5 Mart 2017 Pazar

SAVAŞ OLGUSUNUN DÖNÜŞÜMÜ, YENİ SAVAŞLAR VE SURİYE KRİZİ, BÖLÜM 1







SAVAŞ OLGUSUNUN DÖNÜŞÜMÜ,  YENİ SAVAŞLAR VE SURİYE KRİZİ, 
BÖLÜM 1


Sami Eker
* Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, 
samieker33@gmail.com 


Özet 

Küreselleşme süreci ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle köklü bir dönüşüm geçiren savaş olgusu yeni birtakım kavramsal arayışları beraberinde getirmiştir. 
1990’lardan günümüze ön plana çıkan “yeni savaşlar” tartışması, savaşın tanımından aktörlerine, 21.yüzyılda devletlerin savaşlardaki yerinden kullanılan taktik ve stratejilere kadar çok yönlü bir perspektif sunmaktadır. Güç kullanma tekelinin devlet egemenliğinden çıkarak özelleşmesi, devletlerarası savaşların yerini iç savaşların alması ve devlet-dışı oluşumların savaşı yürüten temel aktörler haline gelmesi; savaşı meydana getiren amaç ve motivasyonların ciddi bir dönüşüme uğramasıyla sonuçlanmıştır. Şiddetin ve etnik/dinsel kimliklerin araçsallaştırılmasıyla savaş ekonomisinden faydalanan silahlı gruplar yerel otoriteler haline gelmiştir. Bu süreçte internet ve sosyal medyanın yaygın ve etkin biçimde kullanılması küresel düzeyde bir savaşçı ağı oluşturmuştur. Arap Baharı’nın bir parçası olarak 2011’de başlayıp kısa sürede iç savaşa dönüşen Suriye Krizi, yeni savaşlar bağlamında değerlendirilebilecek kapsamlı ve güncel bir örnek teşkil etmektedir. Ülkede yaşananlar, savaş olgusunun gelecekteki konumuna projeksiyon tutacak unsurlar barındırmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Savaş Lordları, Devlet, Aktörler, Yasa, Ekonomik Girişimler, Şiddetin, Araç, Suriye Krizi, 

Savaş, insanlıkla birlikte var olup tarih boyunca değişen, yöntem ve uygulama bakımından farklılaşan, kapsamlı ve dinamik bir kavram olagelmiştir. 
İlk çağlardan imparatorluklara, ulus-devletlerin doğuşundan günümüz dünyasına değin savaş, toplumların ve devletlerin yaşadığı doğal bir gerçeklik olmuştur. Hedefe giden yolda en etkili araç olarak görülen savaş, kimi zaman değer ve inançları korumada, kimi zamansa zenginlik ve şöhreti kazanmada bir anahtar olarak algılanmıştır. 

Uluslararası İlişkiler yazınında Peleponez Savaşları’yla (MÖ 431-404) tarihsel bir temellendirme yapılsa da 1648 Westfalya Antlaşması sonrası modern ulus-devletler bağlamında ele alınan savaş, hep imparatorluklar/ devletler arasında meydana gelen bir olgu olarak değerlendirilmiştir. Şüphesiz savaşların sınırları, yıkıcılığı, kullanılan araçlar, taktik ve stratejiler sürekli bir evrim geçirmiştir. Lakin devletlerin tekelinde ve düzenli orduların komutasında oluşu, belli norm ve hukuk kuralları bünyesinde gerçekleşen yapısı değişmemiş; hedefi düşman mevzi ve askerleri olan, belli bir toprağı ele geçirmeyi arzulayan ve tarafların simetrik şartlarda (aktör, araç ve yöntem bakımından) mücadele ettiği zemin sabit kalmıştır. 

Öte yandan Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve küreselleşmenin etkisiyle değişen dünya düzeninde, savaş olgusunun ciddi bir dönüşüm yaşadığı gözlemlenmiştir. Savaşın tanımından aktörlerine, amaçlarından yeni taktik ve stratejilerine kadar görülen bir dizi köklü değişim, konuya ilişkin önemli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Sovyetler Birliği’nin çökerek iki kutuplu sistemin ortadan kalkmasıyla beraber Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Afrika gibi birçok bölgede ciddi savaşlar meydana gelmiş, çoğunluğu iç savaş şeklinde görülen çatışmaların eski savaşlardan ayrılan yönleri dikkat çekmiştir. Dolayısıyla geleneksel tanımlamanın bazı yeni durumları açıklamakta yetersiz kaldığı fark edilmiştir. 

Bu doğrultuda Kaldor ve Münkler gibi isimler “yeni savaşlar” şeklinde bir kavramsallaştırma üzerinden mevcut konjonktürü tanımlarken; Lind 
“dördüncü nesil savaşlar” biçiminde bir betimlemede bulunmuştur. Bu ve başka birçok yazar yeni savaşların neden yeni olduğunu, modern dönem ve 
öncesindeki savaşlardan nasıl köklü bir ayrıma tabi tutulması gerektiğini açıklamışlardır. Adı geçen bölgelerde birebir görüldüğü üzere savaşların 
doğasında yaşanan dramatik değişim, yazarların temel tezlerini doğruladığı gibi gelecekteki savaşların niteliklerine dair farklı bir projeksiyon da sunmuştur. 


