ORTADOĞUDA NÜKLEER ENERJİ VE NÜKLEER SİLAHLANMA, BÖLÜM 1
Prof. Dr. Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY
İLE Söyleşi
BİLGE SÖYLEŞİ - TEMMUZ 2013
Nükleer Enerji ve Nükleer Silahlanma
BİLGE SÖYLEŞİ BİLGESAM YAYINLARI
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi
Wise Men Center For Strategic Studies
Mecidiyeköy Yolu Caddesi No:10
Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93
www.bilgesam.org
bilgesam@bilgesam.org
Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6
A. Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye
Tel : +90 312 425 32 90
Faks: +90 312 425 32 90
Copyright © BİLGESAM TEMMUZ 2013
Bu yayının tüm hakları saklıdır. Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz.
SUNUŞ
BİLGESAM’ın amaçlarından birisi de uluslararası ilişkiler, iç ve dış güvenlik gibi konularda ülkemizin önde gelen akil insanları ile söyleşiler yapmak ve bunları devletin üst kademe yöneticileri ile kamuoyunun dikkatine sunmaktır.
“Bilge Söyleşi” adı altında gerçekleştirilen söyleşilerin bu sayısında “Nükleer Enerji ve Nükleer Silahlanma” başlıklı söyleşi, Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney ile yapılmıştır. Prof. Dr. Güney, nükleer enerji ve nükleer silahlanma konusunda kamuoyunca merak edilen birçok soruya yanıt vermiştir. Mevcut uluslararası nükleer rejimi tartışmakla beraber, Prof. Dr. Güney İran’ın nükleer programı, Türkiye’ye ve bölgeye etkisi hakkında sorulara cevap vermiştir.
Söyleşi BİLGESAM Araştırma Koordinatörü Hasan Öztürk ve Araştırma Asistanı Ömer Faruk Türk tarafından gerçekleştirilmiştir.
Başta Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu Güney olmak üzere bu söyleşinin hazırlanmasında emeği geçen BİLGESAM personeline teşekkür ederiz.
Doç. Dr. Atilla Sandıklı
BİLGESAM Başkanı
1-Nükleer enerji teknolojisi, gerek İran’ın gerekse Kuzey Kore’nin nükleer programından dolayı dünya kamuoyunun gündeminde sürekli silahlanma boyutu ile yer alıyor.
Dolayısıyla Batı basınında konu sürekli silahlanma konusu ile birlikte ele alınıyor. Ancak nükleer enerji bilimsel, ticari, siyasi ve stratejik boyutları ile birlikte çok boyutlu biçimde incelenmesi gereken bir teknoloji. Nükleer enerji teknolojisini nasıl anlamalıyız?
Günümüzde nükleer enerjinin nükleer silahlanma konusuyla birlikte anılmasının nedeni, bu konudaki uluslararası rejimin temelini oluşturan 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın (NPT- Non-ProliferationTreaty) 4. maddesindeki bir boşluktan (loophole) kaynaklanmaktadır. Buna göre, Antlaşma’ya taraf iki tip ülke söz konusudur. Birinci grup, nükleer 5 (N5) dediğimiz BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri ki bunların nükleer olma hakları bulunmaktadır. N5’in dışında kalan ülkeler ise nükleer olmayan ikinci ülke grubunu oluşturuyor. Bilindiği gibi NPT çerçevesinde nükleer olmayan ülkelere de kendi topraklarının üzerinde sivil amaçlı nükleer enerji geliştirme
hakkı tanınmaktadır. Ancak bu Antlaşma imzalandığından bu yana hatta Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Başkanı Eisenhower’ın “Atom for Peace” yani atom gücünün barış amaçlı kullanılması konulu konuşmasını yapmasından bu yana nükleer teknolojinin kullanılmasıyla ilgili geldiğimiz süreçte çok büyük değişiklikler oldu. Günümüzde N5’lerin dışında Antlaşma’ya taraf olmayan ve resmi olarak nükleer güç olarak tanınmayan ama nükleer kapasiteye sahip devletlerin varlığı söz konusudur. Hindistan, Pakistan, İsrail gibi.
