27 Mart 2017 Pazartesi

TARİHÎ SÜREÇ İÇİNDE VE GÜNÜMÜZDE ORTA DOĞUNUN ÖNEMİ BÖLÜM 1



TARİHÎ SÜREÇ İÇİNDE VE GÜNÜMÜZDE ORTA DOĞUNUN ÖNEMİ BÖLÜM 1


Topçu Yarbay Yaşar ERTÜRK* 
* 1’inci Or. Gensek BEK A. Selimiye-İSTANBUL. 

Giriş 

Orta Doğu; 
Tarih boyunca kültürlerin buluşma yeri olma özelliği yanında, insanlık tarihinin her döneminde büyük devletlerin mücadelelerine 
sahne olmuştur. Dünyanın iki yakası, doğu ve batı hep burada karşı karşıya gelmiştir. “Eski Yunan- Pers, Sasani-Bizans, Osmanlı-Avrupa (Portekiz, 
Hollanda, İngiliz, Fransız, Alman)” hegemonik çatışmaları bu bölgede şekillenmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında harita üzerinde çizilen sınırlar 
ile parçalanmış bir resim veren bölge, İkinci Dünya Savaşından itibaren yeni görünüm almıştır. 

Orta Doğu'nun, XX. yüzyıl boyunca ve XXI. yüzyılın başlarında uluslararası siyaset açısından en önemli bunalım merkezi olduğu tüm siyasi analizcilerin ittifakla kabul ettikleri bir husustur. Her ne kadar iki dünya savaşı, Bolşevik Devrimi ve Soğuk Savaş kutuplaşması gibi diğer önemli olaylar Avrupa 
kıtasında yaşandıysa da emperyalizm karşıtı mücadelenin Asya'da ve Afrika'da verilmiş olması, bu iki kıtanın uzun bir süre boyunca önemli olayların merkezi 
hâline gelmesine sebep oldu.1 

Orta Doğu’nun adı, sınırları ve kapsamı konuya bakış açısına göre değiştiği gibi konuyu ele alan ülkelere ve dünya siyasetine göre de değişmektedir. Bu tanımlama, güçlü devletlerin genel dünya politikalarına uygun olarak değişkenlik göstermektedir. Birinci Dünya savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu, dünyanın gelişmiş ülkelerinin ekonomik ve jeopolitik odağı hâline gelmiş ve buna bağlı olarak siyasi birimleri ve bunların sınırları da sık sık değişmiştir.2 

Son iki yüz yıldır dünya gündeminde olan bölge ve bölge ülkeleri; kısmen, Orta Doğu devletlerinin toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel kırılganlığı, kısmen de çok sayıda uluslararası gücü bölgeye çeken mevcut petrol rezervleri nedeniyle; Orta Doğu devletleri ve Orta Doğu bölgesi, uluslararası siyasal gündemin daima ilk sırasını işgal etmiş ve etmeye devam edecektir.3 

Bölge tarihinin insanlık tarihi ile anılması ve uygarlıkların beşiği olması nedeniyle bölgeye verilen adlar kronolojik olarak sıralandığında; Akdeniz Dünyası, Ön Asya, Ön Batı Asya, Batı Asya, Güneybatı Asya, Arap Asya’sı, Yakın Doğu, Orta Doğu’dur. Bu isimlere bakıldığında bugün de sınırlarının kesin olarak belirlenmiş olmasına rastlanmaz. Fakat adlar, bu sahalar için ilgisi olan farklı ülkeler tarafından kullanılır.4 

Bu tür tanımlamalardan anlaşılacağı gibi Orta Doğu sınırları konusunda uluslararası bir konsensüs yapılmış değildir. Bölgenin isimleri ve 
sınırları çağın şartlarına ve ilgili ülkelerin kendi stratejik öngörülerine göre değişmektedir. Konuyu iki bölüm hâlinde ele aldım, birinci bölümde; Orta Doğu’nun tarihi, coğrafyası ve jeopolitiği, ikinci bölümde; Orta Doğu’nun genel tanımı, kapsadığı alan, doğal kaynakları ve Orta Doğu’nun önemini arz edeceğim. 