Bu çalışmanın amacı, bahsi geçen dönüşüm süreci çerçevesinde “yeni savaşların” özelliklerini irdeleyerek geleneksel savaşlardan hangi yönlerde 
ayrıldığını ve günümüz Üçüncü dünyasındaki savaşların nasıl ele alınması gerektiğini açıklamaktır. Bu minvalde küreselleşmenin etkisiyle yıpranan 
ulus-devlet otoritesinin Soğuk Savaş sonrası dönemde güç kullanma tekelinin ne şekilde dağıldığı, buna bağlı olarak devlet-dışı aktörlerin türeyip nasıl birer savaş grubu haline geldiği açıklanacaktır. 

Çalışmaya pratik bir değer katmak amacıyla yeni savaşlar olgusunun tüm unsurları Suriye krizinden örneklerle somutlaştırılmaya çalışılacaktır. Mart 2011’den bu yana dünya gündemine oturan Suriye’deki gelişmelerin vaka incelemesi olarak seçilmesinin nedeni, hem güncel bir örnek olması 
hasebiyle konunun daha somut anlaşılabileceği inancı hem de ülkede yaşanan olayların yeni savaşlar kavramı ile oldukça uyumlu olmasıdır. İç savaşın başlamasıyla beraber ortaya çıkan silahlı gruplar, bu grupların rejimle ve kendi aralarında yaşadığı mücadeleler ve hakimiyet kurdukları bölgelerdeki faaliyetler yeni savaşlar kavramının temel tezlerini destekleyici yöndedir. Bununla birlikte Suriye’deki gelişmelerin yeni savaşların sunduğu bakış açısıyla değerlendiril diğine pek rastlanmamaktadır. Zira hem bu boşluğu doldurmak hem de bu ülkeyle sınırlı kalmayıp gelecekte dünyanın değişik bölgelerinde yaşanacak benzer çatışmalara farklı bir perspektif sunmak çalışmanın nihai amacıdır. 

Eski Savaşlar Savaşın Evrimi 

Savaş, zaman ve mekân fark etmeksizin en az iki aktör arasında görülen şiddet içerikli çatışma halidir. Bu aktörler kimi zaman insanlar, yerel topluluklar 
veya küçük savaş grupları iken, kimi zaman şehir devletleri, krallıklar veya imparatorluklar ile modern çağda ulus-devletler olmuştur. Yoğunluk 
derecesi, kullanılan araçlar ve türü ne olursa olsun uyuşmazlıklar ve çatışan çıkarlar savaşları meydana getiren temel etmenler olarak kalmıştır. 

Uluslararası İlişkiler literatüründe savaş, belli siyasi güç ve otoriteye sahip aktörler arasındaki çatışmalar olarak kabul edilmiş, bu yüzden ilk çağlardan günümüze şehir devletleri, imparatorluklar ve ulus-devletlere özgü sayılmıştır. Barutun ateşli silahlarda kullanıldığı Orta Çağ’ın sonlarına dek savaş, yerel düzeyde ve sınırlı araçlarla yürütülen mücadelelerden oluşmuştur. Düzenli ve profesyonel orduların görülmediği bu dönemde paralı askerlik sistemi geçerlidir. Yöneticiler kontrol ettikleri bölgenin güvenliğini sağlamak, otoritelerini sürdürmek ve isyanları bastırmak için paralı askerler kiralamışlardır. İlk zamanlar ok, mızrak ve kılıç gibi basit araçlar kullanan askerler mesafelerin artması ve savaş alanlarının genişlemesine paralel olarak süvarilere veya arabalı savaşçılara dönüşmüştür. 

Uzakdoğu’da icat edilip ateşli silahlarda kullanılmaya başlayan ve Osmanlılar üzerinden Avrupa’ya yayılan barut, savaşın evrimindeki önemli dönüm noktalarındandır. 1453-1648 tarihleri arasındaki zaman dilimi, top ve tüfeklerde kullanılan barutun savaşlardaki belirleyici güç haline gelişini simgelemektedir. Bu gelişme, Orta Çağ’ın feodal kalelerinin yıkılmasına ve siyasal sistemin değişerek yeni bir çağa girilmesine öncülük etmiştir. Krallara bağlı paralı askerlik sistemi çözülmeye uğramış ve düzenli orduların ilk modelleri oluşturulmuştur. 

Barutun kullanılmaya başlamasıyla savaşların yıkıcılığı artarken zırhlı süvarilerin muharebe alanındaki üstünlüğü son bulmuştur. Gelişen topçular yalnızca karada değil, “gemilerin güvertelerine monte edilen toplar sayesinde denizlerde de”1 stratejik üstünlük elde etmiştir. Barutun keşfi, ateşli topların yanında basit tüfek ve tabancaların savaş alanına girmesini sağlamış, böylece ok ve kılıç kullanan süvariler yerini silahlı piyadelere bırakmıştır. Avrupa’da 16. ve 17.yüzyıllarda yaşanan Seksen Yıl Savaşları, Osmanlı-Rus Savaşları ve Otuz Yıl Savaşları’nda bu dönüşüm net biçimde görülmüştür. 

Kıtadaki mezhep savaşlarını bitiren Westfalya düzeninden Fransız İhtilali’ne dek geçen dönem (1648-1789) klasik devletlerarası savaşlar olarak nitelendirilmekte dir. Bu dönemde Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlı devletler bağımsız hale gelerek hanedanlıklara dönüşmüştür. Aydınlanma düşüncesiyle rasyonalist değerlerin yayılması, geçmişte yaşanan din savaşlarının kötü hatırası ve sosyo-ekonomik faktörler2 dönemin krallıklarını “sınırlı savaş” anlayışına itmiştir. Dolayısıyla temel askeri doktrin, belli küçük hedeflerin ele geçirilmesi ve kontrol altında tutulması üzerinedir. 
Avrupa’daki devletler içeride isyancılara dışarıda ise yabancılara karşı savaşmaya hazır olan krallara bağlı profesyonel ordularla tanışmıştır.3 Belli bir görev veya hizmete özgü olarak temin edilen paralı askerlere ayrılan kaynaklar artık devletin savunması için ‘düzenli’ ve ‘disiplinli’ ordulara kanalize edilmiştir. 

Klasik devletlerarası savaş döneminde temel strateji, hareketli topçulara ve tümen sistemine dayanan bir yapı kazanmıştır.4 Muharebe alanı, çok 
sayıda piyadenin basit tüfeklerle çizgisel bir düzende ve belli hatlar şeklinde savaştığı, cephede azami ateş gücünün toplanmasının gerektiği, manevranın 
ve teknolojinin sınırlı şekilde kullanıldığı bir alandır.5 Bu süreçte savaşın sınırlı düzeyde kalması, devletlerin belli sayının üstünde silah ve 
askere finansman ayırmada güçlük çekmesinden kaynaklanmıştır. Bu sınırlılığın aşılması ise modern savaşlar dönemini başlatan Fransız İhtilali’nin 
kitleleri harekete geçiren milliyetçilik ideolojisiyle mümkün olmuştur. 

Modern Savaşlar 

Modern savaşlar, Fransız İhtilali’yle birlikte 18.yüzyılın ‘sınırlı savaş’ anlayışından sıyrılan ve Napolyon’un “yurttaşlar ordusuyla” temellendirilen 
dönemde başlamıştır. İhtilal dönemi düşünürlerinden Montesquieu ve Rousseau gibi isimlerin ‘her yurttaşın ülkesini savunması’ ve ‘ordunun 
silah altındaki vatandaşlardan oluşması’ yönündeki düşünceleri dönemin ideolojik altyapısını hazırlamıştır. Buna bağlı olarak kitlesel bir nitelik kazanan 
savaşlar, küçük toprak kazançlarından ziyade düşmanın tamamen yok edilmesi ve geniş alanların ilhak edilmesi ilkesine dayandırılmıştır.6 
19.yüzyıla girerken bu değişim, milliyetçilik ideolojisiyle beslenen ulusal orduları ve tüm sıradan insanların askere alınabildiği bir yapıyı ortaya çıkarmıştır.7 

Bu dönemde savaş alanında topçu sınıfının önemi artarken Sanayi Devrimi ve gelişen teknolojinin etkisiyle makineli tüfekler icat edilmiştir. 
19.yüzyılın ikinci yarısında demiryolu ve toplu taşımanın gelişmesi, birliklerin manevra ve kuvvet kaydırma imkanını artırırken telgrafın kullanılmaya 
başlaması savaştaki sevk ve idareyi kolaylaştırmıştır. Ayrıca askeri karar verme sürecinin karmaşıklaşması üzerine teknik bilgi ve karargâh desteğini 
sağlayacak kurmay sınıfı oluşturulmuştur.8 

Modern savaşlarla etkisi günümüze dek süren ideolojik bir evrim de yaşanmıştır. Prusyalı bir General olan Carl von Clausewitz’in 1832’de yayınlanan 
Vom Kriege (Savaş Üzerine) adlı eseri, savaşın amacı ve yürütülme biçimi üzerine teorik bir anlayış getirmiş, kuramsal olarak savaş, 1990’ladan 
sonra “yeni savaşlar” kavramı tartışılmaya başlayana dek Clausewitzci yaklaşımla analiz edilmiştir. Zafere ulaşmak için halk, ordu ve hükümet arasında bir denge olması gerektiğini söyleyen Clausewitz9 savaşı rasyonel bir politika aracı olarak görüp diplomasi veya ekonomik yaptırımlar gibi doğal 
saymıştır. Ona göre savaş, siyasetin farklı bir uzantısı olarak düşmana istekleri yaptırma sanatı ve pazarlığın acımasız halidir.10 
Savaş, başka yollarla ulaşılamayan hedeflerin şiddete başvurularak elde edilmesi yöntemidir ve esas olan getirdiği siyasi sonuçtur. 
Clausewitz, Napolyon Savaşlarını teorik bir çerçeveye oturtup ilerleyen dönemlerde savaş olgusunun daha politik bir hüviyet kazanmasını sağlamıştır. 
Bu anlamda Soğuk Savaş sonrası döneme kadar ana aktörünün devlet olduğu ve “devletlerarası” merkezli bir tasavvura dayanan savaş teorileri Clausewitz’in 
mirası olmuştur. 

1914-1945 tarihleri arasında yaşanan iki büyük dünya savaşı Clausewitz’in tanımladığı mutlak savaşın, ülkelerin bütün kaynaklarını seferber edip rakip tarafın askeri gücünü imha etmeye odaklandığı ve her bireyin doğal asker sayıldığı topyekûn savaşa dönüşmesini temsil eden zirve noktalarıdır.11 
Seferber edilen kaynaklarla birlikte “teknolojik gelişmeler dönemin savaş stratejilerini belirlemektedir”.12 Yalçınkaya’nın belirttiği gibi, 
“modern savaşların eski savaşlara nazaran en belirgin özelliği mekanikleşmesidir.” I.Dünya Savaşı’yla beraber uzun menzilli saldırı gücü (makineli tüfek, top, gazlar) motorlu taşımacılık (demiryolu, kamyonlar, savaş gemileri, tanklar, hava gemileri) ve ağır koruma sağlayan zırhların kulla-
nılmasıyla savaş sanayi birinci önceliğe ulaşmıştır. Fransa’nın geliştirdiği mayın, torpido ve denizaltılar Almanlar tarafından etkin bir uygulama alanı 
bulurken13 Askeri amaçla ilk kez 1908’de kullanılan uçaklar I.Dünya Savaşı esnasında yüz binlerle ifade edilmiştir.14 

Bu dönemdeki muharebelerin temel karakteristiği, savaşan tarafların sivillerden uzak, tahkimli mevzilerde statik olarak ve göğüs göğse çarpışmasıdır. 
Taarruzdan ziyade savunmanın ön plana çıktığı ve temel amacın cephedeki düşmanın fiziki varlığının yok edilmesi olduğu bir durum söz 
konusudur.15 

Topyekûn savaşta cephe sayısının artmasıyla belli bir hattı yararak düşmanı alt etmek imkansız hale gelmiştir. II.Dünya Savaşı bunun en 
güzel misalidir. Bu savaşta başarılı olan manevra anlayışı ile artık muharebe sahası hat şeklinde olma özelliğini yitirmiştir. Yerine, derinlikte savunma 
ve kuşatma taktikleri geliştirilmiştir.16 Cephe gerisinde hızlı ateşleme özelliğine sahip toplar bulunurken, kara operasyonlarının dinamik gücü 
olan tanklar uzun menzillere erişme imkanı yakalamıştır. Hava gücünün belirleyici bir unsur haline gelmesi ve manevra yeteneği gelişen denizaltıların 
yoğun kullanımı ise zamanla siper savaşlarını ortadan kaldırmıştır. 

Amerikan uçaklarının atom bombalı saldırılarıyla sonlanan bu evre, tüm yıkıcılığına rağmen savaşların sonunu getirmemiş, yeni siyasi gelişmeler 
ve teknolojik devrimlerle sürmüştür. 

II.Dünya Savaşı’nı bitiren bombalar, savaş sonrası dönemde uluslararası siyasal sistemin iki kutuplu bir yapı kazanmasında etkili rol oynamıştır. 
ABD ve Sovyetler Birliği’nin Batı ve Doğu bloklarının liderleri olarak siyasi, ideolojik, ekonomik ve askeri bakımdan dünya siyasetini iki kampa 
ayırması, nükleer ve askeri teknolojideki üstün gelişmelerle bir adım daha ileri gitmiştir. 1945 ve 1949’da sırasıyla ABD ve SSCB nükleer güce dönüşürken 
1952 ve 1953’te iki ülke art arda hidrojen bombası üretmiştir. Sovyetler Birliği’nin 1957’de kıtalararası balistik füze teknolojisine ulaştığını 
kanıtlaması bu süreçte karşılıklı yok olma tehlikesine dayanan caydırıcı bir nükleer denge oluşturmuştur. Soğuk Savaş olarak adlandırılan bu dönemde 
nükleer silahların insanlığı yok etme riski 1962’de yaşanan Küba Füze Bunalımı’yla idrak edilebilmiştir. 

Nükleer caydırıcılığın iki süper gücü doğrudan çatışmaktan alıkoyması, topyekûn savaş pratiğini ortadan kaldırarak konvansiyonel silahlarla 
yürütülen sınırlı vekâlet savaşlarını (proxy war) gündeme getirmiştir. Aynı dönemde NATO tarafından kabul edilen ve yapılan herhangi bir saldırıya 
nükleer düzeyde karşılık verilmesini öngören “kitlesel mukabele” doktrini, “esnek mukabeleye” çevrilerek orantılı seviyede karşılık verilmesi benimsenmiştir. 
Buna rağmen her iki bloktaki ülkeler, kaynaklarının önemli bir bölümünü savunma sanayine ve silahlanmaya ayırarak gerginliğin tırmanmasına yol açmışlardır. 

Mevcut dengeler nükleer düzeydeki bir savaşı engellese de dünyanın muhtelif yerlerinde vuku bulan sınırlı konvansiyonel savaşların önüne geçilememiştir. 
Aksine Kore, Vietnam ve Arap-İsrail Savaşları gibi birçok çatışmada blok liderleri çatışan tarafları destekleyerek vekalet savaşları yürütmüşlerdir. 
Yine de nükleer tehdidin varlığı, konvansiyonel savaşların süre ve etki bakımından belli seviyelerde tutulabilmesini kolaylaştırmıştır. 

Bir yandan 1950 ve 1960’lı yıllar boyunca görülen silahlanma yarışının artan risk ve maliyeti, 1970’lere gelindiğinde blok liderlerini silahsızlanma 
anlaşmalarına sevk ederken, diğer yandan özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde gerilla gruplarının devletlere karşı asimetrik yöntemlerle yürüttüğü 
savaşlar17 yaşanmaya başlamıştır. Bunun sonucunda görülen iç savaşlar ve savaşlara dahil olan devlet-dışı aktörler, 20.yüzyılın son çeyreği itibariyle 
‘yeni savaşlara’ hazırlık aşaması olarak görülebilecek bir dönüşümü tetiklemişlerdir. Nihayetinde Sovyetlerin çökmesiyle Soğuk Savaş sona erince, 
dünya genelinde ortaya çıkan çatışmaların ekseriyeti bu yeni savaş biçiminde olmuştur. 

Yeni Savaşlar ve Suriye Krizi Örneği Bir Kavram Olarak Yeni Savaşlar 

Savaş, sahip olduğu yapısal ve sabit özellikler kadar değişken bir karakter de göstermektedir. Soğuk Savaş’ın bitimiyle uluslararası siyasal sistemde 
meydana gelen kırılmaların derinliği bu değişkenliği bir adım daha öteye götürmüştür. Küreselleşmenin etkisi ve iki kutuplu sistemin ortadan kalkması 
savaşın doğasını derinden etkileyerek yepyeni bir boyut kazandırmıştır. 

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle ‘tarihin sonunun’ geldiği, kapitalist düzenin tüm küreye yayılıp savaşların sona ereceği ve ebedi barışın hakim olacağı 
düşüncesi büyük bir yanılgı olmuş, asıl sona eren devletlerarası ‘eski’ savaşlar iken savaşın kendisi farklı tezahürlerle yeniden nüksetmiştir.18 Ortadoğu, 
Kafkasya, Balkanlar ve Afrika’da görülen şiddetli çatışmalar bunu doğrulamıştır. Bu çatışmalarda savaşın yapısının, araçlarının ve taraflarının 
ciddi dönüşüm geçirdiğinin anlaşılmasıyla yeni bir kavramsallaştırma ihtiyacı doğmuştur. Sonraları birçok yazarın benimseyerek tartıştığı “yeni 
savaşlar” kavramı Mary Kaldor ve Herfried Münkler gibi isimlerin öncülüğünde literatüre kazandırılmıştır. Benzer niteliklere haiz başkaca kavramlar 
yine o tarihlerden günümüze farklı yaklaşımlarla analiz edilmiştir.19 

Temelde Clausewitzci yaklaşımın eleştirisi üzerine inşa edilen yeni savaşlar kavramı, küreselleşme, iktisadi faktörler, ulus-devletin aşınması, 
teknolojinin rolü ve şiddetin özelleşmesi gibi belirleyicilerle açıklanmıştır. Kaldor’un 1998’de basılan Old & New Wars adlı eseri ve Münkler’in 2002 
yılında yayımlanan Die Neuen Kriege (Yeni Savaşlar) kitabı “yeni savaşlar” kavramını literatüre sokan iki temel yapıttır. Kaldor’a göre20 yeni savaşlar, 
küreselleşmenin yaygınlaşmasıyla değişen ekonomik, sosyo-politik ve kurumsal yapının ulus-devletin mekanizmalarını ve askeri güç kullanma tekelini 
ortadan kaldırmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu ortamda türeyen devlet-dışı aktörler olarak suç örgütleri, yerel savaş lordları, terör grupları ve çeteler 
yeni savaşların temel oyuncularıdır. Savaşın devlet-dışı aktörlerce yürütülür hale gelmesine mukabil artık devletlerarası (inter-state) değil, devlet 
içi (intra-state) savaşlar ön plandadır. Düzenli ordulara bağlı üniformalı askerlerin yerini alan savaş lordları, asker-sivil ayrımının bulanıklaşmasına 
neden olmuştur. 

Soğuk Savaş ve öncesi dönemin hakim ifade biçimlerinden olan ideolojinin yerini ayrıştırıcı bir araç olarak kimliklerin almasıyla şiddetin bu 
kimlikler üzerinden tanımlanan ötekiye/düşmana yöneltilmesi söz konusu olmuş, böylece yeni savaşlarda siviller öncelikli hedef haline gelmiştir. Üstelik 
tüm bunlar, perde arkasında yasa-dışı ekonomik faaliyetlerde bulunarak zenginleşen yeni savaş aktörlerinin kaos ortamını sürdürüp oluşturdukları 
savaş ekonomisine zemin hazırlayan, böylece yeni savaşları yasa-dışı ekonomik bir girişim haline getiren zincirin halkalarıdır. 

Benzer argümanlara referans veren Münkler, çalışmalarında yeni savaşları yeni yapan parametrelerin ağırlık merkezini ‘şiddet ekonomisine’ 
dayandırmaktadır.21 Münkler’e göre aşırı şiddetin uygulandığı savaş bölgelerindeki soygun, talan ve haraç getirileri ele geçirilen yeraltı 
kaynakları ve diğer kıymetli mallarla birlikte ciddi bir finans kaynağı oluşturmaktadır. Uluslararası kaçakçılık şebekelerinde işletilip silah ve 
paraya dönüştürülen bu kaynaklar aynı zamanda savaşların ana motivasyonu haline gelmektedir. Bir başka yazar Mello22; terörizm, kimlik siyaseti, 
asimetrik yöntem ve devletin güç kullanma tekelinin erozyona uğraması gibi birbiriyle bağlantılı konuları yeni savaşların eski geleneksel savaşlardan 
ayrılan yönü olarak ele almıştır. 

Yeni savaşların öne çıkan ‘yeni’ özelliklerine baktığımızda ilk olarak etki bakımından modern savaşlardan daha yıkıcı ve aynı zamanda son derece 
ucuz olmalarından bahsedilebilir. Yeni savaşlar, geniş alanlara yayılması, süre bakımından ucu açık olması ve toplumsal tabana derinlemesine nüfuz 
etmesi nedeniyle klasik savaşlara göre daha vahim yıkımlar doğurmaktadır.23 

İkinci olarak düşük yoğunluklu (low intensity) yapıya bürünen yeni savaşlar, kesintili ve ağır şekillerde süren çatışmalardan ziyade farklı sahnelerle 
zihinlere kazınıp süreklilik kazanan ve savaşın devam ettiği izlenimini uyandıran bir görünüm kazanmıştır. Normalde geleneksel savaşlarda 
belli bir süreden veya kaynakların yetersiz kalmasından sonra savaş biter ateşkes yahut barış antlaşmalarıyla düzen sağlanır ve diplomasi masasında 
çeşitli şartlar mağlup tarafa dayatılır ya da taraflar arasındaki ilişkileri belirleyen yeni bir rejim kurulurdu. Yeni savaşlarda aksine zaman ve mekan 
sınırlarının belirsiz olmasının yanında, kullanılan yöntemlerin kaos halini tekrar tekrar üreterek potansiyel bir sonsuzluğa sürüklemesi söz konusudur. 
Dolayısıyla ‘sürekli savaş’ hali olağanlaşırken barış nadiren görülmektedir. Bir bakıma Platon’un söylediği gibi “bittiğini sadece ölülerin hissettiği”24 
bir savaş formu meydana gelmektedir. Yeni savaşlardaki bu süreklilik hali ve uzun sürme eğilimi, geleneksel anlamdaki “zafer” kavramını da anlam-
sız hale bürüyen kontrol dışı bir görünüm almaktadır.25 

Üçüncü olarak 21. yüzyılın yeni savaşlarının, devlet kurma ve yıkma çizgisinde ölçeklenen modern savaşların icra yöntemlerinden çoğunlukla 
sıyrıldığından söz edilebilir. Savaş ilanı, orduların sevki, cephelerin açılması, topyekûn muharebe, ateşkes yahut barış antlaşmaları gibi olgular 
neredeyse rafa kalkmıştır. Çatışmalar dar sınırlarda yürütülse de kullanılan yöntem ve ilişkiler küresel düzeyde etki sahibi olabilmektedir.26 Başka deyişle, 
savaşla doğrudan veya dolaylı bağlantıya sahip aktörler ve savaşı yürütmek için yapılan faaliyetler açısından fiziksel sınırlar ortadan kalkmaktadır. 

Kaldor’a göre savaşın yeni tanımı “iki ya da daha çok örgütlü grubun siyasi terimlerle şekillendirdiği şiddet eylemidir”.27 Yani geleneksel tanımdaki 
“devlet” burada savaşın olmazsa olmazı değildir. Savaş artık hem bir çıkar mücadelesi hem de ‘karşılıklı girişimdir’. Çıkar mücadelesidir; çünkü 
ekonomik kâr için savaşılan bir düşman vardır. Karşılıklı girişimdir; çünkü taraflar savaşı sürdürmek, savaş ekonomisi oluşturmak ve bunu korumak 
için birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Yeni savaşlarda düşmanın ortadan kaldırılmak istenmemesinin sebebi budur. Savaş gruplarının doğrudan çatıştığı 
nadir görülürken sivillerin hedef tahtasına koyulması bunun kanıtıdır. 

Yıpranan Devlet ve Savaşın Yeni Aktörleri 

Eğer yeni savaşların oluşum süreci bir zincirin halkalarına benzetilirse bunların başında devletin tüm kurum ve mekanizmalarının yıpranarak otoritesini 
kaybetmesi ve güç kullanma tekelini yitirmesi gelir. Her yönüyle yıpranmaya yüz tutmuş bir devletten geriye kalan güç boşluğu, devlet dışı 
birçok aktör tarafından doldurulmaya çalışılır ve askeri güç ile şiddet kullanma tekeli çözülmeye uğrar. Yeni savaşların tohumu da ancak böyle bir 
zeminde yetişerek varlığını sürdürür. 

Bu yüzden ilk olarak yeni savaşların ne tür devletlerde ortaya çıktığı sorusunu cevaplamak gerekir. Buna, siyasi istikrarsızlığa saplanmış, yönetimin 
meşruiyetinin ciddi manada sorgulandığı, ekonomik yönden başarısızlığa sürüklenmiş ve bunların sonucunda rejime karşı büyüyen toplumsal 
muhalefetin kendisini artan sayıdaki gayri-meşru devlet-dışı aktörle ifade ettiği devletler demek verilebilecek en ideal cevaptır. Kaldor’a göre yeni 
savaşlar küreselleşme çağına ait savaşlardır ve tipik olarak geç dışa açılan, zayıf, otoriter, devletlerde tebarüz etmektedir.28 Küreselleşme ve liberal 
ekonomik güçlerin etkisiyle oluşan sosyal dönüşüm karşısında başarısızlığa uğrayan devletler, yeni savaşların muhiti haline gelmiştir. 

Bu süreçte yalnızca malların, sermayenin, bilginin, teknolojinin ve insan hareketlerinin iç içe geçtiği bir ağ oluşmamış; bu esnek koşullarda suç 
örgütleri, savaş lordları, terör grupları, silah, uyuşturucu ve insan kaçakçıları ile radikal etnik-dinsel hareketlere bağlı oluşumlar hareket kolaylığı 
kazanmıştır. Sonuçta devletler, küreselleşmenin bir uzantısı olarak hem yukarıdan hem de aşağıdan olmak üzere iki tür aşınma sürecine maruz kalmıştır. 
Kaldor’un tasnifine göre yukarıdan aşınma, devletler arasındaki karşılıklı bağımlılık, silah ticareti, istihbarat paylaşımı, ittifaklar ve savunma 
sanayindeki işbirliğinin sonucunda görülür. Aşağıdan aşınma ise meşruiyeti sorgulanan devlet içinde suç örgütlerinin, paramiliter grupların, çete ve 
gayri-meşru ekonomik faaliyetlerde bulunan organizasyonların türemesi ve bozulan iktisadi yapının yolsuzlukla anılması demektir.29 Buharlaşan devlet 
otoritesi karşısında güçlenen bu aktörlerin giderek savaşlardaki aktif taraflardan biri haline gelmesi ise aşınmanın tamamlandığını ve “yeni savaş” 
durumuna geçildiğini göstermektedir. 

20. yüzyılın sonlarına kadar savaşın tarafları denildiğinde iki ya da daha fazla devletten başkasının olması düşünülemezken, günümüzde devlet-dışı 
aktörlerin doğrudan veya dolaylı bir şekilde savaşların içinde olması doğal hale gelmiştir. Savaşı yönlendiren ve icra edenlerin resmi görevliler ve askerlerden 
ayrılıkçı hiziplere, paralı askerlere ve radikal gruplara geçmesi, devletin güç kullanma tekelinin erozyona uğrayışını simgelemektedir. 
Bu erozyonun en derin görüldüğü alan ise ordulardır. Devletin ve kurumlarının başarısızlığa uğrayarak yıpranmasının ordudaki izdüşümü, hiyerarşi ve disiplinin 
bozulması ve yerel komutanların bir tür savaş lorduna dönüşmesidir.30 Savaşın gevşek bir örgütlenmeye sahip ve kurallarına göre savaşmayı 
reddeden düzensiz savaşçılar tarafından yürütülmesi31 artık büyük ve ağır donanıma sahip orduları küçük savaş klikleri karşısında handikaplı pozisyona 
düşürmektedir. Cephenin ortadan kalktığı, düşmanın belirsizleştiği, savaş alanının bilinmez hale geldiği ve asker-sivil mefhumları arasındaki 
bulanıklığın arttığı şu halde, savaş lordlarının yeni yöntemleri düzenli ordu mantığına ters düşmektedir. 

Savaşın yaşandığı ülkedeki genel tablo, sınır bölgeleri ve kırsal alanlarda kontrolü kaybeden ordunun merkezi noktalara çekilmesine mukabil 
çok sayıda savaş grubunun küçük ve lokal bölgeleri ele geçirerek kendi nüfuz alanlarını oluşturması şeklindedir. Bu bölgeler, ekonomik öneme 
sahip kaynak, tesis veya üretim merkezleri olabileceği gibi stratejik önem taşıyan sınır kapıları da olabilmektedir. Ulusal sınırlar savaş kliklerinin 
ülke içinde farklı bölgelerde hakimiyet kurmasının yanında sınırları aşıp komşu ülkelerde konuşlanarak gerçekleştirdiği operasyonlar nedeniyle de 
anlamsız hale gelmektedir. 

Yeni savaşlara ilişkin bu genel durum, dördüncü yılını doldurmuş olan Suriye krizinde somut olarak görülebilmektedir. Arap Baharı sürecinin bir 
parçası olarak 15 Mart 2011’de barışçıl protestolarla rejime karşı başlayan isyan, bu süre zarfında derin bir iç savaşa ve “yeni savaşların” güncel 
bir örneğine dönüşmüştür. Beşar Esad yönetimindeki Suriye rejiminin sivil halkı şiddetli bir şekilde bastırmasına mukabil ülkenin çeşitli yerlerinde yerel 
muhalif gruplar oluşmuş ve karşılıklı çatışmalar başlamıştır. 

Çok sayıda devlet-dışı aktörün ortaya çıkmasıyla ülkede tam bir kaos hali yaşanırken, ordunun ülkenin kuzeyinden ve birtakım kırsal alanlarından 
çekilerek daha merkezi ve stratejik noktalara enerjisini yoğunlaştırdığı görülmüştür. Otorite boşluğundan faydalanan Kürt gruplar, Demokratik 
Birlik Partisi (PYD) öncülüğünde ülkenin kuzeyinde kanton bölgeler ilan etmiş, diğer muhalif örgütlere karşı buranın kontrolünü elinde tutmaya çalışmıştır. 
Ülke genelinde rejimin devrilmesini amaçlayan gönüllü savaşçılar ve ordudan ayrılan üst düzey komutanlar tarafından Özgür Suriye Ordusu 
(ÖSO) kurularak kapsamlı bir muhalif yapı oluşturulmaya çalışılmış, lakin ülke genelinde artan başına buyruk yerel silahlı grup ve çetelerin önüne 
geçilememiştir. Öte yandan ülkedeki istikrarsız ortamı fırsata çeviren El Kaide, Nusra Cephesi adıyla Şam’ın çevresinde, Halep’te ve İdlip’te hem 
rejime hem de diğer muhaliflere karşı şiddetli eylemlere girişmiştir. 

Gerek ÖSO’nun demokratik geçiş süreci planlarına gerekse de Nusra Cephesi’nin radikal İslamcı yorumuna karşı çıkan Selefi çizgideki Ahrar-el Şam 
grubu ise bazı yerel örgütlerle birleşerek İslami Cephe’yi oluşturmuştur. Bir başka aktör olarak Şubat 2014’te Irak El Kaidesi’nden ayrılıp yaptığı büyük 
çaplı eylemler, ele geçirdiği bölge ve kaynaklar ile kullandığı yöntemlerle adını duyuran Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) de savaşa katılmış ve zamanla 
ülkedeki en etkin örgüt haline gelmiştir. Şam’ın kuzeydoğusundaki Rakka ve Deyr-ez Zor gibi bölgeleri, Irak’taki hakimiyet alanlarıyla birleştirdiğini 
ilan eden IŞİD, 29 Haziran 2014’te İslam Halifeliği’ni kurduğunu duyurmuştur.32 

Bu gelişmeler yaşanırken Esad Rejimi, muhalif grupları bastırmak için ordunun yanında kendisine bağlı paramiliter güçler olan “Şebbiha milislerini”33 
sahaya sürerek katliamlarını arttırmıştır. Muhalif güçler, rejimin düzenli birliklerini gerilla taktikleri ve sokak savaşlarıyla dezavantajlı konuma 
düşürünce, Esad yönetimi Şebbihalara ek olarak Lübnan’daki müttefiki Hizbullah’ı da savaşa dahil edip aynı yöntemle mukabelede bulunmuştur.34 
Kısaca her bir bölgesi farklı grupların kontrolündeki küçük çatışma merkezlerine dönüşen Suriye’de, devletin güç kullanma tekeli kaybolmuş 
ve devlet-dışı örgütler kaosun temel oyuncuları haline gelmiştir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,




***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder