3 Şubat 2017 Cuma

BEYİN FIRTINASI - KIBRIS'TA NEREYE GELDİK, BÖLÜM 1



BEYİN FIRTINASI - KIBRIS'TA NEREYE GELDİK,  BÖLÜM 1



BEYİN FIRTINASI
Yazar:
KIBRIS SORUNU VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
KONUK: EMETE GÖZÜGÜZELLİ


I- GİRİŞ


Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ- Efendim, hepiniz toplantımıza hoş geldiniz. Kıbrıs süreci yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor ve KKTC'nin tavsiyesinde ne yazık ki hızla ilerlendiğini görüyoruz. Sayın Denktaş'ın yaptığı son açıklamada, Meclis'te yaptığı son açıklamada bu tespiti güçlendirir, destekler nitelikte. Tabii ki Kıbrıs'ta milli muhalefet önümüzdeki günlerde ve aylarda yeniden yapılanmak, yeniden mücadele azmi kazanmak; belki bu süreçte içerisinden yeni bir milli davayı üslenecek lider çıkartabilmek durumuyla karşı karşıya.

Biz bugün bu toplantıyı, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsünün bu toplantısını Kıbrıs meselesinin ulaştığı yeni aşamayı ele almak ve birlikte sizlerle değerlendirmek için düzenledik. Diğer toplantılarımızdan farklı olarak toplantı kayda alınıyor; daha sonra deşifre edilecek ve toplantı notları size iletilecek. Tabii sizinle birlikte bizim gibi duyduğunu, düşündüğünü ve hissettiğini bildiğimiz kişilere de sınırlı sayıda iletmeyi bir kurum politikası olarak gerçekleştireceğiz.

Ben sözü daha fazla uzatmadan Emete Hanıma vermek istiyorum. Emete Hanım KKTC Dışişleri Bakanlığında çalışıyordu; uzun seneler çalıştı. Ancak yeni hükümetin gelmesiyle birlikte oradan ayrılmak zorunda kaldı; hepiniz nedenlerini anlayabilirsiniz. Çünkü KKTC'ye inanıyor. Şimdi Türkiye'de, fakat KKTC'deki milli davayı omuzlamış ve mücadeleyi bütün gücüyle sürdürdüğünü görüyoruz. Onun için de kendisine ayrıca teşekkür ediyoruz. Emete Hanım buyurun söz sizin.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Şimdi öncelikle hocam, şahsınız başkanlığında burada bulunan bütün yetkili kişileri çok teşekkür ediyorum bana böyle bir fırsat tanıdığınız için. Gerçekten bu gelinen süreçte Kıbrıs meselesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin tasviyesini öngören Anayasa değişikliğinin yaratılması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından alınan Aresis Davası sonucuyla çok ciddi bir sürece doğru gidiyoruz. Kıbrıs artık neredeyse bir Girit olabilecek bir pozisyona doğru gidiyor.

Öncelikle ben bir Arestis Davasından başlayarak sizlere açıklamalarda bulunmak istiyorum. Arestis Davası 1998 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Xenides Arestis'in "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti diye bir devlet yoktur. Benim Maraş'ta bıraktığım mülklerime, yarım dönüm meyve bahçeme, annemden kalan bir evim, apartmanıma ve diğer iki evime gidemiyorum. Türk askerinin oradaki işgalci varlığından ötürü bunu gerçekleştiremiyorum. Bana bir ayrımcılık yapılıyor. Ben Hıristiyan-Ortodoks'um. Ben Kıbrıslı Rum olduğum için Türkiye bana ayrım yapıyor. Bu düzenin ortadan kalkması lazım ve ben malıma mülküme geri dönmek istiyorum" şeklinde Louizidou gibi bir başvuruda bulunuyor. Tabii mahkeme bu çağrısına, bu şikayetine olumlu cevap vererek 23 Aralık'ta karar alıyor. Tabii bunun öncesinde hepinizin bildiği gibi Louizidou Davası vardı. Louizidou Davasında en büyük hatamız bu davada çıkan kararı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin karanını kabul etmekle oldu. Bütün siyasi baskıları hukuki bir zemine soktuk ve burada iki aşamalı öngörülen Louizidou Davasının ilk aşaması tamamlandı, tazminat ödendi 1 milyon Euro'dan fazla olarak. İkinci aşaması da 2006'da önümüze gelecek Strazburg'da Aralık'ta ve mülkünün iadesi konusu olacak. Tabii Louizidou Davası bu aşamaya girerken arkadan Arestis Davasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir baskı yolu kullanmak istiyor Türkiye üzerinde. Neden; Adadaki Türk askerini çekmesi için; Adadaki Türk askerinin varlığının yavaş yavaş askersizleştirmeye doğru götürülmesi için. 1996 yılında, 1998 yılında ve arkadan gelen kararlarda Avrupa Parlamentosu Türkiye'ye yine çağrılarda bulunmuş ve askersizleştirme çağrısında bulunmuştur. Şimdi Arestis Davasının sonuçlanmasıyla kamuoyuna baktığımız zaman "müthiş bir zafer kazandık, tazminat ödemiyoruz, bize imkan verildi, KKTC'nin iç hukuku tanındı, böyle bir uygulamaya gidiyoruz" diye büyük bir psikolojik savaş propagandası başlatılmış medya tarafından.

Kıbrıs'a baktığımız zaman Kıbrıs'ta da aynı şekilde hükümet politikası bu yönde ve bu uygulamaları yapıyor. Ancak nihayetinin, gerçeğin böyle olmadığını görüyoruz kararı incelediğimizde. Tam anlamıyla Türk askerinin işgalci olduğunun Türk Hükümeti tarafından kabul edildiğini görüyoruz ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yapılan yasa değişikliğiyle "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine Kuzeyde kalan bütün tapuların aittir" olduğu maddesi, yani 159 uncu madde ortadan kaldırılarak yeni şekline sokuluyor. Bu yeni şekliyle de "bu kuzeyde kalan mallar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti tapusuna ait değildir; eski Rum malları" anlamını içerecek uygulamaya başlatıyorlar ve bir komisyon kuruyorlar. Bu komisyon kendisine 100 YTL veren, iki yıl içerisinde başvuracak, Kuzeyde malı olduğunu iddia eden ve bunu ispatlayabilen şahısların başvurusu sonucunda uygulamaya alınacak. Bu uygulamaya başladığı esnada hemen iade edilecek olan araziler tespit edilmiş bizim hükümetimiz tarafından, komisyon tarafından ve bunlar da kuzeyde kullanılmayan mülklerin hemen iadesi öngörülüyor. Tabii burada ilk olarak baktığımız Maraş Bölgesi, Karpaz Bölgesi; Lefkoşa'da, Kuzey Yurt'ta devletin arazisi olup da çiftçilere kiralanan araziler gündeme geliyor.

Tabii bütün bunların ötesinde Rum Başpiskoposluğu yarın kilisede bir başvuruda bulunabilir "Ben kiliseleri kullanmak istiyorum" diye. Kiliselerin de oldukça geniş bir arazisi var. Tüm bunlar olurken, tüm bu yasalar gerçekleşirken Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Yorgos Yakovu bir açıklama yapıyor ve diyor ki: "Sözde kuzeyde kurulan komisyon bize yüzde 4 oranında bir toprak vermeyi öngörüyor, ama biz bunu kabul etmiyoruz. Çünkü kuzeyin yüzde 88'i bizim ve yüzde 12'si Türklere ait."

Adamlar bu mantalitede, bu yaklaşımda Kıbrıs davasına baktıklarından hem de komisyonda ilk etapta belki bu kadar oranı elde etme sebebi nihayetinde yüzde 88'e ulaşma hedefleri için mücadele edecekleri ve Avrupa Birliğinin de bu yönde kendilerine destek vereceği ortadadır.

Yine şu an Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde halk arasında yaptığımız "bu konuya nasıl bir çözüm buluruz, halk ne düşünüyor?" konulu bir araştırmada gazeteye çıkan bir haberde, Yeni Düzen Gazetesinde Magosa bölgesindeki halkın karardan olumlu bir karar olduğunu yalnız daha fazla aydınlatılmaya ihtiyacı olduğunu vurguluyorlar. Diğer kesimlerde olan insanlar şu an kendilerinin ellerinden topraklarının gideceğinin farkında değiller. Çünkü böyle bir uygulama benim elimdeki malımı götürmeyecekmiş mantığıyla bakıyor insanlar ve dolayısıyla da tam bilinçlenme, bilgilendirme politikası olmadığı için durum biraz kritik gibi. Şimdi Kıbrıs'ta yine bazı evler gezilerek siyasi parti temsilcileri tarafından, bu kararı alan temsilciler tarafından insanlara baskı yapılmaya çalışılıyormuş; biraz sivri takılan, tutumlar sergileyenlere "siz ne yapmaya çalışıyorsunuz; bizim aldığımız bu karar hem Türkiye Cumhuriyetinin isteği, hem de Kolordu Komutanının istemi üzerine olmuştur. Kolordu Komutanı buna onay vermiştir" diyorlar. Şimdi ben burada çok büyük bir tehlike görüyorum. Çünkü halk arasında böyle bir propaganda başlatırsa halkın askereolan güveni, bir tek güveni askere kalmıştır ve yitirilmeye doğru götürülecek; güveni sarsılacak ve zaten hedef bu. Askere karşı güveni sarsıp ileride askerin çekilmesi gündeme geldiğinde "zaten siz onay verdiniz bu yasanın çıkmasına; şimdi ne ses çıkarıyorsunuz?" şeklinde bir propaganda yapmak istiyorlar.

