Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Eylül 2019 Salı

1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI., BÖLÜM 1

 1911 YILI MECLİSİ MEBUSANDA ORTADOĞU OSMANLI TARIŞMALARI.,  BÖLÜM 1




IV. ORTADOĞU’DA SİYASET VE TOPLUM KONGRESİ – TAM METİN KİTAPÇIĞI 


IV. Middle East Congress on Politics and Society 

Sakarya 10-12 October 2018 

IV. Ortadoğu’da Siyaset ve Toplum Kongresi 
Sakarya 10-12 Ekim 2018 
www.middleeastcongress.org 



Editörler 
Doç. Dr. İsmail Ediz 
Dr. Öğr. Üyesi Yıldırım Turan 
Arş. Gör. Enes Ayaşlı 
Arş. Gör. Talha İsmail Duman 
Telif hakları yasası gereği izinsiz basılması ve çoğaltılması yasaktır. 
ISBN: 978-605-69009-0-7 
SAKARYA - 2018 


BİLİM KURULU 

Abdullah Al-Arian – Georgetown University – Doha 

Abdullah Baabood – Qatar University 

Ahmet Uysal – Istanbul University 

Anoush Ehteshami – Durham University 

Burhanettin Duran – SETA, Ibn Khaldun University 

Emad Shahin – Georgetown University 

Haoues Taguia – Al Jazeera Center For Studies 

Heba Raouf Ezzat – Ibn Khaldun University 

Homeira Moshirzadeh – University of Tehran 

Katerina Dalacoura – London Economy School 

Kemal İnat – Sakarya University 

Mohamed El Moctar Shinqiti – Hamad Bin Khalifa University 

Nurşin Ateşoğlu Güney – Yildiz Technical University 

Osman A. Hassan – University of Warwick 

Özcan Hıdır – Istanbul Sabahattin Zaim University 

Robert Mason – The American University in Cairo 

Rory Miller – Georgetown University in Qatar 

Steven Wright – Hamad Bin Khalifa University 

Youssef Choueiri – Doha Enstitute 


1911 YILINDA MECLİS-İ MEBUSAN’DA GERÇEKLEŞEN SİYONİZM TARTIŞMALARI: TARTIŞMA SÖYLEMLERİNİN İNCELENMESİ VE BİR 
BAĞLAM ÖNERİSİ 


Selim Sezer 
Dr., Faculty Member, İstanbul Gedik University 
selim.sezer@gedik.edu.tr 


Özet; 

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, 1911 yılının Mart ve Mayıs aylarında iki kez “Siyonizm” temalı tartışmalara tanık oldu. 
Tartışmalardan ilki Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey tarafından açılmış, burada soyut ve zayıf bir Siyonizm tanımı yapılmış ve Filistin’deki somut 
süreçlerden bahsedilmemişti. Mayıs ayında ise Siyonizm konusu, farklı şehirlerden ve eğilimlerden Arap mebuslar tarafından gündeme getirilmiş ve Yahudi göçlerinin yerel Arap nüfusu üzerindeki etkileri de konuşulmuştu. 
Bu makalede söz konusu iki tartışmayı Meclis-i Mebusan kayıtlarından aktarılırken, aynı zamanda konunun Meclis kürsüsüne hangi sebeplerle taşındığını da irdelenmektedir. Nitekim mevcut literatürde bu konuyu ele alan az sayıdaki çalışma içinde, Meclis’teki Siyonizm tartışmalarını Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi sorununun ortaya çıkışı bağlamında ele alanlar olduğu gibi, söz konusu tartışmaları aynı dönemde Filistin bölgesinde gerçekleşen toprak transferleri ve bunun ortaya çıkardığı tepkilerle ilişkilendiren çalışmalar da mevcuttur. Makalede, literatürdeki bu farklı bağlamsallaştırma girişimleri ele alınırken, bir sentezin ya da alternatif bir okumanın mümkün olup olmadığı da tartışılmaktadır. 

1. Giriş 

“Ortadoğu” olarak adlandırılan bölgenin 20. yüzyıldaki siyasal konfigürasyonu nun, I. Dünya Savaşı esnasında vuku bulmuş üç önemli gelişme temelinde  şekillendiğini yahut en azından, bu üç gelişmenin söz konusu konfigürasyonun şekillenmesinde birinci derecede etkili olduğunu ileri sürmek mümkündür: 

1916 yılında imzalanan gizli Sykes-Picot Antlaşması, aynı yıl başlayan Şerif Hüseyin İsyanı (Arap/Hicaz İsyanı) ve 2 Kasım 1917 tarihli Balfour DeklarasyonuSonuncusu, Britanya hükümeti tarafından Dünya Siyonist Örgütü’ne verilmiş bir sözdü: Muğlak bir dille yazılmış olan ve hangi ihtiyacın ürünü olduğu tartışmaya açık olan metin, Britanya’nın Filistin’de Yahudiler için bir “ulusal yuva” kurulmasına yardım edeceğini belirtiyordu. 

Böylelikle Britanya, 1948 yılında İsrail Devleti’nin ilan edilmesine giden sürecin temelini oluşturan Yahudi göçlerinin teşvikini resmi bir politika haline getiriyordu.1 

     Ne var ki Filistin’e yönelik Yahudi/Siyonist göçleri, ilk defa Balfour Deklarasyonu’yla birlikte başlamadığı gibi, Siyonist projenin amaçları ve yaratması beklenen sonuçlar da kamuoyunda çok daha erken tarihlerde tartışılır hale gelmişti. Bu tartışmaların gerçekleştiği yerlerden biri de İkinci Meşrutiyet dönemi boyunca– özellikle 1908-1912 arasındaki birinci devrede– farklı eğilimlerin temsil edildiği Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ydı. Bu makalede, 
1911 yılının Mart ve Mayıs aylarında Meclis-i Mebusan’da gerçekleşen “Siyonizm” temalı iki tartışma ele alınacaktır. Makalenin ilk kısmında, tartışmaların kendisine odaklanılacak ve tartışma söylemleri analiz edilecektir. İkinci kısmında ise mevcut literatürde bu konuyu ele alan bazı çalışmaların, tartışmaların bağlamı hakkında sunduğu önermeler incelenecek, karşılaştırılacak ve en sonunda da yazarın kendi bağlam önerisi sunulacaktır. 

     Meclis-i Mebusan’daki tartışmaların aktarılmasında, birincil kaynak olan Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi’nden (MMZC) yararlanılmıştır. İkinci kısımda ise bir tür “literatür eleştirisine” girişildiğinden, yalnızca bu konuyu irdeleyen bazı ikincil kaynaklar kullanılmış, bir başka deyişle, birincil kaynaklara dayalı geniş bir tarihsel arka plan sunma girişiminden uzak durulmuştur. Diğer yandan, tartışmanın yaşandığı dönemde sahada vuku bulan gelişmelerin ve İstanbul ve Arap kamuoyundaki tartışmaların daha detaylı şekilde inceleneceği, kapsamlı tarih çalışmalarına girişilmesinin halen bir ihtiyaç olduğu görünmektedir. 

2. Tartışma Söylemleri 

2.1. Birinci Tartışma (1 Mart 1911) 

Meclis-i Mebusan’daki Siyonizm temalı ilk tartışma, 16 Şubat 1326/1 Mart 1911 
tarihinde gerçekleşmiştir. Tartışmayı açan kişi bir Arap mebus değil, Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey’dir. Bütçe görüşmelerinin yapıldığı söz konusu oturumda, muhalif mebuslar, genel olarak hükümete ve özel olarak Maliye Nazırı Cavid Bey’e yönelik pek çok eleştiri dillendirmiştir. Bu tartışmaların ortasında söz alan İsmail Hakkı Bey, konuşmasına hükümetin dış borç alımlarından söz ederek başlamış ve konuyu Siyonizm’e getirmiştir. Borç (“istikraz”) meselesinin yer yer mali bir mesele, yer yer siyasi bir mesele olarak ele alındığını söyleyen Gümülcine Mebusu, ilk tartışmayı bu bağlantıyı kurarak başlatmıştır: 

İstikraz meselesinin ehemmiyeti, yalnız bir mesele-i maliye gibi telakki olunmasında yahut bir mesele-i siyasiye gibi telakki olunmasında değildir. İstikraz meselesinde, asıl bizi ehemmiyetli bir noktaya sevk edecek başka bir cihet mevcuttur. Bu da bizim istikrazımızı ve bu istikraz meselesini fena yollara getirip nihayet bir netice-i muzırraya isal eden bir istikraz meselesiyle kendini gösteren Siyonist âmâli 
meselesidir.2 

Makale boyunca, metin akışının dışına çıkılarak yapılan doğrudan alıntılarda orijinal Osmanlı Türkçesi ifadeler korunmuş, metin akışı içinde yapılan alıntılarda ise genellikle kullanılan ifadelerin günümüz Türkçesindeki karşılıklarına yer verilmiştir. 

İsmail Hakkı Bey, bu tabiri kullandıktan sonra Siyonizm’in ne olduğunu ve kapsamını açıklama ihtiyacı duymuştur. Buna göre Siyonistlik, bütün Musevileri içine alan bir olgu olmadığı gibi, bütün Osmanlı Musevilerini içine alan bir olgu da değildir. Bundan ziyade, “bazı zararlı siyasi amaçlar peşinde koşan ve çoğunlukla bazı Avrupa ülkelerinin bazı kısımlarında yaşayan” kişilere ait bir olgudur. Gümülcine Mebusu, Siyonizm’in tanımını ise “Arz-ı Filistin'de Şattülarap vadisinde Küdüs-i Şerif ve havalisinde”, mümkün mertebe yabancı Musevilerin sayısını çoğaltarak ve orada nüfusun çokluğundan yararlanarak bir “hükümet-i İsrailiye teşkil etmek” olarak tanımlamaktadır.3 

Hakkı Bey konuşmasında, bu amacı güden Siyonist Cemiyeti’nin yalnızca o dönemde değil, Meşrutiyet’ten önce de amaçları doğrultusunda faaliyetler yürüttüğünün ve bunu açık bir şekilde ortaya koyduğunun altını çizmiştir. Bu doğrultuda Siyonistler, Kudüs, Hayfa ve Şam dolaylarında araziler istimlak etmek istemiş, daha sonra bu arazilere Avrupa’dan göç edecek Yahudileri yerleştirmek istemiş, hatta bunun için kırmızı pasaport usulünü çıkarmış ve 
bu kırmızı pasaportlarla bölgeye yerleşmeye çalışmışlardı.4 Tartışmayı alevlendiren bir nokta ise Hakkı Bey’in, Siyonist Cemiyeti’nin Berlin’de aldığı söylenen bazı kararların tercümesini okuması oldu: 

Türkiye'nin teşebbüsümüze en münasip görünen havalisi şunlardır: Şattülarap, Suriye, Filistin. Musevi nüfusunu bir suret-i makulede tevsi, teksir etmek kaziyesi ise son derece haiz-i ehemmiyet görünüyor. Devlet-i Osmaniye Musevi muhacirlerine kapılarını küşâde bulundurduğu takdirde makamât-ı âliyyeyi işgal etmekte bulunan hem-mezheplerimiz bütün nüfuzlarını Hükümeti Osmaniye'nin siyasî ve iktisadî tealisi için sarf edeceklerdir. Bu suretle Devleti Aliyye’ye emin ve haiz-i nüfuz ittifaklar yolu açılacaktır.5 

İsmail Hakkı Bey ayrıca, “gayet fettan adamlar” olarak tanımladığı Siyonistlerin 
Osmanlı’yı zor duruma düşürerek borçlandırmak yoluyla kendi göç amaçları için zemin oluşturmaya çalıştığını savunuyordu. 

Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey’in konuşmasının ardından Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa yanıt vermek üzere söz almıştır. Hakkı Bey’in bu sözleriyle, Osmanlı’ya dostça hizmet eden kişileri töhmet altında bıraktığını söyleyen Sadrazam, “Eğer memleketimizde, devleti hakikaten böyle bir Devlet-i İsrailiye şekline dökecek hata-yı azimecâri oluyor [büyük hatalar yapılıyor] da bizim gözümüz görmüyorsa, biz dünyanın en ahmak adamları oluruz” sözleriyle, Siyonist projelerin ciddiye alınır tarafının da olmadığını savunmaktadır.6 İbrahim Hakkı Paşa ayrıca, hükümet tarafından Osmanlı Musevilerinin “birkaç Siyonist budalanın, birkaç mecnunun, Musevilerin de mecnun addettikleri birkaç ahmağın” hayali fikirlerine iştirak ettiklerinin kabul edildiğinin düşünülmemesi için meselenin yeterince açık bir şekilde ortaya konulması taraftarıydı. Gümülcine Mebusu İsmail Hakkı Bey ise yeniden söz aldığında, Siyonist projenin “hayal” olduğu konusunda hemfikir olduğunu, ancak ciddiye alınması gerektiğini söyleyerek, Osmanlı’ya borç verecek bankaların Siyonistlerin etkisi altında olduğu iddiasını yinelemiştir.7 

Bu ilk tartışmada, Siyonistlerin Filistin’den toprak alması ve bölgeye yerleşmesi 
konusuna kısmen değinilmiş olsa da, bunun yerli Arap nüfus üzerindeki etkisine 
değinilmemiş, bunun yerine bu göç ve toprak alımlarının Osmanlı için yaratacağı 
mahzurlardan söz edilmiştir. Daha önemlisi, İsmail Hakkı Bey’in argüman ve iddiaları, genel bir hükümet eleştirisinin parçası olarak dillendiriliyor ve mevcut hükümetin Siyonistlerle işbirliği içinde olduğu (ya da en azından buna açık olduğu) anlamına gelebilecek ithamlarda bulunuluyordu. Ayrıca bu tartışmanın bütçe görüşmeleri esnasında ve Maliye Nazırı Cavid Bey’in programı ele alınırken yapıldığı düşünüldüğünde  ve Cavid Bey’in Selanikli bir “dönme”/Sabetaycı olduğu dikkate alındığında  tüm bu çıkışlar zımnen, Cavid Bey’i bir Yahudi / Siyonist komplosunun parçası olmakla suçlamak anlamına da geliyordu. 

 2.2. İkinci Tartışma (16 Mayıs 1911) 

Bu ilk tartışmadan iki buçuk ay sonra Meclis-i Mebusan, yine Dahiliye bütçesi 
görüşmeleri esnasında, bir kez daha Siyonizm temalı tartışmalara sahne oldu. Bu kez tartışmayı açan ve sürdürenler Şam ve Kudüs’ten gelen Arap mebuslardı ve vurgular farklıydı. 

Söz konusu tartışma, Kudüs Mebusu Ruhi el Halidi Bey’in kürsüye çıkarak, “dahiliye bütçesini kabul ve tasdik etmeden önce bir dahili meseleden bahsetmek istediğini” söylemesiyle ve maksadının hükümetin Siyonizm’in girişimleri karşısındaki vaziyetini anlamak olduğunu ifade etmesiyle başladı. Özellikle öğrenmek istediği şey, Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmesi ve burada arazi satın almaları yasak olduğu halde bu yerleşimlerin nasıl gerçekleşebildiği, göç eden kişilerin arazileri, mezraları, köyleri nasıl satın 
alabildikleri idi.8 

Ruhi el-Halidi, yaptığı konuşmada tepkilerinin genel olarak Yahudilere yönelik 
olmadığını birkaç kez vurgulama ihtiyacı duymuştur. Osmanlı tebaası olan Musevilerin çoğunluğunun, bilhassa da Sefaradların Siyonist olmadığını söyleyen Ruhi Bey, kendisinin anti-Siyonist olduğunun, ancak antisemitist olmadığının altını çizmiş ve kürsüde yalnızca Müslümanların ve Hıristiyanların değil, aynı zamanda Yahudilerin de mebusu sıfatıyla konuştuğunu söylemiştir. Ruhi Bey ayrıca pek çok Osmanlı Yahudisinin de Siyonizm’e karşı faaliyet içinde olduğunu ifade etmiş ve bu doğrultuda, İzmir Musevi Esnaf Cemiyeti gibi kurumlardan mebuslara gönderilen, kendilerinin Siyonizm’e karşı olduğunun ifade edildiği 
bazı telgrafları okumuştur.9 

Antisemitizmin en çok Doğu Avrupa’da, hususen de Rusya, Lehistan, Romanya ve Galiçya’da geliştiğini ve Siyonizm’i doğurduğunu söyleyen Kudüs Mebusu, konuşmasının devamında, yer yer Tevrat’tan da alıntılar yaparak ve Theodor Herzl gibi kurucu isimlerden söz ederek, Siyonizm’in tarihsel gelişimini ve hedeflerini anlatmıştır. 

Daha sonra Kudüs ve Filistin’deki mevcut duruma değinen Ruhi el-Halidi Bey, göçlerle birlikte Kudüs’te bulunan Yahudilerin sayısının 80-90 bine kadar çıktığını, Müslümanların sayısının 8-9 bine kadar indiğini, dahası, gelen kişilerin Osmanlı tabiiyetine de geçmediğini, çoğunluğunun Rusya ya da Avusturya tabiiyetinde olduğunu ve hatta bazı kasabaların kendi kendini idare ettiğini, 
buralarda devletin jandarmasının, zaptiyesinin, idarecisinin bulunmadığını söylemiştir 10 

Ruhi el-Halidi Bey’in arkasından, bir diğer Kudüs Mebusu olan Said el-Hüseyni Bey kürsüye çıktı. Kudüs Sancağı’nda Yahudi göçmenlerin 100 bin dönümden fazla arazi aldığını, geçmişte bu tür faaliyetlere izin vermeyen kararlar alındığını, ancak arazi alımlarının gerçekleşmeye devam ettiğini söyleyen Said Bey’e göre, bunda merkezi hükümetin ve yerel yönetimin kusuru vardı. Ruhi Bey’le aynı noktaya işaret ederek, ancak biraz daha yüksek bir rakam vererek Kudüs’teki Yahudi nüfusunun 100 bini geçtiğini ve bu kişilerin çoğunun Osmanlı tebaası da olmadığını söyleyen Said Bey’e göre “artık Arz-ı Filistin’in Yahudi almaya tahammülü yok”tu ve bundan böyle Osmanlı’ya göç etmek isteyen Yahudilerin 
ülkenin başka yerlerine gitmesi gerekiyordu. Bunu söylerken genel bir Yahudi karşıtı söylem üretmekten uzak duran Said Bey, tersine, Yahudilerin/Musevilerin çalışkan ve faydalı bir toplum olduğunu, ancak sayıca yeterince kalabalık hale geldikleri için Filistin’e değil, başka bölgelere gitmeleri gerektiğini söylüyordu: 

Museviler gayet çalışkan, zeki, muktesit bir kavimdir. Ziraatte, sanatta, fevkalade müterakkidirler. Kudüs-i Şerif Sancağı’nda icat ve tesis eyledikleri mekâtib-i ilmiyye ve ziraiyye ve sınaiyyeden hem kendileri ve hem memleket ahalisi[nin] az çok istifade ettiği inkar olunamaz. Binaenaleyh, memalik-i sairedenbilad-ı Osmaniyye’ye duhulleri şartı ile Arz-ı Filistin’den gayri vilayetlere  çünkü dediğim gibi Arz-ı Filistin’de mevcut olan miktarı kafidir  vilayetin alabildiği miktara göre müteferrikan muhacirlerin kabul ve tescilinde hiçbir mahzur yoktur.11 

İki Arap mebusun konuşması, bazı tepkilerle de karşılaştı. İzmir Mebusu Nesim 
Mazliyah Efendi, Siyonizm meselesinin doğru anlaşılması, hükümete zarar veriyorsa elbette engellenmesi gerektiğini savunuyor, ancak konunun kamuoyunda abartıldığını, örneğin Selanik’te çıkan bazı gazetelerin finansmanını bile Siyonistlerin yaptığının iddia edildiğini söylüyordu. Önceki tartışmaya benzer şekilde, Siyonizm meselesinin ciddiyetinden şüphe duyulması gerektiğini söyleyen Nesim Efendi, Arap mebuslara, bir “Hükümet-i Museviyye” 
kurulmasına yüzde bir de olsa ihtimal verip vermediklerini sormuştur.12 

Arkasından söz alan Erzurum Mebusu Ohannes Vartkes Efendi ise, daha güçlü, ancak farklı bir noktaya işaret eden bir eleştiri getirmiştir. Meclis binasında bunların konuşulması durumunda dışarıda bulunan “cahil ahali”nin, yanlarında bir Yahudi gördükleri zaman hain muamelesi yapacağını söyleyen Erzurum Mebusu, “Ben Ermeni bir evlat olduğum için söylüyorum, benim başıma gelen hallerin Yahudilerin de başına gelmesinden korkarım” dedikten sonra, iki gayrimüslim cemaat arasında paralellik kurmanın ötesinde, meselenin ucunun doğrudan Ermenilere dokunacağını da savundu: “Yarın eğer Arz-ı Filistin’de yahut başka yerde iğtişaş [karışıklık] olursa, en ziyade Ermeni’nin başını keserler”.13 

Ohannes Efendi de tıpkı Nesim Efendi gibi, Siyonizm’in zararlarının olup olmadığının hükümet tarafından araştırılması gerektiğini, bu kadar tartışmanın yeterli olduğunu söylemiştir. Bundan sonra bir süre Meclis’teki tartışma, ülkenin farklı yerlerinde Ermenilere karşı gerçekleşen saldırı iddialarıyla devam etmiştir. Fakat bir süre sonra, üçüncü bir Arap mebusun söz almasıyla yeniden Siyonizm tartışmalarına dönüldü. 

Bu kez söz alan kişi, 1911 başlarında yapılan ara seçimle Şam Mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a giren, eski Nasıra Kaymakamı Şükrü el-Aseli Bey (meclis tutanaklarında geçen ismiyle Hasan Şükrü Bey) idi. Kürsüden, Theodor Herzl’in ve önde gelen Siyonistlerin fotoğraflarını göstererek Siyonizm’in gelişiminden bahseden Şükrü Bey, aşağıda söz edileceği üzere yakın zamanda Siyonizm’in faaliyetlerini deneyimlemiş biri olarak, Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Filistin’in pek çok şehir ve kasabasında -Kudüs, Halilürrahman, Ramle, Yafa, Taberiyye, Zamarin, Hayfa ve Safed’de- şubelerinin olduğunu söylemiştir. Yahudilerin 
bölgeye yerleşmede nasıl bir yol izlediğini anlatan Şükrü Bey, önemli bir nokta olarak, göçmenlerin silah kaçakçılarından silah temin ettiklerini de söylemiş ve bayramlarda Osmanlı sancağı yerine “mavi renkte, orta yerinde bir Mühr-ü Süleyman bulunan” Siyonist sancağı çektiklerini anlatmıştır. Şam Mebusu, hükümetin de bütün bunları yalnızca seyrettiğini ifade etmiştir14 

Şükrü el-Aseli Bey’e göre Siyonizm’in amacı “yalnızca Arz-ı Filistin’de değil, 
Suriye’de ve hatta Irak’a doğru bir hükümet-i Yahudiyye-i azime teşkil etmek”ti. Kendisi bunun bir hayal olduğu kanaatindeydi, ancak pratikte somut karşılığı vardı: “(…) Fakat bir mesele-i mühimme var. Yalnız orada bulunan araziyi aldıktan sonra bizim ahaliyi mahvediyorlar.”15 

Şükrü Bey son olarak, Yahudi göçmenlerin Filistin’de iskan edilmemesi için bir kanun çıkarılmasını istedi. Sonrasında mebuslar, bu meselenin artık kapatılmasını istedi. Bir başka deyişle, Mart ayındaki tartışmaya kıyasla çok daha uzun ve ayrıntılı bir tartışma yapılmıştı, ancak üç Arap mebus, Meclis’in geri kalanının desteğini alamamış, hatta yeterince ilgisini bile çekememişti. 

Mayıs ayındaki ikinci tartışma, uzunluk ve detay dışında, ilk tartışmaya göre başka önemli farklar da taşıyordu. Her şeyden önce bu kez tartışmayı yürütenler Arap mebuslardı; bunlardan ikisi Kudüs’ten geliyordu, üçüncüsü ise yakın zamana kadar Nasıra’da görev yapmıştı. Bunun belki de doğal bir sonucu olarak, ilk tartışmadan farklı olarak bu kez sahadaki gelişmelere ve göç ve arazi alımlarının yerel nüfus üzerindeki etkilerine değinilmiştir. Ayrıca Mart ayındaki tartışmada genel olarak Osmanlı devletinin Yahudi göçmenlere kapısını açması eleştiri konusu yapılırken, Mayıs ayındaki ikinci tartışmada Yahudilerin ülkeye gelişinin kendisine tepki gösterilmemiştir. Buna karşın gelen itirazlar, Mart’taki tartışmayla benzer bir çerçevede kalmıştır. Tam da bu sebeple, bazı araştırmacılar her iki tartışmayı benzer, hatta ortak bir bağlam içinde ele almayı tercih etmiş, ancak kuşkusuz bunu yaparak, önemli bir boyutu göz ardı etmiştir. Aşağıdaki ikinci kısmında, tartışmaların bağlamını irdelerken ilk olarak bu yaklaşımdan hareket edeceğiz. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

26 Eylül 2018 Çarşamba

Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor?

  Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor? 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Suriye Krizi İzleme Merkezi
Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor?
Sabir Askeroğlu tarafından yazıldı.
11 Eylül 2013 Çarşamba















   21 Ağustos 2013’te Suriye’de kimyasal silahların kullanılması Suriye meselesini uluslararası alanda yeni bir boyuta taşımıştır. 

    ABD ve müttefikleri kimyasal silahların Esad rejimi tarafından kullanıldığını ileri sürerek, Şam’a yönelik uluslararası askeri müdahale kararını gündeme taşımışlardır. Bu süreç içerisinde  ABD başta olmak üzere İngiltere (askeri müdahale fikri parlamento tarafından reddedilmiş olmakla beraber) ve Fransa Doğu Akdeniz’de askeri güçlerini  artırmaya başlamıştır. 
Diğer taraftan kimyasal silahların Esad rejimi tarafından değil de isyancı güçler tarafından kullanıldığını savunan Rusya, müdahaleye karşı çıkmıştır. BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan Suriye’ye olası askeri müdahale uluslararası hukuka aykırı olacağını söyleyen Rusya, BM Güvenlik Konseyine gelen müdahale kararlarını da veto etmiştir.

Diğer taraftan BM kararı olmadan da müdahale yapılabileceğini düşünerek askeri varlığını artıran ABD ve müttefiklerine karşı Rusya’da Tartus limanının hukuksal 
imkânlarını kullanarak Suriye kıyılarında askeri filosunu artırmaya başlamıştır.

Esad rejimine karşı askeri operasyon yapmakta açık beyanda bulunan Batı ülkelerine karşı, Rusya’nın bölgede askeri varlığını artırmasının amacı 
konusunda soru işaretine neden olmaktadır.

Daha önce Rusya’nın Doğu Akdeniz’de bir “Neustraşimıy” firkateyni, üç “Şabalin” ve “Amiral Nevelskiy” “Peresvet”  isminde büyük savaş gemileri ve destek 
gemileri bulunurken, 3 Eylülde bir “Amiral Panteleyev”  denizaltı avcısı Tartus limanına ulaştıktan sonra Türk boğazlarından 1 SB-201 “Priazovye” istihbarat 
gemisi geçmiştir. Ardından büyük savaş gemileri olan “Minsk” “Novoçerkassk” ve “Nikolay Filçenkov” gönderilmiştir. Şuan Suriye kıyılarına doğru ilerleyen  
“Koramiral Kulikov” denizaltı savar gemisi ve bir "Moskva” füze kruvazörü söz konusudur. Ancak daha sonra Karadeniz Filosu Enformasyon Merkezi Başkanı 
Vyaçeslav Truhaçyov, Rusya Deniz Kuvvetleri 29 Eylülde Akdeniz’e “Yamal” savaş gemisini göndereceği açıklamıştır. Dolayısıyla Rusya bundan sonra da duruma göre Akdeniz’de bulunan askeri gücünü artırmaya devam etmesi beklenebilir.

Rusya bölgede bulunan askeri gücüne rağmen olası Suriye savaşında yer almayacağını açıklamaktadır. Moskova’nın Suriye’de savaşa doğrudan dâhil 
olmasının Rusya için taşıdığı büyük riskler vardır. Bu riskleri şu şekilde sıralayabiliriz.  

Birincisi Rusya bundan sonra Suriye’ye bulunan muhalif gurupları ve El-Kaide unsurlarını kendi üzerine çekmiş olacaktır. Söz konusu çatışma Ortadoğu 
bölgesinde olduğu gibi, Kafkasya üzerinden Rusya’nın içlerine kadar uzanacaktır. Konuyla ilgili Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Grigoriy Karasin Suriye’ye 
yönelik askeri müdahalen Kafkasları olumsuz etkileyeceği belirtmiştir.  Aynı şekilde Rusya karşısına Suriye’de muhalif güçleri destekleyen Arap ülkelerini de 
karşısına almış olacaktır. Rusya Suriye krizinin Müslüman nüfusa sahip Kuzey Kafkasya etkisini konusunda Rus yetkilileri şimdiden dillendirmeye 
başlamışlardır.

Rusya’nın savaşa dâhil olmasının ikinci olası riski ise gerek küresel gerek ise bölgesel boyutlarda ABD ve NATO üyesi ülkelerin askeri kapasitelerinin Rusya’nın askeri varlığından çok daha üstün olmasıdır. Dolayısıyla Rus askeri uzmanlarında dile getirdikleri gibi, Rusya’nın karşı tarafı dengelemek için yeterince güce sahip değildir. Rusya’nın olası çatışmaya dâhil olması ve ABD’nin saldırmak istemesi durumunda Rus donanmasının kısa bir zaman içerisinde ABD donanması tarafından ortadan kaldırılabileceği yorumu yapılmaktadır.

Diğer taraftan üst düzey Rus yetkilileri Rus donanmasının Suriye kıyılarında bulunmasının amacının bölgede istikrarın faktörü olduğunu söylemelerinin yanında Rusya’nın üst düzey askeri yetkililer ise, Doğu Akdeniz’de bulunan Rus donanmasının gerektiğinde denizaltılarla birlikte bölgede ortaya çıkabilecek 
askeri duruma ciddi etki yapabileceğini söylemiştir.  Bununla Rusya’nın artık güçlü bir şekilde bölgeye döndüğünü göstermeye çalışmaktadır. Moskova Suriye’de çatışmaya  girebileceğini ifade etmese de oyunun güçlü oyuncusu olduğunu dünyaya göstermeyi arzu etmektedir.

Rus donanmasını en önemli ve resmi olmayan amacı ise, NATO ittifakının Suriye’ye karşı askeri müdahalenin önüne geçmek olarak görülmektedir. Bölgeye savaş gemilerini artıran Rusya Batı güçlerinin Suriye’ye karşı müdahalesini caydırmaya çalışmasıdır.

Rus donanmasının niteliğine bakılacak olursa, belli konularda bazı amaçlarını tespit edilebilinir. Rusya Doğu Akdeniz’de bir istihbarat gemisine sahiptir. 
Dolayısıyla bölgede gerçekleşebilecek askeri faaliyetleri yakından takip etmesine imkânı bulmaktadır. Rus donanması radarları sayesinde ABD füzelerini 
ile ilgili elde ettiği bilgileri sadece Moskova’ya değil, Şam’la paylaşması durumunda ABD ve müttefiklerinin havadan olduğu gibi, denizden de olası 
saldırısına karşı Suriye hava savunma sistemlerinin ani karşılık verme kabiliyetini maksimuma çıkarmış olacaktır.

Rus donanmasının bölgedeki diğer bir muhtemel işlevi tank ve zırhlı araçlar dâhil olmak üzere askeri araç ve malzemelerin nakliyatı için de tasarlanmış olan 
savaş gemileri aracılıyla Suriye yönetimine silah sevkiyatı yaparak destek sağlamasıdır. S-300 Hava Savunma Sistemlerinin de söz konusu gemilerde 
olabileceği ihtimali Rusya’nın Suriye’ye bunların sağlanabileceği konusunda bir koz olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla Rusya bununla Suriye krizinde güç 
dengesini değiştirebilme yeteneğini elinde bulundurmaktadır. Buda Rusya’ya pazarlık yapabilmesi için olanak yaratmaktadır.

Rus donanmasının Doğu Akdeniz’de bulunmasının amacı doğrudan müdahaleler den kaçınarak dolaylı yollarla bölgede güç dengesini bir anlamda dengeleme ye çalışmakla birlikte, Suriye’ye gemileri aracılıyla radar görevini üslenmek ve gerektiğinde de silah sevkiyatını gemiler üzerinden sağlayarak ülkedeki  çıkarlarını korumaya çalışmaktır.

Sonuç

Moskova, Suriye krizi boyunca özellikle Libya Krizinde BMGK’da attığı adımların nasıl kendisini süreç dışında bıraktığını görerek Batı politikalarına karşı bir 
direnç çizgisi geliştirmiştir. ABD’nin değişik nedenler ile Suriye’ye askeri müdahale konusunda hevesli olmaması bir yandan Suriye’nin Rusya için taşımış 
olduğu stratejik değer diğer yandan, Suriye konusunda Rusya’yı çok önemli bir aktör haline getirmiştir. Moskova en son yaptığı Esad’ın kimyasal silahları 
uluslararası denetime açması teklifi ile ABD’nin askeri müdahaleden vazgeçmesi gibi bir sürecin önünü açarken, hem kendisi hem de Esad rejimi için önemli bir 
zaman kazanmıştır. Uluslararası ilişkilerde “zaman” stratejik unsurlardan birisidir. 

Önümüzdeki süreç Moskova-Şam-Tahran hattının bu zamanı nasıl 
kullanacağını gösterecektir.

Uzman Hakkında
Sabir Askeroğlu
Rusya Slav Araştırmaları Merkezi
sabiraskeroglu@gmail.com 

Rusya Rusya'nın Dış Politikası
Uzmanın Diğer Yazıları

  Türk-Rus İşbirliğinin Moskova İçin Önemi 
  Rusya’ya Karşı “Anakonda” Stratejisi  
  Asya-Pasifik’te Rus-Japon Yakınlaşması  
  Türk-Rus İlişkilerinin Krizi: Jeopolitik Rekabetin Sonucu 
  Suriye Satrancında Rusya Hamlesi 
  Rusya Ekonomisi Dibe mi Vuruyor? 
  Ankara-Moskova Krizinin Olası Sonuçları? 
  Moskova’dan Rus Uçağının Düşürülmesine İlk Tepkiler 
  Putin’in Yeni Suriye Hamlesi 
  Orta Doğu İçin “Putin Planı” 
  İran Nükleer Anlaşması ve Rusya’nın Çıkarları 
  Putin Esad’a Olan Desteğini Geri Mi Çekiyor? 
  Rusya-Çin Stratejik İşbirliği: Yeni Kıtasal İttifak Mı? 
  Rusya’nın Yemen Politikası ve Yeni Orta Doğu Diplomasisi 
  Ukrayna’da Savaş Alarmı: Kiev, Minsk Mutabakatını Bitirdi 
  Rusya’da Muhalif Liderin Öldürülmesi Ne Anlama Geliyor? 
  Batı’nın Rusya’yı Bitirme Stratejisi 
  Kuzey Kafkasya'da Terör Sorunu: Çeçenistan Saldırıları 
  Rusya'nın IŞİD Politikası 
  Ukrayna Krizine Diplomatik Çözüm Arayışları 
  Ukrayna'nın Yeni Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko Kimdir? 
  Nihai Parçalanmaya Giden Ukrayna 
  Ukrayna Krizi’nde Son Durum ve Rusya’nın Müdahale Olasılığı 
  Kırım’ın Rusya Tarafından İlhakının Arkasındaki Beyin: Vladislav Surkov 
  SSCB Yeniden Mi Doğuyor? 
  Ukrayna Neden Karıştı? Rusya-Batı Arasında Jeopolitik Çekişme 
  Kırgızistan’da Rusya ve ABD’nin Üsler Mücadelesi 
  İran-ABD Yakınlaşmasının Rus Dış Politikasına Etkileri 
  Doğu Akdeniz’de Rus Savaş Filosunun Konuşlanması Ne Anlama Geliyor? 
  Putin’in Azerbaycan ile Jeopolitik Pazarlığı 
  Rus Kaynaklarında Mısır Darbesinin Perde Arkası 
  Rus Kaynaklarına Göre Türkiye’nin Suriye Politikasını Belirleyen Faktörler 
  Rus Kaynaklarının İddiası: Türk Ordusu Suriye Sınırını Geçti 
  Rusya Suriye’de Neden Direniyor? 
  Türkiye’nin Kafkasya Politikasına Moskova’nın Bakışı 
  Rusya’nın Çin Politikasında Stratejik Araçlar 
  Berezovskiy’nin Ölümü Putin’in Zaferi mi? 
  Rusya’nın Milli Güvenlik Sorunu: Avrupa Füze Savunma Sistemleri 


 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 
Yazılım & Tasarım: FemaBilişim
  
http://www.21yyte.org/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2013/09/11/7205/dogu-akdenizde-rus-savas-filosunun-konuslanmasi-ne-anlama-geliyor


***

28 Ağustos 2018 Salı

ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



ORTA DOĞU’DA ARAP-İSRAİL MÜCADELELERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 2


C. Türkiye’nin Arap-İsrail Savaşlarında Orta- Doğu Siyaseti 

Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletleri ve ABD’nin yanında yer alarak dış siyasetini bu ülkelere endeksli yürütmeye başlar. Bu nedenle 1948 
yılında Türkiye Birleşmiş Milletler genel Kurulu’nda Filistin’in bağımsızlığını destekler, ama oy çoğunluğu ile taksim kararı alındığında, bu taksimi reddeden 
on üç ülkeden biri olur. 1949 yılında Türkiye’nin İsrail Devleti’ni siyasi olarak tanıması sonucu iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulur. Türkiye’nin İsrail’i 
siyasi olarak tanıması Türkiye’nin Arap ve Müslüman ülkeleri ile ilişkilerini olumsuz şekilde etkiler. Türkiye 1950 yılında BM’in cezayir’in bağımsızlığını 
görüştüğü toplantıda cezayir’in Self-Determinasyon hakkını destekleyici bir tutum almaktan kaçınır. Bundan sonra 1956 yılında Mısır ile İngiltere arasında 
meydana gelen Süveyş krizi sırasında ve sonrasındaki yaklaşımı yine Avrupa devletlerinden yana olur. Türkiye bu çizgisini devam ettirerek 1957’deki 
Eisenhower Doktrini’ni destekler (Ayın Tarihi, 1948: 164; TBMMTD, 1949:4; Ayın Tarihi, 1956: 152; Hurewitz,1958:281-295; Kürkçüoğlu, 1972:102; 
Karpat,1975: 121; Armaoğlu,1984: 845-851; Armaoğlu, 1991: 251-252; Sander, 1998: 219-240; Kürkçüoğlu, 2002: 35; Öymen,2002:122). 

I.Dünya Savaşı sırasında Arapların Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almaları, Hilafet Makamı’nın cihat Fetvası’na itibar etmemeleri Türkiye cumhuriyeti’ni 
oldukça düşündürür. Türkiye II. cihan Harbi sonunda SScB baskısı ve talepleri karşısında yalnız kalınca çareyi ABD’nin yanında yer almakta bulur. Birçok Arap 
ülkesi SScB ekseninde yer aldığı için Türkiye kendisi gibi ABD politikasına yakın olan İsrail’i tanır, fakat desteklemez. 
Ayrıca İsrail içinde SScB’den göç eden ve iç siyasette etkili bir nüfus da bulunmaktadır. 
Bu nedenle Türkiye dış siyasette hem ABD ve hem de SScB kıskacındadır (Gönlübol,1996: 284; Altunışık,1999:182; Kürkçüoğlu, 2002: 36). 
Soğuk savaş döneminde diğer bölgeler gibi ABD ve SScB arasında Orta Doğu da parsellenir. Türkiye ve İsrail ABD yanlısı iken Mısır, Suriye, Ürdün SScB 
yanlısı bir dış siyaset izler. Türkiye yine de 1955 yılında Bandung’ta (Endonezya) yapılan Asya-Afrika Konferansı’nda Irak ile birlikte Ürdün ve Lübnan’ın da 
desteğiyle “bağlantısızlık” hareketine karşı çıkar. Türkiye 1955 Bağdat Paktı’nın yapılması ile İngiltere’nin kontrolünde olan Orta Doğu için bir savunma hattı 
oluşturur. Böylece Irak, Pakistan, İngiltere, İran ve Türkiye ABD’nin yanında SScB’ye bir set kurar. Bu pakt Arapları üçe ayırır; ilk grupta İran, Irak ve Pakistan, ikinci grupta Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen, üçüncü grupta ise Ürdün ve Lübnan yer alır. Bu durum Türkiye’nin Arap ülkeleri ile arasını açarak önce Mısır, sonra da Suriye ile ilişkilerini gerginleştirir (Ayın Tarihi,1954: 44; Gönlübol Ülman, 1972: 271-275; Armaoğlu, 1984: 491; Gönlübol, 1996: 534-537; Sander, 1998: 219-240; Bostancıoğlu, 1999: 334; Dursunoğlu, 2000: 37-38). 

Akdeniz’de bulunan Kıbrıs adasında Türk ve Rumlar yaşar, 1878 Osmanlı Rus Harbi’nden beri Ada’nın idaresi İngiltere’dedir. Ada denizcilik, ikmal, tersane 
yapımı, ticaret ve Akdeniz hâkimiyeti açısından Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından son derece önem arz eder. 
II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’nin Orta Doğu’da hâkimiyet bölgelerinin kaybolmaya başlamasıyla Kıbrıs’ın önemi daha da artar. İngilizler 1948 yılında Filistin’den ve daha sonra Arap milliyetçiliğinden Mısır’dan da çekilmek zorunda kalır. Böylece İngiltere’nin elinde bölgeyi kontrol edebilecek tek üs olarak Kıbrıs kalır. 1954 yılında İngiltere Süveyş’ten çekilince karargâhını Kıbrıs’a taşır. Kıbrıs Adası’na İngiltere’nin ne derece önem verdiği 1 Haziran 1956 yılındaki Başbakanı Norwich’in şu sözleriyle daha açık belli olmaktadır: “İngiltere’nin Kıbrıs’taki çıkarları yalnızca NATO ile sınırlı değildir. Ülkemizin ve Batı Avrupa’nın endüstriyel yaşamı Orta Doğu’dan gelen petrole dayanmaktadır. Eğer bir gün petrol kaynaklarımız tehlikeye düşecek olursa bunları korumak zorunda kalacağız...” (TBMMTD, 1958: 822; Armaoğlu, 1984: 529, 785-809; Kafaoğlu, 1995: 160; Hale, 2000: 132-134; Kürkçügil, 2003: 69; Shaw-Shaw, 2000: 505-509; Ülger-Efegil, 2001: 1, 21; Manisalı, 2003: 32-35;). 

1960’lı yıllarda Kıbrıs’ta çıkan olaylar neticesinde Türkiye BM’ye başvurduğunda, Batılı devletlerin desteğini alamaz. II. Dünya Savaş sonrasında koşulsuzca tek taraflı bir dış siyaset izleyen Türkiye Batı’dan ilgi görememesi ile hayal kırıklığına uğrar. Kıbrıs konusundaki anlaşmazlıklar ve görüşmelerde Arap ülkelerinin Türkiye’ye karşı oy kullanmaları sonucunda Türkiye Orta Doğu politikasının eksikliğini hissetmeye başlayarak bu alana yönelmeye başlar. 

Bundan sonra Türkiye dış siyasette denge politikasına yönelir. Artık Türkiye Arap ülkeleri ile daha sıcak siyasi ve ekonomik işbirliği içine doğru hareket edecektir (Armaoğlu, 1983: 123, 157-175; Buhle, 1996: 99; Steinbach, 1996: 230; Kürkçüoğlu, 2002: 37-38). 

BM ile birlikte Türkiye İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması lehinde oy kullanması yoluyla, Filistin halkına Self-Determinasyon hakkı tanınması 
ve İsrail’e de devlet kurma hakkının verilmesini destekler. Türkiye’nin 1960 yıllarındaki bu dış politikasındaki değişmenin asıl nedenini uluslararası arenada 
Kıbrıs konusunda destek bulmayı amaçlamasıdır. 1965 yılında cidde’de bir araya gelen 6. Müslüman Kongresi Kıbrıs konusunda Türk delegasyonunun kararını 
desteklemeyi kararlaştırmasıyla Birleşmiş Milletler görüşmelerinde; Afganistan, Irak, Libya, Suudi Arabistan tarafından sunulan ve Türkiye’nin onayladığı 
öneri reddedilir. Bu oylamada İran, Libya, Pakistan Türkiye’nin yanında yer alır. Özellikle 1967 Orta Doğu Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin bu ülkelerle olan 
ilişkilerinde ve dış politikamızda olumlu bir sürece girilir. Artık buna göre Türkiye Orta Doğu ülkelerinin içişlerine karışmadan tarafsız bir denge politikası güden 
bir çizgide yer alır (Karaosmanoğlu, 1983; Armaoğlu, 1984: 845-851; Bağcı, 1992: 119-138; Steinbach, 1996: 257; Buhle, 1996: 227). 

Türkiye Batı ile ters düşmemek kaydıyla geçmişten gelen bağlar nedeniyle Arapların yanında yer almaya çalışır. Ama II. Dünya Savaşı sonunda Türkiye’nin 
içinde bulunduğu durum nedeniyle gerek SScB ve gerekse ABD’nin istekleri doğrultusunda Batı’nın yanında yer almak zorunda kalır. Türkiye 1949 Arap 
ülkeleri ile İsrail arasında yapılan silah bırakma anlaşmasından sonra İsrail’i resmen tanır ve Telaviv’e maslahatgüzar gönderir. Türkiye maslahatgüzarlığını 
1950 yılında elçilik düzeyine çıkarmasına karşın 1956 Kanal Savaşı sırasında İsrail Mısır’a saldırınca İsrail’i kınayarak elçisini geri çeker ve yerine tekrar 
maslahatgüzar gönderir. Türkiye 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşında Arapları destekler, BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararınca İsrail’in Batı Şeria, 
Gazze Şeridi, Doğu Kudüs ve Golon Tepelerinden çekilmesini savunur (Ayın Tarihi, 1950: 158; Tibi, 1991: 118; Musevilerle 500 Yıl, 1992; Köni, 1995: 427; 
Can, 1993: 167-174; Öymen, 2002: 127). 

1970’li yıllarda dünyada ASALA terör örgütü ile Ermeni Meselesi tekrar gündeme getirilerek Türkiye terör hadiselerine maruz kalınca oldukça zor durumda 
kalır. Bu dönemde Arap ülkelerinden de Ermenilere destek verilir. Türkiye ABD’deki Ermeni Lobisi’ne karşı Yahudi lobisineyönelir ve onlardan destek ister. 
Yahudi lobisi “…Bizimle ilişkilerinizi geliştirmek istiyorsanız, tamam bunu biz de istiyoruz; ama, biz de sizin İsrail ile ilişkilerinizi geliştirmenizi bekliyoruz…” 
der. Böylece Türkiye bu tarihten sonra İsrail ile ilişkilerini düzeltme sürecine girer (Gürbey, 1991: 209-224; Gönlübol, 1996: 284; Sönmezoğlu, 1998: 105-110; Kürkçüoğlu, 2002: 40). 

Türkiye Filistin Kurtuluş Örgütü’nü 1964’te kurulduktan on bir yıl sonra tanıyarak Kahire büyükelçisini FKÖ nezdinde akredite eder. 1969 yılındaki Rabat Bildirgesi’nde Türkiye İslam Konferansı’na dâhil olmasıyla birlikte İsrail’e karşı çıkması istenince bunu reddeder. Türkiye 1979 yılında Türkiye’de Filistin 
Kurtuluş Teşkilatı’nın temsilciliğinin açılmasına izin verilir. 1980 yılında İsrail Kudüs’ü ilhak edince Türk Hükûmeti bunu protesto ederek Telaviv elçiliğindeki 
maslahatgüzarlık düzeyini daha aşağı çeker ve İsrail’in Kudüs’ü başkent yapmasına karşın elçiliğini Telaviv’de tutarak Kudüs’teki başkonsolosluğunu da 
Telaviv’e getirir (Gönlübol,1996 : 534-537; Sander,1998 : 219-240). 

Suriye ve Irak SSCB’ye güvenerek 1980’li yıllardan sonra PKK’ya destek verir. Beyrut’ta PKK kampı kurulur ve yıllarca örgüt buradan yönetilir. Suriye devamlı Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Bulgaristan kozunu kullanır ve buradaki Türk azınlık zor durumda kalır. Hatta Suriye Yunanistan’a ülkesinde bir üs dahi verir. Suriye, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta sahanlığı ve Kıbrıs konularında çıkan anlaşmazlıklarda devamlı onların yanında yer alır. Böylece Yunanistan ve Bulgaristan Türkiye’ye Arap kozunu oynarken Suriye de Yunanistan ve 

Bulgaristan kozunu oynar. Türkiye bu nedenle bu dönemde İsrail ile ilişkilerini geliştirir. Daha sonraki dönemde Suriye ve Irak’la Türkiye arasında su meselesi 
ortaya çıkar ve uzunca süre devam eder (Tartanoğlu, 1990: 157; Sezgin, 1996: 141; Okçu, 1993: 25-70; Lawson, 1995: 23; Kürkçüoğlu, 2002: 41). 

1990’lı yıllarda SScB’nin dağılma sürecine girmesi ve soğuk savaş döneminin sona ermesi ile Suriye SScB desteğini kaybeder. Suriye dış siyasette yalnız kalınca sıkışır ve PKK terör örgütünü ülkesi dışına çıkartarak desteğini keser. Suriye su meselesini de eskisi gibi gündeme getirmeyerek Türkiye ile dostluk kurmaya ve Türkiye’ye yanaşmaya başlar (Şalvarcı, 2003: 47,151,311; Köni, 1996: 127; Kocaoğlu, 1995: 81-105). 

D. Arap-İsrail Savaşlarının Müslüman Ülkeler Arasındaki Ekonomik Birlikteliğe Etkisi 

   İslam ülkelerinin bir araya gelerek beraberlik oluşturmaları Kudüs’teki El Aksa camii’nin 1969 yılında Yahudilerce yakılması sonucu başlar ve hemen Suudi Arabistan Kralı Faysal İbn-i Abdülaziz’in öncülüğünde Fas Kralı II. Hasan’ın davetiyle Arap ülkelerinin içeren Rabat’ta bir konferans yapılır. 
Konferansın sonunda “Rabat Deklarasyonu” ortaya çıkarak yayınlanır. Konferans sonunda merkezi cidde’de olmak üzere “İslam Konferansı Teşkilatı” kurulur 
(Karaosmanoğlu, 1983: 78; Sander,1998: 219-240). Artık Türkiye Pakistan, Irak, Mısır, Afganistan, Bangladeş, cezayir ile ticari anlaşmalar, İran, Libya, 
Pakistan, Irak ile ekonomik işbirliği ve ticaret anlaşmaları, Libya ile ticari ortaklık anlaşmaları, Suudi Arabistan ve Kuveyt’le de mali ve kredi anlaşmaları 
imzalanarak yürürlüğe konur. Daha sonra İslam devletleri arasında çeşitli işbirliği ve ekonomik oluşumlar meydana gelir; Türkiye, İran, Türk cumhuriyetleri, Afganistan’ın içinde yer aldığı Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EKİT-ECO), Petrol zengini Körfez Ülkelerinin Teşkilatı (G.C.C.), Mağrip Arap Birliği (Moritanya, Fas, cezayir, Tunus, Libya),Arap İşbirliği Konseyi (Mısır, Ürdün, Yemen, Irak) gibi (Dışişleri Bakanlığı Belleteni, 1969: 45; Kürkçüoğlu,1972: 161; AKBANK, 1980: 395-403; Shaw-Shaw,2000: 505-509). 

Arap ülkeleri ile girişilen bu sıcak ilişkileri sonunda 1973’te cidde’de “İslam Kalkınma Bankası” açılma kararı alınır ve Türkiye’nin de 1974 yılında ortak 
olduğu bu banka 1975’te açılır; 1985’te Türkiye Başbakanı Turgut Özal’ın bu bankaya 160 milyon dolar daha sermaye ilave etmesi sonucunda Türkiye’nin 
ortaklık derecesi beşinci sıraya yükseltilir. 1974 yılındaki Türkiye’nin “Kıbrıs Barış Harekâtı” sırasında İslam Kalkınma Bankası üye devletleri Türkiye’yi destekler. 
Bu olumlu gelişmeler sonunda 1977 yılında Türk-Libya ticaret ortaklığı olarak kurulan Arap-Türk Bankası’na Kuveyt de iştirak eder (TBMMTD, 1970: 481; 
TBMMTD, 1971: 399-400; cem, 1977: 282; İhsanoğlu, 1995, 388; AKBANK, 1980: 401; Gönlübol,1996: 518). 

İslam Kalkınma Topluluğu Toplantısı1980’de Ürdün ve yine Eylül’de Fas’ın Fez şehrinde yapılması ve İsrail’le mücadele kararı alınması sonucunda Türkiye 
de Telaviv’deki Maslahatgüzarını geri çekerek daha düşük düzeyde diplomatik ilişkiye girer. 1980 yılında Irak-İran savaşının çıkması ve daha sonra sırasıyla 
yapılan IRCICA, SESRTCIK ve İSEDAK toplantıları yapılır. Bu toplantılar sonuncunda 16 Aralık 1983 tarihli kararname ile Bank of Bahrain and Kuwait 
B.C.S., Habib Bank (Pakistan), Bank Mellat (İran), The Saudi American Bank, Dar al Maal al-İslami (Faisel Finans Grubu), Albaraka ve Kuwaiti-Turkish Evkaf Bank gibi finans grupları Türkiye’de çalışmaya başlarlar, buna karşı Türk İnşaat şirketleri ve işçileri Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde (Libya, İran, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Tunus, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri’nde çalışırlar (Karaonmanoğlu, 1983: 164; Armaoğlu,1984:.845;  Dursun, 1995: 413; Altunışık,1999: 185-186; Ünal, 2002: 41-42). 

1970’li yıllarda Türkiye’nin ticari ilişkileri daha çok Avrupa ülkeleri ve Amerika ile yapılmaktadır. Türkiye’nin ticari ilişkileri içinde Avrupa ülkelerinin payı hemen hemen % 50 iken, Arap ülkeleriyle ticari ilişkilerinin oranı ise ancak % 9-18 arasında ve yıldan yıla bir dalgalanma gösterebilmektedir. Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleriyle iyi ilişkilere girme sürecinden sonra bu oran hızla değişme gösterir 1980-1985 arasında Avrupa ile olan ticari ilişkilerinin oranı % 45’ten % 30’a düşme gösterirken İslam ülkeleri ile olan ticari ilişkilerinin oranı ise % 18’den % 46’ya doğru yükselir. Daha sonraki süreçte Türkiye’nin İslam ülkeleri ile olan ticaret oranı 1985-1990 arasında % 23,5 ihracat ve % 18,3 ithalat olmak üzere toplam % 50’ye yaklaşır. Türkiye’nin hızlı biçimde İslam ülkeleri ile ticari ilişkilerini geliştirmesi Avrupa ülkelerini Pazar kaybımdan dolayı oldukça endişelendirir (Karaomanoğlu, 1983: 174; Gürbey,1991: 210; AKBANK,1980: 
402; Shaw- Shaw,2000: 505-509; Gönlübol, 1996: 607). 

1990 yılında patlak veren Körfez Krizi ve 1991 yılındaki Körfez Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ekonomik ilişkileri bozulma sürecine girer. Türkiye bir defa Batı’nın yanında yer alması sonucu ve ambargo neticesinde ihracatı asgari düzeye düşer (12,6 milyar dolardan 2 milyar dolara düşer.), 
petrol boru hattı kapatılır, sınır kapılarının kapatılmasıyla nakliye biter, turizm sekteye uğrar ve toplam zarar 20 milyar dolara çıkar. Ayrıca Türkiye’ye sınır 
kapılarından akın eden mülteciler bütçeye artı yük getirir, Kuzey Irak’ta konuşlandırılan Çekiç Güç sayesinde bölgede oluşan otorite boşluğu PKK terör 
örgütünü kuvvetlendirir ve Türkiye’nin savunma harcamalarını birkaç kat daha artar. Bu tür savunma harcamaları yukarıda ki Türkiye’nin kaybını gösteren 
meblağa dâhil değildir. 
Kısaca basitçe yapılan bir hamle ile Türkiye’nin ekonomik dengeleri bozulur, dış borç artar, ülkede iç siyaset karışır ve Türkiye’nin hem dış siyaseti, hem de 
ekonomisi zayıflar. Bu süreçte Türkiye Dünya Bankası ve IMF’ye borçlanması giderek artar (Şen, 1990: 241; Öztürk, 1999; Özdağ-Laçiner-Erkun, 2003: 232). 

SONUÇ 

Türkiye’nin 1960’lı yıllara gelinip de Kıbrıs meselesi ortaya çıkıncaya kadar belirgin bir Orta Doğu politikasına sahip değildir. cumhuriyetten hemen sonra 
veya Millî Mücadele sırasında yapılan anlaşmalar hep Türkiye’nin sınırlarını belirleyebilmek içindir. Bu durum II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam eder. 
Bölgede İsrail Devleti’nin kurulması ve Türkiye’nin İsrail devletini tanıması sonucu Arap ülkeleri ile arasında soğukluk yaşanmaya başlar. 
Ne zaman ki Kıbrıs’ta baş gösteren olaylar sonrasında Birleşmiş Milletlerde Türkiye yalnız kalınca, artık Türkiye’nin Orta Doğu’da belirli bir dış politika 
güdülme ihtiyacı belirir. 

1960 sonrası Türkiye bir denge politikası içerinse girer. II. Dünya Savaşı sonrasında ülkenin dış politika ve ekonomik politikada ABD güdümlü bir strateji 
izler, fakat Kıbrıs konusunda yalnız kalınca hem Orta Doğu’da Araplara yaklaşır, hem de 1963 yılında AET’ye başvurur. 1970’li yıllardan sonra İslam Birliği’ne 
sıcak bakılmaya başlanır ve Rabat Kongresi’ne katılınır. İslam Devletleri ile Türkiye yeni bir döneme girer. Bu dönemde Türkiye Araplarla İsrail arasında bir 
denge politikası izlemeye çalışır. 1976-1990 yılları arasında İslam ülkeleriyle Türkiye arasında ticari boyutta çok ciddi atılımlar gerçekleşir. 

1990 yılında patlak veren Körfez Krizi-Savaşı’nda Türkiye Batı yanlısı politika izlediği için İslam ülkelerinden belirli ölçüde uzaklaşır. Özellikle terör konusunda 
PKK’ya yapılan yardımlar, Suriye’nin Yunanistan’la işbirliğine girişmesi, PKK’ya yataklık yapması; İran’ın hem Ermenileri desteklemesi, hem de PKK, Hizbullah 
gibi terör örgütlerine yardımcı olması; Irak’ın su nedeniyle Suriye ile birlikte Türkiye’yi sıkıştırması oldukça gerilimli günlere neden olur. 

Türkiye yapılan tüm Arap-İsrail savaşlarında içten içe Arapları desteklemesine karşın görünürde denge politikası gütmek zorunda kalır, zira İsrail’in arkasında 
ABD ve Batı ülkeleri vardır. Türkiye Suriye ve PKK’ye karşı İsrail ile birçok konuda iş birliği yaparak ortak tatbikatlar icra etmesi ve SScB’nin parçalanma 
sürecinde Suriye’nin yalnız kalması ve ABD’nin Orta Doğu’ya çöreklenmesi ile Suriye Türkiyeile dostane ilişkilere girmek zorunda kalır. Filistin konusu da uzun 
yıllar sonra belirli bir çizgide devam etmekte ve hala çözüm beklemektedir. Orta Doğu ülkeleri bir an önce barışa, sükûnete, istikrara kavuşmalı ve kendi 
aralarında her türlü işbirliğini geliştirmelidir. 

KAYNAKÇA 

AKBANK, (1980), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi (1923-1978), İstanbul. 
Armaoğlu, Fahir, (1984), 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara. 
------, (1994), Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları,1948-1988,T. İş Bankası Yay. Ankara. 
------, (1983), Kıbrıs Meselesi, 1954-1959, Ankara, AÜSBFYayınları, Ankara. 
-------, (1991), Belgelerle Türk Amerikan İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. 
Altunışık, Meliha Benli, (1999), Türkiye ve Ortadoğu-Tarih, Kimlik, Güvenlik, Boyut Yayın Grubu, İst. 
Ayın Tarihi, (1948), No: 181, Aralık. 
Ayın Tarihi, (1950), No: 203, Ekim. 
Ayın Tarihi, (1954), No: 251, Ekim. 
Ayın Tarihi, (1954), No: 252, Kasım. 
Ayın Tarihi, (1956), No: 273, Ağustos. 
Bağcı, Hüseyin, (1992), “Zypernpolitik der Menderes Regierung von 1950- 
1960. Ein Wendepunkt in der türkischen Aussenpolitik”, In Orient,33/1, 

Bostancıoğlu, Burcu, (1999), Türkiye-ABD İlişkilerinin Politikası, İmge Kitab. Yay. Ankara. 
Buhle, Matthes, (1996), “Türkei, Politik und Zeitgeschichte”, Band 2 Leske 
+ Budrich, Opladen. can, Mehmet, (1993), Ortadoğu’da Amerikan Politikası, Bayrak Yayınları, İstanbul. 
cem, İsmail, (1977), Tarih Açısından 12 Mart, Nedenleri, Yapısı, Sonuçları, cem Yayınları, İstanbul. 

Dışişleri Bakanlığı Belleteni, (1969), No: 60, Eylül. 
Duman, Sabit, (1995), “Filistin’de İngiliz Yönetimi”,Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı’ya Armağan, H.Ü.A.İ.ve İ.Tarihi Enst., Ankara. 
Dursun, Davut, (1995), “Türkiye İslam Dünyasının Neresinde?”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Dursunoglu, Alptekin, (2000), Stratejik İttifak, Türkiye-İsrail İlişkilerinin Öyküsü, Anka Yay., İstanbul. 

GönlüboL, Mehmet, (1996), Olaylarla Türk-Dış Politikası 1919-1995, Siyasal Kitabevi, 9.Baskı,Ankara. 
Gönlübol, Mehmet-Ülman, Halûk, (1977), Olaylarla Türk Dış Politikası, Cilt: I (1919-1973), Cilt II (1973-1983), AÜSBF Yayınları, Ankara. 
Günaltay, M. Şemseddin, (1947), Yakın Şark-III, Suriye ve Filistin, TTK, Ankara. 
Gürbey, Gülistan, (1991), “Die Türkei und der Nahe Osten. Die politischeInteressenkonstellation der Türkei im Golfkrieg”, In: Südosteuropa 
Mitteilungen, München, 31, 3. 

Hale, William, (2000), Türk Dış Politikası 1774-2000, Çev.: Petek Demir, Mozaik Yay., İstanbul. 
Hurewitz, J. c., (1958), “Diplomacy in the Near and Middle East”, A Documantary. Record: 1914-1956, Vol. II, Van Nostrand company, New York. 

İhsanoğlu, Ekmeleddin, (1995), “Türkiye ve İslam Konferansı Teşkilatı”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 

Kafaoğlu, Arslan Başer, (1995), “Kıbrıs”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Karaosmanoglu, Ali L., (1991), “Die Türkei die europäische Sicherheit und der Wandel der internationalen Beziehungen”, In: Europa Archiv Folge 46/5, 
Bonn. 
Karpat, Kemal H., (1975), “Turkey´s Foreign Policy in Transition, 19501974”, Leiden, Br Illustrations. 
Kocaoğlu, Mehmet, (1995), “Suriye ve PKK”, Avrasya Dosyası,c.2,S.3,Ankara. 
Köni, Hasan, (1995), “Yeni Uluslararası Düzende Türk-ABD İlişkileri”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
------, (1996), “Körfez Savaşı Sonrasında Türkiye”, Avrasya Dosyası, c. 3, S. 1, Ankara 1996. 
Kürkçügil, Masis, (2003), Kıbrıs, Dün ve Bugün, İthaki Yay., İstanbul. 
Kürkçüoğlu, Ömer, (1982), Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi 1908-1918, Ankara SBF Yayını. 
-----, (1978), Türk -İngiliz İlişkileri 1920-1950, Ankara SBF Yayını. 
-----, (2002), “Türk dış politikasının ana ekseninde tarih, coğrafya ve konjonktür iç içe olmak zorundadır!”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 
-----, (1972), “Türkiye’nin Arap Orta Doğusuna Karşı Politikası, 1945-1970”, SBF Dergisi, c. 27. S. 2. 1972, Ankara. 

Landau, Jacop, (1995), “İsrail’deki Arap Azınlık”, Avrasya Dosyası, c.2,S.1,Çev.: cahide Ekiz. 
Lawson, Freed H., (1995), “İçte Kabuk Değiştiren Suriye”, Avrasya Dosyası, c. 2, S. 3, Ankara. 

Manisalı, Erol, (2003), Avrupa Kıskacında Kıbrıs, Derin Yayınları 29, İstanbul. 
Mcghee, George, (1992), ABD-Türkiye-NATO-Ortadoğu, Bilgi Yayınevi, İstanbul. 
Musevilerle 500 Yıl, (1992), Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. 

Okçu, Metin, (1993), “Türkiye ve Komşuları-Irak ve Suriye”, Savunma ve Havacılık, 1993. 

Öymen, Onur, (2002), Silahsız Savaş – Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi, Remzi Kitab. İst. 
Özdağ, Ümit-Laciner, Sedat-Erkun, Serhat, (2003), Irak Krizi 2002-2003, Orta Doğu Araştırma Dizisi, Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara. 
Özel, Soli, (2002), “105 Yıllık Mesele”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 
Öztürk, Osman Metin, (1999), Irak Yapısı ve Komşuları ile İlişkileri, KÖK, Araştırmalar c. I, S. I, Ankara. 

Sander, Oral, (1998), Siyasi Tarih, 1918-1994, 7. Baskı, İmge Yay. Ankara. 
------, (1998), Türkiye’nin Dış Politikası, 2. Baskı. Ankara. 
Sever, Aysegül, (1997), Soğuk Savaş Kuşatmasında Türkiye, Batı ve Orta Doğu, 1945-1958, Boyut Yayın Grubu, İstanbul. 
Sezgin, Ferruh, (1996), “Kürt Devletinin Hamisi: Çekiç Güç”, Avrasya Dosyası, c. 3, S. 1, Ankara. 
Shaw, Stanford J.-Shaw, E. Kural, (2000), Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, II.cilt, e Yay., İst. 
Soysal, İsmail, (1995), “Ortadoğu”, “Türk Dış Politikası”, Yeni Türkiye 3, S. 3. 
Sönmezoğlu, Faruk, (1998), “Türk Dış Politikasının Analizi”, Derleyen: Hüseyin Bağcı, Demokrat Partinin Ortadogu Politikasi, Der Yayınları, İstanbul. 
Steinbach, Udo, (1996), “Die Türkei im 20. Jahrhundert, Schwieriger Partner Europas”, Bergisch Gladbach, Verlag: Lübbe, Gladbach. 

Şalvarcı, Yakup, (2003), Pax Aqualis, Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Orta Doğu, Zaman Kitabevi, İstanbul
Şen, Faruk, (1990), “Die Türkei zwischen Golfkrise und potentiellem EG-Beitritt. Entwicklungsperspektiven für die neunziger Jahre”, In: Zentrum für 
                            Türkei Studien, 3/2. 

Tartanoğlu, Ali, (1990), Irak,Saddam,Körfez, Ankara. 
TBMMTD, (1949), 8. Dönem, 21. cilt. 
TBMMTD, (1958), 11. Dönem, 4/2.cilt. 
TBMMTD, (1970), 3. Dönem, 3. cilt I. Toplatı. 
TBMMTD, (1971), 3. Dönem,12.cilt II.Toplantı. 
Tibi, Bassam (1991), Konfliktregion NaherOsten, Regionale Eigendynamik und Großmachtinteressen, München. 

Ülger, İrfan Kaya-EFEGİL, Ertan, (2001), Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meslesi (Bugünü ve Yarını), Ankara, s. 1. 
Ünal, Hasan, (2002), “Türkiye ve Orta Doğu: Filistin’den Irak Senaryolarına Türkiye Orta Doğu Sorunları”, Türkiye Günlüğü, S. 68. 

Yüksel KAŞTAN
TÜRKİYE /...... 

***

2 Ocak 2018 Salı

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü ÖĞretim Üyesi. 
AVRASYA DOSYASI,

Giriş: 

   Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

   Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. 

   Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. 

Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir 
uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi, AVRASYA DOSYASI,

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacak lardı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 
21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi 
üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 

Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. 

Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan 
müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 
yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere 
inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’daolduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve 
uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin 
anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısında yız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankaları nın ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 

NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış 
görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a 
karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa 
Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere 
girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer 
güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 
Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servis
lerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 
1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumunda kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi 
bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucusevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15 Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 
Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. 
Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasınıetkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, 
yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır.

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 
Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların 
yanlış söylediklerine inanıyorum. Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasındazaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “Komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur.” demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliği nin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques 
   Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40.
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46.
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995.
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABD linin yaşadıgını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların flimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204.
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çal›flarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl 
    çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık 
    Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı 
    "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. Bkz.: Victory: The 
    Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
    by Peter Schweizer, ss. 9-10.
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7.
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on 
Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29.
18 Başkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüşleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3.
20 Martin Kramer, "Islam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of İslam" Hiddle East International, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 Şubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216.



***