I. BÖLÜM 

A. ORTA DOĞU’NUN TARİHÇESİ 

1. Orta Doğu ve Mezopotamya 

Anglo-Saksonların, ticari ve askerî nedenlerle adına Orta Doğu dedikleri bölge, Çin ve Hindistan medeniyetini ayrı tutarsak, eski çağlarda insanoğlu nun yarattığı medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Büyük Mısır medeniyeti, Sümerler, Gutiler, Babiller, Hititler, Asurlar, Fenikeliler, Persler, Yunanlılar ve İsrailler insanoğlunun ortak kültürünü bu bölgede yaratmışlardır.5 
Uygarlık basamaklarını oluşturan avcılık ve toplayıcılık döneminden kurtularak toprağa bağlanan ilk Orta Doğu kavimleri, Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı 
Mezopotamya ve Nil Nehri’nin hayat verdiği Mısır’da, toprağa bağlanmanın verdiği güçle siteler kurmuşlar ve uygarlığa önderlik etmişlerdir. 

Orta Doğu tarihi Mezopotamya ile başlar, dersek yanılmış olmayız. Mezopotamya klasik ve tarihî bir coğrafya adı olmakla birlikte gerçekte bu söylem Irak’ı büyük ölçüde kapsamaktadır. İnsanlık tarihi iki büyük dönüm noktasına bu topraklarda ulaşmıştır.6 Böylece nüfusta çok büyük bir artış sağlanarak uygarlıkların üzerinde yükseleceği temeller burada atılmıştır. Avcılık ve toplayıcılıktan kurtulan Mezopotamya halkları burada tarıma geçmişlerdir.7 

Sümerler ilk Site devletlerini burada kurmuşlar ve bu site civarlarında tarım yapmışlardır. Sümerlerle ilgili son zamanlarda farklı ve spekülasyon nitelikli yazanlardan biri olan Jim Marrs “Dünyanın en derin sırları, Mezopotamya’da, Dicle ve Fırat Nehirleri arasında, İran Körfezi’nin yakınında yaşamış, bilinen en eski uygarlık olan Sümerlere uzanmaktadır.” tespitinde bulunarak şöyle devam eder: “Sümer kültürü, altı bin yıl önce aniden var olmuş ve tuhaf bir şekilde ortadan kaybolmadan önce, doğuda Himalayalardan doğup Pakistan’dan geçerek Arap Denizi’ne dökülen İndus Nehrinin kıyılarına ve batıda daha sonra Mısır krallıklarına ait olan Nil Nehri’nin kıyılarına kadar her yerde yaşamı önemli şekilde etkilemiştir.”8 

Sümerlerden sonra sırasıyla Samiler ve Amurrular buraya egemen olmuşlar ve İran Gutileri İÖ 2500-3000 yıllarında sahneye çıkmışlardır. 

Bunlar, jeopolitik öngörü ile değil tamamen bölgenin zenginlik ve ihtişamını ele geçirmek için oluşmuştur.9 MÖ 1900-1600’lerde merkezi Babil (Güney 
Irak’ta) olan bir imparatorluk Mezopotamya’dan Anadolu’ya ve Akdeniz’de Kıbrıs’a kadar etkisini sürdürmüştü. Bu devletin krallarından Hammurabi, 
tarihte ilk yazılı yasanın sahibi olmakla ünlüdür. MÖ 1530’larda yine bir İran Yaylası kavimi olan Kasitlerin Babil üzerine saldırısını tarihler kaydeder. Bu 
gibi istilalar, bölgenin uygarlıktan doğan zenginliğine göz diken kavimlerin tutkularının bir sonucu idi.10 

Küçük Asya (Anadolu) ise aynı dönemde önemli bir olaya sahne olmuş ve Hititler adıyla tarih sahnesinde görülen kavim, MÖ 1400’lerde en geniş sınırlarına ulaşmakla Anadolu’da bir konfederasyon kurarak dağınıklığa son vermişti. 

Tarihi MÖ 3000’den daha eski kuruluşa sahip olan Mısır MÖ 1300’lerde Firavun Ramses dönemini yaşarken Nil vadisinden çevreye taşıp bir yandan Libya’ya uzanırken öte yandan Doğu Akdeniz kesimini ve Suriye’yi egemenliği altına alarak Anadolu’nun güneyine kadar sokulmak olanağını elde etmişti11 

Filistin ve İsrail coğrafyasıyla ilgili olarak H.G. WELLS “Kısa Dünya Tarihi” adlı eserinde “İÖ, 1600-1300 yıllarında, o sıralarda sahil, Ken’anlıların değil, Ege’den gelip oraları yeni işgal eden Filist’lerin elindeydi; bunların kurmuş oldukları Gazza, Gath Ashdod, Askalon ve Joppa şehirleri İbrahim oğullarının hücumlarına başarıyla karşı koydular”.12 demektedir. 

Akdeniz’in ilk gemici kavimleri olan Fenikeliler ise şehirlerini, limanlarını ve ticaret depolarını bu bölgede kurmuşlar ve Avrupa, Afrika ve Asya kıtaları arasında dolaşarak bağlantı sağlamışlardır. Doğu Akdeniz kıyılarını öz vatan edinen denizci Fenikeliler, Avrupa’ya bugünkü alfabeyi de öğreterek sosyoekonomik rolleri yanında dünya kültürüne de yararlı hizmetlerde bulunmuşlardı. 

Orta Doğu tarihinde iz bırakan devletlerden biri de Asurlulardır. MÖ 1100’lerde gücünü; Mezopotamya, İran yaylaları, Doğu Akdeniz, Anadolu ve Mısır’a kadar genişletmişti. Bu imparatorluk MÖ 721’de İsrail devletini ortadan kaldırmıştır. Asur İmparatorluğunun son çağlarında İran yaylasında Medler ile Anadolu’da da Lidyalılar tarih sahnesine çıktı. MÖ VII. yy’da İran Yaylasının egemeni olan Med tahtının, MÖ VI. yy’da ortalarında Pers kökenli hükümdarlara geçmesi Orta Doğu’nun yeni bir dönemini açtı. Pers İmparatorluğu, MÖ VI yy ile MÖ VI yy son yarısı arasında Orta Doğu’nun hemen hemen bütününü egemenliği altına aldı. İran, Mezopotamya, Anadolu, Doğu Akdeniz bu dönemde Pers İmparatorluğu’nu oluşturuyordu.13 

Daha sonra tarih sahnesine çıkan Büyük İskender’in doğuya doğru olan istila hareketi ile bugünkü Orta Doğu’nun büyük bir bölümü, bütünüyle  Makedonya lılar tarafından zaptedilmiştir. Bu İmparatorluğun sınırları, batıda Yunanistan’dan başlayarak Mısır’ın güneyine, doğuda Türkistan’a ve İndus Nehri’ne kadar genişlemiştir.14 

İskender’den sonra, Romalılar, İtalya ve Yunanistan’dan başlayarak doğuya doğru Anadolu, Mısır dışında Doğu Akdeniz kıyıları ile kuzeyde Karadeniz ile Hazar Denizi’nin batısına kadar olan saha ile güneyde Mezopotamya’ya kadar olan sahaları yönetimleri altına almışlardır. MS 395’de ise Roma ikiye ayrılmış ve Doğu Roma İmparatorluğu Bizans adını almıştır.15 

Bu tarihi dönemle ilgili olarak Bernard Lewis şu tespiti yapar: “Bölgenin hem dış görünüşü hem de temsil ettiği gerçekler açısından politik haritası bugünkünden çok farklıydı. Ülkelerin adları da kapladıkları toprakları da aynı değildi. Buralarda yaşayanların çoğu bugünkünden farklı diller konuşmaktaydı ve farklı dinleri benimsemişti.”16 

Orta Çağ’da İslam’ın ortaya çıkması ile bölgede yeniden ve köklü bir değişim meydana gelmiştir. Hz. Muhammed ve Dört halife döneminde, İslam misyonunu tebliğ ve fetih dinamiği neticesinde, Arapların hızlı ve kalıcı yayılması başlamıştır. Müteakiben, Emevilerin tüm Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı almaları ve sonrasında Cebelitarık boğazını geçerek Endülüs Emevi Devleti’ni kurmaları ile bölge hızla Müslümanlık dinine geçmiştir. 
Emevilerden sonra gelen Abbasiler, daha ziyade Orta Asya’ya doğru açılarak bölgede uzun süre hâkimiyet kurmuşlardı. 

Bölgede Araplardan sonra kalıcı etki bırakan Türkler olmuştur. Selçuklu Devleti’nin, Orta Doğu bölgesini kontrol etmesi sonrasında bölge, batılılar tarafından terk edilmiş, Haçlı Seferleri bu terk edişin karşı hamlesi olarak yorumlanmıştır. 1095’te başlayan Haçlı Seferleri ile bölge Hristiyan ve 

Müslüman çatışmasına sahne olmuş ve mücadele yaklaşık 90 yıl devam etmiştir. Selehattin Eyyubi’nin 1187’de Hıttin Savaşı’nda Haçlıları yenmesi ile Kudüs geri alınmış ve Hristiyanlar Küdüs’ten çıkarılmışlardır. Haçlılar, Selehattin Eyyubi’nin zaferinden sonra Filistin’de tamamen yok olmadılar. 

Hıttin’den kurtulan şövalyeler önce Sur kentinde toplandılar, sonra Akka kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, bir daha Küdüs’ü alamasa da bir yüzyıl daha Akka ve çevresinde yaşadı. Ancak bu umutsuz inat, 1291’de tamamen kırılacak ve tüm Haçlılar, bu kez genç Memlük Emiri el-Eşref Halil tarafından denize döküleceklerdir. Bu tarihî olayı Arap tarihçi Ebu el-Fida şöyle yazıyordu:
 “Bu fetihle şimdi tüm Filistin Müslüman oldu. Bu, bir zamanlar kimsenin beklemediği, hatta hayal bile edemediği bir sonuçtu. Şimdi tüm Suriye tüm kıyı bölgeleri, bir zamanlar Mısır’ı ve Şam’ı bile ele geçirmeyi düşünen Frenk’lerden tamamen temizlendi. Allah’a şükürler olsun.”17 Böylece bölge: Arap, Acem ve Türklerin egemenliği altına girmiştir. 

Orta Çağ ile Yakın Çağ arasındaki dönem ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu’yu fetih ederek, Memlükleri ortadan kaldırması ve Halifeliği devralması olarak özetlenebilir. XVIII. yüzyıla gelindiğinde Orta Doğu’yu J.C. Huerwitz şöyle ifade eder: “XVIII. yy sona ererken Müslüman devletlerin halkı, Avrupa emperyalizminin tabi duruma getirici etkisinden hâlâ oldukça uzaktadır. Geniş olarak tanımlandığı üzere o zamanlar Orta Doğu bölgesi, Osmanlı (Türk), Safevi (İran), Moğol (Hindistan) İmparatorlukları ile Fas Alevi Krallığı olmak üzere dört büyük hanedan devleti kapsıyordu. Bunlara ilave olarak Arap Yarımadası ile Kuzey Afrika’da Osmanlı ve Alevi devletlerin etkisinin zayıflamış olduğu pek çok küçük kabile prenslikleri 
bulunurdu.”18 

Orta Doğu yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devleti yönetimi altında kalmış, Osmanlının güçlü olduğu dönmede, İpek ve Baharat yollarından yapılan ticaretten alınan vergilerin artırılması neticesinde özellikle denizcilikte ilerlemiş, Portekizlileri ve denizci Avrupa devletlerini Uzak Doğu’ya yeni yollar bulmak zorunda bırakmıştır. Ümit Burnu’nun keşfi ile Osmanlı’nın zayıflaması paralellik arz etmektedir. 

Portekizliler, 1500’den başlayarak Hindistan-Orta Doğu ticaretini baltaladılar ve bu ticareti kendi tekelleri altına almak için mücadele ettiler. Bu ticaretin Yakın Doğu’ya iki büyük yolu vardı: Birincisi Basra Körfezi, öteki Kızıldenizdir. Vasco da Gama gelmeden önce bu ticaret, Orta Doğu’nun servet kaynağıydı. Avrupa, baharatı ve diğer Hint eşyalarını Kahire, İskenderiye, Beyrut, Tripoli gibi şehirlerden alırdı; bu şehirler çok gelişmişti. Mekke ve Medine’ye Hindistan’dan, Endonezya’dan, Sumatra’dan Müslüman hacılar geliyor; Portekizliler bu ticareti baltalamak için korkunç önlemlere başvuruyorlardı.19 Ümit Burnu rotasına rağmen ticari malların maliyetlerini düşüremeyen Avrupa, yaptığı keşiflerde, Kızıl Deniz ile Akdeniz’i bağlama projesini geliştirmiş ve 1869’da Fransızlar tarafından Süveyş kanalı açılarak ticari rotalar kısaltılmıştır. Petrolün bulunması, demir yolları ile bölge içlerine nüfuz etme çabalarını hızlandırmış, artık bölge ve bölgede yaşayan halkların Osmanlı Dönemi’nde yaşadığı huzur ve güven ortamı ortadan kalkmıştır. 

Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi ile Orta Doğu, İngiliz ve Fransızların hegemonyası altında girdi. Bölgenin bu devletlerce paylaşılması tartışmaları yapılırken Wilson prensipleri ve King-Krane komisyonunun çabaları, Birinci Dünya Savaşı sonundaki barış düzenlemeleri sırasında Orta Doğu’nun haritasını şekillendirmede etkisiz kaldı ve İngiltere ile Fransa’nın bölge üzerindeki düzenlemelerine adeta seyirci kalındı. 

Aslında Osmanlı yönetimi altında bulunan Arap bölgelerinin Self Determinasyon yolu ile Arap milliyetçiliğine uygun olarak yapılandırılması olası iken İngiliz ve Fransız politikalarının Amerikan görüşlerine zıt yönde “Mandater” bir biçim alması, bugünkü olayların başlangıcı ve tetikleyicisi olmuş ve zamanımıza dek taşınmıştır.20 

Özellikle İngiltere’nin “manda” yönetimindeki Ürdün’ün batısı 1948’de Yahudi yurdu olurken aynı zamanda Filistinlilerin de siyasal ve ekonomik hakları nın koruyuculuğuna soyunması, kaçınılmaz olan çelişkileri çatışmaya dönüştürmüş tür. Orta Doğu’nun 1948 sonrası tarihine deyinmedik. Çünkü gerek tebliğ arz süresinin sınırlı olması ve gerekse 1948 sonrası Orta Doğu’nun tarihinin ve bölgedeki siyasal gelişmelerin ayrı bir çalışma gerektirmesi dolayısıyla bölge tarihini 1948’de bitirdik. Fakat XX. yüzyıl ve XXI. yüzyıl dünya ve Orta Doğu gelişmelerini kısaca sıralarsak Arap-İsrail Savaşları ve Camp David Anlaşması, İran-Irak Savaşı, Varşova Paktının dağılması ile soğuk savaşın sona ermesi, Avrupa Birliği’nin genişleme hedefleri ve NATO ile ABD’den bağımsız davranma gayretleri ve NATO’nun yeni kimlik arayışı, Çin’in artarak devam eden askerî ve ekonomik gücü, borsalarda meydana gelen krizler, 11 Eylül’de ABD’ye saldırı, ABD ve NATO’nun Afganistan’a müdahalesi, ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgali, 
silahlarda yapılan indirimler, Balkanlar (Bosna, Makedonya), Kafkaslar (Ermeni-Azeri) ve Orta Doğu’da (İsrail-Filistin) meydana gelen karışıklıklar 
olarak özetlemek mümkündür. 

a. Kudüs 

Müslümanların dilinde Kudüs, günümüz dünyasında Jerusalem, Arapların lisanında El-Beyt’ül-Mukaddes, eski ismiyle İliya ve İbranice Yirusalem (Jerusalem) veya Oruşelem denilen şehir, çok önemli rollere sahiptir. 450 yıl kadar Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde bulunan, bütün din mensupları nın bir arada yaşadıkları Kudüs‘ün genel özellikleri şöyledir: 21 

Kudüs, gerek Müslümanlar gerek İseviler ve Museviler için kutsal bir belde olduğundan dolayı her dönemde olduğu gibi Osmanlı döneminde de 
dünyanın her tarafından ziyaretçilerin hücumuna uğramış ve yalnızca ziyaretçilerden alınan şehre giriş bedeli ve bunlardan elde edilen turizm 
gelirleri ile ekonomik hayatını sürdürmüştür.22 

Kudüs’ün kimler tarafından ve ne zaman inşa edildiği tam olarak bilinmemekle birlikte eskiden beri İsrailoğullarının Salim şehrinin aynısı olduğu ifade edilmektedir. Ken’anilerin buraları ele geçirip şehrin üst tarafında yer alan Sahyun tepesinde Yabus ismiyle bir kasaba kurdukları bilinmektedir. Hz. Davud İÖ 1049’da saltanatı ele geçirince, Ken’anileri Yabus’dan atmış ve burayı surlarla çevirmiştir.23 Hz. Süleyman asıl Beyt-i Mukaddes denilen ünlü mabedi ve kendine ait bir saray inşa ederek Kudüs’ü büyütmüştür.24 Artık şehre mukaddes anlamında Kadişe denmiştir. Asuriler, Filistin’e hâkim olduklarında Beyt-i Mukaddes’i tahrip etmişlerse de sonradan burası onarılmıştır. Büyük İskender’in İsrailoğullarına önemli imtiyazlar verdiği de bilinmektedir. İS 70’te Kudüs’ün Romalılar tarafından tamamen tahrip edilmesiyle Kudüs’teki Yahudi hâkimiyeti sona ermiştir. Artık Bizans imparatorları, İliya adı ile şehri ve içindeki mabetleri Hristiyanlık adına imara başlamışlardır. 

Hicri XVI. yüzyılda Halife Ömer tarafından ele geçirilen Kudüs, bütün dinlere açılmakla beraber tam bir İslam şehri hâline getirilmiştir. Eski mabedin yeri, Mescid-i Aksa’nın yeri ve mihrabı bizzat Halife Ömer tarafından tespit ve tayin olunmuştur. Sonra da Emevi Halifesi Abdülmelik bin Mervan tarafından şimdiki büyük mescit inşa olunmuştur. Haçlı orduları Kudüs’ü işgal ettiklerinde Mescid-i Aksa’yı kiliseye çevirmişler; ama 1187’de Kudüs Selahhaddin-i Eyyubi tarafından yeniden Müslümanların hâkimiyeti altına girmiştir. Kudüs’ü çevreleyen Sur’un temeli, Haçlılar tarafından atılmış ise de tamamlanması ve düzenlenmesi Kanuni Sultan Süleyman tarafından yapılmıştır. Osmanlı Devleti zamanında uzun yıllar Şam Eyaletine bağlı sancak merkezi olarak idare edilen Kudüs, son zamanlarda Müstakil Kudüs Mutasarrıflığı hâline getirilmiştir. 

Bilindiği üzere Kudüs Yahudilerin birinci kutsal şehridir. Hebron (El- Halil) ise Hz. İbrahim’in eşi Sara’nın mezarının bulunması sebebiyle ikinci kutsal şehirleri özelliğini taşır. Bu yüzden bugün burada 400 Yahudi yerleşimcibulunmaktadır.25 Hristiyanlar için de İsa’nın Betlehem köyünde doğduğu mağaranın bulunması sebebiyle buraya karşı duyarlılık vardır. 

Müslümanların Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehri Kudüs olurken dördüncü kutsal şehirleri El-Halil’dir. El-Halil’de Norveç önderliğinde asker ve sivilden oluşan uluslararası tarafsız bir gözlemci heyeti bulunmaktadır. 

Son çatışmalardan ve sonuçsuz bir şekilde yıllardır yürütülen diplomatik çabalardan anlaşılmaktadır ki bu hâliyle Kudüs problemine çözüm bulmak zaman alacaktır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder