3 Mart 2017 Cuma

ORTADOĞUDA NÜKLEER ENERJİ VE NÜKLEER SİLAHLANMA, BÖLÜM 2



 ORTADOĞUDA NÜKLEER  ENERJİ  VE NÜKLEER SİLAHLANMA, BÖLÜM 2




5- “Nükleer silahların ne yapacağı kestirilemeyen veya dengesiz ülkelerde bulunması zararlıdır” söylemini sık sık duyuyoruz. Bunu ellerinde çok sayıda nükleer silah bulunduran ülkeler kadar bulundurmayanlar da dillendiriyor. Bu söylemin gündemde tutulmasına bir nükleer enerji lobisinin halkla ilişkiler (PR) çalışması nazarıyla bakılabilir mi? 

Nükleer güce sahip olmak rasyonel bir devlet olma koşulunu da beraberinde getirmekte. Bununla beraber sorumsuz ve irrasyonel devletlerin nükleer güç edinme teşebbüsleri küresel barış ve istikrar için ciddi bir sorun teşkil etmekte dir. Bu durumun en iyi örneği Kuzey Kore’de yaşanmaktadır. Pyongyang rejiminin uluslararası hukuk kurallarına rağmen gerçekleştirdiği füze ve nükleer denemeleri, bugün hem bölge hem de dünya güvenliği için ciddi bir risk haline gelmiştir. Uluslararası alanda barışçıl amaçlı nükleer enerji edinimiyle başlayıp silahlanmaya meyil etmiş bir Kuzey Kore örneğindeki gibi durumlar nükleer enerji talebiyle ortaya çıkan NPT’nin nükleer güç olmayan ülkelerinin meşru hakları önüne çeşitli engeller konmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, Kuzey Kore örneğinde olduğu gibi NPT’ye taraf ama Antlaşma gereklerini ihlal etmiş ülkelerin ileride yeni bir nükleer güç olma olasılıkları şimdiden önlenmelidir. Günümüzde NPT rejimi küresel olarak nükleer silahların yayılmasını engelleyen bir kurum olarak ne kadar itibar görürse, nükleer enerjiyi sivil amaçlı kullanmak isteyen ve buna meşru hakkı olan Antlaşma’nın nükleer olmayan statüsündeki devletlerinin eli o kadar güçlenmiş olur. N5’lerin barışçıl amaçlı nükleer 
enerji konusunda sürekli yeni tedbirler getirmek suretiyle bu işi NPT’nin nükleer olmayan ülkeleri için zorlaştırma hesapları ve gerekçeleri de böylece ortadan kalkar.. 

Günümüz dünyasında, N5’lerin dışında nükleer silah edinme arzusunda olan ülkelerin silahlanma sebepleri doğal olarak bölgesel anlamda farklılık arz ediyor. Orta Doğu için birinci sebep varoluşsal caydırıcılık. Bölgede var olan ülkeler hem olası bir asimetrik savaşı sürdürmek hem de saygınlık kazanmak gibi dürtülerle Kitle İmha Silahlarını edinmek istiyorlar. Uluslararası toplumun nükleer enerji ile nükleer silahlanma arasındaki farkı dikkatli okuyup bu hassas durumun NPT kurallarına saygı gösteren nükleer enerji talebindeki ülkeler aleyhine kullanılmamasına dikkat etmesi gerekir. 

6- Sizce, İran’ın nükleer silah sahibi olması ne kadar gerçekçi? İddialar gerçekleri yansıtıyor mu? Nükleer silah sahibi bir İran’ın Türkiye üzerinde ve bölge dengelerindeki etkisi ne olabilir? 

Daha önce de belirttiğim gibi Tahran yönetimi nükleer enerji konusundaki çalışmalarını sürdürürken henüz nükleer silah geliştirip geliştirmeme konusunda nihai bir karar vermedi. Zira İran rejimi böyle bir kararın kendisi için oldukça maliyetli olacağının farkında. Bilindiği gibi, İran’ın nükleer programı sadece Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) tarafından değil, ABD’deki birçok özel kuruluş tarafından da adım adım izlenmekte. Dolayısıyla, uluslararası camianın Tahran rejimini gerek nükleer eşiğe eriştiği gerekse de aştığı durumlarda tespit etmesi gayet kolay. İran nükleer kriziyle ilgili olarak N5’ler ve Almanya tarafından sürdürülen diplomatik görüşmelerde (P5+1) yaşanan tıkanıklık karşısında, Amerikan yönetimi güç kullanımı da dâhil olmak üzere tüm seçeneklerin masada olduğunu bir kez daha ifade etmiştir. Bu koşullar altında, İran’ın nükleer silah üretme seçeneğini göze alacağını beklemek pek gerçekçi olmaz. Tahran rejimi hâlihazırda nükleer silah geliştirdiği iddiası altında zaten ve bu kuşkular nedeniyle Batı kaynaklı ağır yaptırımlar altında yaşamakta ve bu nedenle de ciddi bir izolasyon ve iktisadi sıkıntı içerisinde. Bu durumun yarattığı sıkıntıları göğüslemekte bir hayli zorlanan İran’ın, olası bir Batı kaynaklı askeri 
müdahale sonrası maruz kalacağı ilave ağır zorlukları nasıl bertaraf edeceği düşünülmesi gereken ciddi bir konudur. Ancak, İran nükleer serüvenini sonlandırmak amacıyla Batı tarafından başlatılacak olası bir askeri bir müdahale nin Batı başkentlerince düşünülmesi gereken bir başka olumsuz sonucu daha var. Bu da İran halkının rejim etrafında daha kuvvetli kenetlenmesi ve nükleer silah geliştirme fikri konusunda daha kararlı adımlar atmasıdır ki bu aslında Batılıların hiç de arzu etmediği bir durumdur. 

Özetleyecek olursak; bugünün koşullarını ciddi olarak değerlendiren İran yönetimi tabii ki uranyum zenginleştirme de dâhil olmak üzere nükleer silah teknolojisiyle ilgili gerekli alt yapıya sahip olmayı istiyor fakat yine de bunun bir adım sonrasında yer alan nükleer silah geliştirme fikrine henüz yeşil ışık yakmış değil. İran hâlihazırda NPT’yi ihlal etmiş olmakla birlikte Antlaşma’yı hiç de terk etmek niyetinde görünmüyor, üstelik bu rejim içerisinde olmanın bazı avantajları P5+1 görüşmeleri sürecinde önemli bir pazarlık unsuru olarak kullanıyor. Hem İran hem de Batı için askeri seçeneğin yaratacağı olumsuzluklar ortadayken, Orta Doğu bölgesi Arap Baharı nedeniyle ortaya çıkan yeni güvenlik sorunları yüzünden bir hayli gerilmiş durumdayken, kısaca bölgenin nükleer bir İran gerçeğini kaldırmaya tahammülü olmadığı bu günlerde diplomatik görüşmeler fırsat olarak kabul edilmeli, ve bu gerilimin daha fazla tırmanması engellenmeli dir. 

Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer konu ise, İran’ın yakın gelecekte nükleer silah geliştirmesinin bölgede nükleer silahların yayılmasını tetikleyeceği iddiasıdır. Ben bu görüşe katılmıyorum. İran’ın nükleer silah edinmesi halinde, nükleer silah edinmek isteyeceği iddia edilen ülkeler arasında adı geçen Türkiye’nin tavrı nükleer olmayacağı yönünde oldukça net. İran’ın nükleer tercihi karşısında, nükleer olmayı tercih edeceği iddia edilen bir diğer ülke olarak adı geçen Mısır ise Arap Baharı yorgunu olup şu sıra en çok da kendi iç sorunlarıyla uğraşmaktadır. Bu nedenle Kahire’deki- geçici- yönetimin şu an için nükleer bir seçenek üzerinde tasarrufta bulunacağını iddia etmek hayalperestlik olacaktır. 
Keza Suudi Arabistan’ın da nükleer bir İran karşısında nükleer silah satın alma yoluna meyil edeceği yönündeki iddialar da gerçekçi değil. Herkes nükleer silah teknolojisinin alınıp satılamayacak kadar komplike bir konu olduğunu bilir. Tüm bu gerçeklere rağmen yine de İran’ın nükleer silaha sahip olmasına izin verilmemelidir, aksi takdirde Orta Doğu bölgesindeki tüm askeri dengelerin değişmesiyle yaşanacak kaos ortamı daha da ciddi bir istikrarsızlığın habercisi olacaktır. 

İran’ın gelecekte nükleer silahlanma yönünde tercih yapması durumunda, Tahran rejiminin bu gücü Orta Doğu coğrafyasında kullanmasını beklemek de bence gerçekçi bir düşünce değil. Bunun en önemli sebebi, ABD ve Israil’in bölgede sahip olduğu üstün nükleer cay-dırıcılık gücüdür. Tabii ki, nükleer bir İran’ın varlığı bölgedeki birçok ülkeye rahatsızlık verecektir. Nitekim Tahran rejiminin nükleer bir güç olmasıyla birlikte bölge ve bölge dışı ülkelerin Tahran yönetimine karşı katlanılması oldukça zor baskılar-bu baskıların askeri nitelikte 
olması şart değil ekonomik ve siyasi nitelikte de olabilirler - uygulaması söz konusu olacaktır. Kısaca eğer Tahran rejimi kendisine yönelik mevcut ve olası baskıları azaltmak isterse tercihini var olan seçenekler arasından ya nükleer eşikte kalma ya da Israil’deki gibi ilan edilmemiş (opaque) nükleer güç olma yönünde kullanabilir. 

7. Batılı ülkeler bölgede İsrail nükleer silah sahibi olduğu halde sadece İran’ın nükleer programını gündeme getiriyor. Başbakan Erdoğan ise bu çelişkiyi çeşitli vesilelerle gündeme getirdi. Türkiye sizce Batılı devletlerin bu çelişkili tutumuna karşı nasıl bir argüman geliştirebilir? 

Evet, Batılılar İsrail’in nükleer gücünü Orta Doğu bölgesinin kitle imha silahlarından arındırılması girişimleri ışığında istisnai bir durum olarak ele almayı tercih ediyor. İran’ın nükleer enerji konusunda sürdürdüğü girişimler hakkında ise Batılıların kanaati Tahran’ın silahlanma yönünde olduğu. Batılılar bu konudaki iddialarını Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun kanıtlarıyla desteklemekteler. Bugüne kadar İran’ın NPT’den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmediği bir gerçek ama Tahran rejimi henüz nükleer bir güç de değil, oysa buna karşılık İsrail ilan edilmemiş bir nükleer güç. Evet, bu anlamda Batılılar nükleer silahların yayılması konusunda çifte standart uygulaması içerisinde. Ama İsrail 
ve İran kıyaslaması, bu konuda çifte standarta dayalı yaklaşımın tespiti açısından yegane örnek değil. Örneğin 2006 senesinde ABD Hindistan ile imzalamış olduğu Nükleer Enerji Transferi Anlaşması’nda bilinçli olarak Yeni Delhi hükümetini kayıran istisnai bir uygulama yaptı. 

Türkiye, aslında Orta Doğu’nun nükleer kitle imha silahlarından arındırılması fikrini uzun bir süredir destekliyor. Bu yönde Türkiye, Brezilya ile ortak geliştirdikleri önemli bir güven artırıcı mekanizma olan ‘‘Takas Anlaşması’’ da dâhil olmak üzere silahların yayılmasını önleyecek her türlü güven arttırıcı tedbire destek verdi. Ankara bu yönde sarf ettiği gayretlerine devam edeceğinin sinyalini Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun P5+1’in Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’
ın katılımıyla P5+3’e dönüştürülmesi önerisiyle de somutlaştırmış oldu. 
Arap Baharı’ndan önce bölgenin nükleer silahlardan arındırılması adına MEC 2012 isimli önemli bir girişim mevcuttu. Bu bölge ülkelerinin katılımına açık bir konferansın toplanmasıyla başlayacak süreçti ancak ABD’nin müdahalesi sonucu bu girişim 2012 senesi Aralık ayında askıya alındı. Orta Doğu bölgesinin kitle imha silahlarından arındırılması Türkiye’nin lehine bir durum bu nedenle Ankara hükümetleri bu yöndeki tüm girişimleri desteklemektedir. Bugün Arap Baharı’nın yaratmış olduğu ilave güvenlik sorunları bağlamında bu tür girişimlerin işlerlik kazanması şimdilik imkânsız görünüyor. Bu nedenle, Batılı uzmanlar da bazı spesifik silahlar üzerinde yoğunlaşıp kitle imha silahlarını tümden ortadan kaldıracak kapsamlı bir konferans yapılıncaya kadar süreci yeniden canlandırmak üzere bazı pratik ve rahatlatıcı çözüm arayışları içerisine girdiler. 

8. Japonya’daki deprem ve tsunaminin neden olduğu Fukuşima hadisesinden sonra dünya kamuoyunda nükleer enerji karşıtı bir hava oluştu. Genel olarak, bütün gelişmiş ülkelerin nükleer santrallerden vazgeçmeye başladığı ve bu santralleri kapatmaya yöneldiği dile getiriliyor. Sizce gerçekten nükleer enerjiyi kullanan ülkeler böyle bir yola mı girdi? Bu ülkelerde yeni santral inşa projeleri yok mu? 

Evet, bu konuda en tipik örnek Almanya ama bu konuyla ilgili bir başka gerçek de Bonn hükümetinin komşularının nerdeyse hepsinin ya nükleer reaktöre sahip olduğu ya da olmak üzere olduğudur. Dolayısıyla, bugünün mevcut koşullarında Almanya gerek duyduğu anda enerji gereksinimi kolay ve ucuz olarak sınırlarının hemen yanı başındaki komşu ülkelerden tedarik edebilecek durumdadır. İşte tam da bu nedenle Japonya’daki Fukuşima 
nükleer reaktör hadisesinden sonra Bonn hükümeti hiç de zorlanmadan nükleer reaktörlerini kapatma kararı alabilmiştir. Günümüzde nükleer reaktör talebi en çok gelişmekte olan ülkelerden gelmektedir, bu bilinen bir gerçek. Bunun bir sebebi gelişmiş ülkelerin pek çoğunun uzun bir zaman önce yeterli sayıda nükleer reaktör edinmiş olmasıdır. Dünya haritasına baktığımızda örneğin Avrupa kıtasında neredeyse her yerin nükleer reaktörlerle dolu olduğu görürüz. Benzer bir şekilde dünya’nın diğer gelişmiş bölgelerine de baktığımızda 
durumun farklı olmadığını görürüz. Gelişmiş ülkeler nükleer reaktör konusunda çoktandır önemli bir doyum noktasına ulaşmış olduklarından günümüzde bu ülkeler artık yalnızca mevcut reaktörlerin yenilenmesi ya da değiştirilmesiyle ilgilenmektedirler. Bir yandan da bu ülkeler nükleer reaktör güvenliğinin mükemmelleştirilmesi gibi sofistike konularla uğraşmaktadırlar. 

Bugün, bazı çevreler ısrarla gelişmiş ülkelerin az gelişmiş ülkelere kıyasla daha az reaktör talebinde bulunduklarını iddia etmek suretiyle yeni nükleer enerji talebiyle ortaya çıkan ülkelerin meşru taleplerini göz ardı etmeye çalışmakta ve mümkünse bu ülkeleri bu yoldan geri döndürmeye uğraşmaktadırlar. Bu kabul edilebilecek bir husus değildir. 

Günümüzde, gelişmiş ülkeler nükleer reaktör konusundaki faaliyetlerini sadece enerji gereksinimi ile sınırlı tutmamaktalar. Bu ülkeler aynı zamanda nükleer teknoloji transferi sağlamak yoluyla nükleer enerji piyasasında öncelikli bir yer tutmak gayreti içerisindeler. Bu yüzden enerji zengini Rusya Federasyonu bile yeni nükleer reaktör edinmek için bugün girişimde bulunmakta. Fransa ise yıllık elektrik üretiminin %75’ini nükleer reaktörlerden sağlamakta. Bu örnekler karşısında aslında fazla bir şey söylemeye gerek kalmıyor. Bugünün koşulların da, çarpıtılmış bilgilerle yola çıkıp Batılı ülkelerde nükleer reaktöre talep azaldı diye Türkiye’nin enerji tedarikinde önemli bir kolaylaştırıcı faktör olacak nükleer 
enerji mevzusunu göz ardı etmek hiç de akılcı bir yaklaşım değil. 

9. Nükleer santrallerin en çok gelişmiş ülkelerde bulunduğunu görüyoruz. Türkiye gibi ülkelerde nükleer enerjiye geçiş konusunda en fazla tepki gösterenler de yine bu ülkeler. Bu bir Paradoks değil mi? 

Türkiye’nin enerji bağımlılığını aşmasının tek yolu enerji sepetini zenginleştirmekten geçmektedir. Bu sepet içerisinde Türkiye %10’luk bir kısmı nükleer enerjiye ayırmış durumda. 
Nükleer reaktör ve enerji transferinde tekel konumunda olan ülkeler bugün yeni reaktör talebiyle ortaya çıkan ülkelere nükleer transfer konusunda, daha önce de söyledik, cimri davranıyorlar. Bunun bir nedeni, N5’lerin olası bir nükleer silahlanma ihtimalinin önünü kesmek istemeleri iken bir diğeri ise nükleer enerji konusunda süregelen tekel konumlarını sarsmamaktır. Nitekim ABD Güney Kore ile ilgili nükleer enerji anlaşmasının yenilenmesi sırasında Seul’un kendi topraklarında uranyum zenginleştirme ve plütonyum geliştirme yönündeki isteğini reddetmiştir. Türkiye ise gerek Rusya gerekse de ABD ile imzalamış olduğu nükleer teknoloji transferi anlaşmalarında NPT’nin 4. maddesinden kaynaklanan nükleer enerjiyi kendi toprakları üzerinde üretme hakkından vaz geçmemiştir. 

Türkiye son on yıllarda kaydettiği iktisadi büyüme sonucu hızla artan enerji gereksinimini karşılayabilmek için hidro-karbon kaynak ve geçiş güzergâhlarını çeşitlendirmek için çeşitli plan ve stratejiler yaptı. Ankara bu bağlamda önceliğini bir yandan doğalgaz ve petrol boru hatlarının kaynak ve geçiş yollarını çeşitlendirmeye verirken bir yandan da alternatif kaynak olarak tercihini hem yenilenebilir hem de nükleer enerji tedarikinden yana yapmıştır. 

10- Petrol üretimi alanında OPEC var. Rusya da bir kaç yıl önce doğalgaz konusunda merkezi S. Petersburg olması düşünülen OPEC benzeri bir yapılanma oluşturmaya çalıştı ama başarılı olamadı. Bütün bunlarda asıl amaç enerji alanında tekel veya kontrol merkezi olmak gibi görünüyor. Sizce nükleer enerji konusunda da böyle bir yapılanma meydana getirmek isteyen devletler var mı? Varsa bunu hangi sebeplerle istiyorlar? Bu devletlerin talepleri Türkiye gibi nükleer enerjiye henüz geçememiş ülkeleri nasıl etkileyebilir? 

Uluslararası alanda yeni nükleer reaktörlere kesintisiz yakıt sağlanabilmesi için çok uluslu nükleer yakıt bankalarının kurulması konusunda Rusya ve ABD hâlihazırda sıkı bir işbirliği içerisinde. Nitekim bu çerçeve içerisinde Rusya Federasyonu’nun Angarsk’ta böyle bir banka kurduğunu biliyoruz. Benzer bir mantıkla, Uluslararası Atom Enerji Kurumu denetiminde de çok uluslu bir nükleer yakıt bankasının kurulması fikrinin kabul edildiğini biliyoruz. Nükleer reaktör talebi ile ortaya çıkan ve kendi nükleer yakıtını geliştiremeyecek 
konumda olan ya da bu haktan vazgeçmiş ülkelere nükleer yakıt temini için bu bankalara ihtiyaç olduğu bir gerçek. Ancak, nükleer yakıt üretmekten yoksun ülke sayısı artıkça bu durum doğrudan N5’ler lehine işlemekte. Tıpkı hidro-karbon konusunda olduğu gibi nasıl bugün bir OPEC gerçeği varsa N5’ler nükleer reaktör talebiyle ortaya çıkan ülkelerin enerji üretim imkânlarını kısıtlamak suretiyle bu sefer de bir nükleer OPEC yaratmak istemekteler. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder