savaşında taraflar Arap ve Müslüman olmalarına ayrıldıkları tek nokta mezheplerinin farklı olmasıdır. Benzer bir örnek olarak Libya iç savaşında tarafların Müslüman, Arap ve Sünni olmalarına rağmen çok acımasız bir savaş içerisine girebildikleri görülmüştür. 

 Son olarak Ortadoğu üç büyük semavi dinin doğduğu topraklar olması açısından üç dinin mensupları için oldukça büyük manevi öneme sahiptir. Üç dinin mensupları da manevi havayı sürekli hissedebilmek için dinlerinin doğduğu topraklara sahip olma arzusu duymaktadır. Haçlı seferleri de bu kutsal toprakları ele geçirme arzusunun bir tezahürüdür. Yahudilerce vaat edilmiş topraklara sahip olma arzusu da hiçbir zaman son bulmayacak bu uğurda politikalar geliştirecek ve uygulamaya koyacaktır. Bunun neticesi olarak ta Ortadoğu’nun yer altı kaynaklarında ve sahip olduğu jeopolitik konumu üzerinde söz sahibi olmak için yaşanan çatışmalara ek olarak, din eksenli çatışmalar da yaşanmış ve yaşanacaktır. 

1.4.4. Ortadoğu’nun enerji kaynakları bakımından önemi: 

 Dünya siyasetinde son yıllarda yaşanan olaylar Ortadoğu bölgesinin öneminin artarak devam etmesine katkıda bulunmuştur.66 Geniş Ortadoğu coğrafyasında, dünya enerji kaynaklarının bulunmasının yanı sıra bu bölgede farklı uluslar, kültürler, diller ve dinler yaşamaktadır. Bahsi geçen konularda ABD merkezli bir istikrar ve düzen kurulmasının, dünya istikrarına bir dayanak ve güvence olacağına inanılmaktadır. 

 Ortadoğu dünyadaki petrol kaynaklarının yarısından fazlasına sahiptir. Petrolün kalitesinin yüksekliğinin yanı sıra maliyetinin düşük olması, sanayileşmiş petrole 
bağımlı devletlerin dikkatlerini üzerine toplamaktadır. Sanayi alanında gelişmeyen bir bölge olmasına karşın petrol rezervleri açısından zengin olması ve ulaşım yollarının kesiştiği bir noktada bulunması itibarı ile stratejik avantajları bulunmaktadır.67 

 Ortadoğu’nun doğal kaynakları ABD politikaları açısından başta petrol olmak üzere doğalgaz, su gibi temel ihtiyaç maddelerinin denetim altına alınması, nakil yollarının kontrol altında alınması, aynı zamanda olası rakip devletlerin önünün kesilmesi anlamına gelmektedir. Kendi devlet menfaatleri doğrultusunda hareket eden ve bu menfaatler için son derece büyük gayret sarf eden ABD için bölgedeki diğer devletler ile ittifak kurmak ve bu devletlerde askeri üsler kurma çabası Türkiye, Irak, Afganistan, Mısır ve Suudi Arabistan gibi devletlerin bölge ile birlikte stratejik önemlerini arttırmıştır. Bölgede siyasi aktör olmaya çalışan Rusya’nın engellenebilmesi, Türkiye- Afganistan hattı ve Kafkasya’daki siyasi gelişmelere sıkı sıkıya bağlıdır.68 

 Ortadoğu küresel enerji kaynaklarının en önemli merkezi ve ihracatçısıdır. 
Bu enerji kaynaklarının rakamsal değerlerine bakacak olursak; 

 “OECD’nin 2006 verilerine göre: Dünya petrol rezervinin % 62’si, doğal gaz rezervinin % 40’ı Ortadoğu’da, bunun da % 99’u Körfez 
bölgesinde bulunmaktadır. EIA’nın 2007 verilerine göre: Petrol rezervleri sıralamasında; Suudi Arabistan ( 262,3 milyar varil) 
birinci durumdadır. Bunu Kanada’nın ardından gelen; İran, Irak, Kuveyt ve BAE (sırasıyla: 136,3, 115,0, 101,5, 97,8 milyar varil) 
takip etmekte, Katar ise (15,2 milyar varil) on dördüncü sırada yer almaktadır. 

 Doğal gaz rezervleri sıralamasında; RF’nin ardından İran, Katar, Suudi Arabistan ve BAE (sırasıyla: 974, 911, 240, 214, 112, 59, 55 
milyar m3) gelmekte olup, dünya doğal gaz rezervlerinin sırasıyla; % 15, % 14,7, % 3,9 ve % 3,5’ini barındırmaktadırlar. Doğal gaz rezervleri bakımından ilk yirmi ülke içerisinde Irak onuncu, Mısır on sekizinci, Kuveyt yirminci sırayı almaktadır. 

 2000’li yılların başında günlük petrol üretimi 28 milyon varil olan Körfez’de bu rakamın 2020 yılında 42,2 milyon varile çıkması beklenmektedir. EIA’nın verilerine göre: 2006’da dünyada üretilen petrolde Körfez ülkelerinin payı, % 28’dir. 2004 verilerine göre ise; petrol üretiminde ilk on ülke arasında; Suudi Arabistan birinci, İran dördüncü, BAE ve Kuveyt on ve on birinci, Irak on dördüncü sırayı almaktadır. 

 Dünya ham petrol ihracatının % 38’i ile ham petrol ve işlenmiş petrol türevi ihracatının % 32’si, işlenmiş petrol türevi ihracatının % 16,5’i Orta Doğu’dan yapılmaktadır. Petrol ihraç eden ülkeler sıralamasında; Suudi Arabistan [8,73 m.v./g (milyon varil/gün)] birinci sıradadır. Bu ülkeyi sırasıyla İran (2,55 m.v./g), Rusya ve Norveç’in ardından dördüncü, BAE (2,33 m.v./g) ile Kuveyt (2,20 m.v./g) Venezüella’nın ardından altıncı ve yedinci, Irak (1,48 m.v./g) on birinci, Katar (1,02 m.v./g) on dördüncü sırayı almaktadır. 

 2006 yılında Körfez ülkeleri tarafından ihraç edilen günlük 18,2 milyon varil petrolün 17 milyon varili Hürmüz Boğazı’ndan– bu miktar dünya ihracatının 1/5’ine karşılık gelmektedir – geri kalanı ise boru hatları vasıtasıyla Kızıl Deniz ve Türkiye üzerinden uluslararası pazarlara ulaştırılmıştır.”69 

 Bunların dışında Ortadoğu bölgesinde önemli ülkelerden olan Türkiye’de yer altı ve yer üstü zenginlikleri göze çarpmaktadır. Dünya üzerinde kritik öneme sahip 
olan ve nükleer santraller ile savunma sanayinde kullanılan Bor, Toryum ve Neptünyum madenlerinin tüm dünya coğrafyasına nazaran neredeyse %70’i Türkiye’de bulunmaktadır.70 

ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARI 

 2.1. Ortadoğu’nun ABD açısından önemi: 

 Ortadoğu ABD açısından çok büyük stratejik öneme sahiptir. Özellikle Ortadoğu bölgesindeki petrolün ABD için önemi büyüktür. Ortadoğu petrollerine ABD’nin ilgisi Birinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde başlamıştır. Ortadoğu petrolüne rağbetin başlıca nedeni, azalmakta olan ABD rezervlerini takviye etmek ve ekonomik büyümesi petrole bağlı olan Batı için ucuz enerji kaynağı oluşturmasıdır. Bu nedenlerden dolayı Amerika’ya bağlı büyük petrol şirketleri, Suudi Arabistan’ın, Osmanlı’dan ayrılmasının hemen ardından, buralarda petrol arama çalışmalarına başlamışlardır. Petrolün dünya dengelerini değiştirecek, stratejik öneme sahip olması İkinci Dünya Savaşı döneminde olmuştur. 
Amerika’nın petrol ihtiyacının büyük çoğunluğunu Ortadoğu bölgesinden karşılamasından dolayı, ABD gibi siyasi güçler, Sovyet etkisini bölge dışında tutmanın ve petrol ihraç eden ülkelerin, petrol şirketlerini millileştirmesinin önüne geçilmesinin hayati önem arz ettiği, bu tarz kalkışmalara engel olunması gerektiğine karar vermişlerdir. Bu konuda çarpıcı bir örnek, İran şahının İngiliz petrol şirketlerini millileştirmeye kalkışması sonucu, ABD ve İngiltere’nin desteği ile 1953 yılında devrilmesi olayı gösterilebilir. Amerika Ortadoğu petrolünü elinde tutmak zorundadır. 
Bunun nedeni, ABD’nin enerji ihtiyacını karşılama noktasında, petrole alternatif bir enerji kaynağına sahip olmamasıdır. Bu yüzden, Amerika’nın politikası, Ortadoğu petrolünün akış güvenliğinin ne pahasına olursa olsun korunmasıdır. Ortadoğu’da meydana gelecek karışıklık ve çatışmalar petrol akışının istikrarına zarar vereceğinden, istikrarı sağlama yönünde adımlar atmaktadır.71 1920 yıllarında Ortadoğu bölgesinde petrolün fark edilmesi ile petrol şirketleri pay kapma yarışına girmiştir. 
Bunu sonucu olarak ABD’nin bölgeye ilgisi artmıştır. Soğuk savaş yıllarında Sovyetler Birliği’ni çevrelemek maksadıyla ABD, Akdeniz ve Hint Okyanusu’nda askeri gücünü artırmıştır. 

Yani ABD ikinci dünya savaşı sonrasına kadar bölgede ciddi bir askeri varlık göstermemiştir.72 

<  Yukarıda da üzerinde durduğumuz, ABD’nin Ortadoğu politikalarını belirlediği temellerinden biri petroldür. Bunun başlıca nedeni ABD’nin petrol rezervleridir. Bu rezervlere dönemsel göz atıldığında rezervlerinin ciddi şekilde azaldığı görülür.  >

“1980 yılında 36,5 milyar varillik bir rezerve sahip olan ABD’nin 1995 yılında petrol rezervi 29,8 milyar varile gerilemiştir. Daha sonraki dönemlerde ABD’nin 
rezervlerinde ki bu düşüş devam etmiş 2005 yılında 29,3 milyar varil olarak tespit edilmiştir. 1980 yılına göre bir karşılaştırma yapıldığında ABD’nin rezervlerinde 2005 yılı itibariyle -%19,7 oranında bir azalma olmuştur. ABD’nin rezervlerindeki bu azalmanın dünya petrol rezervi ve ABD’nin petrol tüketimi artmaya devam ederken meydana gelmesi oldukça önemlidir. Bu durum ABD’nin petrol rezervlerinin büyük bir kısmını topraklarında bulunduran ülkelere karşı harekete geçmesine neden olarak gösterilebilecek bir gerekçe olarak ortaya çıkmaktadır.”73 

Dünya petrol rezervinin yüzde %63‘ün üzerine çıkan Ortadoğu bölgesinin 88 yıllık rezervi varken, toplam rezervlerdeki payı %2,7‘ye düşen ABD’nin 11 yıllık 
rezervi kalmıştır. Bu sebepten dolayı dünyanın petrol ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayan Ortadoğu bölgesinin ABD için ne denli önemli olduğu ortadadır. 
Bunun için ABD, dünya petrol rezervinin büyük kısmına sahip Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak için bu bölgedeki gücünüm artıracaktır. Çünkü ABD’nin temel enerji ihtiyacının %40‘ı petrole bağımlıdır. Petrol ihtiyacının %21‘ini Ortadoğu bölgesinden olmak üzere, yarısından fazlasını ithalatla karşılamaktadır. ABD’nin petrol ithalatı için de, Ortadoğu bölgesinin payının 2050 yılına kadar yüzde 21‘den yüzde 70‘e çıkması beklenmektedir.74 

1956 yılında patlak veren Süveyş Krizi, ABD’nin Ortadoğu politikasına yeni bir boyut getirmiştir. Sovyetlerin bölgedeki nüfuzunun artması sebebiyle, İngiltere’nin önderliği ve ABD’nin desteği ile bir tür Ortadoğu Savunma Örgütü‘nün kurulmasına ilişkin planlar hayata geçirilmiştir. Bu bağlamda, Başkan Eisenhower da, herhangi bir Ortadoğu devletinin, komünizmle yönetilen bir devlet tarafından saldırıya uğraması durumunda, askeri güç kullanımı ve bu kapsamda, bölgedeki ülkelere verilebilecek askeri yardım da dâhil olmak üzere her şekilde ABD tarafından savunulacağını beyan etmiştir. Eisenhower Doktrini olarak adlandırılan politika 1960’ların sonuna kadar devam etmiştir. 1969‘da ABD’nin bölgeye doğrudan müdahalesi yerine Ortadoğu ülkelerine artan şekilde askeri ve ekonomik yardım yapılması esasına dayanan, Nixon Doktrini açıklanmıştır. Bu Doktrini‘ne göre ABD, Ortadoğu bölgesinin Sovyet tehdidine karşı savunulmasında önemli rol oynayacağı düşünülen İran ve Suudi 
Arabistan‘a çok ciddi manada önem vermiştir. Bu plan uyarınca ABD, bu devletlere 1979 yılına kadar daha silah satışını artırmıştır.75 

70’li yılların başında patlak veren petrol krizi ile Ortadoğu bölgesinin ABD için önemi, bir kez daha anlaşılmıştır. 1973 ve 1974‘deki petrol krizlerinden sonra kısa bir süre ABD‘de Ortadoğu petrollerini güç kullanarak ele geçirme senaryosu konuşulmaya başlanmıştır. Petrol krizinin yaşandığı dönemde Suudi Arabistan’daki ABD Büyükelçisi James Akins bu tartışmaların perde arkasında, dönemin Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın olduğunu belirtmiştir. Ancak o yıllarda Körfez bölgesinde, ABD’nin ciddi bir askeri varlığı yoktu ve bölge petrolünü güç kullanarak kontrol altına alma bu açıdan çokta mümkün değildi. Nitekim bu plan ABD yönetimince destek bulamadı ve kısa sürede gündemden düştü.76 

 1979 yılında İran’daki İslam Devrimi ve aynı yıl Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgali, ABD’nin bölgeye daha fazla müdahale etmesini gerektirdi, çünkü bu iki gelişme bölgedeki güç dengesini Sovyetler Birliği’nin lehine değiştiriyordu. Bunun ardından, ABD bölgedeki politikasını değiştirdi ve 1980‘de Carter Doktrini’ni benimsedi. Dönemin ABD Başkanı Jimmy Carter, 23 Ocak 1980’de ABD Kongresinde yaptığı konuşmada yeni politikasını ayrıntılı olarak açıkladı. Carter konuşmasında herhangi bir yabancı gücün Ortadoğu bölgedesin de etkinlik kazanmak amacıyla yapacağı tüm girişimlerin ABD'nin stratejik çıkarlarına karşı tehdit sayılacağını, böyle bir durumda askeri güç kullanımı da dâhil her türlü tedbiri alacaklarını ilan etti.77 İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hemen her ABD Başkanı, Ortadoğu’nun ve Körfez‘in ABD için hem ekonomik, hem siyasal, hem de stratejik olarak önemli olduğunu vurgulamış ve bu doğrultuda politikalar geliştirmiştir. Truman Doktrini, Eisenhower Doktrini, Nixon Doktrini, Carter Doktrini, Reagan, baba ve oğul Bush döneminde ABD’nin bölgeye yönelik askeri müdahaleleri bu politikanın somut ifadeleri 
olmuştur. Örneğin yukarıda bahsi geçen Carter Doktrini’nin de, Ortadoğu‘da enerji güvenliğine herhangi bir tehdit söz konusu olduğunda Amerikan askeri müdahalesi alternatifler dâhilindeydi. Dünya petrol rezervinin %65‘ine sahip Ortadoğu‘da, ABD politikasının temel unsurlarından biri, Körfez‘deki petrol kaynaklarının güvenliğinin sağlanmasıdır.78 

 Soğuk Savaş dönemi boyunca Ortadoğu ülkeleri, ABD ile yakın askeri ve siyasi ilişkilere girme konusunda çekingen davranmışlardır. SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile iki kutuplu sistem sona ermiş, bunun yerini yalnız ABD egemenliğinin söz konusu olduğu, tek kutuplu sistem almıştır. Soğuk Savaş’ın, kapitalist bloğun zaferiyle sona ermesinden sonra, ABD için yeni hedef, Rusya Federasyonu’nun yerine geçebilecek devletlerin bir şekilde engellenmesi dir. Bu temel politikaya göre ABD, küresel hegemonyasına meydan okumasa bile, dünyanın herhangi bir bölgesinde ABD’nin çıkarlarına ters düşecek bir bölgesel gücün ortaya çıkmasını engellemeyi amaçlamıştır.79 
Yani günümüzün uluslararası sistemi, Soğuk Savaş döneminde var olan güç dengesine göre değil, bir anlamda ABD hegemonyasına göre kurulmuştur.80 

 ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik güttüğü çıkar politikalarını, İsrail‘in bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdürmesi, ABD‘ye düşman bir devletin kitle imha silahları elde etmemesi, enerji kaynaklarının kendi politikaları doğrultusunda dünyaya kesintisiz ulaşması şeklinde ifade edebiliriz. Bunun yanı sıra, Körfez‘de güçlü düşman bir devletin olmaması, Ortadoğu barış sürecinin başarıyla sürmesi, ABD’nin bölgenin Batı yanlısı Arap devletleriyle iyi ilişkiler kurması ve iyi ilişki içerisinde olan devlet rejimlerinin devamının sürmesi ve bölgesel terörizmin kontrol altında tutulması son derece önemli ulusal çıkarlar olarak tanımlanmıştır.81 

 ABD’nin Ortadoğu bölgesine yönelik politikalarını toparlayacak olursak, politikaları belirleyen temel unsurlar şu şekilde sıralanabilir. Petrol ve enerji 
kaynaklarının kesintisiz dolaşımını ve fiyatlarını kontrol etmek, İsrail‘in güvenliğini garanti altına almak, İsrail‘e tehdit oluşturma potansiyeli taşıyan ülkeleri zayıflatmak, bu bağlamda Irak, Suriye, Lübnan ve İran‘ı kontrol etmek, politikalarına karşı tavır alan radikal İslam tehlikesini azaltmak. Bunlara ek olarak bölge ülkelerindeki kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını ortadan kaldırma ve terörün kaynağı haline gelmelerini önleme, Amerikan karşıtı düşünceleri azaltma da ABD’nin Ortadoğu politikasını şekillendirirken belirleyici unsurlar arasında sayılabilir. Yani ABD’nin Ortadoğu politikasının amacı, bölgede egemenliğini sarsacak bir gücün ortaya çıkmasını engellemek ve petrolün Amerikan kontrolünden çıkmamasını sağlamaktır.82 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;


46 Sadık Acar, “Orta Doğu’nun Dünya Ticareti Bakımından Önemi ve Körfez Bunalımı Sonrası Beklentiler”, DEÜ İİBF Dergisi, Cilt: 7 sayı:1,1992,s.147.
    http://www.deu.edu.tr/userweb/sadik.acar/dosyalar/SAD1.pdf, 22.03.2014 
47 Oral SANDER, Siyasi Tarih (1918-1990), İmge Kitapevi, Ankara, (1991), s.349 
48 Davutoğlu, A.g.e, s.332 
49 Nihat Ersin, Ortadoğu Savaşlarının Perde Arkası, Gündem yayınları, İstanbul, (2003), s.21 
50 Bilal Karabulut, Uluslararası İlişkilerde Anahtar Kavramlar Serisi, Strateji, Jeostrateji, Jeopolitik, Platin yayınları, Ankara, (2005), ss.21-22 
51 Münir Şefik, Emperyalizmin İslam Dünyasına Girişi ve Ortadoğu Sorunu,Cemil Akpınar, (Çev.), Risale Yayınları, İstanbul, (1983), s.47 
52 Davutoğlu, A.g.e, s.327. 
53 Kocaoğlu, A.g.e, s.170 
54 Erol Mütercimler, Yüksek Stratejiden Etki Odaklı Harekata Geleceği Yönetmek, Alfa Yayınları, İstanbul, (2006), s.309 
55 Alfred Thayer Mahan, Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi, Kerem ve Melahat Fındık (çev.), QMatris yayınları, İstanbul, (2003), s.17-19 
56 Erhan Arda, Sosyal Bilimler El Sözlüğü, Alfa Yayınları, İstanbul, (2003), s.310 
57 Ömer Turan, Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu, Yaydağ yayınları, İstanbul, (2002), s.16 
58 Cengiz Çandar, Ortadoğu Üzerine Aykırı Düşünceler, Bir yayıncılık, İstanbul, (1984), s.37 
59 Mujeeb R. Khan, The Tragedy of the Modern Middle East: The Systemic Basis of War and Authoritanism in The Regime, Milletlerarası Orta Doğu: 
    Kaos mu Düzen mi?, Hazırlayan: Ali Ahmetbeyoğlu, TADAV Yayınları, İstanbul, (2004), s. 15. 
60 Davutoğlu, A.g.e, s.132 
61 Ömer Faruk Harman, Yeni Ahid’de Din ve Din Anlayışı, Dinler Tarihi Araştırmaları II.sempozyumu, 20- 21 Kasım, Konya, (1998), s.71 
62 Bernard Lewis, Ortadoğu, İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selen Y.Kölay (Çev.), Arkadaş yayınevi, Ankara, (2000), s.28 
63 Lewis, A.g.e, s.284 
64 Suat Parlar, Ortadoğu Vaat edilmiş Topraklar, Mephisto yayınları, İstanbul, (1997), s.46 
65 Oral Sander, Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e), İmge Kitapevi Ankara, (1992), s.230 
66 Tayyar Arı, Irak, İran ve ABD, Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa yayınları, İstanbul, (2004), s.67 
67 Halis Çevik, Kadim Toprakların Trajedisi: Uluslararası Politikada Ortadoğu, İkia Yayıncılık, İstanbul (2005), s. 15. 
68 Yavuz Gökalp Yıldız, Global Stratejide Ortadoğu, Der Yayınları, İstanbul, (2000), s.28 
69 Varlık, A.g.e, s.223 
70 Armağan Kuloğlu, Türkiye’nin Stratejik Yeraltı kaynaklarının Ulusal Güvenliğe Etkisi, , Ankara, (2010), s.3, 
    www.beykent.edu.tr/WebProjects/Uploads/kuloglu-ocak%202010.pdf, 06.03.2014 
71 Tuğçe Ersoy Öztürk, “ABD’nin Yumuşak Güç Kullanımı: Barack Obama İmajı Üzerinden Amerikan Dış 
Politikasının Yeniden İnşası”, http://kamudiplomasisi.org/pdf/abdninyumusakguckullanimi.pdf,s.4, 12.03.2014 
72 Hikmet Erol, “Geçmişten Günümüze ABD’nin Ortadoğu Politikası”, 
http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-gecmisten-gunumuze-abdninortadogu-politikasi, 06.08.2010, 12.03.2014 
73 Mustafa Atiker, “Ortadoğu, Petrol ve ABD”, http://www.kto.org.tr/d/file/ortadogu_rapor.pdf, s.7, 12.03.2014 
74 Metin Altıok, “Uluslararası Sermayenin Krizi, Hegemonya Savaşları Ve Türkiye”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C.3 sayı. 12, Bahar 2005, s. 160. 
75Güngörmüş Kona, A.g.m, s.18 
76 Mustafa Aydın, “Amerika Dünyadan Ne İstiyor? ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Dış Politikası”, Stradigma, Sayı 4, 2003. 
http://www.stradigma.com/turkce/mayıs2003/vizyon.html, 12.03.2014 
77 Güngörmüş Kona, A.g.m, s.18 
78 Aslıhan P. Turan, “Hazar Havzasında Enerji Diplomasisi”, 
http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/makaleler/Hazar%20Havzasinda%20Enerji%20Diplomasisi.pdf, s.183, 28.03.2014 
79 Ümit Özdağ, Yeniden Yapılanan Ortadoğu, Irak Krizi (2002–2003), Ankara, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, (2003), s. 77. 
80 Joseph Nye, Amerikan Gücünün Paradoksu, Çev. Gürol Koca, Literatür Yayıncılık, İstanbul, (2003), s.1 
81 Özlem Demirkıran, Soğuk Savaş Sonrası Ortadoğu Ekseninde Türk-Amerikan İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta, (2005), s.123 
82 Ahmet K. Han, Irak Savaşı; Oyunun Adı Petrol mü?, ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya,Der. Toktamış Ateş, Ümit Yayıncılık, İstanbul, (2004), s. 362. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

2 Nisan 2017 Pazar

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ( BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ ) BÖLÜM 2


SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ( BÜYÜK ORTA DOĞU PROJESİ )  BÖLÜM 2



Ç. Büyük Orta Doğu Projesi’nin Kapsamı 

1. BOP, geniş bir coğrafyada kaynaklara ulaşma çabasıdır. 

Uzmanlara göre toplam küresel enerji talebi 2025’e kadar yüzde 54 oranında artarken alternatif enerji kaynaklarının ve bu amaçla yeni teknolojilerin geliştirilmesi ile ilgili gayretler devam edecektir. Artan enerji ihtiyacının karşılanmasında petrol, önemini koruyarak sürdürürken doğal gaz tüketimi de artacaktır. Küresel üstünlüğün Avrasya enerji kaynaklarının kontrolüne bağlı olduğu uzmanlarca ifade edilen, kanıtlanmış petrol rezervi 30 milyar varilin altına düşen, dış kaynaklı petrole bağımlılığı giderek artan ABD ise enerji kaynaklarını kontrol gayretlerini devam ettirecek ve bu girişimler, XIX. Yüzyılın ilk yarısındaki çatışmaların asıl nedenini oluşturacaktır. İnternational Energy Agency’nin (EIA) “World Energy Outlook 2002” isimli raporuna göre 2000’de küresel enerji tüketimi içinde petrol tüketimi, yüzde 39 ile birinci sırayı almıştır. 2030’da ise petrol tüketimi, yüzde 38’lik pay ile küresel enerji tüketiminde yine birinci sırada olmaya devam edecektir. Küresel doğal gaz tüketiminin toplam enerji tüketimine oranı, 2000’de %23’tü ve doğal gaz tüketimi, kömür tüketiminden sonra üçüncü sırayı almıştır. 2030’da ise doğal gaz tüketimi %28’lik oranla petrol tüketiminden sonra ikinci sırayı alacaktır. 2030’da petrol doğal gaz tüketiminin toplam enerji tüketimine oranı %66 olacaktır. Bu tahmin, küresel ekonomilerin 2030’larda da büyük ölçüde petrole ve doğal gaza bağımlı olacağını göstermektedir. 

“BP Statistical Review Of World Energy 2003 Raporuna göre Orta Doğu ülkelerinden Suudi Arabistan 261,8; Irak 112,5; Birleşik Arap Emirlikleri 
98,7; Kuveyt 96,5 ve İran 89,7 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahiptir. Orta Doğu ülkelerinin toplam kanıtlanmış petrol rezervi ise 685,6 milyar varil olup, bu rezerv %65,4’ünü oluşturmaktadır. Orta Doğu petrol rezervlerine Kuzey Afrika rezervleri de ilave edildiğinde, bu oran %69,5’e yükselmektedir. Orta Doğu’nun önemli bir özelliği de petrol üretimini artırma yeteneğinin diğer petrol üretim bölgelerine göre daha yüksek olmasıdır. “Energy Informatıon Agency”nin tahminlerine göre; Orta Doğu’nun 2001‘de 22,4 milyar varil olan petrol üretimi, 2025’te 45,2 milyar varile çıkabilecektir. Buna Kuzey Afrika ülkelerinin kapasiteleri de eklendiğinde toplam üretim 

53,6 milyar varil olacaktır. Toplam üretim, küresel petrol ihtiyacının % 43’ünü karşılayabilecektir. Gaz rezervlerinin % 36’sını oluşturduğu görülmektedir. 
Kuzey Afrika Ülkeleri de buna ilave edildiğinde ise bu oran %40,8’e yükselmekte dir. 

Yukarıda belirtilen veriler ışığında, Orta Doğu enerji kaynaklarının küresel enerji ihtiyacının karşılanmasında yaşamsal bir önem taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Jeostratejik konumu da dikkate alınarak Kuzey Afrika Enerji Kaynakları ile değerlendirildiğinde bölgedeki enerji kaynaklarının önemi artmaktadır. 

Bu genel tablo içerisinde genel egemenlik tesis edilmemiş bölgelerde enerji ve ham madde kaynaklarına el atmak, stratejik harekat açısından üs ve kolaylık imkânı sağlayabilecek değerdeki noktaları ele geçirmek, deniz ve hava ulaştırma yollarını kontrol etmek, ABD’nin amaçları arasına girmiştir. ABD bu amaçlarına ulaşma yolundaki eylemlerini ‘’özgür ve demokratik bir dünyanın yaratılması’’ söylemi ardında gerçekleştirmektedir. Şimdi hedefte olan bölge Orta Doğu’dur. 

Çünkü dünyadaki en büyük işletilebilir petrol rezervleri Orta Doğu’dadır. Bu kaynak ABD’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kontrol altına alınmalıdır. Orta Doğu’dan petrol akışının kesintisiz olarak sürdürülebilmesi için petrol nakliyatında kullanılan yolların güvenliğinin sağlanmasına ilave olarak Orta Asya’dan Hint Okyanusu’na ulaşan enerji koridorunun da açık bulundurulması gerekmektedir. 

Bu kadar geniş bir coğrafyada sadece kendi askerî gücünü kullanmak yerine, yeni müttefikler edinmek, yeni üsler tesis etmek ve yeni güvenlik sistemleri oluşturmak, ABD açısından daha ekonomik bir hareket tarzı hâline gelmiştir. 

Bu hareket tarzı ışığında ABD’nin genel amacı; kısa vadede Irak’tan başlayarak Orta Doğu’yu şekillendirmek ve Körfez bölgesine hâkim olmak, orta vadede Avrasya’yı kontrol etmek, uzun vadede ise dünya egemenliğini tesis etmektir. Bu amaç içerisinde; petrole kavuşmak, güvenliğini pekiştirmek, ekonomisini geliştirmek, bölgede nüfuzunu sağlamlaştırmak, dünyada tek egemen güç olma özelliğini devam ettirmek, Kafkaslar, Orta Asya, Güney Asya ve Orta Doğu’da; AB, Rusya, Çin ve Japonya’nın ABD ulusal çıkarlarını etkileyecek ölçüde gelişmesine engel olmaktır. 

Dünya egemenlik mücadelesinde ABD’nin kendisine olası rakip olarak gördüğü ülkeler Fransa ve Almanya’nın merkez güçlerini oluşturduğu Avrupa 
Birliği, Japonya ve Çin’in merkez güçleri oluşturduğu Uzak Doğu koalisyonu, “yakın çevresini” gücü altında yeniden birleştirme potansiyeline sahip Rusya 
ve bu güçlerle ittifakı ABD’nin dünya egemenliğini sarsabilecek Hindistan’dır. 


2. BOP, silah üreticileri, petrol devleri ve finansal şirketler koalisyonunun eseridir. 

Petrol başta olmak üzere doğal kaynakları yakından denetleme stratejisi ve politikaları, çok uluslu petrol şirketleri ve ABD yönetimi arasındaki ilişkilerin ele alınmasını gerektirmektedir. Mevcut durumda 4 büyük şirket uluslararası piyasaya hâkimdir. Bunlar: İngiltere kökenli British Petroleum- Amocco ve Royal Dutch/ Shell ile ABD kökenli Exxon-Mobil ve Texaco- Chevron'dur. Anglosakson kökenli petrol devlerinin çıkarları ABD ve İngiltere'nin tavrında dikkate alınması gerekli etkenlerdir. 70 ve 80'li yıllarda ABD'nin ulusal çıkarı silah üreticisi büyük şirketler, petrol şirketleri ile finansal şirketler arasında yapılan bir iş birliğine dayanmıştır. Yani silah satıcılarıpetrol satıcıları koalisyonu yapılmış, finansal şirketler de bu koalisyonda yer bulmuşlardır. 

3. BOP, petrol üreten ülkeleri ABD'ye daha fazla ve uygun şartla petrol satmaya ikna yöntemidir. 

ABD Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubunun, 17 Mayıs 2001'de yayımlanan raporunda, ABD'nin yabancı petrole bağımlılık oranının 2001'de %52 iken 2020'de %66 olacağı öngörülmüştür. Toplam tüketimin artmasına bağlı olarak ABD'nin 2020'de mevcut duruma göre ithalatını %60 artırması söz konusu olacaktır. Bunun anlamı, günlük 10,4 milyon varillik ithalatın 16,7 milyon varile ulaşmasıdır. Bu nedenle, petrol ihraç eden ülkeleri üretimlerini artırmaya ve ABD'ye daha fazla petrol satmaya ikna etmek gerekli görülmektedir. Bu doğrultuda dünya enerji rezervlerinin üçte ikisine sahip olan Körfez ülkelerinin ve özellikle Suudi Arabistan'ın ABD şirketlerinin modernizasyon çalışmalarını sağlamaları için ikna edilmesi gereklidir. Ayrıca, ABD petrol ithalat kaynaklarının bölgesel olarak çeşitlendirilmesi de gereklidir. Bu doğrultuda ABD şirketleriyle iş birliği yapılarak Hazar yöresi (özellikle Azerbaycan, Kazakistan), Sahra Altı Afrika (Angola, Nijerya) ve Latin Amerika'dan (Kolombiya, Meksika, Venezüella) ithalatın artırılması önerilmektedir. Dikkat edilecek olursa bu yöreler beklenen istikrara sahip gözükmemektedir ve hükûmetler değil; fakat yöre halkları genelde ABD karşıtıdır. Bu durumda sürekli askerî güç bulundurmanın yanında yöredeki ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak yeniden yapılandırılmaları gerekli 
gözükmektedir. Bu yeniden yapılandırma, yeni bir Pax Americana'ya uygun olarak tasarlanmaktadır. 

4. BOP, ABD ekonomisindeki sıkıntılara çare arayışıdır. 

 ‘’XXI. yüzyılı şekillendirme düşüncesi”, Amerikan halkının temel yaşam kaygılarının yok edilmesi ve sahip olunan refah düzeyinin sürdürülmesi yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımla Orta Doğu, Orta Asya ve Hazar Bölgesi ABD’nin yaşam sahası olarak görülmektedir. ABD anılan bölgelerde kalıcı bir egemenlik tesis etmeyi, kendi varlığını sürdürmekle eş değer görmektedir. ABD’nin dünya egemenliğini sürdürebilir kılması için korunma maliyetleriyle üretim maliyetlerini dengede tutması gerekmektedir. Her ikisi de egemen güç üzerinde yıpratıcı etkileri olan bu değişkenlerin maliyetlerinin düşürülmeleri, kaynakların ucuz elde edilmesi, savaş teknolojilerinin geliştirilmesi ve korunma önlemlerinin kendi ülke kaynakları kullanılarak karşılanması yerine başkalarına ihale edilerek karşılanması ile azaltılabilir. 

Ancak ABD, cari açıklar, bütçe açıkları ve dış borç yükü giderek artan, askerî harcamaları ise 500 milyar doları bulan bir güç hâline gelmiştir. 

ABD'nin iç ve dış borç toplamı (hane halkı, ipotek borçları artı özel sektör borçları türevler, devlet borçları vb.) 37 trilyon dolar, GSMH'nin yaklaşık üç 
katıdır (A.G. Frank, The Asia Times, 06/01/05,). Borç sarmalından kurtulmak bir yana ABD’nin ekonomisini yürütmek, yıllık büyüme hızını koruyabilmek, 
enflasyonu önlemek ve refah düzeyini sabit tutabilmek için her yıl 900 milyar dolarlık bir dış kaynak elde etmesi gerekmektedir. Araştırmacılar bunun 
ancak “sürdürülebilir net ihracat” ile karşılanabileceği görüşünü öne sürmekte dirler.6 

Borçların ödenmesi, dış açıkların kapatılması, bütçe denkliğinin sağlanması ise ya ülkeye sıkı para girişleriyle sağlanmak zorundadır (ki çok uzun yıllardır doların dünya değişim birimi olması nedeniyle mali yıl sonundaki dolar girişlerinden edindiği birikim bunu sağlamaktaydı) ya da ABD ekonomisinin dış kaynak gereksinimini kapatacak çapta ihracatı gerçekleştirebileceği dış pazarların yaratılması gerekmektedir. Bununla birlikte hem ulusal üretimin gelişmesi hem de 280 milyonluk bir nüfusun gündelik gereksinimlerinin karşılanması için sanayinin en temel girdisi olan (ve ABD ekonomisinin dışa bağımlılığını sağlayan) enerjinin ucuza elde edilmesi gerekmektedir. Ancak ihracat pazarları da sınırlı durumdadır. ABD ekonomisinin motor gücü hizmet sektörü (finans, ticaret vb.), sanayi üretimi GSMH'nin ancak %13'ünü oluşturabilmektedir. Bilişim teknolojileri ve silah sanayiinde Çin, Hindistan ve Asya ekonomilerinin rekabetiyle mücadele etmek zorunda bulunmaktadır (ancak bu ihracat, teknoloji transferi anlamına da gelmekte ve ulusal güvenlik açısından riskli olarak görülmektedir). 

ABD ekonomisinin karar vericileri, doların dünya piyasalarında düşen değerini artırmak ve Euro’nun dolar yerine giderek daha fazla kullanılmasını engellemek için faiz oranlarını yükseltmişlerdir; ancak bu (son çeyrek yüzyılda ülkemizin de başından geçtiği gibi) durum yüksek oranlı enflasyon ve ekonomik kriz anlamına gelmektedir. Faizlerdeki artış, resesyon, yabancı yatırımcıların daha ucuz iş gücü sağlayan pazarlara kaçması, yatırımcıların Euro’yu tercih etmeleri, ellerindeki ABD menkul kıymetlerini satmaları, ABD ekonomisi ile dünya mali sistemini de krize sokabilecektir. Bu krizin aşılması ise Ergin Yıldızoğlu’nun tabiriyle “La machine infernale” (Cehennem Makinasının) kullanılmasıyla mümkün görülmektedir.7 Yani Neoconların önerileriyle ABD elindeki askerî güce dayanarak: 

- Tüm enerji kaynaklarına el koyup dünyanın geri kalanını teslim alacak, 
- Büyük Orta Doğu bölgesini kendi denetiminde, ihracata, yatırıma açacak bir biçimde düzenleyecek (sömürgeleştirecek), 
- Gerektiğinde ABD pazarını da gümrük tarifeleriyle koruyacak, bunları da dünyanın geri kalanına kabul ettirecek, 
- Yabancı yatırımcıları ve merkez bankalarını tehdit ederek ABD mali piyasasını batırmalarını engelleyecektir. 

ABD, bizzat Başkan Bush'un ağzından açıklandığı biçimde bu bölgeye, aynen İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya ve Japonya'ya götürdüğü gibi demokrasi götürmek istemektedir. Oysa unutmamak gerekir ki Almanya ve Japonya yeterince endüstrileşmiş ülkeler olarak demokrasiyi kurmaya  ve geliştirmeye elverişli bir ortama sahiptiler. 


D. “Büyük Orta Doğu Projesi”nin Hedefi ve Projenin Gerçekleştirilmesi İçin İzlenmesi Öngörülen Strateji: 

Soğuk savaş sonrası yeni Amerikan stratejisinin oluşma döneminde yaşanan kararsızlık ve belirsizliklerden sonra seçilen yeni Amerikan stratejisi 
“uygarlıklar çatışması”na dayanmaktadır. Avrupa ve Avrasya’da yeni güç oluşumlarının, Amerikan egemenliğini tehdit etmesi üzerine, süper gücün 
gösterdiği tepkinin tıpkı Roma İmparatorluğu döneminde olduğu gibi “Çağdaş bir Monark”ın davranışlarına benzediği gözlenmektedir. 

SSCB’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan dünya düzeni, Soğuk Savaş sonrası Balkanlar’da ve Asya’da oluşan stratejik boşluklar nedeniyle alevlenmiş olan mikro ulusalcılığın etkisiyle Müslümanların yaşadığı alanlarda savaşların ve katliamların yaşanmasına yol açmıştır. 

SSCB’yi güneyden hapsetmek amacıyla yeşil kuşak stratejisini uygulayarak Türkiye dâhil birçok ülkede kökten dinci unsurun çıkışını destekleyen, daha sonra da bunları tehdit olarak gösteren Amerikan stratejisindeki dönüşüm, aslında “Pax Americana”nın sürmesini hedeflemektedir. AGSK ile hızlanan süreçte, NATO’nun zaten sorgulanan anlamının azalmasına yol açacağı açık olduğundan, söz konusu yeni tehdit algılaması hızla oluşturulmuştur. Yeni tehditler, “terörizm” ve kitle imha silahları”dır. ABD, bu tehditlerin birçok İslam ülkesinde bulunduğunu öne sürmektedir. 

Batılılarca Orta Doğu bölgesinin hedef olarak seçilmesi, bölgede radikal ve militan İslamcıların var olması, bölge ülkelerinin bazılarının uyuşturucu
üretmesi, nükleer ve kitle imha silahlarının aşırı grupların eline geçmesi kaygısıdır. 8 

Büyük Orta Doğu Projesi’nin hedefinin; demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, yönetimde bulunanlar için sınırlı iktidar, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, insan hakları, ferdiyetçilik ve hukukun üstünlüğü gibi Batı değerlerini, Müslüman halkların çoğunlukta yaşadığı ülkelerde tesis etmek olduğu öne sürülmektedir. Diğer bir deyişle Protestan Hristiyanlık felsefesinin bir yaşam felsefesi olarak bu ülkelerde tatbik edilmesini sağlamaktır. Protestan Hristiyanlık felsefesinden, Hristiyanlaştırma gibi bir yanlış anlam çıkarılmamalıdır. 

ABD'nin bölgesel anlamda ve kapsamda Büyük Orta Doğu Projesi ile ilgili dört temel stratejik amacı vardır. Bunlar: 

- İsrail’in güvenliğini sağlama, 
- Doğal kaynaklara kesintisiz ve kısıntısız olarak ulaşmak, 
- Kökten dinci terörün önlenmesi, 
- Bölgenin demokratikleştirilmesidir.9 

ABD’nin Büyük Orta Doğu’da aşağıdaki hususların ele geçirilmesini hedeflediği kıymetlendirilmektedir: 

- “Siyasi ve iktisadi kontrolü” sağlamak üzere “ulus devlet” yapılarının zayıflatılması ve çok parçalı yapıya yönelik olarak küçük devletler oluşturulması, 
- Bölgeyi çok parçalı yapılandırma hedefinin bir tepki oluşturarak ABD karşıtı bir ittifak oluşumunu tetiklememesi maksadıyla bu stratejinin uzun vadeye yayılması, 
- Bağımlı demokrasiler kurularak istikrarın tesis edilmesi, yeni kaynaklar ve tüketici kitleleri sağlayacak serbest pazarların kurulması, 
- Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Avrasya’da yarattığı jeopolitik boşluk doldurularak AB, RF ve ÇHC’nin kontrol edilmesi, 10 
- Sonuç olarak “Avrasya’nın kalbi”nin kontrol altına alınarak “Avrasya hâkimiyeti”nin ele geçirilmesidir. 

Büyük Orta Doğu Projesi aşağıdaki ana stratejiyi kapsamaktadır: 

- Orta Doğu’da Siyasal Dönüşüm: Mevcut coğrafyadaki yönetimlerin Batı standartlarına göre yeniden formatlanması ve “demokrasi”nin bölgeye hâkim kılınması. 
- Orta Doğu’da Ekonomik Dönüşüm: Söz konusu coğrafyada serbest piyasa ekonomisinin teşviki, liberal ekonomik sistemin yerleştirilmesi, devlet denetimindeki alanların özel teşebbüse açılmasının hızlandırılması. Uzun vadede bölge ekonomilerinin Batı ekonomik sistemine entegrasyon unun sağlanması. 

- Orta Doğu’da Toplumsal/Kültürel Dönüşüm: Klasik din eksenli eğitim veren kurumların reformasyonu veya tasfiyesi, Batı kültürünü teşvik eden eğitim, medya ve benzeri kültür araçlarının teşviki. Batılı normlarının ve yaşam tarzının bölge insanının gündelik yaşamına nüfuz etmesinin sağlanması. 

- Orta Doğu’da Stratejik Dönüşüm: Batı’nın “tehdit” olarak kabul ettiği ve öne sürdüğü (terörizm, kitle imha silahları vb.) odakların yok edilmesi, bölgenin 
Batılı güvenlik norm ve konseptlerine uygun hâle getirilmesidir. 

ABD yetkililerin bu projeyi tanımlaması ise belirtilen amaçlarla örtüşmekle beraber 1995 tarihli “ABD Ulusal Stratejik İncelemeler Enstitüsü”nün bir raporuna göre daha değişiktir: 

- Enerji kaynaklarına sahip olan bölgelerin kontrolü, 
- Enerji ulaşım yollarının kontrol ve denetimi, 
- Asimetrik tehdidi oluşturan terörist eylemlerin önlenmesi, 
- Kökten dinci İslam zeminine ılımlı İslam’ın oturtulması, 
- ABD ulusal çıkarlarının Orta Doğu’da korunması, 
- Bölgede bölgesel güç konumuna erişmiş devletlerin bu etkinliğinin azaltılması,    askerî güçlerinin küçültülmesi ve bu güçlerden ABD çıkarlarına uygun şekilde istifade edilmesi, 
- Terörist eylemlerde kullanılabilecek olan kitle imha silahlarının yok edilmesi, 
- Mali ve ekonomik yardım suretiyle bölgede ABD nüfuzunun yaygınlaştırılması, 
- Batı karşıtlığına yol açan anlaşmazlıkların ortadan kaldırılması. 


E. Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye 

Büyük Orta Doğu ve genişlemiş Avrupa coğrafyaları, ilgi ve etki alanları açısından birbirlerini etkilemektedirler. Akdeniz, Türkiye, Kafkaslar ve Orta Asya Türk dünyası coğrafyaları bu iki büyük gücün coğrafi açıdan kırılma noktalarını oluşturmaktadırlar. Türkiye, coğrafi konumu itibarı ile Büyük Orta Doğu'nun merkezinde yer almaktadır. 

BOP coğrafyasının büyük kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ve yukarıda belirtildiği özelliklere sahip istikrarsızlıkların hâkim olduğu bir alandır. Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya gibi dünyanın en sorunlu bölgelerinin arasında bir istikrar adası durumunda olan tek ülke Türkiye’dir. Türkiye, bir yandan tarihsel kültürel nedenlerle Orta Doğu’daki çıkarlarını korumakta, öte yandan da Atatürk’ün “Yurtta Barış Cihanda Barış” ilkesini izleyerek Batı ile Doğu arasında köprü işlevini sürdürmektedir. 

BOP uygulamalarının arka planında küreselleşme politikalarının yürütüldüğü “Yeni Dünya Düzeni” bulunmaktadır. Dünya egemenliği için araç olarak kullanılan küreselleşme süreci, “küresel terörizm” olgusu, geleceğin stratejik kaynakları ve bu kapsamda petrol başta olmak üzere enerjinin kontrolü süreci burada bulunmaktadır. Soğuk savaş öncesi ve sonrası uygulanan stratejileri birbiriyle ilişkilendiriliğinde, “Yeni Dünya Düzeni” ile sonuçlandırılmak istenen küresel resim ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, 11 Eylül küresel “terör” olayının ve sonrasında Afganistan’ın ve Irak’ın işgalinin birbiriyle bağlantılı bir süreç olduğu anlaşılmaktadır. 

Türkiye’nin Atatürk’ten bu yana kazandığı 83 yıllık Cumhuriyet mirasının reddi söz konusu edilmektedir. Ülke içten çökertilmeye çalışılarak yozlaştırılmakta, IMF aracılığıyla 325 milyar dolar civarındaki borcu ile borç sarmalına sokulmakta, Avrupa Birliği hedefinin istismar edilmesiyle yaklaşık yarım yüzyıl daha sürecek bir macera içinde dönüştürülmek istenmektedir. Bunun için Türkiye’nin üniter ulus devlet yapısı, ulusal gücü zayıflatılmaya çalışılmaktadır. 

Türkiye Cumhuriyeti, stratejik bir biçimde, AB içinde içsellileştirilerek asimile edilme tehlikesi yaşarken Irak’ın kuzeyinde de harekete ulusçu bir 
yön verilmektedir. 

Dünya piyasalarının önde gelen spekülatörü Soros, Türk Ordusu konusundaki açıklamasında, aslında kendi fikrini olduğu kadar söz konusu güçlerin düşüncesi ni de “En iyi ihraç malınız Ordu” mesajıyla iletmiştir. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri doğal olarak böyle bir stratejiye geçit vermemektedir. İçeride ve dışarıdaki güçlerin destekçileri, karşılarındaki en önemli engelin de bu olduğunu görmektedirler. Bu nedenle bunların önemli hedeflerinden birisi de Türk Silahlı Kuvvetleridir. 

BOP içinde uygarlıkların buluştuğu bir ülke olan Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik önemi, Soğuk Savaş döneminde bir kez daha gündeme gelmiştir. 11 Eylül’den sonra Türkleri gerçekten isteyip istemediğini tam olarak ortaya koyamayan; ancak Türkiye’ye jeostratejik açıdan ihtiyaç duyan AB, Türkiye’nin hassasiyet taşıyan iç sorunlarının derinleşmesi pahasına Türkiye’nin AB’ye girme sürecini manipüle etmeyi sürdürmeye devam etmektedir. Türkiye, bu kritik döneme borçlanmış, sıkıştırılan ve önemli sorunları olan bir ülke olarak girmiş bulunmakta dır. 

Bütün bu gelişmelerin ortasında ve tehditlerin odağında olan Türkiye üzerinde, bazı medya kuruluşlarının da yardımıyla yoğun olarak dezenformasyona dayanan bir bilgi savaşı cereyan etmektedir. 

Ülke ayrılıkçı etnik “terörizmin” ve irticai hareketlerin hedefi hâline getirilmeye ve ülkede laik-antilaik kutuplaşması yaratılmaya çalışılmaktadır. 

Ayrışma olarak nitelenen bu tür eylemler ile tüm süreçler, kısır döngüye itilmektedir. Kısır döngü içine sürüklenen devlet giderek enerji yitirmektedir. 
Devletin tüm kurumları, yasama, yürütme ve yargı süreçleri etki altına alınarak Türkiye “Sevr”e benzer bir ortama sürüklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, gelenekselleşmiş yapısı nedeniyle çoğu zaman kararsız bir durumda kalmaktadır. Halkın büyük bir bölümü AB propagandalarıyla yanıltılmaktadır. 

Küresel jeopolitik değişimler, algılama sınırlarını zorlayacak bir hızla sürmektedir. Türkiye klasik “müttefiki” durumundaki Amerika Birleşik 
Devletleri ve son zamanlarda ilişkilerini geliştirdiği İsrail ile geleneksel bağlantısını zaman zaman sorunlu da olsa hâlâ korumaktadır. 

Ancak bölgesel gerçeklere dayanan “Güneydoğu Sorunu” nedeniyle stratejisini uzun süre uyguladığı “Bekle Gör”den, proaktif girişimlere çevirmekte olan  Türkiye, kaynakları ve askerî gücü ile Batılı devletler tarafından tecrit edilmek istenen bir hedef durumunda bulunmaktadır. 

Günümüzde AB’nin, Türkiye’yi parçalayarak içine almak istediğini öne sürenler ve bunun karşısında olan düşünceler bulunmaktadır. AB’nin, bir yaklaşıma göre de İsrail’in güvenliği için misyonu olan Türkiye, ABD’nin çıkarları açısından ihtiyaç duyuldukça yararlanılacak bir ülke durumundadır. 

Kıbrıs, Ege Sorunu ve nihayet Güneydoğu sorunlarıyla çevrelenmiş olan Türkiye’nin, kendi yaşamsal çıkar alanlarına uzanması engellenmekte, 
Türkiye, içten ve dıştan kuşatılmaya çalışılmaktadır. Türkiye için federatif düzenlemeler düşlenmekte ve AB platformlarından dile getirilmektedir. 

Bütün bunlar ile Türkiye’nin tarihî refleks göstermemesi için yıllarca gerekli önlemler alınmaya çalışılmış, ülke içerisindeki uzantılarla, kısır döngü 
içerisinde enerji kaybetmesi sağlanmıştır. Kimi zaman sağ-sol, kimi zaman bölücü, kimi zaman irtica sorunu ek olarak tesis edilen kültürel, sosyal, 
siyasal ve ekonomik bunalımlar ile kısır döngülerin içine sokulan Türkiye’nin, çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesine engel olunmak istenmektedir. 

Türkiye BOP kapsamında, Bilgi Harbi’nin, dolayısıyla da içinde ekonomik ve psikolojik harbin yer aldığı postmodern bir Haçlı Seferi’nin odağında ve 1815 Viyana Kongresi’nden bu yana resmen seslendirilen “ Şark Meselesi”nin hedefinde bulunmaktadır. Türkiye manipüle edilerek tüketilmeye ve dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Türkiye, içeriden ve dışarıdan, her yönden ve türlü yöntemler kullanılarak kuşatılmaktadır. 


Soğuk Savaş’ın hemen ertesinde, Avrasya’da, konjonktürün sunduğu fırsat ortamı, sığ zihniyet yüzünden 1990’lı yılların da heba edilmesine yol açmıştır. Türk Cumhuriyetler ile yakın ilişki stratejisi iyi belirlenememiştir. Reel politik sınırlar iyi çizilememiş, iç politikada konuyla ilgili ortak bir vizyon 
oluşturulamamıştır. 

Türkiye Cumhuriyeti için jeopolitik durum gereği, ivedi çözüm bulunması gerektiren sorunlar katlanarak artmaktadır. Bu sorunların ancak bölgesinde güçlü, devleti milleti bütünleşmiş bir ülkeyle üstesinden gelinmesi mümkün olduğu değerlendirilmektedir. 

ABD, bölgenin etnik ve dinsel farklılıklara göre haritasını yenilemektedir. Bölgenin haritası değiştirilirken Türkiye açısından da önemli olan etnik gruplara verilmek istenen “kendi yazgısını belirleme hakkı” bölgeyi kanlı çalışmalara ve kaos ortamına sürükleyebilecektir. 

F. Sonuç ve Değerlendirme 

Katılımcı ülkeler açısından Büyük Orta Doğu Projesi'nin gerçekleşmesi durumunda; yaklaşık 15 milyon km2'lik geniş bir coğrafya üzerinde 25 ülke, 393 milyon nüfus ve 886 milyon dolarlık bir potansiyel güç müşterek bir jeopolitik oluşum meydana getirebilecektir. Dolayısıyla böyle bir oluşum; terör kaynaklı tehdit başta olmak üzere bölgeyi güvenli bir boyuta taşıyabilecek, totaliter rejimler izole edilerek modern yönetim uygulamalarına imkân ve zemin hazırlanabilecek, bölgenin doğal imkânları global sermayenin hizmetine sunulabilecektir. 

Washington yönetiminin ortaya atmış olduğu "Büyük Orta Doğu Vizyonu", ABD'nin Orta Doğu’da kapsamlı bir değişim ve dönüşüm sürecini başlattığına işaret etmektedir. Proje ile ilgili tüm olumsuz spekülasyonlara rağmen ABD bu proje kapsamında önümüzdeki dönemde bölgede ekonomik, siyasi, askerî, sosyal ve kültürel alanda atılmış olan adımların devam edeceği ortaya çıkmaktadır. Sonuçlarını şimdiden kestirmek zor olsa da atılan adımlar neticesinde bölgede ciddi değişimlerin devam edeceği değerlendirilmektedir. Ancak bu adımlarda başarı şansını da kestirmenin zor oluşu ve başarısızlığın daha yüksek gibi gözükmesi bölgede yeni kargaşaların ve sorunların ortaya çıkmasına neden olacaktır. 

Bu proje ile: 

- Cebelitarık'tan Süveyş ve Hazar stratejik eksenlerine kadar uzanan Orta Doğu coğrafyası, Okyanus ötesi bir güç olan ve İngiltere ile hareket eden ABD'nin her bakımdan kontrolü altına girecek ve Kenar Kuşağı güneyden tamamlayan bu coğrafyadaki Anglosakson etkinliği daha da güçlenecektir. 

- Yalnız coğrafi alanla sınırlı olmayan bu proje, bölge devletlerinin jeopolitik bütünleşmesi, stratejik ve jeostratejik yönüyle de süper gücün ağırlıklı olarak etki ve ilgi alanına gireceğinden; özellikle Avrasya coğrafyasında mevcut veya oluşmakta olan diğer güç merkezleri için jeopolitik ve jeostratejik tecrit sonucunu doğuracaktır. 

- Bu boyutta oluşacak jeopolitik ve jeostratejik tecrit, hem Avrupa Birliği ve hem de tekrar süper güç olmak yönünde yeni bir jeopolitik görüşe sahip olan Rusya Federasyonu kadar Şanghay İş Birliği Teşkilatı ve özellikle de bu oluşum içinde yer almak arzusunda olmayan ulus devletler ve millî politikaları esas alan ülkeler üzerinde etkili olacaktır. 

Bu projenin hayata geçirilmesi ile bir taraftan Süper Güç durumunda olan ABD'nin kendisi için potansiyel tehdit olma riski gösteren mahalli, bölgesel ve genel mahiyetteki oluşumlara karşı durumu güçlenirken diğer taraftan Akdeniz, Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya coğrafyası üzerindeki etkinliği artarak devam edecektir. 

Bir başka boyutuyla, giderek Avrupa'daki varlığı ve etkinliği sıkıntıya düşen ABD ve İngiltere'nin bu proje ile ortaya çıkan sıkıntıları da bertaraf edilebilecektir. Diğer önemli bir husus da Büyük Orta Doğu Projesi ile Atlas Okyanusu, Büyük Okyanus ve Hint Okyanusu’nda faaliyet gösteren ve hava gücü ile bütünleşen Anglosakson deniz gücünün, özellikle Süveyş ve Basra stratejik mihverlerindeki varlığı ve etkinliğiyle daha güvenli bir boyutta entegre edilebilme avantajı sağlanmış olacaktır. 

Bu projenin: 

- Petrol rezervleri azalan ABD’nin küresel üstünlüğünün, Avrasya, özellikle Orta Doğu Enerji Kaynakları’nın, kontrolüne bağlı olduğu, 
- Petrol ve doğal gaz rezervlerinin XXI. yüzyılın ilk yarısında en önemli enerji kaynaklarını oluşturacağı, 
- Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgesinin küresel enerji tüketimini karşılayan en önemli coğrafi bölge olacağı, 
- “Büyük Orta Doğu Projesi”nin aslında bölgenin sahip olduğu enerji kaynaklarını ve ulaştırma hatlarını kontrol amacı ile geliştirilmiş bir proje olduğu, 
- ABD’nin Orta Doğu enerji kaynaklarını kontrol girişimlerinin çatışmaların asıl nedenini oluşturacağı, ABD’nin, küresel terörü bu amaçla bahane olarak kullanacağı, 
- ABD’nin küresel terörü tahrik ederken durumun kanlı bir “Medeniyetler Çatışması”na dönüşebileceği, 
- ABD’nin Büyük Orta Doğu’daki muhtemel hedeflerini tahmin edebilmek için hangi ülkelerde önemli enerji rezervi olduğunun ve hangi coğrafi bölgelerin enerji  ulaştırma hatlarını denetlediğinin araştırılmasının yeterli olabileceği, 
- ABD’nin hedeflerini ele geçirmesi için yeterli askerî gücünün ve gerçekçi bir stratejisinin olmadığının Afganistan ve Irak’ta kanıtlandığı; bu gerçeğin mücadeleyi bugün geldiği nokta dikkate alındığında küresel bir kaosa dönüştürebileceği değerlendirilmektedir. 

Projenin geldiği bugünkü noktada bölgede neden olduğu değişimler şunlardır: 

- Küreselleşen kapitalizm, AB örneğinde olduğu gibi bloklaşırken, Orta Doğu’nun feodal yapısını siyasallaştırarak parçalamakta, böylece ulus devletlerin millî kalkınma stratejilerini, ulusal varlıklarını, askerî yapılarını imha etmektedir. 
- Feodalleşen Orta Doğu coğrafyası, Irak’ın kuzeyindeki oluşumlar örneği, bölgenin küresel kapitalizme entegrasyonunu hızlandırmakta; ancak 
söz konusu entegrasyon, Orta Doğu ülkelerinin periferileştirilmesini sağlamaktadır. Açık pazar hâline gelen bölgede, küreselleşen kapitalizm, 
ulus devleti engel olarak görmekte, parçalanma sürecini tetiklemektedir. 

Türkiye Cumhuriyeti açısından sonuçlar ve yapılması gerekenlerle alınması uygun olacağı değerlendirilen tedbirler aşağıya çıkarılmıştır: 

- Uluslararası sistem, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük stratejik dönüşümle karşı karşıya bulunmaktadır. Böyle dönemlerde, uluslararası ilişkilerde ağırlığı zaten sınırlı olan hukuk/adalet kavramının etkisi iyice azalır; güç tek belirleyici etken hâline gelir. Dolayısıyla son dönemdeki BM zemininin iyice yıpranmış olmasına ve ABD’nin kaba gücünü ortaya çıkaracak şekilde uygulamalar yapmasını yadırgamamak gerekmektedir. Tehlikeleri fırsatlara dönüştürebilmesi için Türkiye’nin uluslararası sistem içindeki manevra alanını olabildiğince genişletmesi gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Atatürk döneminde uygulanan denge politikasını, abartılı, hatta biraz da maksatlı bir korku psikozuna girerek terk eden ve kaderini kayıtsız şartsız Batı’ya bağlayan Türkiye, gücünü sisteme yansıtabilmesine olanak sağlayacak adımlar 
atmalıdır. 

- Türkiye bir yandan Şanghay İş Birliği Örgütünün baş aktörleri olan Rusya ve Çin’le, bir yandan da AB’nin baş aktörleri olan Almanya ve Fransa ile ulusal çıkarlarımızı ön plana alan, dengeli ve ölçülü ilişkilere dayalı gerçekçi bir siyasi iş birliği zemini oluşturulmalıdır. Kuşkusuz bu ülkelerle siyasi ilişkilerin geliştirilmesi ABD’nin dışlanacağı anlamına gelmemelidir. Fakat bu ülkenin, Yahudi, Rum ve Ermeni lobilerini kullanarak Türkiye’nin ulusal çıkarlarını göz ardı eden politikalar üretip uygulaması karşısında sessiz ve tepkisiz kalınmamalıdır. Türkiye’nin Almanya ve Fransa ile gerçekçi bir iş birliği zemini oluşturması AB ile olan ilişkilerimizin de mevcut sağlıksız içeriğinden sıyrılmasını ve yıllardır süregiden onur kırıcı perspektifinin yerini, onurlu bir iş birliği perspektifinin almasını sağlayabilecektir. Böylece, Türkiye “demokratik leşme” kurgusuna dayalı ödünler vermekten kurtulacak; yıllardır verdiği ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan ödünlerden bir kısmını geri alabilecektir. 

- ABD’nin BOP çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği “cephe ülkesi” rolü, hem Avrupa hem Rusya, hem de bölge ülkelerinin gözünde Türkiye’yi, ABD’nin global çıkarlarını dayatmak için kullandığı bir araç konumuna getirecek ve tüm Avrasya bölgesinin tepkisine yol açacaktır. Türkiye, bulunduğu coğrafyada kendisine tavır alınması sonucunu doğuracak böylesine tehlikeli bir rolü asla kabullen memelidir. 

- Türkiye’nin; ekonomik sorunlarını köklü çözümler uygulayarak aşması; yaşanan dönüşüm sürecini gerektiği gibi izleyip değerlendirebilen, 
bilgi birikimine sahip insanları bir araya getiren bir beyin takımı oluşturması; içeride siyasal, ideolojik etnik, dinsel çatışmalara kesinlikle meydan 
vermemesi gerekmektedir. 

- Ulus devletimizi parçalamaya yönelik tuzaklara karşı uyanık olunmalı, ulusal birlik ve bütünlüğe yapılan vurgu artırılmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye’de son 60 yılda uygulanan liberal politikaların bu amaçları gerçekleştirmekte ve ne ölçüde yeterli olduğu sorgulanmalıdır. 
- Yakın tarihimizde, aynı zamanda devletimizin kurucusu olan Mustafa Kemal ATATÜRK gibi bir büyük strateji dehasının ne yaptığına bakmamız, 
Türkiye’nin bugün ne yapması gerektiğini anlamamıza yeterli olacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Sabah Gazetesi; 29 Şubat 2004, s. 22. 
2 Immanuel Walersteın; 21. Yüzyılda Siyaset, Aram Yayıncılık, Çev. T. DOĞAN-E. ABDOĞLU (İstanbul, Mart 2004 ),s. 102. )
3 Zbigniew Brezinski; The Grand Chessboard, New York: Harper Collins Publisers, 1997, s. 72. 
4 Dr. Sait Yılmaz; 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, Alfa Yayınları, İstanbul 2006, s. 327. 
5 Abdullah Şahin; Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye, Truva Yayınları, İstanbul, 2004, s. 38-42. 
6 Wynne Godley, Alex Izurieta, Gennaro Zezza; ''Why net exports must now be the motor for U.S. growth'' , Cambridge Endowment for Research in 
   Finance - Levy Economics Institute – Bard College, Temmuz 2004. 
7 Ergin Yıldızoğlu; “Hurmalar ve Dr. Faustus Üzerine”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2005, s. 13. 
8 Irina Zvyagelskaya; What Strategy for the Greater Middle East?” (A Russian Perspective. 
9 Dr. Kur. Kd. Alb. (E) Veli Küçük; Jeo-astrol Politikalar s. 120. 
10 Turkish Military Representive (TMR); s. 22. 

Kaynaklar ;

AKAR, Atilla; Büyük Orta Doğu Kuşatması, Timaş Yay., 2. Baskı, Ekim 2004. 
ARI, Tayyar; Uluslararası İlişkiler Teorileri-Çatışma, Hegemonya, İş birliği”, 1. Basım, Alfa Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şirketi, İstanbul 2002. 
BREZINSKI, Zbigniew; The Grand Chessboard, New York: Harper Collins Publisers, 1997. 
BUSH, W. George; State of the Union, January 28, 2003 www.whitehouse.gov/news/releases/2003/01/20030128-19.html. 
Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye Çalışması, Harp Akademileri K.lığı, 2003. 
CSIS Orta Doğu Programı; www, csis.org/mideeast/online.html, 25 Ekim 2005. 
“Cumhuriyet Strateji”; İ.Yaşar HACISALİHOĞLU, BOP Avrupa, Rusya, Çin ve Hindistan’ın Yaşam Alanını Daraltıyor, ABD’nin Kalıcı Egemenlik Arayışı, 08 Kasım 2004. 
DOĞANAY, Şenol; “Çatışmanın Arka Planı”, 2003 Der., Ekim 2001. 
Dünya Enerji Kaynakları ve Politikaları; “Ağırlık Merkezi” Ders Notları, Hazırlayan; İsth. Alb. M. A. İKBAL, TSK İsth.Ok. Stratejik İsth.Ok. K.lığı 2005. 
EVCİOĞLU, Kemal; Amerika Birleşik Devletleri’nin Büyük Orta Doğu Projesi, Umay Yay., Eylül 2005. 
GÜREL, Şükrü Sina; “Orta Doğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri”, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1979. 
GÜRSES, Emin; “ABD Dış Politikasında Realizm ve İdealizm”, Jeopolitik Dergisi, Sayı 7, Yaz 2003. 
HAN, Ahmet K.; “Tarafsızı Olmayan Savaş Yeni Muhafazakar Komplo ve Bush Doktrini”, Kartalın Kanat Sesleri-ABD Dış Politikasında Yeni 
Yönelimler ve Dünya, Der. Toktamış ATEŞ, 1. Baskı, Ankara: Ocak 2004. 
KAYNAK, Mahir; “Amerika; 11 Eylül, Afganistan, Irak”, 1. Basım, İstanbul, İlk Yayınları, Ekim 2003. 
KISSENGER, Henry; Diplomasi, Ankara, Tür.İş Bankası Kültür Yay., 2002. 
MAHALLİ, H.; Yeni Şafak, 11 Ağustos 2004. 
NYE, Joseph; The Paradox of American Power, Newyork: Oxford University Press, 2002. 
Metin; Osman ÖZTÜRK, “11 Eylül Sonrasında Orta Doğu ve Irak”, Jeopolitik. 
ŞAHİN, Abdullah; Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye, Truva Yay. 2004. 
ŞİMŞEK, Ayhan; “ABD’nin Yeni Küresel Savunma Stratejisi”, Cumhuriyet Strateji, Temmuz 2004. 
ULUĞBAY, Hikmet; “21 nci Yüzyılın Petropolitiği ve Türkiye”, Cumhuriyet Strateji, 19 Temmuz 2004. 
YILMAZ, Veli; Kur. Kd. Alb.(E), Jeo-Astral Politikalar, Harp Akademileri Basımevi, 2005. 
YILDIZ, Y. Gökalp; Akşam, 26 Mayıs 2004 Perşembe. 
Z. DOĞANAY, Fikret ATUN; “Orta Doğu’nun Jeopolitik ve Jeostratejik Yönden İncelenmesi”, Ankara-1994.