Dolayısıyla NPT’nin bağlayıcı olamadığı ve nükleer silahlanmayı durduramadığı durumlar söz konusu. 4. maddedeki boşluk nedeniyle nükleer enerji geliştirme iddiasıyla yola çıkıp önce Antlaşma’ya taraf olan, sonra Antlaşma’yı terk eden ve daha sonra nükleer güç olan Kuzey Kore gibi ülkeler de mevcuttur. Pyongyang, 2003’te Antlaşma’yı terk edip 2006’da ilk nükleer denemesini yapınca küresel anlamda nükleer silahların yayılması konusunda ciddi bir endişe kaynağı oldu. Bu durum N5’ler içinde en çok ABD ile onun Asya-Pasifik’teki yakın müttefikleri Japonya ve Güney Kore’yi kaygılandırdı. Kısaca bugün geldiğimiz noktada nükleer silahların yatay yayılması olasılığıyla ilgili ciddi bir küresel endişe var
ve bu endişe dünya kamuoyunun nükleer teknolojiye bakışını da etkiliyor.
Küresel olarak N5’lerin (ABD, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Fransa ve Birleşik Krallık) nükleer silahlanma konusundaki kaygıları Batı ile ortak. Bu kaygı Antlaşma’nın 4. maddesindeki yukarıda söz ettiğim boşluktan kaynak lanıyor. Sivil amaçla başlatılan bir nükleer enerji girişiminin istenildiğinde silahlanmayla sonuçlanması mümkün.
Kuzey Kore örneği bunu kanıtladı ve böyle bir art niyeti durduracak hiçbir uluslararası cezalandırıcı mekanizma yok. Nitekim eğer bir ülke uranyumunu % 90 oranında zenginleştirmeyi başarırsa silahlanma olasılığının önü o zaman açılmakta.
Bugün Kuzey Kore dışında bu olasılık nedeniyle endişe kaynağı olan diğer bir program, bilindiği gibi sürdürülmekte olan İran nükleer programı. Kuzey Kore’yi engelleyememiş ve İran nükleer krizini çözememiş olan N5’leri meşgul eden en temel soru, bu krizi çözmenin ötesinde, son yıllarda Orta Doğu ve Asya’da ortaya çıkan yeni nükleer enerji taleplerinin ileride olası bir nükleer silahlanmaya neden olup olmayacağı.
Gerçekten de N5’lerin İran nükleer krizini hâlihazırda diplomatik görüşmeler yoluyla çözememiş olması, İran’ın uranyumunu %25 oranında zenginleştirmiş olması ve NPT’den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmiyor olması karşısında mevcut sorunun her gün biraz daha ciddileştiğini söylemek yanlış olmaz.
Bu nükleer meselenin dünya kamuoyunu meşgul eden kısmı. Bir de bahsetmiş olduğum sivil enerji boyutu var ki, nükleer enerji ve bu enerjinin denetlenme çabalarıyla ilgili süregiden pazarlıkların en önemli ayağını bu boyut oluştur maktadır. Enerji tedariki konusunda enerjinin ucuz, güvenilir, kaliteli bir şekilde temin edilebilir olması, enerji güvenliğinin olmazsa olmaz şartlarındandır. Bahis konusu enerji tedariki olunca, enerji karışımı (energy mix) içerisinde nükleer enerjinin önemi vazgeçilmezdir. Bunun pek çok nedeni var. Bir defa
nükleer reaktör güvenliği teminat altına alınınca nükleer enerjinin çevreyle uyumlu olması da garantilenmiş oluyor. Bir ülkenin enerji tedarik sürecinde nükleer enerjiyi tercih etmesi halinde hidrokarbon enerji tüketiminde ortaya çıkan sera gazı gibi çevresel sorunların azami derecede giderilmesi mümkün olabiliyor. Daha da önemlisi nükleer enerji imkânı ile söz konusu ülke 7/24 kesintisiz elektrik enerjisi tedarik etme potansiyeline kavuşuyor.
1970’li yıllarda OPEC krizi ve gerçekleşen ambargo sonrası gelişmiş ülkeler nezdinde nükleer enerjiye kuvvetli bir yönelim oldu. Daha sonra 1980’lerin ortasında nükleer enerjiye olan bu yönelimde bir duraksama yaşandı. Bunun bir sebebi iktisadi durgunluk iken bir diğeri de çeşitli ülkelerde yaşanan Three Mile Islands ve Çernobil gibi nükleer reaktör kazalarıydı. Bunlara ilaveten bir de doğalgaz fiyatlarının artmış olması gelişmiş ülkelerde nükleer enerjiye yönelik tereddütlerin artmasına neden oldu.
Ancak, uluslararası topluluk gelecekte hidrokarbon arzında bir tükenme yaşanacağı bilgisinden hareket ederek, günümüz mevcut enerji karışımını çeşitlendirmek üzere stratejik bir hedef belirledi. Bu çok makul bir karar. Türkiye’nin ulusal politikası da bu yönde ilerliyor. Bunun sebebi, Türkiye’nin çok kısıtlı miktarda yerel enerji arzına sahip olması ve kendi enerji tüketiminin ancak % 30’unu karşılayabiliyor olması. Bu nedenle Türkiye enerji bağımlısı bir ülke olarak kaynak ülke ve geçiş güzergâhları bağlamında enerji kaynaklarını
çeşitlendirmek konusunda ciddi bir gayret içerisine girmiştir. Bu bağlamda nükleer enerji tedariki Ankara’nın söz konusu enerji karışımı içerisinde önemli bir yer tutuyor. Unutmamak gerek, çağımızda, bir ülkenin ulusal güvenliğini devamlı kılacak en önemli hususlardan birisi o ülkenin enerji güvenliğinin sürdürülebilir olmasıdır.
Sorunuzda bir de jeostratejik boyuttan bahsettiniz ki bu bize enerji geçiş hatlarıyla ilgili uzun yıllardır süren tartışmaları hatırlatıyor. Bilindiği gibi, petrol ve doğalgaz geçiş hatlarının belirlenmesinde sadece ekonomik faktörler değil aynı zamanda jeostratejik hesaplamalar da etkili oluyor. Yani herhangi bir petrol veya doğalgaz hattının bir yerden diğer yere geçmesi için onun sadece ekonomik açıdan elverişli olması yeterli olmuyor. Önceden de belirttiğim gibi, herhangi bir hidrokarbon geçiş güzergâhının belirlenmesinde etkili olan bir diğer önemli faktörde siyasi ve güvenlik önceliklerdir.
Toparlamak gerekirse, nükleer enerji mevzu çok boyutlu bir konu: Silahlanma olasılığı nedeniyle uluslararası toplum için bir endişe kaynağı iken sivil nükleer enerjinin sunduğu imkanlar ulusal ve uluslararası enerji güvenliği ve işbirliği açısından büyük önem taşıyor.
2-Teknolojik açıdan ileri ülkelerin hepsinde nükleer enerji alanındaki çalışmaların uzun süre önce başladığını görüyoruz. Atom enerjisi teknolojisinin uzay teknolojileri, nanoteknoloji ve hidrojen teknolojileri alanlarında mesafe kat etmek için oldukça önemli olduğu ifade ediliyor. Bu açıdan nükleer enerji sizce teknolojik anlamda bir eşik sayılabilir mi? Nükleer teknoloji sadece enerji üretiminde mi kullanılıyor?
Nükleer enerji bir ülkenin ulusal sivil ve savunma sanayisinde önemli bir teknolojik eşiktir. Sanayide öncü konumda olan pek çok ülkenin gelişmekte olan ülkelere nazaran nükleer enerjiyi çok önceden geliştirmiş olmalarının bir sebebi bundandır. Nitekim hem Sovyetler Birliği (SSCB) hem de ABD bu teknolojiyi 1950’lerden itibaren geliştirmeye başlamıştır. Her iki ülke de bu konuyla ilgili gerekli know-how’ı yani gerekli temel bilgiyi de bu süreç zarfında edinmişlerdi.
Bilindiği gibi Türkiye uzun bir süredir Hazar Havzası kaynaklı doğalgaz ve petrol hatlarının kendi toprakları üzerinden geçişini sağlamak için ciddi girişimler içerisinde. Mesela 2018 yılında işlerlik kazanacak olan Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi (TANAP) bunlardan biri. Yine Türkiye’nin uzun bir süredir enerji kaynak ve geçiş yollarını çeşitlendirmek konusunda oldukça kararlı olduğu biliniyor. Bu çerçevede, Ankara’nın yakın geçmişte hem Rusya Federasyonu hem de Japonya ile nükleer reaktör anlaşması imzalamış olması Türkiye’nin nükleer enerji alanında da kararlı olduğunu göstermektedir. Buradaki en önemli husus, Türkiye’nin nükleer enerji transferiyle ilgili olarak gerçekleştirdiği bu anlaşmalar da, NPT’nin 4. maddesinden doğan hakkından, nükleer enerjiyi kendi topraklarında geliştirme hakkından vazgeçmemiş olmasıdır. Gerçi, Rusya Federasyonu ile imzalanan anlaşmada Ankara’nın nükleer reaktör için ihtiyaç duyacağı nükleer yakıt Moskova tarafından sağlanacaktır. Ancak bu durum Ankara’nın meşru hakkı olan nükleer enerjiyi kendi topraklarında geliştirme hakkından vazgeçmesi anlamına gelmemektedir.
Enerji kaynaklarını çeşitlendirme stratejisi çerçevesinde; Rusya Federasyonu’yla imzalanan nükleer reaktör anlaşmasının operasyonel hale gelmesiyle birlikte Türkiye enerjisinin %5-10’luk kısmını buradan karşılayacak. Diğer %30’nun da, 2020’li yıllara doğru yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması beklenmekte. İleride, Akkuyu dışındaki diğer nükleer reaktörlerin de işlerlik kazanması sonucu Türkiye’nin enerji ihtiyacının %60’lara yakınını kendi imkânlarıyla sağlaması mümkün olacak. Böylece Ankara’nın hidrokarbon enerji tedariki konusundaki Rusya başta olmak üzere dış kaynaklara olan bağımlılığının %30’lara kadar düşürülmesi planlanmaktadır.
Bir başka önemli husus da, ileride nükleer teknolojiye erişim sağlandıktan sonra Ankara’nın Güney Kore örneğinde olduğu gibi kendi nükleer reaktörünü üretebilir hale gelme olasılığıdır.
Bu Türkiye için göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir husustur. Herhalde bu ve benzeri stratejik nedenlerle olsa ki 2006-2007 senesinde sadece Asya ve Orta Doğu’da 14 tane ülke nükleer reaktör talebiyle ortaya çıktı. Tabii ki, Türkiye’nin nükleer reaktör tedarikiyle ilgili girişimi sadece enerji tedariki mevzusuyla sınırlı bir mesele değildir. Ankara’nın bu girişimi nükleer teknolojiyle ilintili diğer ilgili alanlarda da Türkiye için çeşitli fırsat ve imkânlar sunmakta.
Nükleer enerji tedarikiyle ilgili bir önemli zorluk uluslararası camiada nükleer enerjiye sahip, nükleer yakıtı ve nükleer reaktörleri piyasaya sunan gelişmiş ülkelerin nükleer yakıt temininde cimri davranıyor olmaları. Hâlihazırda N5’ler sivil amaçlı nükleer teknoloji tedariki konusunda sürekli yeni tedbirler getirmek suretiyle bu süreci kendi denetimleri altında tutmaya gayret etmekteler. N5 içindeki bazı ülkeler nükleer yakıt tedarikinde bu tekel konumlarını güçlendirmek üzere aralarında sıkı bir işbirliği yapmaktadır. Bu duruma itirazı olan ülkeler arasında tek ülke Türkiye değil, başta Mısır olmak üzere NPT’deki “bağlantısız” grup içindeki pek çok ülke N5’lerin bu tavrına karşı çıkmaktadır. Buna karşılık, nükleer yakıtı kendi toprakları üzerinde üretmekten gönüllü olarak vazgeçmiş olan Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) istisnai durumu da bir başka gerçek. Türkiye ise, bilindiği gibi İran nükleer krizi süresince, NPT’nin nükleer olmayan üyelerinin 4.madde gereği sivil amaçlı nükleer enerji üretme hakkına sahip olduğunu sıkça ifade etti.
Tabii Ankara bu süreçte -yani sivil amaçlı enerji üretiminde- bahis konusu olan ülkelerin NPT’den kaynaklanan mükellefiyetlerini yerine getirmelerinin de şart olduğunu belirtmekten asla geri durmadı.
Bu konuda ciddi bir problem kaynağı olmaya devam eden İran’ın aksine Türkiye’nin sicili çok temizdir.
3.Kuzey Kore ve İran özelinde nükleer silahların yayılmasını engelleme konusu son dönemde uluslararası ilişkilerde en önemli gündem maddelerinden birisi haline geldi.
Dünyada nükleer silahsızlanma ne durumda? Gerçekten bu silahları azaltma yönünde yapılan çalışmalar beklenen neticeyi verdi mi?
Nükleer silahsızlanma meselesi hâlihazırda büyük güçler arasında ciddiyetle tartışılmakta olan ve nükleer silahların yayılması meselesiyle de ilintili bir konudur. Orta Doğu ve Asya’da kitle imha silahı elde etmek isteyen bazı ülkelerden bahsediliyor. Bugün bunlar arasında İran’ın adı geçerken gelecekte hangi ülkenin adının geçeceği belli değil. Bu tür ülkeleri kitle imha silahlarını arzu eden ülkeler (Nuclear Hopefuls veya Weapons of Mass Destruction (WMD) Hopefuls) olarak tanımlayabiliriz. N5’ler mevcut NPT’ye nükleer silahların yayılmasını engelleyebilecek ek tedbirler ilave etme ve Antlaşma’nın nükleer silaha sahip olmayan üyelerine bu şartları kabul ettirme çabası içerisindeler. Amaç, devam eden İran nükleer krizinin Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi yeni bir nükleer devletin ortaya çıkmasıyla sonuçlanmasını engellemek.
Silahsızlanma meselesi, aslında NPT’nin ikinci ayağını oluşturuyor. Bilindiği gibi, Antlaşma yapılırken N5’ler NPT’nin 6.maddesi gereğince nükleer silahsızlanma sözü vermişlerdir.
Ancak, 2005 yılından, yani NPT’nin süresinin uzatılmasından bugüne geçen zaman zarfında NPT’nin nükleer silaha sahip olmayan üyeleri N5’leri defalarca silahsızlanma konusundaki yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmakla suçlamışlardır. İşte bu nedenle, ABD Başkanı Obama 2009 tarihli Prag konuşmasında nükleer silahsız bir dünya arzu ettiğini ilan ettikten hemen sonra nükleer silahsızlanma konusunda Rusya Federasyonu ile birlikte hareket etmek istemiştir. Bu işbirliği ve iyi niyet açıklamalarının sebeplerinden biri
elbette nükleer silahların yayılması konusunda nükleer silaha sahip olmayan ülkeleri yeni tedbirler alma konusunda ikna edebilmekti. Yeni START (Strategic Arms Reduction Treaty) olarak bilinen Washington ile Moskova yönetimleri arasında imzalanan silahsızlanma Antlaşması’nda bu stratejinin rolü büyüktür. Ayrıca, ABD’nin beklentileri arasında Washington ve Moskova’nın silahsızlanma konusundaki bu yeni girişiminin Çin gibi diğer N5 üyelerini de pozitif yönde etkileyeceği ümidi vardır. Ne yazık ki, N5’lerin mevcut askeri stratejilerinde nükleer silahların hâlihazırda önemli bir caydırıcılık unsuru olarak rol oynadığı herkesçe bilinen bir gerçek. Üstelik hem ABD’nin hem de Rusya Federasyonu ’nun mevcut askeri güvenlik belgelerinde, nükleer silahların bir ilk vuruş gücü (first use of nuclear weapons) olarak ne zaman ve hangi şartlarda kullanılacağı da açıkça belirtilmiş. Tabii, Çin Halk Cumhuriyeti’ni bu gruptan ayırmak lazım, çünkü Pekin hükümeti her ne kadar nükleer silahlanmasını örtülü bir şekilde devam ettiriyorsa da henüz bu yönde bir irade belirtmemiştir.
Rusya Federasyonu ve ABD her ne kadar Yeni START ile nükleer başlık sayısında indirime gitmişseler de, her iki ülkenin indirim sonrası elinde kalan nükleer silah kapasiteleriyle dünya’yı birçok kez imha etmeleri mümkün. Yeni START’da indirimde bulunulması zorunlu konuşlandırılmış nükleer silah tavan rakamı her iki taraf içinde 1500’tür. Bunların dışında, Washington ve Moskova’nın sahip olduğu konuşlandırılmamış nükleer başlıklar Antlaşma kapsamı dışında bırakılmıştır. Gene, Yeni START indirimi dışında bırakılmış bir diğer silah kategorisi de taktik nükleer silahlardır. Mesela, Rusya Federasyonu bugün 2000 kadar taktik nükleer silah gücüne sahipken NATO’nun da farklı ülkelerde toplam 200’e yakın taktik nükleer bombaya sahip olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla uluslararası toplumun nükleer silahsızlanma konusunda önünde kaydetmesi gereken daha oldukça uzun bir yol mevcut. Nitekim NATO’nun 2010 tarihli Lizbon Zirvesi’nde yayınlanan bildiride İttifak’ın silahsızlanma konusunda küresel boyuttaki tüm girişimleri desteklediği ifade edilmişse de aynı bildirinin bir başka yerinde “dünya’da nükleer silahlar var olduğu sürece NATO caydırıcılığı çerçevesinde İttifak’ın konvansiyonel ve nükleer güçlerini muhafaza edeceği’’
ilan edilmiştir. NATO’yla ilgili bir diğer gerçek de, İttifak’ın nükleer güce sahip bazı üyelerinin hâlihazırda güvenlik belgelerinde nükleer silahları ilk vuruş gücü olarak kabul etmeleridir. Dolayısıyla, bugünün koşullarında nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya için henüz çok erken demek pek de abartı olmayacaktır. Bugün ABD ve Rusya Federasyonu arasında Yeni START ile gerçekleştirilen nükleer indirimler, nükleer silahsızlanma adına olumlu bir adım oluşturuyorsa da N5’ler arasındaki nükleer silahsızlanma konusundaki temel anlaşmazlıklar düşünüldüğünde bu indirimler uluslararası toplumun silahsızlanma yönündeki beklentilerini karşılamaktan epey uzak kalmaktadır.
Önceden de belirtildiği üzere, ABD ve Rusya Federasyonu Yeni START’ı imzalamak suretiyle nükleer silaha sahip olmayan ülkelerin bilinen itirazları çerçevesinde NPT’nin 6. maddesinden kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirdikleri yönünde olumlu bir imaj yaratmak istemişlerdir. Böylece, başta ABD olmak üzere nükleer enerji konusunda uluslararası piyasalarda egemen olan bazı devletler, nükleer enerji konusuyla nükleer silahların yayılması konusunu irtibatlandırmak suretiyle nükleer silaha sahip olmayan ülkelere nükleer
enerji konusunda yeni uygulamak istedikleri ek tedbirleri dayatmak istemişlerdir. Bunu yaparken iki hedefi aynı anda gerçekleştirmek amacında oldukları söylenebilir. Bu devletlerin beklentilerine göre, eğer nükleer olmayan devletler söz konusu yeni tedbirler konusunda ikna edilirlerse o zaman N5’lerin-en azından bir kısmının- hem nükleer enerji alanındaki tekel konumları muhafaza edilmiş olacak hem de olası yeni ve bölgesel nitelikteki yatay nükleer silahların yayılması ihtimali engellenmiş olacaktır.
4. Ünlü uluslararası ilişkiler teorisyeni Kenneth Waltz bir çalışmasında “nükleer silahların yayılması korkusu yersizdir, her zaman olduğu gibi bugün de nükleer silahların daha fazlası daha iyidir” gibi bir görüş ifade etti. Oldukça farklı bir bakış açısı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
ABD’de, nükleer silahların yayılması fikriyle ilgili tek bir görüş hâkim değil. Bu konuda birbirinden farklı iki görüş bulunmakta. İran krizi özelinde düşünecek olursak, Waltz’un görüşü birinci ve ikinci görüşün arasında bir yerde yer almaktadır. Hâkim bu yaklaşımlar içerisinde, ikinci görüş en makul olanıdır ki, bu görüşü savunanlara göre İran’ın uranyumu %20 zenginleştirdiği günümüz koşullarında bile mevcut anlaşmazlığın taraflar arasında diplomatik görüşmeler yoluyla çözülebilmesi için hala fırsat vardır. Bu husus Pierre Goldschmidt ve Alon Ben-Meir gibi uluslararası ilişkiler uzmanlarının yanı sıra, ABD Başkanı Barack Obama tarafından da birkaç kez dile getirilmiştir. İran nükleer krizinde karşıt
taraflar arasında ‘‘kazan-kazan’’ mahiyetinde bir sonuca varılabilmesi için diplomasiye öncelik vermeyi savunan ikinci yolu izlemek gerekmektedir. Bu yaklaşımda, hedeflenen nihai amaç İran’ın NPT içerisinde kalmasını garantilemek ve böylece Tahran’ın Antlaşmadan doğan mükellefiyetlerini yerine getirmesi suretiyle sivil amaçlı nükleer enerji edinim sürecini devam ettirmesine imkân tanımaktır. Tabii, bu süreç sonucunda garanti altına alınması gereken en önemli husus İran’ın bir kez daha NPT koşullarını hiçe saymamasının teminat
altına alınmasıdır. Diplomatik görüşmelerin bir sonucu olarak zaman içerisinde NPT koşullarına sadık bir Tahran yönetimi ortaya çıkarılabilirse o zaman NPT’ye yönelik mevcut şüphelerinin de biraz olsun önü alınmış olur. Bu da nükleer silahların yayılmasını önleyen NPT dâhil tüm geleneksel silahsızlanma rejimleri için bir güven tazelemek anlamına gelir.
Washington’da hâkim olan diğer görüş Tahran’ın nükleer silah edinmesinin güç kullanımı ile engellenmesi gerektiğini savunanların ifade ettiği bir yaklaşımdır. Başka görüşler de var; örneğin bir yaklaşıma göre İran’ın nükleerleşme olasılığına itiraz etmek gereksizdir. Nükleerleşmeye itirazı olmayanlara göre, İran’ın nükleer bir güç olması Amerikan nükleer caydırıcılığı ile bertaraf edilebilecek bir konudur. Belirtmek gerekir ki bu iki görüşün de ciddi açmazları bulunmaktadır.
Waltz’a göre ise, İran’ın ileride bir nükleer güç olması halinde İsrail’in Orta Doğu’daki nükleer gücü doğrudan dengeleneceğinden bölgede arzu edilen istikrara bu yolla kavuşmak mümkün. Waltz’a göre nükleer bir İran ABD için asla bir tehdit olmaz. Zira Soğuk Savaş yıllarında SSCB ve Çin gibi büyük çaptaki nükleer güçleri caydırabilmiş bir ABD’nin, gelecekte sınırlı miktarda bir nükleer güce sahip olacak İran’ı caydırması Washington için bir sorun teşkil etmez. Bu nedenle, Amerikan yönetimleri İran’ın nükleer silaha sahip olma niyetine itiraz etmemelidir. Nükleer caydırıcılık konusunun önde gelen uzmanlarından biri olan Lawrence Freedman’a göre ise, nükleer caydırıcılığın önkoşullarından biri bu nitelikte askeri kapasiteye sahip ülkelerin rasyonel olmasıdır. Nitekim Soğuk savaş döneminde, SSCB ve ABD nükleer caydırıcılık prensipleri üzerinde ortak bir uzlaşı sağlamayı başarmışlardı.
Örneğin, iki taraf arasında teknik bir arıza veya bir başka nedenle yaşanabilecek bir yanlış anlama yüzünden çıkacak herhangi bir sıcak savaş olasılığını engelle mek için Kırmızı Hat Telefon Anlaşması imzalanmıştı. Bu ve benzeri önlemler Washington ve Moskova’nın nükleer bir güç olarak rasyonel davranmayı prensip edinmiş olduklarını gösteriyordu.
Oysa Orta Doğu gibi çözülemeyen anlaşmazlıkların ve tarihi düşmanlıkların olduğu, rejim güvenliğinin ulusal güvenlik yerine kullanıldığı bölgelerde kitle imha silahı edinmek isteyen aktörler tam tersine irrasyonel davranabilirler. Bu nedenle, Orta Doğu bölgesindeki kitle imha silahları hâlihazırda küresel anlamda önemli bir güvenlik sorunu olmaya devam etmekte. Unutmayalım ki, dün de bugün de birçok bölge ülkesi lideri kitle imha silahlarını kendi halklarına karşı kullanmaktan çekinmediler. Nitekim bugün Suriye krizi devam ederken, uluslararası kamuoyunu en çok endişelendiren konulardan birisi Beşar Esed yönetimi sonrası ülkede var olan kimyasal silah sorununun nasıl halledileceği ve kontrol altında tutulacağı sorusudur. Orta Doğu’da Beşar Esed benzeri yönetimler kitle imha silahlarını ABD’nin ve Israil’in muazzam nükleer ve konvansiyonel güç kapasitesi karşısında asimetrik bir denge aracı olarak edinmekteler. Bölgede kitle imha silahı edinme arzusundaki ülkeler ABD ve Israil’in üstün askeri gücünü başka bir şekilde bertaraf edemeyeceklerini
bildikleri için söz konusu kitle imha silahlarını varoluşsal bir caydırıcılık unsuru olarak görmekteler. Bugün Orta Doğu’daki bazı ülkelerin ‘‘fakirin bombası’’ olarak da anılan kitle imha silahlarını edinmeye devam etmesi bölge ve ötesi için ciddi bir güvenlik sorunu oluşturmakta.. Üstelik Orta Doğu’da kitle imha silahlarına sahip ülkeler küresel veya bölgesel silahsızlanma rejimlerinin hiçbirine tabi değiller ya da tabi olsalar da bu rejimleri sıkça ihmal etme eğilimindeler.
Waltz’un savuna geldiği uluslararası toplumun İran’ın nükleer bombasıyla yaşama seçeneği ABD’nin sahip olduğu muazzam caydırıcı nükleer güç nedeniyle Washington için ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Ancak bahis konusu Orta Doğu’daki kuvvet dengesi olunca
İran’ın nükleer bomba edinmesi Türkiye dâhil birçok bölge ülkesi için ciddi bir güvenlik sorunu oluşturmaya adaydır. Çünkü olası bir nükleer veya nükleere yakın (nükleer eşikte) bir İran’ın Orta Doğu’daki varlığı bölgedeki tüm askeri kuvvet dengelerini değiştirebilecek kapasitededir. Bölgede böyle bir durumun vuku bulması bazı ülkeleri nükleer silah edinimi konusunda kendi imkânlarını zorlamaya teşvik edeceği gibi bazı ülkelerin de ABD/NATO güvenlik garantisini sorgulamasına neden olacak ve bu ülkelerin Avrupa-Atlantik camiasından
yeni güvenceler talep etmelerine sebep olabilecektir.
ABD’de İran’ın nükleer güç geliştirmesinin önlenmesi için bu ülkenin bombalanması gerektiğini savunanların göz ardı ettiği şey ise, İran’ın vereceği karşı tepki sonucu tüm bölgeyi kapsayacak tehlikeli bir savaş olasılığıdır. Söz konusu bu savaş, şüphesiz İran’ın bölgedeki Hizbullah gibi uzantılarını kullanması sonucu tüm bölgeyi mezhepsel bir mücadele alanına dönüştürme ihtimaline de sahiptir. Zaten Suriye konusunda, mezhepsel ve etnik fay hatlarının tetiklenmesi nedeniyle Orta Doğu bölgesi yeterince gerilmiştir.
Günümüz koşullarında bölgenin bir de İran’ın bombalanması sonucu yeni ve tehlikeli bir sıcak çatışma dalgasını daha kaldırması beklenemez. Ayrıca, İran’a yönelik olası bir güç kullanımının Tahran rejiminin nükleer silah geliştirme kapasitesini tamamen ortadan kaldırmayacağı da herkesçe bilinen bir husus. Konunun uzmanlarına göre, Tahran rejimine yönelik olası bir güç kullanımı, İran’ın nükleer faaliyetlerini iyimser bir tahminle sadece birkaç yıl durdurabilir. Çünkü Tahran yönetiminin arzu etmesi halinde İran’ın nükleer çalışmalarını
yeniden başlatması beklenen bir olasılık. İran’ı bu konuda teknik olarak durdurabilecek pek fazla engel olmadığı bilinen bir gerçek. Zira Tahran yönetimi Şah döneminden bugüne kadar geçen zaman zarfında nükleer alanda belirli bir olgunluğa erişti.
Mevcut koşullar altında bugün eğer diplomasi aracılığıyla İran nükleer krizi NPT ile uyumlu bir yola sokulabilirse o zaman diğer alternatif seçeneklerin neden olabileceği kötü senaryoların da önü alınmış olur. Böylece, hem silahsızlanma konusunda hem de bölgesel bazı sorunlarda önemli fırsatlar ve açılımlar yakalanabilir.
Peki, İran nükleer olur mu? Yani nükleer silah elde eder mi? Bu sorunun cevabını bugünden yanıtlamak mümkün değil, çünkü Tahran rejimi de henüz nükleer silahlanma konusunda bir karar vermiş değil. Şu anda Tahran’ın yapmaya çalıştığı şey İran nükleer kapasitesi için gerekli alt yapı tesisini gerçekleştirmek. İran’ın nükleer silah edinme kararını vermeden önce ülkenin önünde ulusal çıkarları doğrultusunda değerlendirebileceği birçok seçenek var. Tahran rejimi nükleer silah üretmeden bir önceki aşama olarak bilinen nükleer eşik konumunda eğer kalmaya karar verirse, o noktada bile yapacağı tercihle ilgili olarak, uluslararası toplumun, komşuların ve İran’ın bazı farklı duruşları, seçenekleri olabilir.
Örneğin,
İran, Japonya gibi o kapasiteye eriştikten sonra nükleer silah üretmeme kararı verebilir. Tabii Tahran için bundan başka olasılıklar da mevcut. İran yönetimi en kötü olasılıkta nükleer eşikte bir müddet kaldıktan sonra NPT’yi terk edebilir. Ya da eşik konusunu İsrail’in nükleer gücünü ilan etmediği (opaque) şekliyle yaşar. Bir başka olasılıkta da İran nükleer eşikte olduğunu açıkça tüm uluslararası toplumla paylaşır. Eğer İran’ın nükleer eşikte kalma tercihi önlenemiyorsa o halde Tahran’ın bu durumu istismar etmemesi için uluslararası topluma ciddi güvenceler vermesi garanti altına alınmalıdır. Zira bilindiği gibi bir ülke nükleer eşik kapasitesine eriştikten sonra sadece birkaç yıl içerisinde nükleer bomba
üretebilir hale gelmektedir.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder