İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ekim 2020 Cumartesi

ULUSLARARASI İLİŞKİLER GÜNDEMİ BÖLÜM 1

ULUSLARARASI İLİŞKİLER  GÜNDEMİ  BÖLÜM 1




TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAKİ YUMUŞAK GÜCÜ

Sedat LAÇİNER

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bugüne Türkiye bölgesinde daha etkili bir aktör olmaya doğru ilerliyor. Geçmişte sürekli olarak ‘potansiyel’ olarak değerlendirilen ilişkiler adım adım somut ilişkiler haline gelmeye başlıyor. Türkiye ‘sahaya indikçe’ Ortadoğu, balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere yakın çevresindeki yumuşak gücünü de keşfetmeye, bunun tadına varmaya başlıyor. İsrail-Filistin, Pakistan-Afganistan, Suriye-İsrail ya da İran-İsrail gibi rakip kampların her iki kanadı da kendilerini Türkiye’ye yakın bulabiliyor. 2007 yılının 2. dönemi Türkiye’nin 
söz konusu yumuşak gücünü daha fazla fark ettiği bir dönem oldu. Bu nedenle bu çalışmada Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini ele almak yararlı olabilir.

1. İSRAİL-FİLİSTİN ANKARA BULUŞMASI

Daha önce başka bir ‘küskün kardeşler’ olan Pakistan Devlet Başkanı Müşerref ile Afganistan Devlet Başkanı Karzai’ye ev sahipliği yapan Ankara Kasım 2007’de bu kez dünyanın en ünlü ‘düşmanları’nı bir araya getirdi. İsrail ve Filistin Devlet Başkanları Ankara’da. Şimon Peres ve Mahmud Abbas’ın Ankara ziyareti birçok açıdan ilk oldu: İlk kez bir İsrail ve bir Filistin devlet başkanı Türk meclisine hitap etti. Peres’in Meclis’teki konuşması İsrailli bir devlet başkanının Müslüman bir ülke meclisinde yaptığı ilk konuşma oldu. Dahası ilk defa iki lider birbirlerini bir başka ülkenin meclisinde dinlediler. 

Bazıları bu ilkleri önemsemeyebilir ve sıradan ‘diplomatik oyunlar’ sayabilir. Ancak iki liderin Ankara ziyaretleri Türkiye’nin (büyük) Ortadoğu’daki ‘yumuşak gücü’nü açık seçik ortaya seriyor. Türkiye gerektiğinde Filistinlileri de, İsraillileri de azarlıyor, sert bir dille eleştirebiliyor. 
Ancak gerektiği zaman her ikisi ile en yakın ilişkileri de sürdürebiliyor. Pakistan ve Afganistan’ın Türkiye’ye duydukları güven, ama birbirlerine duydukları 
güvensizliğin bir benzeri de Filistin ve İsrail tarafında mevcut. Türkiye ile geçinebilenler, birbirleri ile geçinemiyorlar, hatta bir araya dahi gelmekte 
zorlanıyorlar. Aynı durum Irak’ın içinde bile söz konusu. Şiiler de Sünniler de Türkiye’yi kendilerine yakın görebiliyorlar. Böyle bir pozisyona sahip ikinci bir ülke 
bulabilmek gerçekten çok zor. Başka bir deyişle uzun yıllar sırtını Ortadoğu’ya dönen Türkiye yüzünü bölgeye dönmeye başladıkça ve bölgeyi tanıdıkça 
burada kendisi için ‘büyük bir servetin’ olduğunu fark ediyor, daha da fark edecek.
İsrail ve Türkiye Her şeyden önce Türkiye ve İsrail bölge sorunlarının çözümünde iki farklı ekolü temsil ediyorlar. İsrail (ABD ile birlikte) sorunların çözümünü lider, rejim ve hatta sınır değişikliklerinde görüyor. Irak’ın üçe, en azından ikiye bölünmesi İsrail’in gönlünden geçen bir dilek. Irak gibi bir Arap devinin yeniden, karşısına eski haliyle dikilmesini istemiyor. Dahası Suriye ve İran’ın da ABD eliyle hallini umuyor. 
Suriye’de rejim değişimi, Suriye’nin birkaç parçaya bölünemese bile Lübnan ile ilgilenemeyecek kadar zayıflaması ve iç işlerine dönmesi İsrail’in bir diğer gizli 
dileği. İran’ın ise en azından gücünün budanması ve elini Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin’den çekmesini bekliyor Tel Aviv. İsrail Irak ve diğer ülkelerde tüm 
bu süreç cereyan ederken Filistin sorununu bir veya iki güçsüz ama Batı yanlısı devlet(ler) kurdurarak çözmenin planlarını yapıyor. 
Elbette bu planlarda Türkiye’nin İsrail’in yanında yer alması İsraillilerin en büyük dileği. Aslına bakılırsa İsrail’in derdi Ortadoğu sorunlarına kalıcı çözümlerden 
çok üzerindeki yükü başka ülkelerin sırtına yükleyebilmek.
Türkiye ise Ortadoğu sorunlarının çözümünün lider, sınır veya rejim değişiklikleri ile çözülemeyeceğini, aksine böylesine ‘yüzeysel’ bir yaklaşımın sorunları içinden çıkılamaz bir hale getireceğini düşünüyor. Irak’ın da Filistinleşme sürecine girmiş olması Türkiye’nin kendi tezini savunurken kullandığı önemli kanıtlarından biri. Ancak Türkiye’nin ABD’yi, ya da İsrail’i ikna edebilmesi kolay değil. Bu nedenle Türkiye her iki devletin politikalarını da belli bir noktaya kadar veri olarak almak ve ona göre tedbir geliştirmek zorunda kalıyor.
Türkiye-İsrail ilişkileri ekonomik rakamlar dikkate alındığında tarihinin en iyi düzeyinde. 2007 yılının ilk 6 ayında Türkiye-İsrail ticaret hacmi 1.2 milyar doları 
aştı. Bunun 782 milyon doları Türkiye’nin İsrail’e ihracatı ve bir önceki yıla göre % 29’luk bir artışa denk düşüyor. 1997 tarihli serbest ticaret anlaşması ticari 
ilişkilere ciddi bir ivme getirirken turizm alanında da iyi ilişkiler hızla gelişmeye devam ediyor. 
Türkiye şu anda İsrail’in Ortadoğu’daki en büyük ticari ortağı durumunda. Doğrudan yatırımlar ve diğer faaliyetler dikkate alındığında iki ülke arasındaki toplamekonomik faaliyetlerin 10 milyar doları aştığı tahmin ediliyor. Bu da İsrail gibi nispeten küçük bir ülke için kayda değer bir rakamdır.



Türkiye-İsrail Ticaret Hacminin Seyri


Peres ile Türk yetkililer arasındaki görüşmelerde ekonomik ilişkiler elbette gündeme geldi. Ancak gündem bununla sınırlı değildi ve oldukça yüklü oldu. 
Doğal olarak ilk sırada Filistin sorunu görüşüldü. Türk, İsrailli ve Arap işadamlannı tek bir hedef doğrultusunda bir araya getirmeyi amaçlayan Ankara Forumu’nun Batı Şeria’da bir sanayi bölgesi oluşturması, böylece Filistin’in ekonomik sorunlarını azaltarak barışa katkıda bulunması Türkiye açısından önemli bir adım oldu. Peres de bu girişimi çok yararlı bulduğunu çeşitli defalar tekrarladı.
Şüphesiz iki taraf için de önemli bir diğer konu güvenlik ve terör. İsrailliler İran’ın terörü desteklediğini ve nükleer silahlar elde etmeye çalıştığını her vesile ile 
tekrar ediyorlar ve Türkiye’den de benzeri bir tavır bekliyorlar. Ancak Gül-Peres görüşmesinde tarafların İran konusunda net görüş farklılıkları olduğu anlaşıldı. 
Cumhurbaşkanı Gül, Peres’in iddialarının önemli bir kısmına katılmadı.

Güvenlik boyutunda İsrail’in bir diğer önemsediği konu da Türkiye’ye silah satışı. Silah sanayi İsrail’in önemli gelir kaynaklarından. Çoğunlukla ABD lisanslı 
silahları Washington’un izni ve çoğu kez maddi desteği ile İsrail’de üretiyorlar. Bazı silahlarda ufak değişiklikler yaparak İsrail malı versiyonlar da elde 
ediyorlar. Malum Ortadoğu’daki en iyi silah alıcılarından biri de Türkiye ve İsrail Türklere silah satmayı, silahlarını modernize etmeyi çok istiyor. 

Bu konuda hiçbir fırsatı kaçırmamak için elinden geleni yapıyor. Jerusalem Post’un haberine göre Peres bu gezide Türkiye’ye Arrow balistik füze savunma 
sistemi ile Ofek casus uydularının satışını da gündeme getirdi. Arrow (İngilizce ‘ok’ anlamına geliyor) füze savunma sistemi 1986’dan bu yana ABD’nin 
maddi desteği ile sürdürülüyor. Bu desteğin şimdiye kadar 2 milyar doları aştığı belirtiliyor. Sistem Scud ve Şahap 3 (İran) füzelerine karşı denendi ve 
başarılı bulundu. Halen sistemin Arrow II’si geliştirilmiş durumda ve geliştirme çalışmaları sürüyor. Sistemin daha çok Irak ve İran’a karşı geliştirildiği açık. İsrail’in Türkiye’ye pazarlarken ki argümanı da Türkiye’nin bu sisteme İran’a karşı ihtiyaç duyabileceği varsayımına dayanıyor. 
İsrail Arrow’u Hindistan’a da satmak istedi. Ancak ABD’nin muhalefeti nedeniyle sadece radar kısmı satılabildi. Ofek (İbranice ‘Ufuk’ anlamına geliyor) ise 
İsrail tarafından üretilen bir casus uydu. Bir arabanın plakasını dahi okuyabildiği iddia ediliyor. Üzerinde çeşitli sensörler bulunuyor ve işletme ömrü olarak 
1-3 yıllık süreler belirtiliyor. 
1988’de başlayan çalışmalar şu anda Ofek 7’ye ulaştı. Ofek’in Türkiye’ye katkısı şüphesiz Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da istihbarat toplamada olacak. 
İsrail 2008 başı itibariyle bu ürünleri Türkiye’ye satabilmek için hala lobi yapıyor. Ankara göüşmesinden sonra savunma alanındaki önemli bir gelişme 
Türkiye’nin İsrail’den kiraladığı insansız uçakları PKK’ya karşı yoğun bir şekilde kullanmış olmasıdır.

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres Ankara Görüşmesi esnasında “teröristler F-16 ile kovalanmaz. F-16 ile takip ederek terörle mücadele edemezsiniz. 
Nano gibi yeni teknolojileri kullanmak gerek” derken çantasındaki diğer satılık ürünlere de işaret ediyordu. Bunlar arasında hafif çelik yelekler de var. 
Peres’in sözleri aslında Türkiye’nin yumuşak karnına da işaret ediyor. USAK raporlarının Haziran 2006’da dile getirdiği “balyoz ile sivrisinek öldürülmez” 
sözünün başka bir versiyonunu böylece İsrail’in ağzından da duymuş oluyoruz. 
Nitekim 5 Kasım Zirvesi’nin ardından ABD Başkanı Bush da “sizde istihbarat yok, sizdeki istihbarat ile terörist avlanmaz” mealinde sözler söylemişti. 
Türkiye bu konudaki açıklarını kapayamadığı sürece ABD ve İsrail gibi ülkelerden hem tavsiyeler almaya devam edecektir, hem de bu konuda karşı ülkelere 
ciddi bir koz verecektir.

Görüşmelerdeki bir diğer gündem maddesi de KKTC oldu. Kıbrıs’ta ipler neredeyse tamamen Rumların eline geçtiği için Türkiye’nin manevra alanı tamamen 
daralmış durumda. Buradan çıkışın tek yolu tam bağımsız bir KKTC: Fakat Hükümet, tıpkı kendisinden önceki hükümetler gibi, bu konuda gerekli cesareti gösteremiyor. 
Bu nedenle doğrudan ticaret, doğrudan ulaşım, temsilcilik vb. ara formüller aranıyor. Suriye ile KKTC arasında başlatılan feribot seferleri bu türden önlemler arasındaydı. 
İsrail’den de aynı tür bir uygulama bekleniyor. Hayfa ile Gazi Magosa arasında feribot seferlerine başlanabilmesi ve KKTC’de İsrail’in ticari temsilcilik açması 
Peres’e götürülen öneriler arasında. İsrail’in bu konuda Türkiye’yi ‘kırması’ için herhangi bir neden görünmüyor. Ancak geçen aylar içinde ciddi bir adım da atılmış değil. Hatta KKTC’nin Tel Aviv’de temsilcilik açması önerisinin İsrail tarafından reddedildiği Aralık 2007’de Ha’aretz sayfalarına yansıdı.

Filistin ve Türkiye

Diğer konuk Mahmut Abbas’ın gündemine bakacak olur isek burada işbirliği olanakları daha sınırlı kaldı. Filistin, Hamas’ın Gazze’de kendi idaresini ilan 
etmesinden sonra fiiliyatta iki ayrı ülkeye dönüştü. Mısır-İsrail arasındaki Gazze Hamas kontrolünde ve Batı medyasında ‘Hamasistan’ olarak da adlandırılıyor. Bazı yorumculara göre İsrail bu durumdan hayli memnun. ‘Büyük bir Filistin ile kuşatılmaktansa iki küçük Filistin daha iyi’ diye düşündüğü söyleniyor.

Türkiye’nin Filistin konusundaki en önemli hatası ise Hamas liderini Ankara’ya çağırmak olmuştu. Her ne kadar Başbakan Erdoğan kendisiyle görüşmekten kaçındıysa da Hamas’ı Ankara’da görmek ABD ve İsrail için en kötü kâbuslardan daha kötü bir kâbustu. Ne yazık ki bunun maliyeti Türkiye’ye Kuzey Irak’ta ve Ermeni meselesinde çıkarıldı. TOBB’un inisiyatifiyle başlayan ve Türkiye’nin devlet olarak sahiplendiği yaklaşım Filistin için üretilmiş tek ciddi proje konumunda. Eğer başarılı olur ise hem Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu güçlendirecek, hem de İsrail-ABD yaklaşımlarının alternatifi pratikte geliştirilmiş olacak.
Özetle Türkiye uzun yıllar gönülsüz olduğu Ortadoğu’da istekli ve güçlü bir aktör olarak belirmeye başladı. Eğer Ortadoğu’da Türkiye lehine olan zemin iyi 
kullanılabilir ve ciddi hatalar yapılmaz ise Türkiye’siz bir Ortadoğu düşünmek zorlaşır ve Türkiye istikrar sağlayıcı bir güç olarak güneyini bir bataklık olmaktan 
çıkarmaya ciddi katkılar sağlayabilir.

Bundan sonrası için Ankara’da görmeyi arzuladığımız başka ikililer de var elbette ve bunların başında Esad ile Peres geliyor. Olanaksız mı? Türkiye başkaları 
için olanaksız olanın gerçekleşebileceği bir iklim. Eğer Türkiye bu tür ikilileri Ankara’ya getirmeye devam edebilir ve marjinal ülke ve gruplar ile ‘kör gözüne’ 
görüşmelerden kaçınabilir ise son derece zor bir süreci büyük kazanımlar ile tamamlayabilir.

***

9 Mayıs 2020 Cumartesi

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ

COVİD-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL SORUNLAR VE ORTADOĞU MESELELERİ




COVID-19 PANDEMİSİNİN GÖLGESİNDE KALAN KÜRESEL POLİTİKA VE ORTADOĞU’NUN GÜNDEMİ

Mehmet BABACAN*
* Bursa Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora  Öğrencisi ve YÖK 100/2000 Proje Asistanı.
2 Nisan 2020

Yeni Nesil Küresel Salgın: Covid-19

   Dostoyevski, 1872 yılında yayımlamış olduğu “Ecinniler”  adlı romanında Stavrogin ve Kirilov adındaki karakterleri eserin bir yerinde şu şekilde konuşturur:

Stavrogin:-Kıyamet günü melek, bundan böyle zamanın olmayacağını ilan edecekmiş.

Kirilov:-Biliyorum. Bütün insanlar mutluluğa kavuştuklarında, zaman da ortadan kalkacak çünkü artık zaman gerekmeyecek. Çok doğru bir düşünce…
Stavrogin:-Peki, ama zamanı nereye saklayacaklar?

Kirilov:- Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı? Hayır. Yalnızca bir düşünce…Zihinlerden silinip gidecek.

Sanırım zaman ve mekân kavramının giderek bulanıklaştığı, hatta tam da şu an neredeyse zamanın durduğu bununla eşanlı olarak hayatın da durduğu tuhaf bir periyottan geçiyoruz; ülke ve tüm insanlık olarak. 

Gözle görülmesi imkânsız bir tek hücreli canlının hayatlarımızı esir aldığı ve dondurduğu bu dönemde en azından uluslararası siyaset açısından küreselleşme, ulus-devlet, bölgeselleşme, güvenlik ve güvenlik tehditleri gibi temel bazı kavramların derinden sorgulanmasını gerektirir biçimde bir özeleştiri yapmak durumunda da kalıyoruz. II. Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD’nin Japonya’da kullandığı atom bombaları, ya da  imzalanan birtakım anlaşmalar (AKKA, AKKUM, SALT ve START Anlaşmaları serisi vb. gibi) bağlamında 1990’lardan itibaren sınırlandırılmaya başlanan ve tüm dünyaya artık bir nebze de olsa küresel tehdit olmaktan çıkarıldığı mesajları verilen diğer nükleer, konvansiyonel silahlar ya da füze sistemleri değil küresel güvenliği tehdit eden. Klasik güvenlik anlayışının devlet merkezli bakış açısının ve realist güvenlik anlayışının o çok bildik  high politics-low politics  ayrımının aksine ve  fiziksel tehdit olarak ilk akla gelen, bütçesi milyon dolarlarla ifade edilen nükleer, konvansiyonel silahlar, devasa savaş gemileri, savaş uçakları ya da füze sistemleri bir yana, adına “Covid-19 (Coronavirus/Koronavirüs)” denen gözle görülmeyen bir tek hücreli canlı bütün ulus-devletlerin ve uluslararası toplumun can güvenliğine savaş açarak ancak aynı zamanda çok hızlı ve sinsice yayılarak hepimizi sosyal hayattan izole olmaya ve evlerimize kapanmaya zorladı. Bunun neticesinde yukarıda da belirttiğimiz gibi deyim yerindeyse “hayat ve zaman durdu.” 

Yazının başında yer verilen roman kahramanlarından biri tüm insanlar mutluluğa kavuştuklarında zamanın ortadan kalkacağını iddia etse de günümüz koşullarına bakarak, insanlığın karşı karşıya kaldığı ciddi tehlikler yüzünden bireylerin ferdi ve sosyal yaşamlarına giderek tedirginliğin ve endişenin sirayet ettiğini görmekteyiz. Aşı çalışmaları henüz istenilen seviyeye gelmemişken bu yazı kaleme alınırken tüm dünyada yaklaşık 719.167 koronavirüs vakasının ve 33.900 virüs kaynaklı ölümün gerçekleştiğini öğrenmekteyiz.  

Bütün dünyanın gündeminde birinci sırada yer alan ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından “pandemi (küresel salgın)” ilan edilen Covid-19 haricinde daha düne kadar konuştuğumuz uluslararası politikaya dair meselelerin bir anda nasıl unutulduğuna ve uluslararası toplumun gündeminden çıktığına/çıkarıldığına da hayretle şahit olmaktayız.

Gündemden Düşen Küresel Politika ve Sorunlar/Meseleler

Çok değil bundan birkaç ay öncesine kadar ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşlarını Ukrayna’daki durumu ve Rusya’nın’ saldırganlığını dahası hemen yanı başımızdaki Suriye İç Savaşını, Esed rejiminin saldırıları sonucu verdiğimiz şehitlerimizi ve Türkiye’nin İdlib’e düzenlediği Bahar Kalkanı harekâtı sonrası Rusya ile imzaladığı “Moskova Mutabakatı”nın maddelerini konuşurken küresel salgınla birlikte sağlıkla ilgili konular haftalardır diğer bir çok küresel siyasal ve ekonomik meseleyi de gündem dışına itti.  Aslında dünya politikasının yaşadığı dönüşüm çerçevesinde görülen ilk pandemi değil Koronavirüs ve büyük ihtimalle son da olmayacak. 1. Dünya Savaşının hemen ardından görülen İspanyol giribini, Kara vebayı ve o kadar uzaklara gitmeye gerek kalmadan henüz 11 yıl önce 2009’da ortaya çıkan H1N1 (Domuz gribi) virüsünü bundan önceki küresel salgınlara örnek olarak verebiliriz. Özellikle 2009’daki Domuz gribi salgınında 6 hafta içinde 30 ülkeye ve takip eden aylarda 190’dan fazla ülkeye yayılan virüs dünya genelinde 12.799 kişinin hayatını kaybetmesine yol açmıştı. Dolayısıyla Fareed Zakaria’nın  “Amerikan sonrası dünya (post-American World)” teziyle de örtüşür bir biçimde özellikle 2007 ve sonrasında ABD (mortgage) ve AB’yi (borç krizi) etkisi altına alan finans krizinin üstüne bir de küresel çevre sorunları (küresel ısınma, tsunami, yanardağ patlamaları) ve salgın hastalıkların (SARS, H1N1) eklemlenmesi haklı olarak dünya siyasetinde artık ekonomi, çevre, sağlık sorunlarının giderek daha önemli hale geldiği ve siyasal olarak da Batı-sonrası döneme doğru gidildiği yorumlarının doğmasına yol açmıştır.

Bununla birlikte 2011 yılında Güney Afrikayı da bünyesine katarak yoluna devam eden BRIC-S, G-20 ve ŞİÖ gibi oluşumlar dünya politikasının ağırlık merkezinin Atlantikten diğer bölgelere doğru kaydığını adeta doğrularken özellikle Obama döneminde takip edilen tek taraflı ve uluslararası örgütleri ön plana çıkaran “ilerleci pragmatist” dış politika ABD’nin hegemon güç rolünü oynamadaki isteksizliğine kanıt olarak gösterilmiş ve Bush dönemindeki Irak ve Afganistan işgalleriyle de meşru hegemon güç rolünün zaten aşındığına dair yorumların doğmasını sağlamıştır. Hâl böyleyken bir anda dünya gündemini değiştiren, Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyalarında görülen halk ayaklanmalarının yaygın ve genel bir bölgesel devrim hareketleri zinciri haline gelmesiyle ortaya çıkan “Arap Baharı” (bazı kaynaklar Arap uyanışı/Arab awakening, Arap devrimleri/Arab revolutions adlandırmalarını da tercih etmektedir), küresel ve bölgesel güçlerin dahil olduğu yeni güç denklemlerini ortaya çıkararak özellikle Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkeler üzerinden yürütülen vekâlet savaşlarıyla da karşılıklı restleşmeleri artırmıştır. 
Peki sadece Arap baharı ve onun en son ve en zor halkası olan Suriye İç Savaşı mıydı pandemiden önce konuştuğumuz küresel sorunlar? Elbette değildi. Amerika ve İran arasında Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin öldürülmesiyle başlayan ve her an savaşa dönüşme ihtimalinden bahsedilen gerginlik, bu kapsamda bombalanan Irak’taki Taci, Ayn el-Esad ve Erbil Amerikan üsleri, İsrail’in ABD desteğiyle “yüzyılın anlaşması” olarak nitelediği ve tüm dünyaya iyi niyetli (-imiş gibi) lanse ettiği sözde “barış planı”, İngiltere’nin Brexit kararı sonrası AB’nin durumu ve sorgulanan geleceği, Ukrayna’daki son durum, Çin ile olan ticaret savaşları bağlamında ABD’nin imzaladığı son anlaşma, yine İran’da düşen ve 176 kişinin ölümüyle sonuçlana uçak faciası, ABD’de gittikçe yaklaşan  başkanlık seçimleri ve adayların seçim propagandaları…Görüldüğü gibi liste uzayıp gitmekte. 

Tabii Covid-19 pandemisiyle birlikte küreselleşme tartışmalarının yeniden alev aldığını hatta David Harvey’in (1989)  zaman-mekân sıkışması kavramsallaştırmasının bir yansıması olarak sunulan ve aktörlerarası ilişkilerin yoğunluk derecesinin ve birbirlerini etkileme kapasitesinin had safhaya ulaştığı nokta olarak tasvir edilen küreselleşme sürecinin anılan pandemiyle birlikte geriye doğru işlemeye başladığını da söyleyebiliriz. Salgından korunmak adına vatandaşlarını sosyal/toplumsal hayattan izole eden ulus-devletler tüm yurtdışı uçuş trafiğini durudurarak  kendilerini de uluslararası toplumdan ve devletlerarası ticari, ekonomik, diplomatik vb. ilişkilerden tecrit etmeye başlamışlardır.  Küreselleşmenin katalizörü olarak görev yapan iletişim ve ulaşım teknolojileri yavaş yavaş terkedilerek küreselleşmenin dinamikleri yavaşlatılmakta, globalleşmenin en önemli aktörleri olan çok uluslu şirketler, insan ve buna bağlı olarak mal, sermaye ve hizmet hareketliliğinin yavaşlaması ve talebin azalmasıyla birlikte büyük bir ekonomik riskle karşı karşıya kalmaktadırlar. Batı dünyası yukarıda da bahsedilen 2008 finans krizinin şoklarını henüz üzerinden atamamışken talebin ve tüketimin azalması ekonomik büyümeyi yavaşlatacak, ekonomik büyüme olmazsa küresel kapitalist düzenin işleyişi riske girecek ve dolayısıyla küreselleşmeyi de derinden vuracaktır. 
Dünyanın Gözü, Kulağı, Eli-Ayağı ya da Kayanayan Kazanı Ortadoğu 

Aslında yukarıda da değindiğimiz gibi 2011’de başlayan halk hareketlerinin merkezi olan Ortadoğu Arap Baharı dalgasıyla birlikte uluslararası politikada senelerdir gündemde olan bir bölge. Sadece son on yılda mı? Ortadoğu sahip olduğu jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel önem dolayısıyla küresel ve bölgesel güçlerin yüzyıllardır üzerinden gözünü kulağını ayırmadığı, özellikle sahip olduğu hidrokarbon kaynakları ve bunların nakil hatları, güzergâhları sebebiyle de enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan tüm ülkelerin neredeyse eli ayağı olan ancak din, mezhep, etnisite gibi iç dinamiklerin yanında sürekli uluslararası müdahalelere de açık olması hasebiyle global politkanın deyim yerindeyse “kaynayan kazanı” olmuş bir bölgedir. Özellkle 1. Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin, 2. Dünya Savaşından sonra  da İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ya da tasfiye edilmesiyle ABD’nin hegemon güç konumu nedeniyle bölgedeki baskın rolü, Rusya, Çin, İran, AB gibi diğer küresel ve bölgesel aktörlerle birlikte bazen gizliden bazen açıktan sürdürülen bir mücadeleyi sürekli kılmış, bölgeye barış getirmesi amacıyla tasarlanan  birçok plan ya da anlaşma (Sykes Picot, Büyük Ortadoğu Projesi/BOP gibi) düzenden çok düzensizliği yaratmıştır. 

Bütün dünyayı etkisi altına alan koronavirüs pandemisinin Ortadoğu’daki birçok ülkeyi ve insanı tehdit eden varlığı ise İran özelinde daha net anlaşılabilir. Nitekim İran virüsün ortaya çıkışından bu yana Çin dışında İtalya ile birlikte en yüksek ölüm oranlarının görüldüğü bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Pandemi öncesinde ABD ile yaşanan gerginlik kapsamında gündeme gelen İran’da hükümet üyelerinin de salgına yakalanması durumun ciddiyetini ve vehametini ortaya koyarken devlet başkanı Ruhani ve dinî lider Hamaney’in açıklamaları, gerçeklikten uzak olduğu gerekçesiyle ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından eleştirilmiştir. Pandemiyle ilgili vaka ve ölüm sayılarını hemen her dış politik konuda olduğu gibi Amerikan karşıtlığı üzerine kurgulayarak servis eden İranlı yöneticilerin açıklamaları tedbirlerin geç alındığı ve durumun ciddiye alınmadığı noktasında uluslararası toplum tarafından da tenkit edilmiştir. 
İran dahil bölge genelindeki bütün ülkeleri etkileyen asıl mesele petrol fiyatlarının hızla düşerek son 20 yılın en düşük seviyesine gerilemesi olmuştur. Bu durum başta Rusya ve Suudi Arabistan gibi büyük petrol ihracatçısı aktörleri uzun vadede zorlayacak gibi görünse de petrol gelirlerindeki düşüş esasen ekonomisi büyük ölçüde petrol gelirlerine bağlı olan İran ve Irak’ı etkileyecek gibi görünmektedir.  Petrole olan talebin azaldığı ve fiyatların düştüğü bir ortamda hâlihazırda Amerikan ambargosu nedeniyle zor bir süreçten geçen İran’ı finansal olarak daha da derinleşen bir krizle karşı karşıya bırakırken siyasal istikrarsızlık ve uzun bir süreden beri devam eden gösteriler nedeniyle iç karışıklılar yaşayan Irak’ta da benzer sonuçlar doğuracaktır. Petrol gelirlerinin düşmesi BAE, Umman ve Katar gibi körfez ülkelerini değişik önlemler almaya iterek geleneksel körfez monarşilerinin birbiri adınca ekonomik destek paketi açıklamalarına yol açmıştır. Yemen, Libya ve Suriye’de devam eden iç çatışmalar ve istikrarsız siyasî ortam zaten çok olumsuz bir tablo çizerken bombalamalar sonucu hastaneleri yıkılan ve sağlık sistemi neredeyse tamamen çöken pandeminin gölgesindeki Esed rejiminden ilk vaka ve virüs kaynaklı ölüm açıklaması gelmiştir. Şu an için çok aktörlü, çok katmanlı bir şekilde devam eden iç çatışmaların ve vekâlet savaşlarının hüküm sürdüğü anılan ülkelerde pandemi süreci ve sonrasıyla ilgili bir öngörü kestirmek zor görünüyor. Keza geçtiğimiz günlerde Suriye’deki iç savaş tam 10. yılını doldururken rejimle muhalifler arasındaki çatışmanın nerede duracağını, dahası benzer şekilde Libya’daki General Halife Hafter ile Ulusal Uzlaşı/Mutabakat Hükümeti arasındaki silahlı mücadelenin nasıl ve ne şekilde biteceğini kestirmek mümkün değil. Bütün ülkelerin deyim yerindeyse kendi “can derdine” düştüğü ve ulusal güvenliğinin “kaygısına” kapıldığı bir dönemde uluslararası bir koalisyonu harekete geçirmek, normal zamanda bile mümkün değilken hele şimdi tam anlamıyla “imkânsız” olarak tarif edilebilecek bir durumdur.

Pandemi nedeniyle bir süredir kesilen halk gösterilerinin Lübnan, Ürdün, Sudan, Cezayir, Fas ve Irak gibi bölgelerde yoğunlaşması “İkinci Arap baharı” olarak nitelendirilse de bu hareketlerinin arızî ya da daimî olup olmayacağını zaman gösterecek. Ancak daha ilkinin artçı şokları devam ederken ve Suriye devriminin doğurduğu devlet-dışı aktörler ve göçmen krizi bölgesel jeopolitiği büyük bir istikrarsızlığa uğratmışken ikinci bir dalganın Ortadoğu’da hangi aktörleri ve güç denklemlerini ortaya çıkaracağı ise pandemi sonrası şekillenecek yeni dünya düzeni ve/veya jeopolitiğinde belli olacaktır.
Muhammed Mursi’nin devrilmesinin ve ölümünün ardından otoritesini pekiştiren Sisi’nin Mısır’daki yönetimi ise pandeminin başından beri hiç iç açıcı bir görünüm sergilememektedir ve aldığı dış yardımlarla ayakta durmaya çalışan Sisi yönetimi yüksek işsizlik oranı, koronavirüs nedeniyle azalan turizm gelirleri ve sağlık sektöründeki alt yapı yetersizliği nedeniyle kötü bir sınav vermektedir. Ülkede genel bütçeden sağlık sektörüne ayrılan payın % 1,2 olduğu düşünüldüğünde sağlık sisteminin çökmesi ve yeni bir isyan dalgası ile halk harektenin başlaması ise ne yazık ki mümkün görünmektedir. 
İsrail-Filistin cephesinden ise ilk başta salgına karşı ortak mücadele edildiği ve bu kapsamda Mescid-i Aksa’nın ibadete kapatıldığı haberleri gelse de, Hamas sözcüsü Abdullatif el-Kanu’nun Doğu Kudüs’te dezenfekte çalışmasına katılan 12 Filistinlinin İsrail istihbarat güçlerince göz altına aldığını açıklamasıyla taraflar arasındaki gerginlik yeniden artmış, İsrail’in bu tutumu Hamas kanadından “ırkçı ve barbar” olarak nitelendirilmiştir.  Bölgedeki yaygın istikrarsız ortamın koronavirüsün ortaya çıkaracağı muhtemel toplumsal etkilerle birlikte daha yıkıcı sonuçlar doğurabileceği tahmin edilmekle birlikte uzun vadede Irak’taki siyasi düzenin yeniden sağlanması, petrol gelirlerindeki düşüşün özellikle İran ve Irak üzerindeki etkileri ile İsrail-Filistin arasındaki ABD güdümlü barış planı tasarılarının tutarlılığı, bununla birlikte Rusya öncülüğünde “şimdilik” Türkiye’nin gazabını savuşturan Esed rejiminin geleceği global ve bölgesel politikanın pandemi sonrası kendine gelmesiyle birlikte yeni küresel siyasetin seyrine ve yapısını bağlı olarak netlik kazanacaktır. 


Sonuç


Küresel ve bölgesel politikadan söz ederken uluslarası ilişkilerin temel paradigmalarına referans vermeden konuşmak neredeyse imkânsızdır. Devletlerarası ilişkileri ve küresel ölçekteki politikayı güç mücadelesi şeklinde yorumlayarak devlet-merkezli bir bakış açısını odağına yerleştiren gerçekçi/realist ekolün uluslararası konular/gündemler arasında bir sıralama yaparak askeri ve siyasal konuları öncelikli (high politics), diğer konuları (ekonomi, sağlık, çevre, eğitim vb.) ise ikincil (low politics) görmesi sanırım tüm dünyayı etkisine alan bu pandemi karşısında bildiklerimizi yeniden test etmemiz gerektiğini ifade ediyor. Tek hücreli bir virüsün dünyanın birçok ülkesinde aynı anda binlerce insanın canını alması birçok fizikî ya da kimyasal silahın kapasitesini aşan bir durumdur. Bu durumda sadece teori ya da paradigmaları değil, güvenlik olgusunu ve tehditleri de yeniden sıraya koymak ve üzerine düşünmek gerekiyor.
Global ölçekte insan hareketliliğinin yavaşladığı, küreselleşmeye ket vurulduğu böyle bir dönemde aslında önce bireysel sağlığımızın sonra sevdiklerimizin/ailemizin sağlığının ve en nihayetinde ulusumuzun sağlığının herşeyden daha önemli ve öncelikli olduğunu görerek ekonomik, ticari, toplumsal, kültürel, sanatsal, sportif, eğitsel diğer bütün konu ve durumları şimdilik yok saydık ve geçici olarak dondurduk. İşte uluslararası ilişkiler de aynen bu şekilde geçici olarak dondu şu an. Devletler de tıpkı bireyler gibi içlerine kapanarak kendini izole etti. Evlerimizde kapılarımızı kapattığımız gibi neredeyse bütün ulus-devletler de  sınırlarını kapadı ve adete küresel bir infirat/izolasyonizm ilan edilerek ekonomik, ticari, diplomatik, siyasal, askeri vb. bütün ilişkilerini geçici bir süreliğine askıya aldı. Hatta bu içe-kapanmacı duruma “yeni korumacılık” (new-protectanism) ya da “yeni ulusalcılık” (new-nationalism) diyenler de olmuştur.  Uluslararası politika tanımı yapılmamış bir iletişimsizlik ve adı konmamış bir ilişkisizlik dönemine girerken ülkesel ve ulusal olarak sosyal hayatımız durma noktasına gelmiş, birçok kişi bu süreçte evinden çalışmaya ve  işlerini konutundan yönetmeye başlamıştır. Çok basit bir ifadeyle diyebiliriz ki; “Bireysel ve sosyal hayatlarımız ile idraklerimizdeki zaman mefhumu dondu/durdu”. Temennimiz bireysel, ulusal ve uluslararası çapta bu temassızlık ve iletişimsizlik döneminin bir an evvel bitmesi ve herşeyin normal seyrine dönmesi. 
Bu duruma global politikanın ve uluslararası ilişkilerin de dahil olması aslında onun (uluslararası ilişkiler biliminin/disiplininin) hem sosyal bilimler içerisindeki bir bilim dalı hem de bir olgu/gerçeklik olarak insanın oluşturduğu beşeri ilişkiler ağının en kapsamlısı olduğunun bir göstergesi aslında. Ve bu aşamada pandeminin gölgesinde kalan çoğu yanı başımızdaki küresel ve bölgesel birçok sorun, kriz, çatışma ya da konunun çok çabuk hafızalarımızdan silindiğine de şahit olduk. Bundan sonra dünya siyasetinin alacağı şekil hakkında birçok spekülasyon yapılmakta, komplo teorileri ileri sürülmekte ve 2020 sonrası için birtakım tespit ve öngörüler yayınlanmaktadır. Ancak bununla birlikte global politikaya dair ya da korona-sonrası (post-corona era) yeni dünya düzeni hakkında konuşmak için daha çok erken olduğu kanısı da mevcuttur.  Ulusal ve toplumsal alanda olduğu gibi uluslararası alanda da herşeyin normale dönmesi yakın bölgemizdeki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki yahut Kafkaslar’daki, bu sorunları ya da konuları elbette yeniden gündeme getirecektir. Ancak bundan sonra bölgeye ve küreye dair konuşacağımız ve tartışacağımız meseleleri daha geniş bir güvenlik perspektifinden, Covid-19’un tüm insanlığa verdiği derslerden yola çıkarak belki ahlâk, inanç, çevreye saygı gibi temalara ve teorilere daha çok ağırlık veren kapsayıcı bir bakış açısıyla ele alacağımızı ise kesinlike söyleyebiliriz. Çünkü hem bilim birikimsel bir şekilde ilerlemekte hem de gelecek geçmişten alınan derslerle şekillenmektedir.


DİPNOTLAR;

1  Dostoyovevski, Fyodor Mihayloviç. Ecinniler,  (Ankara, Dorlion Yayınları, 2018).

2 Guzzini, Stefano. Realism in International Relations and International Political Economy, (New York, Routledge, 1998).

3  https://www.worldometers.info/coronavirus/   Erişim: 30.03.2020 01:12
4  Kalaycıoğlu, Sema. “Kale Burcundan Dışarıya Bakarken” 26.03.2020 https://tasam.org/tr-TR/Icerik/53562/kale_burcundan_disariya_bakarken Erişim: 27.03.2020  19:10.

5  Zakaria, Fareed, The Post-American World, (New York, W.W. Norton & Company. 2008).

6  Harvey, David. The Condition of Post Postmodernity: An Enquiry into the Origins of Cultural Changes, (Oxford Basic Blackwell, 1989).

7  Balta, Evren. “Kara Veba dan Koronavirüse Küreselleşme” 10.02.2020  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/02/10/kara-vebadan-koronaviruse-kuresellesme/ Erişim: 28.03.2020 22:55.
8  Danışoğlu, Bülent. “Koronavirüs ve Küreselleşme” 30.03.2020 https://bianet.org/bianet/saglik/220524-koronavirus-ve-kuresellesme Erişim: 30.03.2020 03:15.

9  Şahin, Mehmet (ed.) Ortadoğu: Aktörler, Unsurlar, Sistemler, (İstanbul, Kopernik Yayınları, 2019): 9
10  Altunışık, Meliha Benli. “Ortadoğu’da Derinleşen Kriz Koronavirüs, Düşen Petrol Fiyatları ve Yönetilemeyen Ülkeler” 25.03.2020 https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/25/ortadoguda-derinlesen-kriz-koronavirus-dusen-petrol-fiyatlari-ve-yonetilemeyen-ulkeler-meliha-benli-altunisik/  Erişim: 30.03.2020 04:25.
11  https://orsam.org.tr/tr/misirin-yeni-krizi-sisinin-koronavirus-sinavi/ Erişim: 30.03.2020 03:50.

12  https://www.ahaber.com.tr/dunya/2020/03/17/corona-virus-icin-dezenfekte-yapanlari-tutukladilar-israilden-buyuk-skandal  Erişim: 29.03.2020 23:44.

13  Bu bölüm yazılırken kısmen yararlanılan şu kaynaktan Ortadoğu bölgesi için dönemsel olarak daha geniş bilgi elde edilebilir:  https://orsam.org.tr/tr/ortadogu-gundemi-23-29-mart-2020/   

14   Vardan Atoyan said that; “Current situation challenging the world order. Nowadays we are witnessing some great dramatic geopolitical changes such as fragmentation, isolationism and protectonism and the rise of sovereign egos of nation  states. Will these trends continue? It’s hard to predict!” as an answer of a question named “ It’s the end of USA empire” on research gate. You can follow on it: https:// www.researchgate.net/post/It_s_the_end_of_USA-empire   (31.03.2020  14:36).

15  Mehmet Öğütçü, “Is It Too Early To Speculate On A Post-Corona New World Order?”  https://www.uikpanorama.com/blog/2020/03/30/is-it-too-early-to-speculatr-on-a-post-corona-new-world-order/  Erişim: 31.03.2020 11:45.


***

27 Nisan 2020 Pazartesi

TÜRKÇEMİZ

TÜRKÇEMİZ


Emin Sami Arısoy - 
antropoloji.blogspot.com.tr  
Kemalist Devrim Mutlaka tamamlanacak.,


Sayın, Emin Sami Arısoy'un Aşağıda alıntı yaptığımız yazısı bizim anlatmak istediklerimizi çok iyi bir biçimde anlatmış.

Kendisine bu yazısı için teşekkür ederiz.

Yazının alıntı yaptığımız kaynağın adresi yazı sonundaki linktedir.

“… Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” 

Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin Millî ve zengin olması Millî hissin inkişafında müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerinden dir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.

Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı 
diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” 

Türk Dil Kurumu (TDK) Türkçe Sözlük’lerinin kapağını açınca, 2 Eylül 1930 
tarihi, Gazi M. Kemal imzası ve Mustafa Kemal Atatürk’ün elyazısıyla yazılmış bu 
sözler karşılar bizi … 

Ata’mızın sözlerinin üstünden yetmiş beş yıl geçti… Türkiye Cumhuriyeti’nin Dil 
Devrimi yetmiş üç yılı geride bıraktı… Atatürk’ü altmış yedi yıl önce yüreklerimi ze perçinledik… Ama, aradan geçen uzun yıllara karşın, Ulu Önder’in 
ve sözlerinin “Türk Milleti”ne kılavuzluğu bugün aynı değerde, aynı önemde 
sürüyor. 

Çünkü, yerküreyi sömürerek, talan ederek ayakta duran emperyalist devletler 
doymak bilmiyor, emperyalizmin vahşi sömürü düzeni durmak bilmiyor ve giderek küreselleşiyor… Çünkü, uygar(!) Batılı, göz koyduğu her yere demokrasi(!), insan hakları(!) ve özgürlük(!) götürüyor(!) ve ulus devletleri parçalayıp yok etmek, ulusal kimlikleri ortadan kaldırmak, dünyayı birbirine benzeyen, kimliksiz, kişiliksiz, edilgen, binlerce toprak parçası ve insan kümeleri yapbozu durumuna getirmek amacını, artmış bir iştahla sürdürüyor!.. 

Bu amaçla, toprakların, ülkelerin talan edilmesi yetmiyor ABD’ye ve Avrupa 
devletlerine, insanların soykırım halinde yok edilmesi, örneğin ABD’nin Körfez 
Savaşı’nda 60.000 (altmış bin), Irak’ı istilasında 120.000 (yüz yirmi bin) masum insanı, çocuk demeden, kadın demeden, yaşlı demeden, hasta demeden, camilere bile doldurarak öldürmesi yetmiyor!.. 

Neden? Çünkü, Emperyalizm, hiçbir işgal gücünün işgal edilen ülkenin halkından 
daha kalabalık olamayacağını biliyor… Vietnam batağından çıkamamış emperyalist orduların sonunda Ortadoğu, günün birinde İran, günün birinde Venezuela -ve günün birinde, şaşıp yanılıp cami duvarını kirletmek gibi bir yanlış hesaba kalkışması durumunda da Anadolu- cehenneminde boğulacağını anlıyor... O nedenle, dünyayı bütünüyle ele geçirme amacının karşısında en büyük engel olarak gördüğü “ulus bilinci”ni yok etmek istiyor. 

ABD, Emperyalizmin ulu efendisi, İkinci Büyük Savaş’tan bugüne tüm dünyaya 
sürekli “I want you! (Seni istiyorum!)” diye haykırıyor hepimizin göz bebeklerimize bakarak. Yani, “biz”i istiyor emperyalizm; benliğimizi 
istiyor, kimliğimizi istiyor, bizi biz yapan değerlerimizi istiyor; kültürümüzü 
istiyor; dilimizi istiyor!.. Bu amaç içinse, elbette -doğrudan ya da dolaylı- 
her yolu deniyor. 

“ Millî His ile dil Arasındaki bağın çok kuvvetli olduğu”nu da biliyor uygar(!) 
Batı -ve onun besleme işbirlikçileri-, “Dilin Millî ve zengin olmasının millî 
hissin inkişafında (gelişmesi) müessir (etkili)” olduğunu da! Ulusal kimliğimizi 
bozmanın, ulusal değerlerimizi yozlaştırmakla başarılabileceğini, bunun yolunun 
da Türkçe bozularak, dilimiz aşağılanarak, yaralanarak, Türkçe’de gedikler 
oluşturularak, dilimize yabancı kullanımlar ve sözcükler sokuşturularak 
açılacağını biliyor!.. 

Türkiye’nin Okullarında., İngilizce Eğitim., 

Atatürk’ün ölümüyle başlayan karşıdevrim sürecinin bütün iktidarları, bu yolda 
da Batının işbirlikçisi ve taşeronu olarak davranageliyor. Böylece, uzun 
yıllardır, ülkemizdeki eğitim kurumlarında Türkçe’nin özenle öğretilmesi 
savsaklanıyor. Bunun yerine, çocuklarımız, hem de devlet okullarımızda, daha ilk sınıflardan itibaren İngilizce üzerinden eğitilmeye(!) başlıyor; en azından 
İngiltere ve ABD’nin dil ve kültürüne yakınlık duymayı öğreniyor! 

İlköğretim okulları ve liselerimizde Türkçe eğitim aşağılanıyor. “Türklerin 
Ülkesi”nde Türk anne babaların Türk çocukları, -ne yazık ki- İngilizce, 
Fransızca, Almanca, İtalyanca eğitim yapan Türkiye Cumhuriyeti okullarında o 
dilde eğitim alabilmek için, yıllarca, yarış atları gibi, bu okulların giriş 
sınavlarına hazırlanıyor! Türkiye Cumhuriyeti’nde, eğitim kurumlarının önemli 
bir bölümünde, lise ve üniversitelerde, öğrenciler, ağırlıkla İngilizce olmak 
üzere, yabancı dil temelli “hazırlık” sınıflarında eğitim alıyor ve yine ne 
yazık ki, bu hazırlığın neye “hazırlık” olduğunu da henüz bütün Türkler 
kavramıyor. 

“Türklerin Ülkesi”nde, Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinin yine önemli bir 
bölümü yabancı dilde eğitim yapıyor, bazı üniversiteler de öğrencilerini önce 
yabancı dil “hazırlık” sınıflarında eğitiyor(!). Öylesine ki, yabancı dilde 
eğitim yapan üniversitelerimizde, Türk Devrim Tarihi dersleri bile yabancı 
kitaplar temel alınarak, yabancı bakış açısıyla, elbette ki İngilizce olarak 
işleniyor!.. 

Türkiye Üniversitelerinde İngilizce’nin önemi., 

Yükseköğretim kurumlarımızda, araştırma görevlisi kadrolarının sınavlarından 
öğretim üyeliğindeki aşama sınavlarına kadar her adımda, yabancı dil bilgisi ya 
da yabancı dilde yayın yapma gibi etkinlikler daha çok puan getiriyor. 
Üniversiteler ve sınav kurulları, Türkçe yapılmış çalışma, sunum ve yayınları 
önemsemiyor, neredeyse yok sayıyor. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti
üniversitelerinin öğretim üyeleri, ilerleyebilmek için, örneğin doçent ya da
profesör olabilmek için, öncelikle, İngilizce sunulmuş çalışma ve yayınlar
yapmanın peşine düşüyor. Bu yayınların yabancı ülkelerde yayımlanan dergilerdeyer alması, ilerleme yolunu daha çok ve daha çabuk açıyor. Böylece Türk “bilim adamı”, kendi ülkesinin, “Türklerin Ülkesi”nin sorunlarını belirleyen ve çözüm önerileri üreten araştırmalar yapmak yerine, yabancı ülke dergilerinde yer alabilecek ve Türkiye’nin sorunlarıyla hiç ilgisi olmayan çalışma ve araştırma
konularına yöneliyor... 

*** 

Bütün bu uygulamaların savunusu, dünyanın artık küçüldüğü ve bugün artık bir ya da birkaç yabancı dil bilmenin önemi üstünden yapılıyor. Elbette, yabancı dil 
öğrenmenin önemini kimse yadsımıyor. Ama, bir ülkedeki (Türkiye) eğitim dilinin, giderek, o ulusun (“Türk Milleti”) anadili (Türkçe) dışında, o ulusa bütünüyle yabancı bir dil (İngilizce) durumuna gelmesinin, bilim etkinliklerinin yabancı dil ağırlıklı olmasının, o ülkenin (Türklerin Ülkesi) çıkarına olamayacağı nı; böylesi bir “eğitim” anlayışının o ulusun insanlarını, en azından, kendi  ülkesinin dil ve kültürüne karşı sevgisiz, ama o yabancı dilin köken aldığı ülke (ABD, Birleşik Krallık) ve kültürüne yakınlık ve benimseme duygularıyla donanmış yetiştireceğini de herkes biliyor. 

Karşıdevrim sürecinin iktidarları, bir zamanlar, Türkiye’yi ziyaret eden 
Amerikan savaş gemilerinin askerlerine “hazırlık” olarak, İstanbul’da bazı 
hanelerin duvarlarını badanalatmıştı. Aynı iktidarlar, yıllardır, belki de, 
Ortadoğu’daki ABD işgalinin günümüzde artık ucu görünen Suriye, İran, Azerbaycan adımları ertesinde ülkemizde de konuşlanmayı amaçlayan Amerikan postallarına “hazırlık” olmak üzere, beyinlerimizi de Amerikan dil ve kültürüyle “badanalıyor!..” Ama, bu şiir gibi süreci, yalnızca başına Amerikan çuvalı geçirilememiş Türkler görebiliyor şimdilik… 

Yaralı Türkçemiz., 

Türklerin Ülkesi’nin, her alanda bütünüyle satılmasının artık saklanamayan 
böylesi “hazırlık”ları, buzdağının su altında kalamayan bölümünü yansıtıyor 
aslında. Türk kültürünü “yeniden biçimlendirme”(!)nin Türk dili eksen alınarak 
başarılabileceği(!) açık. Bu durumda, bizlere düşen görev oyunu görmek ve önlem almak… 

Ama, bu küreselleşme oyununda, “ulusların dillerinin yozlaşımı”, küresel talan 
ve sömürü yapbozunun diğer parçalarından bağımsız değil. Emperyalizm, Türkiye’ye bir 12 Eylül-Özal dönemi armağan etti! Bu dönemin ülkemize armağanıysa toplumsal sorunlardan soyutlanmış bireyci bir gençlik ve toplum oldu. 

Bu Atatürk Türkiyesi’ne ihanet sürecinden Türkçemiz de payını aldı. Atatürk’ün 
Türk Dil Kurumu bu dönemde “yeniden biçimlendirildi”; Türk Dil Devrimi, -çoğu 
kez üstü kapalı da olsa- büyük ve yaralayıcı tartışmaların odağı oldu, 
yaralandı, dil devrimimizin sürdürülmesi yönündeki çabalar aşağılandı. TDK’nin 
Yeni Yazım Kılavuzu ve Türkçe Sözlük’ü 12 Eylül sürecinde “elden geçirildi”; 
sözcüklerin yıllardır yazılagelen yazımları değiştirildi! Öyle ki, Yeni Yazım 
Kılavuzu’nun adı bile yeniden İmlâ Kılavuzu oluverdi! 

Bu dönemde, genel bir kalıp olarak Türk Ulusu’nun davranışlarına yerleşen, ülke 
sorunlarına karşı kayıtsızlık dilimiz için de gelişti; ulusumuz anadil bilincini 
büyük ölçüde yitirdi. Türkçemiz’in bu kimsesizlik ortamında, bilim ve yaşamdaki 
hızlı gelişmelerin doğurduğu yeni kavramlar, Türkçemize İngilizce kökenli 
“Tarzanca” sözcükler olarak doluştu. Yaralı Türkçemiz, kuralları dışında yeni 
sözcük ve tümce oluşumlarıyla kuşatıldı… 

Türkçe Sözlükler., 

Koşullar ve durum ne olursa olsun, Türkçemiz’e ilginin sönmeyeceğini ve 
dilimizin yozlaştırılamayacağını biliyoruz. Çünkü anadilimiz, “ses bayrağımız”, 
ikinci “anayurdumuz”, Türk kültürünün ana nehri olarak yüzlerce yıldır akıp 
gidiyor… Geleceğe akışında yine arınarak yol alacak… 

Günümüzde Dil Derneği gibi, Türkiye Bilimler Akademisi gibi, Türkçe’nin üstüne 
titreyen kuruluşlar ve Türkçe’ye gönül verenler, dilimizin yaralarını sarmaya 
çalışıyor. Kişiler ve kuruluşlar Türkçe sözlükler ve yazım kılavuzları 
hazırlıyor, yayımlıyor. Türkçe alanında yetkin, saygın araştırıcıların sözlük ve 
yazım kılavuzları kitapevi raflarını süslüyor. Ancak, Türk insanına, özellikle 
ilköğretim okulu öğrencilerine, yazarı, düzenleyicisi, yayımcısı belli olmayan 
ve hiçbir denetimden geçmemiş Türkçe sözlük ve yazım kılavuzları da sunuluyor!.. 

12 Eylül’den sonra kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu Türk Dil 
Kurumu’nun (AKDTKTDK) bu konuda temel düzenleyici olabileceği düşünülebilir iyi niyetle. Ama, ne yazık ki bu kurum, 1998’den bu yana Türkçe Sözlük bile 
hazırlamıyor!.. Yeni kavramlar karşısında günlük dilin gereksindiği, bilinçle 
üretilememiş sözcüklerin yerineyse İngilizce’den yozlaştırılarak türetilmiş 
“Tarzanca” sözcükler dolduruyor. Açılan bu yolda ilerlerken, birçok kendini 
bilmez altancık, Türkçe sözcüklerin ve Türkçe’nin yapısını bozmakta kendini 
küstahça, soysuzca ve düzeysizce hak sahibi görüyor. 

O nedenle, bir süredir “döner-chi”ler “döner-khebap” satıyor bu ülkede, 
kitaplarımızı “chiviyazilari” benzeri adı olan yayınevleri yayımlıyor, ihanet 
“medya”sının besleme köşe yazarları “garibanizm” gibi başlıklar atabiliyor!.. 
“Art gallery”lerdeki “exhibisyon”lar, “politikacı”ların “argüman”ları, 
“fast-food”la karın doyurmalarımız, “tivi”lerdeki “ançormen”lerimizse konunun 
başka bir acınası boyutu. Bütün bunlar, beynimizi “full dolduruyor” sonunda, 
“off oluveriyoruz…” Boynu bükük Türkçemiz’e ise “oha falan olmak” kalıyor 
yalnızca!.. 

Ama, Türk Milleti, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kimlik ve dil bilinci 
karartılamamış, olanı biteni şiir gibi seyredemeyen, başına Amerikan çuvalı 
geçirilememiş insanları, Türklerin Ülkesi ve Türkçemiz’in, kıstırıldığı kurt 
kapanlarını mutlaka kıracağını ve Türklerin Ülkesi’nde Kemalist Devrim’in ve 
Türk Dil Devrimi’nin bir gün mutlaka tamamlanacağını, çok iyi biliyor!.. 

Emin Sami Arısoy
Kaynak: http://www.turksolu.org/87/arisoy87.htm


***

5 Nisan 2020 Pazar

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1

TÜRKİYE NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI VE ABD POLİTİKALARININ GÜVENLİĞİMİZE ETKİLERİ, BÖLÜM 1






Armağan KULOĞLU*
*  E.Tümg., Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) Danışmanı


ÖZET

Türkiye`nin Politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarının öncelikle Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı kapsayacak şekilde belirlenmesi nin ve buna Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir. Türkiye’ye müteveccih dış ve iç tehditler bulunmaktadır. 

   Bu tehditler çevre ülkelerinden kaynaklanabildiği gibi, Türkiye’nin etkide bulunma veya etkilenme konumunda bulunduğu bölgelerden, küresel güç unsurlarından, ilgi sahasındaki gelişmelerden, bölücü akım ve faaliyetten, irticadan ve her türlü kutuplaştırmaya yönelik hareketten kaynaklanmaktadır. Türkiye kendisine yönelen tehditlerin tümüne karşı koyabilecek güçtedir. Bu gücü tarihi geçmişinden, gelenek ve göreneklerinin de içinde olduğu kültürel yapısından, milletinin duygularından, coğrafyasından, jeopolitik durumundan ve öneminden, silahlı kuvvetlerinden, laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti anlayışından ve Atatürkçü düşünce sisteminden
almaktadır.


TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGILAMALARI.,

Güvenlik Ve Ulusal Güvenlik.,

Güvenlik kavramı günümüzde çok boyutlu bir kavrama dönüşmüş ve bu
kavrama askeri güvenliğin yanında siyasi, ekonomik, hukuki, sosyolojik,
psikolojik, teknolojik ve coğrafi faktörler de dâhil olmuştur. Reaktif (etkitepki)
yaklaşımlarla sınırların korunması esasına dayalı askeri savunma
anlayışı yerini, proaktif (ön alıcı) yaklaşımlarla milli çıkarların sınırların
ötesinde daha uzaktan korunmasını esas alan ‘stratejik güvenlik’ anlayışına
bırakmıştır. Bu kapsamda, ‘stratejik güvenlik’ kavramını, potansiyel tehditleri
öncelikle tehdide dönüşmeden belirleyip onları sınırların ötesinde caydırmak,
bu mümkün olmuyorsa yönlendirmek ve bu da mümkün olmuyorsa önlemek
amacıyla alınan ve uygulanan tedbirler süreci olarak tanımlamak mümkündür.
Bu tanımın içindeki geleceğe yönelik saklı olan en önemli husus proaktif
yaklaşımlardır. Stratejik güvenlik; politik, askeri ve ekonomik olarak üç ana
boyutta önem kazanmaktadır. Politik güvenlik, devletin yapısının ve onun
yönetiminin korunmasını; askeri güvenlik, mevcut askeri imkân ve kabiliyetlerin muhtemel hasım ülkelerdekilerle aynı etkinlikte ve / veya onlara nazaran nisbi bir üstünlük seviyesinde muhafazasını ve sürekli geliştirilmesini; ekonomik güvenlik ise, tüm çalışmaların amaçlarına uygun olarak en iyi seviyede yapılmasını sağlayan ekonomik imkân ve kabiliyetlerin geliştirilmesi
ve korunmasını kapsamaktadır.

Ulusal güvenlik; devletin anayasal düzeninin, varlığının, bütünlüğünün, bütün
çıkarlarının ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunmasıdır. Ulusal güvenlik; ulusal gücün geliştirilmesini ve ulusal çıkarları gerçekleştirecek biçimde kullanılmasını, uluslararası koşullara uyarak belirli hareket tarzlarının saptanmasını ve uygulanmasını gerekli kılmaktadır. 
   Ulusal güvenlik kavramının içinde; ulusal çıkarlar, ulusal hedefler, ulusal politika, ulusal strateji ve ulusal güç bulunmaktadır. Ulusun ortak çıkarları, devlet idaresinde temel düşünceyi oluşturur. Ülkenin güven içerisinde refah ve
mutluluğunu temin için zaruri olduğu değerlendirilen hususlar ulusal çıkar
olarak nitelendirilir. Hükümetlerin asli görevi, ulusal çıkarların sağlanması ve
korunmasıdır. Ulusal hedefler, elde edilmeleri halinde ulusal çıkarlara
ulaşmayı sağlayan sonuçlardır. Ulusal hedefler, ulusal politikaya yön verir.
Ulusal hedefler; genellikle ekonomik refah, politik istikrar, sosyal ve
endüstriyel gelişim ve diğer bir ülkenin tecavüz ve saldırısına karşı güvenlik
hususlarını kapsar. Ulusal çıkarlar, durum ve uluslararası ilişkilere bağlı
olarak değişebilir, kapsamları geniştir, devamlıdır ve sayıları azdır. Ulusal
çıkarlar, ulusal hedef ve ulusal politikaların ortaya konmasında bir hareket
noktasıdır. Ulusal hedeflerde istikrar unsuru önemlidir. Siyasal iktidarların
değişmesine karşılık, ulusal hedeflerin devamlılık gösteren nitelik arz etmesi,
bu hedeflerin sık değiştirilmemesini de beraberinde getirmektedir.
“Ulusal Güvenlik”, devletin politik, askeri, ekonomik, sosyal ve teknolojik
çıkarlarının geliştirilmesi, idamesi ve korunmasına yönelik en üst düzeydeki
güvenlik yapılanmasını bünyesinde barındıran en geniş güvenlik yelpazesidir.
Bu nedenle ulusal güvenlik, milli güç unsurlarının ve kendisinin altındaki diğer
güvenlik kategorilerinin bir şemsiyesi konumundadır. Milli güç unsurlarından
politik gücün ve askeri gücün devamlılıkları, stratejik açıdan ekonomik güç ile
doğrudan irtibatlıdır. Ekonomik güç bir noktada ulusal güvenlik ve onun
şemsiyesi altındaki milli güç unsurlarının etkinliğinin başat belirleyicisi
konumundadır.

Ulusal güvenlik politikasının tespitinde; ulusal, bölgesel ve uluslararası
konjonktürdeki değişimler ve gelişmeler dikkate alınırken, önceden
belirlenmiş olan ulusal çıkar ve ulusal hedef veya hedeflerin de göz önünde
bulundurulması gerekir. Ancak bölgesel ve özellikle uluslararası ilişkilerdeki
çağdaş değişiklikler ve gelişmeler de gözden uzak tutulmamalıdır.
Ulusal güvenlik politikası belgeleri (Milli Güvenlik Siyaset Belgesi),
Türkiye’de MGK tarafından kabul ve tavsiye edilen, Bakanlar Kurulu
kararıyla yürürlüğe konan, “çok gizli” gizlilik derecesi taşıyan, kamuoyuna
açıklanmayan, hatta sınırlı sayıda siyasetçi ve bürokrat tarafından bilinen
belgelerdir. Türkiye’ye özgü şartlar böyle olmasını gerektiriyor olabilir. Ancak
bu belgelerin ana çerçevesini belirten ve kamuoyu tarafından bilinmesinde
fayda görülen hususların açıklanmasında yarar görülmektedir. Bu suretle
hükümette görev almayan siyasi partilerin de, konsept hakkında bilgi sahibi
olmaları, parti programlarını ve seçim bildirgelerini hazırlarken bunları dikkate
almaları sağlanabilir. Diğer taraftan kamuoyunda stratejik zihniyetin bilinçli
olarak oluşmasına da imkân yaratılmış olur.

Güvenlik Sınırlarının Belirlenmesi

Farklılaşan risk ve tehditler ve bunlara paralel olarak değişen güvenlik ortamı,
sahip oldukları özellikler nedeniyle ülkeleri farklı boyutlarda etkilemektedir.
Bu nedenle, ülkelerin, güvenlik stratejilerinin oluşturulmasında, yeni güvenlik
ortamının değişen parametreleri ile sahip oldukları özellikler arasında bir
denge gözeterek stratejilerini bu çerçevede oluşturmaya yöneldikleri
görülmektedir. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren
yöneldiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi kapsamında, mevcut laik,
demokratik ve hukukun üstünlüğünü esas alan rejimini koruması ve
güçlendirmesi amacıyla yakın ilişkiler kurmasında yarar görülen ülkeler, üye
olmasında fayda sağlayacak uluslararası ve bölgesel kuruluşlar ile örgütler,
uluslararası kamuoyunda etkin olan sivil toplum örgütleri ile ilişkiler
Türkiye’nin politik güvenlik sınırlarını belirleyici unsurlar olarak
değerlendirilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti`nin savunma sanayi, araştırma ve geliştirme çalışmaları,
harp silah, araç ve gereçlerinin temininde dışa bağımlılıktan kurtulmak için
milli kaynaklara yönelme gayretleri, içinde bulunduğu askeri iş birlikleri, üyesi
olduğu uluslararası güvenlik ve savunma örgütleri, çeşitli ülkelerle imzalanan
ikili askeri anlaşmalar, muhtemel kriz bölgeleri, kitle imha silahları,
konvansiyonel silahlar ve terörizmle mücadele alanındaki mevcut
belirsizlikler, risk ve tehdit algılamaları Türkiye`nin askeri güvenlik sınırlarını
belirleyici faktörler olarak düşünülmektedir.

Türkiye`nin, her şeyden önce, milli güç unsurlarından başta ekonomik gücü
olmak üzere politik gücünün ve askeri gücünün en azından bölgesel bazda yani
etki alanı olması gereken bölgelerde kendisini hissettirecek kadar güçlü, ilgi
alanına giren diğer bölgeler için yeterli seviyede olması gerekmektedir.
Türkiye`nin jeopolitik önemi ile sahip olduğu coğrafi, nüfus, bilimsel,
teknolojik, sosyal ve kültürel güçlerin ülkemize sağladığı avantajlar da dikkate
alınarak, politik, askeri ve ekonomik stratejik güvenlik sınırlarımızın öncelikle
etki alanımız olması gereken Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya`yı
kapsayacak şekilde belirlenmesinin ve Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’in
bu sınırların içine dâhil edilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Ancak, Türkiye`nin bu bölgeleri şu anda tek başına etki alanı haline getirmesi
görünür gelecekte mümkün görülmemektedir. Bu nedenle, Türkiye`nin bu
bölgelerde etkin olabilmesi için bölgesel ve küresel stratejik ortaklıklara ve iş
birliğine ihtiyacının olduğu ve bu bölgelerde çıkar sağlamaya çalışan diğer
devletlerin özelliklerinin bilinmesi gerektiği kıymetlendirilmektedir.

Risk Ve Tehditler.,

Ülkelerin sahip olduğu değerlerden bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak
istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından
rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditlerle karşı
karşıyadırlar. Bu nedenle korunması gerekmektedir. Değerlerin korunması,
ona yönelik tehditlerin sağlıklı bir şekilde tespit edilmesini ve bu tehditlere
karşı tedbir alınmasını gerektirmektedir. Güvenlik politikaları da, jeopolitik ile
tehdidin bir arada düşünülmesi sonucunda şekillenmektedir. Ancak bir
konunun tehdit olarak algılanabilmesi için, sahip olunan değerlere hasmın
zarar verme niyetinin olması ve elinde, bu niyetini gerçekleştirebilecek yeterli
imkân ve vasıtalarının bulunması gerekmektedir. Soğuk Savaş sonrası ‘Küresel
Merkez’ Avrupa’dan doğuya doğru kaymış ve Türkiye’nin güvenlik
algılamalarının merkezine oturmuştur. Risk ve tehditler simetrikten asimetriğe
doğru kayarak geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Bu geniş yelpaze; bölücü ve
irticai faaliyetler, terörizm, uyuşturucu ticareti, kitle imha silahlarının
yayılması, insan kaçakçılığı ve yasa dışı göç ile teknolojik [siber] tehditler gibi
asimetrik unsurların yanı sıra; komşu ülkelerden kaynaklanabilecek
istikrarsızlıklar olarak Türkiye'nin güvenliğini doğrudan etkileyebilecek risk
ve tehditleri içermektedir.

Küreselleşmenin Tehdit Boyutu.,

Küreselleşme, sanayi toplumundan bilgi toplumuna, işgücü ağırlıklı
teknolojiden yüksek teknolojiye, ulusal ekonomiden dünya ekonomisine,
merkezi yönetimden yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı
demokrasiye geçiş gibi sosyal, siyasal, ekonomik ve yönetim faaliyetleri
açısından çeşitli değişim ve dönüşümler yaşanmasına neden
olmaktadır. Ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler küreselleşmenin
yayılmasını sağlarken, müşterek bir kültür ve egemenliği sermayenin elinde
olan tek bir küresel pazar anlayışı da küreselleşmenin görünürdeki hedefleridir.
Küreselleşme yalnız ekonomik alanda değil; hukuki, siyasi, sosyal ve kültürel
alanlarda da yaşanan değişim sürecidir. Ulus devlet üzerinde bir hegemonya
siyaseti uygulama ve bu oluşumu zayıflatma bilinci ise, küreselleşmenin
politik hedefi olarak görülmektedir. Küreselleşme sürecinin başlıca özelliği,
ulusal sınırların önemini yitirmesi ve ulus devletin ekonomi üzerindeki
denetiminin ortadan kalkmasıdır. Ulus devlet, sınırlarından geçen bilgi, mal,
sermaye ve insan kaynakları üzerindeki denetimiyle bir siyasal kurum olarak
kendi toprakları üzerinde egemenlik sağlar. Denetim gücünü bir başkası ile
paylaşması veya egemenliğinin dolaylı da olsa sekteye uğraması, ulus devletin
varlığını tehlikeye sokar. Devletin kontrol kapasitesinin azalması;
vatandaşlarını diğer güçler tarafından alınan kararlardan ve kendi sınırları
dışında oluşan olaylardan etkilenmesine karşı koruyamaması anlamına gelir.
Karar alma süreçlerinde giderek artan meşruiyet kaybı da demokratik
meşruiyet açığını ortaya çıkarır. Ancak küreselleşme bir gerçektir ve tüm
dünyada etkisini göstermektedir.

Ülkeler bir taraftan küreselleşmenin etkisi ile onun bir parçası olma durumunu
yaşarken, diğer taraftan da yine küreselleşmenin etkisi ile varlıklarının ve
egemenliklerinin tehlikeye girdiğini değerlendirmekte ve bu nedenle onu
korumaya yönelik refleksler göstermektedir. Korunacak değerler olduğuna
göre, bunun karşısındaki olgu, tehdit olarak algılanır. Bu durumda
küreselleşme de bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedefi ulus devlettir.
Ancak küreselleşme yaşanan bir gerçektir. Önemli olan küreselleşme ile
birlikte yaşamak, ancak onun ülkenin varlık ve egemenliğine yönelik
tehditlerini bertaraf etmeye yönelik tedbirleri almaktır. Ülkemizde de
küreselleşmenin etkisi görülmekte ve doğal olarak karşı tepkiyi yaratmaktadır.
Diğer ülkelerde, ırkçı bir milliyetçilik politikası izlenirken, ülkemizde
savunma amaçlı, ancak ırkçılığa dayanmayan, “Atatürk Milliyetçiliği”ni esas
alan bir milliyetçilik anlayışı doğmuştur.

Türkiye’nin Etki Ve İlgi Alanındaki Ülkeler Ve Tehdit Algılamaları
Türkiye’nin güvenlik algılamaları doğal olarak tehdit algılamaları ile doğru
orantılıdır. 21. yüzyıldaki tehditler de küreselleşmenin yaygınlaşmasına
paralel olarak değişim göstermiştir. Riskler ve belirsizlikler ön plana çıkmıştır.
Türkiye’nin etkisi altında kaldığı ve önümüzdeki dönemde de etkisinin
hissedileceği tehditleri; terör başta olmak üzere kitle imha silahlarının
yaygınlaşması, insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılıkları, yasa dışı kitlesel göç
hareketleri gibi genel tehditler; çevre ve ilgi alanındaki ülkelerden kaynaklanan
dış tehditler; jeopolitik özelliğinden dolayı dışarıdan da destek gören
bölücülük ve irtica olarak ön plana çıkan iç tehditler olarak tasnif etmek
mümkündür. Tehditlerin mahiyetinden de anlaşılacağı üzere bunlara karşı
alınacak önlemleri yalnız askeri anlamda düşünmek de yeterli olamamaktadır.
Politika başta olmak üzere, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, kültürel ve
hukuki alanlarda alınacak tedbirler de önemli ve gerekli olarak mütalaa
edilmektedir.

Dış Tehditler.,

Tehdit ve buna göre şekillenen güvenlik algılamalarının çıkış noktası olan,
genel anlamdaki tehditlerin dışında dış tehdit olarak kabul edilebilecek veya
edilemeyecek Türkiye’nin çevresindeki ülkeler ile tehdit olarak nitelendirilen
diğer akımları incelediğimizde aşağıdaki düşünceler ön plana çıkmaktadır.

Rusya,

Soğuk Savaş döneminde asıl tehdit olarak görülen ve güvenlik
politikalarımızın tamamen kendisine ve lideri durumunda olduğu Sovyetler
Birliği ve Varşova Paktına karşı tedbir olarak şekillenmesine sebep olan bu
ülke, değişen şartlar nedeniyle şimdilik tehdit olarak görülmemektedir.
Bölgesel ve küresel menfaatlerimiz açısından iş birliği yapılabilecek bir
konumdadır. Rusya; Türkiye`nin etkili olmasının öngörüldüğü bütün
bölgelerde tek başına bunu başarmasının görünür gelecekte mümkün
olamayacağı, bu nedenle bölgesel ve küresel stratejik iş birliği yapabileceği
ülkelere ihtiyaç duyabileceği gerçeğine uygun bir örnek durumundadır.
Karadeniz’deki hak ve menfaatlerimizi korumak, Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nin sağladığı egemenlik haklarımızı gözetmek, Kafkasya ve Orta
Asya’da etkili olabilmek için bu ülke ile iş birliği yapılabilir. Ancak böyle bir
iş birliğini gerçekleştirirken diğer müttefiki olduğumuz ve iş birliği yaptığımız
ülkelerin tepkisini çekmemeyi ve dengeli bir tutum izlemeyi gözetmemizde
fayda görülmektedir. Diğer taraftan bu ülkenin ileride tehdit olabilecek bir
potansiyel olduğunu da göz ardı etmemek gerekir,

Ukrayna ve Gürcistan,

Gerek ülke gücü ve gerek tutumları itibariyle tehdit olarak görülmemektedir.
Ancak Gürcistan’daki çatışma ortamını sürekli takip etmek, güç odaklarının
etki sağlama çabalarında ulusal menfaatlerimiz istikametinde pozisyon almak
gerekmektedir.

Ermenistan.,

Ülke gücü olarak tehdit olamaz. Ancak diasporanın etkisi ve diasporanın
bulunduğu ülkelerin desteği ile sözde soykırımı gündeme getirip, uluslararası
ortamda sırasıyla tanıma, tazminat ve toprak talebinde bulunabilirler.
İlişkilerin düzelmesi yönündeki gelişmeler kısa vadede göreceli sonuçlar
verebilir. Ancak anlaşmazlığın tamamen çözümünü beraberinde
getirmeyeceğinden diasporanın etkisi ile iki ülke arasında yeniden gerilim
doğabilir. Diğer ülkeler ile ilişkilerimizde olumsuz sonuçlar yaratabilir.
Kendisine karşı sürekli olarak ihtiyatlı olunmasını gerektiren bir ülke
konumundadır.

İran.,

Türkiye ve İran’ın, tarih boyunca birbirlerine karşı fazla düşmanca duygular
beslemeyen, ancak bölgede etkinlik sağlayabilmek için birbirleri ile daima
rekabet içinde olan, devlet geleneğine sahip köklü iki ülke olduğu
görülmektedir. Bu nedenle zaman zaman gerginlikler yaşanmıştır. İran’ın
birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’yi zayıflatarak kendisinin bölge etkinliği
konusunda üstün duruma gelmek için PKK/Kongra-Gel örgütüne verdiği
desteği ve rejim ihracı politikasını unutmamak gerekir. İran son yıllarda
Türkiye ile yakınlaşma politikası uygulamakta, siyasi, askeri ve ekonomik
alanda ilişkileri geliştirmek istemektedir. İran’ın hem kendi toprakları içinde,
hem de Irak sınırı ve hatta sınırın Irak tarafındaki PKK terör örgütü ve onun
uzantısı PEJAK terör örgütü ile mücadeleye giriştiği, ona zayiat verdirdiği, bu
konuda Türkiye ile bir iletişim içinde olduğu bilinmektedir. Bu eylemi,
bölgede yaşanan gerginlik ve üzerindeki ABD baskısı nedeniyle Türkiye’nin
desteğini kazanmak istemesi ve aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesi
oluşumunun, bölgede gelişmekte olan Kürtçülük hareketinin Büyük Kürdistan
beklentisi ile kendisine de tehdit olacağı düşünceleri ile gerçekleştirdiği
değerlendirilmektedir. Türkiye’nin de iyi komşuluk münasebetleri, güvenlik ve
ekonomik menfaatleri çerçevesinde bu yakınlaşmaya olumlu cevap verdiğini,
ancak bunu çeşitli nedenlerle ölçülü tuttuğunu söylemek mümkündür. ABD de,
Türkiye’nin olası bir müdahalede veya müdahale olmasa dahi uluslararası
kamuoyunun beklentileri doğrultusunda hareket etmesini, Batı Kulübü içinde
kalmasını ve İran ile olan ilişkilerini sınırlamasını arzu etmektedir.
Bölgesel etkinlik ve güvenlik açısından İran’ın nükleer silaha sahip olması
Türkiye açısından olumsuz bir gelişme olacaktır. Bu bakımdan İran’ın nükleer
silah elde etmesini engellemek için yapılacak çeşitli müdahalelerin
Türkiye’nin menfaatlerine uygun olacağı değerlendirilmektedir. Ancak
komşumuz İran’a yapılacak bir askeri müdahalede ABD tarafında yer almanın
ve buna doğrudan destek sağlamanın, Türkiye’ye karşı olası terör hareketlerini
tetikleyebileceği, bölgede kültürel, dini, sosyal, ekonomik ve politik açıdan
yaralar açabileceği ve gerginlikleri derinleştirebileceği düşünceleri ile
mahsurlu olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca bölgede bu ülke ile beraber
yaşamak durumunda olduğumuz ve ABD nedeniyle ilişkilerimizin derin izler
bırakacak tarzda zedelenmesinin de menfaatlerimize uygun olmayacağı
dikkate alınmalıdır. Bu nedenlerle Türkiye’nin krizin çözülmesi için diplomasi
ve müzakere yolunu sonuna kadar desteklemesi ve her iki tarafı da çatışmadan
uzaklaştırmak için gayret göstermesi gerekmektedir. Müdahale kaçınılmaz
duruma gelmişse tarafsız bir tutum içinde olması ve uluslararası ilişkiler
açısından mecbur kalınması halinde, tepkilere neden olmayacak şekilde
ilerleyen zaman içinde ABD’ye dolaylı destek vermesi tercih edilebilir. Ancak
bunun zaman içinde Türkiye aleyhine geri dönüşünün olabileceğini de
düşünmek gerekir. İran ülke gücü açısından tehdit olabilecek boyutta bir
ülkedir. Ancak tehdit olma durumu şartlara göre değişebilmektedir.

Irak.,

İşgalden sonra ABD kontrolünde, yeni anayasasına göre federal bir yapıda,
henüz tam olarak istikrara kavuşmamış bir ülke konumundadır. 

Türkiye açısından önemli olan Irak’ın, siyasi bütünlük içinde toprak bütünlüğünü
sağlamış, merkezi hükümetin hakim unsur olduğu, uluslararası sisteme entegre
olmuş, düşmanca davranışlar içinde olmayan, muhatap olarak kabul
edilebilecek konumda, iyi ilişkiler kurulabilecek bir ülke durumunda
olmasıdır. Kuzeydeki yönetimin statüsü, davranışları ve etki alanı yaratma
durumu dikkatle takip edilmesi gereken bir konudur. Kuzeydeki yönetimin
teröre olan desteği, tutum ve davranışlarının, tehdide sebep olmaması için
ihtiyatlı olunması gerekmektedir. ABD’nin askeri gücünü Irak’tan çekmesini
müteakip, ABD’nin kuzeydeki yönetimin hamiliğini yapma gibi bir isteğine
sıcak bakılmamalıdır. Muhatap olarak Irak devleti alınmalıdır.

Suriye.,

Suriye’yi Türkiye ile olan ilişkiler açısından incelediğimizde, zaman içinde
Suriye’nin değişen iki politikası ile karşılaşılmaktadır. 1999 yılında terörist
başının yakalanmasına kadar olan sürede Suriye, PKK terör örgütünü
barındıran, himaye eden, destekleyen, hatta yönlendiren bir ülke konumunda
olmuştur. Hatay konusunu sürekli gündemde tutmuş ve haritalarında kendi
topraklarında göstermiş, sınır aşan sular konusunda sürekli aşırı taleplerde
bulunmuştur. Türkiye’yi zayıf duruma düşürebilmek için “düşmanımın
düşmanı dostumdur” anlayışı ile hareket etmiş ve bu nedenle Türkiye’nin Ege
ve Kıbrıs konularında anlaşmazlık içinde olduğu Yunanistan ile ittifak içine
girmiştir. Bu dönemde Türkiye’ye yönelik tehditler açısından önemli bir
noktada olmuş, Türkiye kendine yönelik tehditlere göre savaş planlarını “iki
buçuk muharebe doktrini”ni esas alarak yapmıştır. Tam olarak nitelendirilen
tehditler Yunanistan ve Suriye, yarım olarak nitelendirilen de iç tehdit olan
PKK terörüdür. Türkiye’nin, PKK teröründen dolayı Suriye’yi mütecaviz ilan
etmesi, bu ülkeye karşı kuvvet kullanacağını beyan etmesi ve bu konuda
kararlılık göstermesi ile 1999’dan sonra Suriye’nin politikasında değişiklik
gözlemlenmiştir. Bu değişimde Hafız Esat’ın ölmüş olması, ABD baskısını
üzerinde hissetmesi ve bölgede yalnız kalmasının da payı olmuştur.

Türkiye’nin halen Suriye ile olan ilişkileri dostane bir şekilde devam
etmektedir. Memnuniyet verici olan bu gelişmenin, şartların değişmesi ile
yeniden eskisine benzer bir duruma dönüşebileceğini de dikkate almakta yarar
görülmektedir.

Suriye ile İsrail arasındaki anlaşmazlık devam etmekte, bunun yarattığı
gerginlik bölge istikrarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu ülkeler,
anlaşmazlıklarından dolayı silahlı kuvvetlerinin önemli bir kısmını birbirlerine
angaje etmiş durumdadırlar. Türkiye bölge barışına hizmet ederek istikrarın
sağlanmasına katkıda bulunmak maksadıyla, her iki ülke ile olan iyi
ilişkilerinden faydalanarak, Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk yapmaya
çalışmaktadır. Bu girişimler hem bu ülkeler, hem bölge ülkeleri, hem de
uluslararası diğer ortamlarda Türkiye’nin bölgede etkili olmasından rahatsızlık
duymayanlar tarafından takdirle karşılanmakta ve destek görmektedir.
Arabuluculuk faaliyetlerinin olumlu netice vermesinden sonra, zaman içinde
İsrail’e angaje olmaktan kurtulan Suriye askeri gücünün Türkiye cephesinde
kullanılabilmesi olanağı ortaya çıkabilecektir. Bu nedenle Türkiye’nin,
arabuluculuk faaliyetlerinde kullanacağı argümanları, girişimlerinin dozajını
ve oluşacak şartları, kendisine zarar vermesine imkân bırakmayacak tarzda
düzenlemesinde yarar görülmektedir.

İsrail.,

Filistin toprakları üzerinde kurulduğu günden itibaren var olma mücadelesi
içinde olan İsrail, genelde Ortadoğu kaynaklı problemlerin odak noktasında
olmuştur. ABD’nin desteğini de sürekli arkasında hissetmiş, kendisine tehdit
olarak algıladığı konular karşısındaki davranışlarında aşırılığa kaçmakta
tereddüt etmemiştir. Bölge ülkelerinin önemli bir kısmı ile ihtilaf halindedir.
Filistin konusunda da sertlik yanlısı tavır ve davranışları tepki görmektedir.
Türkiye ile tarihsel olarak yakınlığı da bulunan İsrail’in savunma sanayi
konusunda Türkiye ile yakın ilişkileri vardır. Özellikle ABD’den kaynaklanan
ambargo, malzeme ve teknoloji transferindeki kısıtlamaların bu ülke
vasıtasıyla giderildiği bir gerçektir. Ancak diğer taraftan İsrail’in tutum ve
davranışlarının gözetim altında tutulmasında da yarar görülmektedir. Türkiye
ile dost görünen, Yahudi lobisi vasıtasıyla uluslararası ortamda zaman zaman
Türkiye’ye yardımcı olan İsrail’in, kendi güvenliği açısından bir Kürt
Devletine sıcak baktığı ve bunun oluşumuna ABD ile birlikte örtülü destek
verdiği de düşünülmelidir. İsrail yönetiminin, olumsuz bazı olaylarla
karşılaşılsa da, Türkiye ile olan dostane ilişkilerini devam ettirme yönündeki
davranışlarını dikkate almakta yarar görülmektedir. Bu konuda karşılıklı
menfaatlerin önemli rol oynayacağı anlaşılmaktadır. İsrail ile ilişkilerin,
karşılıklı destekten tehdide dönüşmemesi için, Türkiye’nin güçlü ülke
konumunda olması önemli bir faktördür.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

12 Şubat 2020 Çarşamba

İsrailin Güvensizligi ve İsrail Askeri İstihbaratı, AMAN BÖLÜM 2

İsrailin Güvensizligi ve İsrail Askeri İstihbaratı, AMAN  BÖLÜM 2



Mısır’ın 1972 yılında Sovyet danışmanları göndermesi, İsrail’in savaş ihtimaline dair varsayımının zayıflamasına neden olmuştur. Ancak bu tarihlerde, Sovyet silah satışı, tezat oluşturacak şekilde artmıştır. Zeira ve Aman, savaş ihtimalinin dillendiren Mossad’a karşı üstün konumlarını sürdürmüşlerdir. CIA, 24 Eylül’de Mısır’ın yaptığı tatbikatın geçmiş zamanlardaki tatbikatlarla karşılaştırıldığında farklılıklar gösterdiğini iletmiştir (Buckwalter, 2002).  26 Eylül 1973’te Savunma Bakanı Moşe Dayan ve İsrail  Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Komutanı İzak Hofi’nin, Suriye’nin yığınağı konusundaki endişelerini iletmelerine rağmen, Aman, Suriye’nin Mısır olmadan savaşmayacağını ve Mısır’ın da savaş açmayacağını bildirmiştir. Zeira, 1 Ekim 1973’te, Tahrir 41 adlı tatbikatla ilgili Genelkurmay toplantısında bilgi vermiş ve bunun taarruz için bir gizlenme ya da aldatma olabileceğini kabul etmemiştir. 3 Ekim’de yapılan toplantıya ise Zeira yerine Tuğgeneral Aryeh Şalev katılmıştır. Hazırlanan raporda, Suriye cephesinde tank, top sayılarındaki artış belirtilmiş, ancak Elazar ve Dayan’ın dillendirdikleri endişelere rağmen, Aman raporunun sonucu ağır basmıştır. Raporda, yığınağın savunma amaçlı olduğu ve saldırı ihtimalinin zayıf olduğu belirtilmiştir. 5 Ekim 1973 tarihinde, Aman’ın görüşü, savaşın ihtimal dışı olduğu yönündedir. Bunun ana nedeni, Arapların zayıf olarak nitelendirilmeleridir. Mısır’ın yanıltma amaçlı tatbikatı, Aman şefi Zeira tarafından savaş hazırlığı olarak algılanmamıştır. Mısır ve Suriye’nin bu aldatma başarısında, iki ülkede savaş planını bilenlerin sayısının az olması gelmektedir. Savaş planını bilenler, devlet başkanları, savunma bakanları, genelkurmay başkanları, istihbarat başkanları, hava kuvvetleri ve kara kuvvetleri komutanlarıdır. Aman’ın değerlendirmelerini zayıflatan unsur ise, hava fotoğraflarıyla belgelenen Sovyet ailelerinin Mısır’ı terk etmeleridir (Black, Morris, 1999:252-259).

Aman’ın 1973 Savaşı’ndaki istihbarat başarısızlığının nedenleri, Arapların gücünü küçümsemesi, istihbarat bilgilerini paylaşmaması, saldırı ihtimaline dair verileri gizlemesi (Bar-Joseph, Levy, 2009: 484) olarak sıralanmaktadır. Elazar, Aman’ın kendilerini Arap birliklerinin yerleri, Mısırlıların kanalda kurdukları köprü sayısı ve iki zırhlı Mısır tugayının doğu kıyısına geçiş zamanı konusunda bilgilendiremediğini ifade etmiştir. Aman, Sovyet yapımı sagger (tanksavar) silahları konusunda da orduyu yeteri kadar bilgi verememiştir. Aman ayrıca, Irak askerî gücünün Golan tepelerine ulaşmasını engelleyebilecek bilgiyi orduya verememiştir (Black, Morris, 1999:263-264). 

Aman’ın istihbarat konusundaki, tekeli, 1973 savaşındaki başarısızlığın temel nedenidir. Bu nedenle, Mossad’ın uyarılarına gereken önem verilmemiştir. Ayrıca, Yona Bandman ve Ali Zeira’nın otoriter tutumları, açık ve hoşgörülü bir tartışma ortamını engellemiş ve istihbarat başarısızlığına yol açmıştır (Bar Joseph, Levy, 2009:469). 

Aman şefi Eli Zeira’nın başarısızlığının bir nedeni de Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın damadı Eşref Marvan’dan gelen bilgilere aşırı güvenmesidir. Son elde edilen bilgiler, Marvan’ın “çift taraflı ajan” olduğu yönündedir. Marvan, Temmuz 1973’te, savaşın başlayabileceği bilgisini vermiştir. Ancak, Zeira, Marvan’ın kendisini aldattığına inanmıştır (Bar-Joseph, Levy, 2009:482-3). 
 Agranat Komisyonu, savaş sonrası İsrail’in pozisyonunu değerlendirdiğinde iki ana konuyla karşılaştığını, belirtmiştir. İsrail, Mısır’ın hava üstünlüğü problemini çözmeden saldırmasını beklememiştir. Ayrıca, Mısır olmadan Suriye’nin saldırı olasılığı olmadığı kabul edilmiştir (Buckwalter, 2002). 30 Ocak 1975 tarihinde yazılan son Agranat Komisyonu Raporunda Aman’ın savaşın ilk 3 günündeki başarısızlıkları anlatılmıştır. Komisyon, Aman şefi Zeira, yardımcısı Aryeh Şalev, Yarbay Yona Bendman, Subay David Gedaliah’ın görevlerinden alınmalarını tavsiye etmiştir. Komisyon ayrıca istihbaratta Aman’ın tekelinin kırılmasını da tavsiye etmiştir. Mossad içinde büyük bir araştırma dairesi kurulmuştur. Aman’ın askerî istihbarata ağırlık vermesi, kararına varılmıştır. Aman, yeniden yapılandırılmış, içerisinde coğrafi birimler kurulmuştur. Coğrafi birim şeflerinin kendi bölgelerindeki askerî, teknolojik, siyasi ve ekonomik istihbarattan sorumlu olmalarına karar verilmiştir. Küçük rütbeli subayların fikirlerini açıklamalarına olanak verilmesine karar verilmiştir. Değerlendirme raporlarını açık olması, kesinlik içermemesi ve fazla değerlendirme yapılmaması, uygun görülmüştür. Dronlar satın alınmış, elektro-optik alan gözetleme birimi kurulmuştur. Aman’ın üç bölge komutanlığı; kuzey, orta ve güney, merkez komutanlıklarını dengeleyecek şekilde güçlendirilmiştir. Aman şefinin iş yükü azaltılmış ve ona yardımcı olacak şef istihbarat subayı görevlendirilmiştir (Black, Morris, 1999:265-268).

Aman, savaşın yakınlığın işaret eden sinyaller ve bunlar arkasındaki gürültüleri birbirinden ayıramamıştır. İstihbaratı değerlendirme ve yorumlama görevinin siyasetçilere bırakılması sonucu ortaya çıkmıştır. Yom Kippur Savaşı’nın ardından istihbarat değerlendirmelerinde, kuşkuya daima yer verilmesi gerekliliği anlaşılmıştır. Arap ülkelerinin ordularının büyüklüğü ve otoriter rejimleri, İsrail’in daima tetikte olması sonucunu ortaya koymuştur (Black, Morris, 1999:268-269).
Aman, Yom Kippur Savaşı’nın ardından, Enver Sedat’ın barış girişimi konusunda yeterli bilgiye sahip olmamıştır (Black, Morris, 1999:273-275; Kahana, 2005:263). 1975-76 yıllarında gerçekleşen Lübnan Savaşı’nda, Aman ve Mossad’ın orduya gerekli istihbaratı sağlayamadığı, ileri sürülmektedir. Mossad, Lübnan’daki Hristiyan lider Beşir Cemayel’le sıkı ilişkiler kurmuştur (Ostrovsky, 1994:55).

Aman ve Mossad, İran Devrimi’nin gerçekleşeceği konusunda fikir birliğine sahip olmuşlar ancak tam olarak ne zaman vuku bulacağını tahmin edememişlerdir. Uri Bar-Joseph, İran Devrimi konusundaki İsrail istihbaratının bu öngörüsünü övmüş ve Amerikan istihbaratıyla karşılaştırıldığında, önemli bir başarı olduğunu belirtmiştir. İsrail istihbarat örgütleri,  İran kültürünü tanımakta ve Fars dilini iyi bilmektedirler. Bu yetenekler, İsrail istihbaratının, İran konusunda daha başarılı olmasına neden olmuştur (Pascovich, 2013a:93).

1980’li Yıllar

1980’lerde Mossad, Sudan’da eğitim alan Filistinlilerle ilgili bilgi toplamıştır. Mossad, Şabak ve Aman’ın araştırmaları sonucunda, bu yapının başında Mısırlı Ayman El Zevahiri’nin olduğu anlaşılmıştır. Enver Sedat suikastı sonrasında tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Zevahiri, Sudan’da yaşamaktaydı ve, Ladin’le yakın işbirliği içindeydi. Bu dönemde Ladin, Sudan’da inşaat firmalarına sahipti ve bu firmalardan bir tanesinin ismi “El Kaide” idi. Mossad, bu örgütlenmeyle ilgili daha çok bilgi toplamak ve gerekirse önleyici faaliyetlerde bulunmakla görevlendirilmiştir. Başbakan İzak Rabin, küresel cihadın büyüyen tehdidi konusunda kamuoyunu uyaran konuşmalar yapmıştır (Shpiro, 2012:240-241).
1981 ve 1982 yıllarında, Celile’ye Barış Operasyonu öncesinde, Mossad, Maruni Hristiyanların gücünü abartmıştır. Aman daha doğru bir değerlendirme yapmıştır. Maruni Hristiyanların güçsüz olduklarını ve yeni bir düzen kuramayacaklarını görmüş ve Lübnan’a askerî müdahaleden kaçınılmasını tavsiye etmiştir (Kahana, 2005:263). 
Aman ve Şabak, 1987 yılında Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin ayaklanmasını doğru değerlendirememişlerdir (Turquie diplomatique, 2013, Kahana, 2005:263; Pascovich, 2013b:16). İstihbarat örgütlerinin, Filistin halkının sosyo-ekonomik sorunları ile ilgili istihbarı verilerinin eksiklikleri olduğu görülmüştür (Pascovich, 2013b:16).

1990’lı yıllar

Temmuz 1988’de Aman, Irak’ın Kuveyt’e saldırabileceği uyarısında bulunmuştur. Ancak saldırının kesin tarihi konusunda önceden tespitte bulunamamıştır. 1 Ağustos’ta ise Irak’ın Kuveyt’e saldıracağını bildirmiş ancak kesin tarih vermemiştir (Black, Morris, 1999:412-421). Aman, Kuveyt’in işgalini haber veremediği için eleştirilmiştir. Aman, ayrıca Irak’ın İsrail’e scud füzesi fırlatmasının düşük bir ihtimal olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, Irak’ın Kuveyt’e saldırması olayında, İsrail istihbaratının başarısız olduğu belirtilmektedir (Kahana, 2005:264).

İsrail istihbarat örgütleri, 1993 yılında gerçekleştirilen Oslo Barış Görüşmelerini önceden tahmin edememişlerdir. Aman, 1996 yılında Suriye’nin Golan Tepelerindeki askerî hareketliliğini savaş hazırlığı olarak değerlendirmiş, ancak bu doğru çıkmamıştır. İsrail istihbarat örgütleri, Ağlama Duvarına giden Kudüs Tüneli’nin açılmasının, Filistin ayaklanmalarına yol açabileceğini tahmin edememişlerdir (Kahana, 2005:264).  

2000’li yıllar

İsrail istihbarat örgütleri, İsrail’in tek taraflı olarak Lübnan’dan ayrılmasına Hizbullah’ın askerî tepkisini abartmış ve Güney Lübnan’da bir askerî güç bulundurulmasını tavsiye etmişlerdir (Kahana, 2005:264).  Başbakan Barak, Aman’ın bu istihbaratını bertaraf etmek ve orduyu Güney Lübnan’dan çıkarmak için yoğun çaba sarf etmiştir. Barak’ın bu durumu aşmasında İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin eski Genelkurmay Başkanı ve Aman’ın eski şefi olması etkili olmuştur (Bar-Joseph, 2010:510).

2000 yılında El Aksa İntifadası (II. İntifada) başladığında, Aman bu durumun sorumluluğunun Yaser Arafat’a ait olduğu bilgisini vermiştir. Bu bilgi kamuoyu ve İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından kabul edilmiştir. Yıllar sonra bu tahminin yanlış olduğu anlaşılmıştır. Aman’ın verdiği bu istihbarat İsrail  Silahlı Kuvvetleri İkinci İntifada’ya karşı yoğun askerî güç kullanmasına neden olmuştur (Bar-Joseph, 2010:510). Aman, şiddetin tırmanmasına yol açmıştır. 

2000 yılının Ocak ayında Filistin Ulusal Yönetimi’nin bulunduğu bölgedeki istihbarat faaliyetlerinin tümü, İsrail'in iç istihbarat örgütü Şabak’tan Aman’a geçmiştir. Bu durum, bölgede güvenlik algısının değiştiğinin bir göstergesidir. El Aksa İntifadası ile Şabak’ın insani istihbaratına ihtiyaç duyulmuştur. 2000 yılının Eylül ayından itibaren, Aman ve Şabak Filistinlilerle ilgili istihbarat yükünü paylaşmaktadırlar. İnsani istihbarat son derece önemlidir; Şabak Batı Şeria ve Gazze’de bilgi ağı oluşturmuştur. Aman’ın ileri teknoloji ürünü aletleriyle telefonların dinlemesi kolay olmuş, ancak argo konuşmaların anlaşılması konusunda güçlük çekilmiştir. Şabak ve Aman, Batı Şeria’da sıkı bir işbirliği içindedirler. Ancak, Güney Lübnan’da, Hizbullah’la ilgili bu tür işbirliği içine girmemişlerdir (Jones, 2003:276-7)

Son dönemde, İsrail istihbaratına başlıca iki konuda eleştiri yöneltilmiştir. 

İlk eleştiri, İsrail İstihbarat örgütlerinin, 11 Eylül olayını tahmin edememiş olmalarıdır (Kahana, 2005:264). Ancak, dünyanın en büyük istihbarat yapılanmasına sahip olan ABD bu saldırıların yerini ve zamanını kestirememiştir, bu nedenle bu eleştiri haklı değildir. İkinci eleştiri, İsrail istihbaratının 11 Eylül saldırılarının Irak ile bağlantılı olduğu (Fuerza, 2013) ve Irak'ın. konvansiyonel olmayan silah kapasitesini abarttığı (Kahana, 2005:264). yönündedir. Irak'a müdahaleye kadar giden bu olayda, ABD istihbarat örgütlerinin devletin karar birimlerini nasıl yanılttığı ancak müdahaleden sonra anlaşılabilmiştir. Bu ortamda, İsrail'den ABD'nin bölgeye müdahalesini önleyecek bir tutum izlemesini beklememek gerekir. Bu durum olsa olsa, İsrail'in ABD'ye karşı uyguladığı bilgi harekâtı kapsamlı bir operasyon olarak değerlendirilebilir.
İsrail Silahlı Kuvvetleri Mayıs 2000’de, Lübnan’ı terk etmeden hemen önce, Hizbullah’ın füze kapasitesini, bu füzelerin saklandığı yerleri öğrenmiştir. Söz konusu füzelerin Hayfa’yı vurabileceği bilgisine sahip olmuştur. Aman, füzelerin, Hizbullah mensuplarının evlerinde gizlendiğini öğrenmiştir. Bu bilgilere, Aman’ın Ünite 8200 adlı sinyal istihbaratı birimi ve İsrail Hava Kuvvetleri keşif gücünün çalışmaları neticesinde ulaşılmıştır. Bekaa vadisinde, 220 orta menzilli füzenin bulunduğu değerlendirmesi yapılmıştır (Lambeth, 2011). 

Aman, Ocak 2006’da 130 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor, Hizbullah’ın savaş planından bahsetmektedir. Raporda, Hizbullah’ın orta menzilli füzelerinin yerleri açıklanmıştır. Ancak, dosya yüksek düzeyde gizli olarak sunulduğundan, Aman Araştırma Birimi’nin dışında görülmesi engellenmiştir (Lambeth, 2011:150).

12 Temmuz 2006’da Aman, 100 İran Devrim Muhafızının, Lübnan’da Hizbullah adına bulunduğunu haber vermiştir. Aman, Hizbullah’ın 500 Fecir-3 ve Fecir-5 orta menzilli füzelerinin ve 20-30 tane uzun menzilli Zellal7 füzelerinin bulunduğunu bildirmiştir. ABD istihbaratı da İran’ın Hizbullah’a 100-200 milyon dolar tutarında yardımda bulunduğu bilgisini iletmiştir. Savaş öncesi Hizbullah askerî gücünü, 3500 kişiden 5000 kişiye çıkarmıştır. Aman Araştırma Biriminin başında bulunan Yossi Baidatz kamuoyuna, Hizbullah’ın elinde yüzden fazla 25-45 mil menzile sahip İran yapımı Fecir-3 ve Fecir-5 orta menzilli füzelerinin ve uzun menzilli Zellal7’lerin bulunduğunu bildirmiştir (Lambeth, 2011:15, 92). 
Aman, 2000’li yılların ortalarından itibaren Hizbullah’ın elindeki uzun ve orta menzilli füzelerin ve füze fırlatma depolarının yerlerini bulmaya çalışmıştır. Bunun yanında, Hizbullah’ın önemli liderlerinin yerlerini tespit etmeye çalışmıştır. Örgütün yeraltı silah depolarının ve sığınaklarının yerlerini belirlemek için uğraş vermiştir. Minyatür sinyal istihbarat aletleri ve İsrail Hava Kuvvetleri, bu konuda yardımcı olmuşlardır (Lambeth, 2011:92). 

2006 Savaşı’nın ilk saldırılarında, İsrail Hava Kuvvetleri’nin (İHK) açıklamalarına göre, Fecir füzelerinin yüzde 50’si yok edilmiştir. İHA'lara sahip olan ve onları istihbarat için kullanan Aman’dı. Daha sonra bu görev, İHK’ya verilmiştir. İHA’lar 2000 yılından sonra yoğun olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Ofeq, Eros A ve B uyduları, Aman ve İHK’ya kaliteli resimler sunmayı sürdürmektedirler (Lambeth, 2011:110,121) Aman, uydu ve sinyal istihbaratını kontrol etmektedir (Henriksen, 2007:15). Bu durum Aman’a büyük bir istihbarı güç vermektedir. 
Winograd Komisyonu, 2. Lübnan Savaşı ile ilgili bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda, Aman’ın Hizbullah konusunda, siyasetçiler ve askerî görevlilere, geniş ve güçlü bir istihbarat sağladığı vurgulanmaktadır. Ancak bu raporda, taktiksel düzeyde verilen istihbarat konusunda belirsizliklerin olduğu açıklanmıştır. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemlerine gireceği ve ülkenin kuzeyinde artan çatışma olasılığına karşı tedbir alınması gerekliliği konusundaki Aman şefi Aharon Zeevi Farkash’ın mektubu, 18 Aralık 2005 tarihinde,  Başbakan Ariel Şaron’a ve mektubun kopyaları da Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı’na iletilmiştir (Bar-Joseph, 2007). Aman ve İHK, 2006 Savaşında iletişim frekanslarının bozulmasını sağlamışlardır (Lambeth, 2011:242).
Aman, Lübnan Savaşı öncesinde Hizbullah’ın İsrail askerlerini kaçıracağına dair istihbaratı sunmuştur. Hizbullah’ın elinde çoğunluğu kısa-menzilli 10 binden fazla füze bulunduğu bilgisini iletmiştir. Aman, olası bir İsrail saldırısında, Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyine binlerce füze atabileceğini, bu füzelerin Hayfa ve hatta Tel Aviv’e bile ulaşabileceği tahmininde bulunmuştur. Ancak, Aman’ın vermiş olduğu istihbarat, bu kısa menzilli füzelerin konuşlandırılmasını engelleyecek kadar kapsamlı bir istihbarat olmamıştır. Bunun yapabilmenin yolu Güney Lübnan’ın kara kuvvetleri ile işgal edilmesinden geçmekteydi. Nasrallah, savaştan iki ay önce, 12 bin kısa menzilli füzeye sahip olduklarını duyurmuştur. Uzun, orta ve kısa menzilli füzeleri yanında Hizbullah’ın elinde İran’ın verdiği Ebabil İHA’ları bulunmaktaydı. Ebabil İHA’ları 450 km. menzile ve 40-50 kg. patlayıcı taşıyabilme kapasitesine sahiptir. Aman, Hizbullah elinde bulunan kısa menzilli füzelerin sayısının 10 bin ila 16 bin arasında olduğu bilgisini vermiştir. Ancak bu değerlendirmede rakamlar arasındaki fark oldukça fazla olarak nitelendirilmiştir. Buna göre, günde 150-200 roketin fırlatılması beklenmiştir. Aman’ın sahip olduğu görüntü ve sinyal istihbaratı, füzelerin yerinin tespit edilmesini sağlayamamıştır, bu nedenle füzeler yok edilememiştir. Ayrıca, Aman, Hizbullah’ın elinde C-802 gemisavar füzesinin bulunduğuna dair kesin bir istihbarata sahip olmamıştır. Bu konudaki uyarısı İsrail Donanma Komutanlığı tarafından ciddiye alınmamıştır. Aman, Hizbullah’ın elindeki  tanksavar silahların sayısını var olandan daha düşük olarak, karar-alıcılara sunmuştur  (Bar Joseph, 2007:585-591). 

12-13 Temmuz 2006 tarihinde, Hizbullah’ın elindeki 40 tane insansız hava aracı ve uçak yok edilmiştir. İlk raporlara göre, çok sayıda uzun-menzilli ve orta-menzilli füze, 18 tane fırlatma rampasının (toplam sayı: 19-21) tahrip edildiği belirtilmiştir. Amerikalı bir yetkili ise, ilk üç günde, İHK’nın, Hizbullah’ın elindeki silahların %7’sini tahrip ettiğini belirtmiştir (Bar Joseph, 2007:586).  
Aman’ın 8200 numaralı Sinyal ünitesi, Hizbullah ve Hamas liderleri arasındaki iletişimde, şifreli konuşmaları çözmüş ve Hizbullah ve Hamas arasındaki işbirliğini açığa çıkarmıştır. Hamas ve Hizbullah’ın, özellikle işgal edilmiş topraklardaki terörist faaliyetlerde ortak hareket ettikleri anlaşılmıştır. Aman’ın, özellikle 2006 Lübnan Savaşı’ndaki en önemli zayıflığı Hizbullah liderleri ve Hizbullah’ın komuta ve kontrol sistemlerine sızamamış olmasıdır. Bu savaşta, hiçbir üst düzey Hizbullah lideri ortadan kaldırılamamıştır. Bu durumda, İsrail üst düzey siyasi karar alıcılarının bu yöndeki tavsiyelerinin rol oynadığı da düşünülmektedir (Bar Joseph, 2007:586).  

Aman, savaştan çok önce Hizbullah’ın elindeki kısa menzilli Katyuşa füzelerinin Lübnan-İsrail sınırı arasına yerleştirildiğini tespit etmiştir. Ancak savaş sırasında, fırlatıcıların tam yerini gösterememiştir. Bu nedenle, İHK, birkaç istisna dışında bu hedefleri vuramamıştır. Kısa-menzilli füzelerin yer değiştirmesi kolaydır. Bu olayda Aman ve İHK suçlanmıştır ancak askerî uzmanlar kısa-menzilli füzelerin yok edilmesi için kara harekâtına ihtiyaç duyulduğunu, belirtmişlerdir. Ancak bilindiği gibi, bu harekâtta, İsrail hava kuvvetleri asıl yükü üstlenmiştir. Savaş sonrası, İsrail’in kara ordusunun güçlendirmesinin gerekli olduğu fikri güçlenmiş ve bu yönde askerî planlar yapılmıştır. Aman, Litani nehri ve uluslararası sınır arasındaki bölgede geniş kapsamlı bir kara harekâtının yapılmasını sağlayacak bilgileri verememiştir. Bu konudaki bilgiler hem yetersiz hem de eski olarak değerlendirilmiştir. Aman, son ana kadar kara kuvvetlerine bu bilgileri vermemiş ve metal kutularda saklanmasını sağlamıştır. Ancak kutular açıldığında resim ve haritaların 2002 yılından kaldığı ve bütçe kısıntıları nedeniyle güncellenmediği ortaya çıkmıştır. Aman’ın kara kuvvetlerine verdiği bilgilerin niteliği, savaş öncesi bir kara harekâtının yapılmayacağı yönünde beklentiden kaynaklan maktadır. Bu savaşta İHK’nın asıl yükü üstleneceği ve donanma ve özel kuvvetlerin, onu destekleyeceğinin tahmin edildiği, anlaşılmaktadır (Bar Joseph, 2007:589-92). 

İsrail’in Mayıs 2000’de Lübnan’dan ayrılmasının ardından, Hizbullah pek çok yeraltı tüneli ve sığınağı inşa etmiştir. Böylelikle savaşçılarını ve silahlarını saklama imkânına sahip olmuştur. Bu sığınak ve depoların tam yerleri, hiçbir Hizbullah mensubu tarafından tam olarak bilinmemektedir. Asia Times’ın haberine göre her Hizbullah biriminin sadece üç sığınağın yerini bilmesine izin verilmiştir. En önemli sığınak ve silah deposu, Lübnan tepelerinde 40 metre derinlikte olandır. 600 ayrı silah deposu, Litani bölgesinin güneyine yerleştirilmiştir (Bar Joseph, 2007:590). 

Aman, savaş öncesi tüm istihbarat tekniklerinden faydalanmıştır. Gözlem, sinyal ve insan istihbarat teknikleri yanında Nasrallah’ın kamuoyuna yaptığı konuşmalara da dikkat edilmiştir. Mossad ve Aman arasında üst düzey bir işbirliği gerçekleştirilmiştir (Bar Joseph, 2007:593).
  
Aman’ın başarısızlığı, Hizbullah’ın farklı yapısından, örgütün komuta ve kontrol sistemine nüfuz edilememesinden ve Aman’ın bu savaş konusundaki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. İnsani istihbarat konusunda, Hristiyan Maronilerden faydalanılmamıştır. Aman yüksek düzey teknolojik istihbarat yöntemlerini kullanmıştır, ancak bunlar faydalı olmamıştır (Bar Joseph, 2007).
Aman, Hizbullah’a nüfuz edememiş, insani istihbaratı kullanamamıştır. Hizbullah, İran Devrim Muhafızları’nın eğitimi sayesinde profesyonelleşmiştir. Örgüt içerisindeki bölümlendirme sayesinde gizli bilgilerin, düşmanın eline geçmesi önlemiştir. Hizbullah üyeleri, İsrail kendilerini sürekli izliyor ve dinliyor gibi yaşamaya alışmışlardır. Hizbullah, yüksek teknolojiyle haberleşme yönteminden kaçınmaktadır. Bunun yanında, İsrail hakkında bilgi edinmek için Suriye’de bulunan sinyal istasyonları kullanılmış ve İsrail sinyal ünitelerinin frekanslarının kısmi olarak bozulması sağlanmıştır (Bar Joseph, 2007:594-95).  

Aman’ın Barış İstihbaratı

Filistin ve İsrail arasındaki sorun, İsrail’in 1947 yılında 181-II sayılı BM kararı ile tarif edilen sınırlardan daha fazla bir alanı kapsayacak şekilde kurulmasıyla başlamıştır. 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı ile İsrail, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. İşgal edilen yerlere Yahudilerin yerleşmesi, sorunun büyümesine yol açmıştır. Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışma, Siyonizm-Arap milliyetçiği arasındaki çatışma olarak tanımlanmaktadır. İsrail, 1967 yılı öncesindeki sınırlara dönülmesini kabul etmemektir (Bayraktar, 2012:262).

1980’li yıların sonunda başlayan ve özellikle 1990’lar sonrası gerçekleştirilen Aman’ın istihbarı faaliyetleri, barış istihbaratı olarak nitelendirilmiştir. Aman’ın çalışma alanının büyük kısmını, “Filistin’le ilgili barış için istihbarat” teşkil etmektedir. Bu kapsamda, Aman görevlileri, Filistin Millî Misakı, yani Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Kuruluş Belgesini, incelemişlerdir (Pascovich, 2013b).

1993 yılında Prensipler Antlaşması olarak bilinen Oslo Antlaşması, Washington’da imzalanmıştır. Bu antlaşma, mültecilerin durumu, Kudüs’ün statüsü, sınırlar ve Yahudi yerleşim yerlerinin geleceği ile ilgili hükümler içermemektedir (Bayraktar, 2012:263). Bu antlaşma kapsamında Filistin’de beş yıl içerisinde geçici bir yönetim kurulması onaylanmıştır. Filistin’in nihai statüsünün, beş yılın sonunda belirlenmesi ise karara bağlanmıştır. 
Şimon Perez, 1992 yılındaki Oslo Barış Görüşmelerinde, askerî istihbaratı, orduyu ve ABD’yi sürecin dışına çıkarmış ve Filistin Hükümeti ile gizli barış görüşmeleri yürütmüştür. Ancak, daha sonra, İsrail halkının şüphelerini ortadan kaldırmak amacıyla, Aman yeniden barış sürecinin içine dahil edilmiştir. 1993 Oslo görüşmeleri sırasında, FKÖ, İsrail’in yaşam hakkını kabul etmiştir. Bunun yanında, Oslo görüşmelerinin yazılı olmayan prensibine göre Arafat, İsrail’in çekildiği yerlerde terörizmin ortadan kaldırılmasını kabul etmiştir. CIA, 1980’lerin sonunda, FKÖ ile ilişkisini düzeltmeye başlamıştır. CIA, Oslo Barış antlaşmalarının ardından yeni Filistin Yönetimi’nin güvenlik birimlerinin yapılandırılması, eğitilmesi konularında yardımcı olmaya başlamıştır (Shpiro, 2012). 

Barış Antlaşması’nın ardından Filistinli mültecilerin Batı Şeria ve Gazze’ye dönmeleriyle, Aman, Şabak ve Mossad’ın yetki alanları karışmış; örgütler finans kaynaklarını ve kontrol alanlarını kaybetmemek için rekabete girmişlerdir (Newton, 2011:124). 

Netanyahu’nun 1996 yılındaki ilk başbakanlığı döneminde, hükümet ve istihbarat servisleri arasında gergin bir ilişki kurulmuştur. Netanyahu, siyasal tecrübeden yoksun olarak iktidara gelmiştir. Bunun yanında, siyasal tecrübelerinden yararlanacağı yardımcılar yerine kendisine genç yardımcılar seçmiştir. Netanyahu ve tüm ekibi, Oslo Barış Sürecine karşı bir tutum sergilemişlerdir. Bu ekip, Yaser Arafat’ı terörist olarak görmeye devam etmiş; Oslo Barış Sürecine destek veren, Aman, Mossad, Şabak’a da şüpheyle yaklaşmışlardır. (Uri- Bar, 2013: 358). 

Netanyahu, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin, Aman, Mossad ve Şabak’ın, “barış süreci” ile ilgili isteklerinden hoşlanmamış; onlarla görüşmeleri azaltmıştır. Gönderilen istihbarat raporlarını okumamış, hatta geleneğin tersine Filistinlilerle diplomatik ilişkilerde, askerî yetkililerin yer almasını engellemiştir. (Pascovich, 2013b:19). 

İsrail İstihbarat Topluluğu, halk arasında apolitik olmakla ünlenmiştir. Ancak Netanyahu’nun başbakanlığının ilk döneminde bu ünleri yara almıştır. Bu dönemdeki baskılardan muaf tutulan Mossad şefi Dr. Uzi Azad olmuş; Dr. Azad, 1997-99 yılları arasında, Netanyahu’nun dış politika danışmanı ve 2009-2011 yılları arasında millî güvenlik danışmanı olarak görev yapmıştır. 1996-2001 yılları arasında Askerî İstihbarat Araştırma Biriminin ve tüm istihbarat değerlendirme lerinin başında bulunan Gilad, fikirlerini daha rahat ifade etmiş; barış sürecindeki çıkmazın, Netanyahu’nun politikalarının bir ürünü olduğunu ve bu durumun öncelikle Suriye ve diğer Arap devletleriyle savaşa yol açabileceğini, savunmuş tur (Bar-Joseph, 2013). 

1995-1998 yıları arasında Aman’ın başında bulunan Moşe Ya’alon’un Arafat’ı terörist olarak nitelendirilmesi (Jones, 2003:277) emekli olmuş diğer istihbarat uzmanları tarafından Netanyahu’nun baskılarına boyun eğmesi olarak nitelendirilmiştir. Şabak Şefi Ami Ayalon da, Gilad gibi, Netanyahu’nun politikalarının ve yeni yerleşimlerin,  intifadaya yol açabileceğini, ileri sürmüştür. Netanyahu’nun yardımcıları, daha önce İsrail donanmasına da komuta eden Ayalon’un hükümetin politikalarına sadık olmadığını ve bulunduğu görevi hak etmediğini belirtmişlerdir. Netanyahu, muhalefet liderleriyle görüşen İsrail Savunma Gücü’nün komutanını görevden almış; istihbarat örgütlerinin, diplomatik görüşmelere katılmasına, izin vermemiştir. Bu bağlamda, Netanyahu, istihbarat tahminlerini değiştirmeyi başaramamıştır (Bar-Joseph, 2013). 
1999 yılında, İsrail Savunma Gücü ve Aman’ın, Ehud Barak’la fikir anlaşmazlığına düştüğü bilinmektedir. Barak, İsrail askerî güçlerinin Lübnan’dan çekilmesini istemiştir. Aman, askerî güçlerin bir kısmının bölgede kalmasını tavsiye etmiştir (Shpiro, 2012).

 Son dönemde ise en önemli konu, İran’ın nükleer silahlanmasıdır. İstihbarat örgütlerinin görüşlerinin aksine, Netanyahu, İran’a karşı askerî bir müdahaleden yanadır. Mossad’ın eski başkanlarından Meir Dagan, böyle bir müdahalenin, son derece aptalca, olduğunu vurgulamaktadır. Mossad Başkanı Tamir Pardo da İran’ın, İsrail’in  varlığına ciddi bir tehdit sayılamayabileceğini, belirtmektedir. Bu görüşler, siyasi baskılara rağmen, henüz değiştirilmemiştir (Bar- Joseph, 2013:359-360).

11 Eylül olaylarından sonra, Amerikan istihbarat servislerinin yeterlilikleri konusunda tartışmalar yapılmaya başlamıştır. Amerikan terörle müdahale uzmanlarının, İslami terörizm konusunda, İsrailli meslektaşlarının tecrübelerinden yararlanmaları gerektiği belirtilmiştir. Aman, Mossad ve Şabak’ın yöntemlerinin, Amerikalı istihbarat örgütlerinin yöntemlerinden çok üstün olduğu, öne sürülmüştür.  İsrail istihbarat görevlileri, bölgenin farklı dillerini öğrenmekte ve bölgenin kültürünü tanımaktadırlar. İstihbarat teknikleri ve psikoloji konusunda eğitimden geçmektedirler (Schindler, 2005:706). 

Aman’ın Geleceği

Aman, çok önemli siyasal kararların alınmasında etkili olan bir örgütlenmedir. Aman, istihbarat örgütleri içinde en tepede olduğunu ileri süren uzmanlar bulunmaktadır (Jones, 2003:275). Aman’ın lider konumu, kamuoyunun görüşünü şekillendirmede, ona büyük bir güç sağlamaktadır. Aman siyasal olarak son derece etkin bir konumdadır. Aman şefi ve Araştırma Biriminin başkanı, millî güvenlikle ilgili tüm kabine toplantılarına katılmaktadırlar (Bar-Joseph, 2010: 509).

Aman ve diğer istihbarat örgütlerinin eğitim durumlarına değinmek önemli olacaktır. Aman’ın analizcileri kariyerleri süresince en azından Ortadoğu ile ilgili bir lisans derecesine sahip olmaktadırlar. Bazı durumlarda lisans derecesinde sahip olmayanlara da rastlanmaktadır. Araştırma Birimindeki analiz kariyerleri kısadır ve yetersiz sayıda Yüksek lisans derecesine sahip olan görevlileri bulunmaktadır. Çok kısa sürelerde rotasyon olması, belli alanlarda uzmanlaşmayı engellemektedir. Mossad da bu durumun tersine, görevliler, uzmanlık alanlarında Yüksek Lisans ve doktora yapmakta ve standard rotasyonları beş senede bir yapılmaktadır. Pek çok durumda,  aynı sahada iki dönem kalarak uzmanlıklarını arttırmaktadırlar (Bar Joseph, 2010: 520).  
İstihbarat örgütlerinin Aman’ın operasyonlarındaki başarısızlıklar ve askerî ve siyasi konularda ayrım yapılması gerekliliği nedeniyle, devletle ilgili faaliyetlerinin kademeli olarak sonlandırılması gündemdedir. Aman’ın Araştırma Bölümü’nün sol örgütlerle ilgili çalışmalar yaptığı belirtilmektedir. Sol örgütlerin, Batı’da İsrail karşıtı aktivitelerde bulundukları ve böylelikle İsrail devletinin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtıkları ileri sürülmektedir (Pascovich, 2013b:228). 

Aman’ın geleceğiyle ilgili üzerinde durulması gereken diğer konu, dindar Yahudileri sahada görevlendirilmesidir. Bu durum, istihbarat etiği ve dinin çatışmasına yol açabilecektir (Shpiro, 2007a)

Sonuç

Başbakan Ben Gurion, 1948 yılında, istihbarat birimlerinin yapılandırılmasına karar vermiştir; İsser Beeri, askeri istihbarattan sorumlu olmuştur. Mart 1949’da, İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat şubesi kurulmuş ve başına Chaim Herzog getirilmiştir. Başlangıçta, askeri istihbarat, sadece Arap ülkelerinden bilgi toplamakla görevlendirilmiştir; 1950’den sonra ise Arap olmayan devletlerle ilgilenilmiştir. Devletin ilk kurulduğu yıllarda, askeri istihbaratın görev ve yetkileri tam olarak belirlenememiştir. 1953 yılında, askeri istihbarat bölümü, İsrail Silahlı Kuvvetleri İstihbarat Şubesi ya da diğer adıyla Aman olarak yapılandırılmıştır. Aynı dönemlerde, Ben Gurion, askeri istihbaratın güçlendirilmesi kararını almıştır. Aman, İsrail dışında oluşturduğu yapılanma sayesinde sanayi casusluğu gerçekleştirmiştir.

Aman, 1950’li yıllarda, Arap ordularına karşı yapılacak olan bir savaşa hazırlanmak amacıyla ülkeye girmeye çalışan Araplar, sınırlardaki köylüler ve muhbirlerden yararlanmış; onlardan değerli bilgiler elde etmiştir. Aynı dönemde, Dr. Ne’eman tarafından geliştirilen bilgisayar teknolojisi, verilerin depolanması ve yeniden değerlendirilmesini sağlamıştır. Esir düşen Arap subaylar ve Arap ülkelerinde yaşayan Yahudiler, önemli haber kaynakları olmuşlardır. Böylelikle, Aman, 1956 Sina saldırısı öncesinde, Arap orduları hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmuştur; medyayı kullanarak dezenformasyon faaliyetlerinde bulunmuştur. ABD istihbarat örgütleri, fotoğraf, radar ve gözlem istihbaratı konusunda İsrail istihbarat örgütlerini desteklemişlerdir. 

1967 yılı Mayıs ayında, Aman, Arap ülkelerinden kaynaklanan bir savaş beklentisinin bulunmadığını açıklamıştır. Bu değerlendirme doğru çıkmamış olsa da Aman’ın savaş sırasındaki istihbaratı başarılı bulunmuştur. Savaş sırasında, Aman, insani istihbarat ve hava fotoğraflarından yaralanmış ve ordunun zaferine katkıda bulunmuştur; savaş sürecinde ve sonrasında Aman, Arap ordularının yapılarını, silahlarını ve personelinin niteliğini öğrenmiştir. Aman ajanları aynı tarihlerde, nükleer tesisleri için gerekli olan uranyumun ele geçirilmesi için başarılı operasyonlar gerçekleştirmişlerdir. 1968-70 yılları arasında, İsrail, Arap ülkelerine hava saldırıları düzenlemiştir; Aman, orduya hedeflerin yerlerini bildirmiştir. Aman’ın siyasallaşması, Altı Gün Savaşları’nın ardından yoğunlaşmıştır. İsrail, bu dönemde, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgal etmiştir. 1967 yılında elde edilen zafer, İsrail’in stratejik derinliğini arttırmıştır.
Aman’ın geçmişi ve operasyonları incelendiğinde, 1973 Yom Kippur Savaşı’nda gelen istihbaratların iyi değerlendirilememesi, ana sorun olarak görülmektedir. Aman; savaş öncesinde Mısır ve Suriye arasında artan haberleşme trafiğine, tatbikatlar, seferberlik, köprü inşa faaliyetleri ve yetkili ağızlar ve istihbarat kaynaklarından gelen bilgilere rağmen, savaşın çıkmayacağı değerlendirmesinde bulunmuştur. Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın damadı Eşref Marvan’ın savaş ihtimalini dillendirmesine rağmen, Aman şefi, Zeira, pek çok kez gelen benzer istihbaratlar ve savaş çıkmaması nedeniyle, bu istihbarata güvenememiştir. Aman, Mısır’ın hava kuvvetlerinin güçsüz olduğuna ve Suriye olmadan savaşa girmeyeceğine inanmıştır. Yakın zamanda, İsrail’de seçimlerin yapılacak olması, savaş hazırlığına kaynak aktarılmasının önünde önemli bir engel olarak görülmüştür. Mossad, belirtilen dönemde, savaş ihtimalini duyurmuştur. Ancak, Aman, siyasal süreçte daha etkin olmuştur. 1973 Yom Kippur Savaşı’nın ardından, Aman faaliyetlerinin askeri istihbaratla sınırlandırması kararı gündeme gelmiştir.

Aman, İran devriminin gerçekleşeceği ve Irak’ın Kuveyt’e saldırabileceği gibi tutarlı değerlendirmelerde bulunmuştur. İkinci İntifadanın başlayacağı tespitinde bulunamamıştır; sorumluluğun Arafat’ta olduğu değerlendirmesini yaparak, askeri güç kullanımının önünü açmıştır. Oslo Antlaşması’nın ardından, Filistinli mültecilerin Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne dönmeleri ileAman, Şabak ve Mossad’ın yetki alanları karışmıştır; örgütler yetki alanları ve finansal kaynaklarını kaybetmemek için rekabet içine girmişlerdir.

Aman, 2006 yılında, Lübnan Savaşı’nda, Hizbullah liderlerinin komuta ve kontrol sistemlerine sızamamıştır; bu savaş esnasına geniş kapsamlı bir kara harekatının yapılmasını sağlayacak istihbari bilgileri verememiştir. Aman, istihbarı sorunlarını, 2009 ve 2014 Gazze operasyonlarında çözmeye çalışmıştır
İsrail’in tehdit algısı yüksektir. İsrail’in tehdit algıladığı bölgeler; Filistin toprakları olan Batı Şeria, Gazze yanında İran, Suriye, Lübnan ve Mısır’dır. Tehdit algısının sürmesi, ülkenin güvenliği için, istihbarat birimlerine olan ihtiyacın devam ettiğini ve yakın gelecekte değişmeyeceğini göstermektedir. Bu bağlamda İsrail’in, İsrail Silahlı Kuvvetleri ve askeri istihbarat örgütü Aman’a olan bağımlılığı sürmektedir; her iki örgütlenme de karar alma süreçlerinde etkin konumlarını korumaktadır. Askeri istihbarat örgütü Aman, ileri teknoloji ürünü teçhizatları kullanmakta ve güçlenmektedir.

İsrail’in savunulmasını zorlaştıran stratejik derinlik sorunu bilinen bir olgudur. Aman’ın erken ikaz ve ihbar kabiliyetinin yüksek olması bir gerekliliktir. Arap Baharı, İsrail’in tehdit, tecrit ve güvensizlik algısının artarak devam etmesine yol açmıştır. Filistin sorunun çözülememiş olması ve İsrail’in dünya kamuoyuna duyurduğu terörist saldırılar, Aman’ın güçlenmesini ve siyasal arenada daha etkili bir aktör olmasını sağlamaktadır. İsrail'in askerî istihbarata barış zamanında da ihtiyaç duyduğu, açıktır. İsrail'in, askerî istihbarat yapılanmasını, sadece savaşta değil, barış ortamında da etkin bir şekilde kullanması; saldırgan, güvenlikçi politikalarının ve güçlü güvensizlik algısının ürünüdür. Mevcut sorunlarını çözmede çatışmacı tutumunu terk etmediği sürece, İsrail’in bu tür aygıtlara olan ihtiyacı azalmayacaktır.

Aman, bilgi teknolojilerini yaygın ve etkin olarak kullanmayı sürdürmektedir; sigint, elint, humint, muharebe sahası istihbaratı, biyografik istihbarat, hedef istihbaratı, teknik istihbarat, stratejik istihbarat, istihbarat operasyonu gibi istihbaratın bütün alanlarında faaliyet göstermektedir. Aman, bu kapsamda ülkedeki diğer istihbarat ve güvenlik yapılanmaları ile sıkı bir iş birliği içindedir;  komuta, kontrol, muhabere, keşif, gözetleme, erken ikaz ve ihbar sistemlerinin faaliyetlerini bütünleştirmiştir. ABD ile askeri savunma ve istihbarat alanında yakın ilişkisi sürmektedir. 

İsrail, düşük yoğunluklu çatışma ortamına rağmen, sürekli savaş halindeymiş gibi istihbarat faaliyetlerini sürdürmektedir. Özellikle Arap Baharının beraberinde getirdiği gelişmeler, istihbaratın önemini arttırmıştır. 2006 Lübnan Savaşı’nda, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin kara harekatındaki başarısızlığı, istihbaratın güçlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koymuştur. 2014 yılının Temmuz ayında başlayan Koruyucu Hat Operasyonu, bunun testi niteliğindedir.

İran’ın dış politika parametreleri, İsrail tarafından öngörülebilir olarak nitelendirilmemektedir; bu belirsizlik, askeri istihbaratın önemini arttırmaktadır. İran ve Batı arasındaki işbirliği, İsrail’in yalnızlaşması ve bu bağlamda işlerini kendisinin çözmesi anlamına gelmektedir. 

ABD ve İsrail istihbaratları arasında işbirliği sürmektedir.  ABD, İsrail’in yanında olacağı sözünü pek çok durumda verse de iki devletin bazı durumlarda farklı siyasal hedef ve yol haritalarının olabileceği görülmektedir. Suriye konusunda, ABD ve İsrail’in işbirliği bilinmektedir; İsrail farklı tarihlerde Suriye’yi bombalamıştır. Lübnan, İsrail için önemli bir risk unsuru olmayı sürdürmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın varlığı öncelikli güvenlik sorunlarından biridir. Suriye savaşı, Hizbullah militanlarının  savaş tecrübesini arttırmıştır. 
Aman’ın siyasal konulardan elini çekip, sadece askerî konularla ilgilenmesi yönündeki görüşlere rağmen, bu durumun gerçekleşmesi yakın gelecekte mümkün görülmemektedir. İsrail, demokratik bir ülke olarak nitelendirilmesine rağmen, siyaset ve ordunun birbirlerinden ayrılmayan, bütüncül yapısından dolayı eleştirilmektedir. Güvenlikçi politikalar, askeri istihbaratın, karar alma süreçlerindeki gücünü parlatmaktadır. Modern İsrail devletinin güvenlik anlayışı, Yahudilikten etkilenmektedir; Kudüs, El Halil gibi bölgelerin sürekli gözlemlenmesi ve İsrail devletinin elinden çıkmaması üzerine kurgulanmıştır.
İsrail askeri istihbaratı, teröre karşı savaşta ve demokratik düzenin korunmasında tam yetkilidir. Yüksek tehdit algısı, Aman’a verilen bu olağanüstü yetkilerin kötüye kullanılması sonucunu doğurabilmektedir. İsrail’e yönelik tehditlerin yoğunluğu ve sayısı arttıkça, Aman’ın siyasi şekillendirmelerden uzaklaştırılması mümkün değildir. Aman, siyasi arenada sözü dinlenir bir kurum olmayı sürdürmektedir. Arap medyasını şekillendiren ajanları ile olayları kendi istediği şekle sokmayı başarmaktadır. Aman, elde ettiği bilgileri sınıflandırma ve depolamada başarılıdır. Dinleme cihazları ile düşmanlarının en büyük sırlarının ortaya çıkarılmasında uzmanlaşmıştır. Barış sürecinin devamının sağlanması konusunda, Aman son derece etkili bir aktördür. Aman, ordunun gücü ve teknolojik üstünlüğü ile kendini geliştirmeyi sürdürecektir.

Kaynakça

Akşam (06.08.2014). İsrail Ordusu: 64 askerimiz öldü. http://www.aksam.com.tr/dunya/israil-ordusu-64-askerimiz-olduruldu/haber-329832 (Erişim: 11.08.2014).
Anadolu Ajansı. (2014, 4 Mart). İsrail’in Güvenliği ABD’nin Öncelikli Konusu. http://www.aa.com.tr/tr/dunya/296252--israil-in-guvenligi-abd-nin-en-oncelikli-konusu (Erişim: 28.03.2014).
Anadolu Ajansı. (2014, 6 Şubat). İsrail sözlerimi çarpıtmamalı. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/283868--esat-yine-de-kazanamiyor (Erişim: 28.03.2014).
Bar-Joseph, U. (2007). Israel’s Military Intelligence Performance in the Second Lebanon War. International Journal Of Intelligence and Counterintelligence, 20, 583-601.
Bar- Joseph, U. (2010). Military Intelligence as the National Intelligence Estimator: The Case of Israel. Armed Forces & Society, 36 (3), 505-525.
Bar-Joseph, U. (2013). The Politicization of Intelligence: A Comparative Study. International Journal of Intelligence and CounterIntelligence, 26, 347-369. 
Bar Joseph, U, Levy, J. S. (2009).Conscious Action and Intelligence Failure. Political Science Quarterly, 124 (3), 461-488.
Bayraktar, Bora. (2012). Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu. İçinde Atilla Sandıklı (Ed.) Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri. İstanbul: Bilgesam, 249-277.
BBCTürkçe. (13.03.2014). İslami Cihad’la İsrail Arasında yeniden ateşkes. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/03/140313_gazze.shtml (Erişim 31.03.2014).
Beres, Louis Rene. (2014). Like two scorpions in a Battle: Could Israel and Nuclear Iran coexist in the Middle East. Israel Journal of Foreign Affairs, 8(1), 23-33.
Buckwalter, D. T. (2002). The 1973 Arab-Israeli War. İçinde David E. Williams (Ed.) Case Studies in Policy Making and Implementation (ss.119-138). RI: Naval War College.
Bursadabugün. (14.03.2014). Sınırda Gerginlik.
  http://www.bursadabugun.com/haber/sinirinda-gerginlik-387478.html (Erişim: 27.03.2014).
Fuerza, Z. F. (2013). Master of Deception: Zionism, 9/11 and the War on Terror Hoax. Zion Crime Factory .
Giannoulis, A. (2011, October). RIEAS Research Paper: Intelligence Failure and the importance of Strategic Forthsight to the preservation of National Security, no:155, Athens.
Haber7.(11.07.2014). Erdoğan: İsrail’le mümkün değil. http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1178919-erdogan-israille-mumkun-degil(Erişim: 11.07.2014).
Haaretz. (19.03.2014). Netanyahu orders IDF to prepare for possible strike on Iran during 2014. http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/1.580701 (Erişim 27.03.2014).
Henriksen, T.H. (2007). The Israeli Approach to Irregular Warfare and Implications for the US. Florida: Joint Special Operations University.
Hürriyet. (23.03.2014). İsrail Cenin Kampını Bastı 3 Ölü. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26065157.asp (Erişim: 27.03.2014).
Hürriyet. (19.03.2014). Netanyahu: Bizi inciteni, bizde incitiriz. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26037920.asp (Erişim: 27.03.2014).
Hürriyet. (11.03.2014). İsrail’den Türkiye’ye sürpriz mesaj. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25981981.asp (Erişim: 28.03.2014).
İslami Analiz. (13.03.2014). İslami Cihad İsrail İstihbatratını Gafil Avladı. http://islamianaliz.com/haber/yedioth-ahronot-islam-cihad-israil-istihbaratini-gafil-avladi/2723/#sthash.yoakOKJs.dpuf (Erişim: 28.03.2014).
Jones, C. (2003). One Size Fits All: Israel, Intelligence and the al-aqsa Intifada. Studies in Conflict & Terrorism, 26, 273-288.
Kahana, E. (2005). Nalyzing Israel’s Intelligence Failures. International Journal of Intelligence and CounterIntelligence, 18, 262-279.
Lambeth, B. S. (2011). Air Operations in Israel’s War Against Hezbollah. Pittsbourg: RAND
Milli Gazete. (05.11.2013). İsrail Askeri İstihbarat Başkanından itiraf! http://www.milligazete.com.tr/haber/Israil_Askeri_Istihbarat_Baskanindan_itiraf/296534 (Erişim: 31.03.2014).
Newton, A. (2011). The ‘Talking Cure’: Intelligence, Counter-Terrorism Doctrine and Social Movements. Intelligence and National Security, 26(1), 120–131.
Ostrovsky, V. (1994). Other Side of Deception. New York: Harper Collins Publishers.
Pascovich, E. (2013a). Intelligence Assessment Regarding Social Developments: The Israeli Experience, International Journal of Intelligence and CounterIntelligence, 26(1), 84-114.
Pascovich, E. (2013b). Military Intelligence and Controversial Political Issues: The Unique Case of Israeli Military Intelligence. Intelligence and National Security, April, 1-35.
Radikal. (21.10.2013). 10 Mossad ajanına 10 Predatörle Yanıt. http://www.radikal.com.tr/turkiye/10_mossad_ajanina_10_predatorla_yanit-1156405 (Erişim: 28.03.2014). 
Sabah. (2014, 23 Mart). İsrail’in Hizbullah Endişesi. http://www.sabah.com.tr/NewYorkTimes/2014/03/23/israilin-hizbullah-endisesi (Erişim: 28.03.2014).
Schindler, J. R. (2005). Defeating the Sixth Column: Intelligence and Strategy in the War on Islamic Terrorism. Orbis, Fall, 695-712.
Shpiro, S. (2006). No Place to Hide: Intelligence and Civil Liberties in Israel. Cambridge Review of International Affairs, 19 (4).
Shpiro, S. (2007a). Speak No Evil: Intelligence Ethics in Israel. Paper presented at 2007 ISA Annual Conference, Chicago. 
Shpiro, S. (2007b). Intelligence Ethics in Israel. İçinde Michael Murphy Andregg (Ed.) Intelligence Ethics: The Definitive Work of 2007(ss.3-10). Minnesota: Center for the Study of Intelligence and Wisdom.  
Shpiro, S. (2012). Israeli Intelligence and al-Qaeda. International Journal of Intelligence and CounterIntelligence,25, 240-259.
Star. (19.03.2014). Latif Erdoğan: Cemaati İsrail eğitiyor. http://haber.stargazete.com/politika/latif-erdogan-cemaati-israil-egitiyor/haber-857612 (Erişim: 28.03.2014).
Star. (19.03.2014). İsrail Ordusu Suriye’yi vurdu. http://haber.stargazete.com/dunya/flas-flas-israil-ordusu-suriyeyi-vurdu/haber-857636 (Erişim: 28.03.2014).
Solportal. (22.03.2014). Hizbullah Angajman kurallarını değiştiriyor. http://haber.sol.org.tr/dunyadan/hizbullah-angajman-kurallarini-degistiriyor-haberi-89821 (Erişim: 28.03.2014).
Solportal. (19.03.2014). İsrail ve Cihadçılar birlikte saldırdı. http://haber.sol.org.tr/dunyadan/israil-ve-cihadcilar-birlikte-saldirdi-haberi-89637 (Erişim: 28.03.2014).
Sondakika. (27.02.2014). İsrail İnsan Hayatını Hiçe Sayıyor. http://www.sondakika.com/haber/haber-insan-hayati-hice-sayiliyor-5725033/ (Erişim: 28.03.2014).
Taner, B. Ö. (2012). From Allies to Frenemies and Inconvenient Partners: Image Theory and Turkish-Israeli Relations. Perceptions,17(3), 105-129.    
Timeturk. (18.03.2014). İsrail’de 6. Negev Konferansı. http://www.timeturk.com/tr/2014/03/17/israil-de-6-negev-konferansi.html (Erişim: 28.03.2014).
Timeturk. (18.03.2014). İsrail Ordusu Mescid-i Aksa’ya girdi. http://www.timeturk.com/tr/2014/03/18/israil-ordusu-mescid-i-aksa-ya-girdi.html (Erişim: 28.03.2014).
Turquie diplomatique. (2013). İstihbarat ve Mitler: İsrail’in Gizli Savaşları sayı:58, http://www.trdiplo.com/66-istihbarat-ve-mitler-israil-gizli-savaslari-trdiplo.aspx (Erişim: 28.03.2014).
Türkiye. (15.03.2014). Mescid-i Aksa’ya İsrail Ablukası. http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/141301.aspx (Erişim: 28.03.2014).
Weiss, L. (2013). The Lavon Affair: How a false-flag operation led to war and the Israeli bomb. Bulletin of Atomic Scientists, 69(4), 58-68.
Yesevi, Ç.G. (2014
Yesevi, Ç.G. (2014a) Koruyucu Hat: Kara Operasyonu Tecrübesi ve Silah Ticareti. 21. Yüzyıl Dergisi, 70, Ekim.
Yesevi, Ç.G. (2014b). İsrail Silahlı Kuvvetleri. Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler 1(2), 123-170.
Yakındoğuhaber. (05.11.2010). İsrail askeri istihbaratından dört cephede savaş öngörüsü. http://www.ydh.com.tr/HD8395_israil-askeri-istihbaratindan-dort-cephede-savas-ongorusu.html  (Erişim: 28.03.2014).


Çağla Gül YESEVİ, 



***