Yine bu karar içerisinde 8 inci maddede komuta evine sahip olmadığı gerekçesiyle zaten bu kararı almışlar ve evine gitmesini öngörüyor. 6 ay bir süre vermiş Türkiye'ye ve diyor ki: " Bu 6 ay içerisinde ilk 3 ay çare bulacaksın ve 3 aydan sonra da uygulamaya geçeceksin." O yüzden o tazminat bölümünü boş bırakıyorlar. Eğer Türkiye buna uymazsa o tazminat da gelecek ve arkadan atıfta bulunan bu 1400 dava da Türkiye'ye ödettirilmek zorunda kalacak. Türk Hükümetinin buradaki izlediği siyaset, her zaman Kıbrıs'ı omuzlarında bir kambur olarak görmüşlerdir. Kendileri çok büyük bir hata yapmıştır; Türkiye'nin işgalci olduğunu bir kere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde kabul etmişlerdir ve bizim meşru varlığımızı gayrimeşru statüye düşürmüşlerdir. Çok büyük bir sakıncadır bu bizim için.


Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ- Ödemeyi yaparak değil mi?


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Tabii ödemeyi yaparak Louizidou Davasına ve arkadan bu konu geldiğinde artık bunun devamında elimizi verdik, kolumuzu da alacaklar gibi bir durumla karşı karşıyayız. Yalnız şurada ince bir nokta var: Hükümetin baskı yapılarak Arestis Davasını kabul edilmemesi istenebilir. Çünkü bu dava kararını ilk 7 yargıç almıştı. Bu 7 yargıcın üstünde bir daha üst kurul vardır ve burada 17 yargıç vardır. Eğer Türkiye "ben bu kararı kabul etmiyorum" derse itiraz etme hakkı olur ve biz zaman kazanmış oluruz.

Bu konuyla ilgili Kıbrıs'ta sesimizi duyurmak için 6 Ocak'ta bir miting düzenlemeyi hedefledik ve bunun için çalışmalar başlattık. Bu mitingde ana tema olarak herhangi bir adada uzlaşıya varmadan böyle bir komisyonun kurulması ve Rumlara mülklerinin iade edilmesi bizi Girit olmaya, azınlık durumuna düşmeye, devletimizi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Ancak adada bulunacak çözümle biz herhangi bir konuda komisyon kurulacaksa kurulur veya bir çözüm öngörülür. Yalnız bu aşamada en büyük hedefimiz devletimizin devamıdır ki her zaman devletlerin devamı, devletten devlete esas teşkil edecek koşulların dikkate alındığı bir ortamda biz müzakerelerde bulunmalıyız diyorum.

Benim söyleyeceklerim şimdilik bunlar. Soru olursa cevaplamak isterim.


Prof. Dr. ÜMİT ÖZDAĞ- Evet, Emete'ye çok teşekkür ediyorum. Armağan Paşamın sorusu vardı, albayımın bir sorusu var.


ERTUĞRUL ÖZTOP (Emekli Kurmay Albay)- Tabii daha önce Kıbrıs'la ilgili ben de birçok çalışmaya katıldım. Oradan edindiğim tecrübelere binaen göndermiş olduğunuz dokümanları da inceledim; Emete Hanımın çalışmasını da inceledim. Bu çerçevede ben tekniğe fazla girmeden global bir değerlendirme bu safhada yapmak istiyorum. Daha sonra teknik ayrıntılara da tabii girebiliriz.

Şimdi bana göre bu yasayla kazancımız sadece Türkiye'ye zaman kazandırmak, başka hiçbir kazanç yok. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kurulan Tanzim Komisyonunu tanımaması durumunda bu da mümkün olmayacak, bu zaman da kazanılamayacak ve bu olasılık da oldukça yüksek. Yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu komisyonu tanımama olasılığı da çok yüksek şu haliyle, bu yasayla. Kayıplarımızsa çok büyük olacak. Bu yasayla Annan Planı çerçevesinden ne kadar geriye gidebileceğimiz açıkça ortaya konmuş durumda. Amaç bölümünde iki kesimlilik esası yer almakla birlikte, uygulama sonucu zaman içerisinde bu yasayla tamamen bir kere ortadan kalkacak. Biraz önce de Emete Hanımın da söylediği gibi yüzde 88'i Rumlara ait; bunların hedefi sürekli olarak oraya yürümek olacak. Sonuçta nasıl bir iki kesimlilik olacak bunu da nasıl bu amacın içine koymuşlar; ben algılamakta güçlük çekiyorum. KKTC'nin yok oluş süreci hızlanacak bu yasanın uygulamaya geçmesiyle birlikte. Benim değerlendirmem muhtemelen 15-20 yıl içerisinde KKTC de tarihe karışacak. Çünkü bu komisyon tanınır, Rumlar da mallarının iadesini isterse, komisyon ne karar verirse versin, sonuçta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidip bunu alabileceklerini değerlendiriyorum. Yani "ben malımı vermeyeceğim" dese dahi, "ben bunu tazminatla ödeyeceğim; güvenlikle ilgili bu bölgede sorun var" dese bile, bir üst mahkeme Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidip bu hakkı alma şansları var ki rahatlıkla da alabileceklerini değerlendiriyorum şu ana kadar ki uygulamalara baktığımız zaman. Bu durumda KKTC topraklarının 2/3'ü kadarı, belki daha fazlası Rumların eline geçecek ve Türkler bu bölgede de azınlık durumuna düşecekler ki bu Annan Planına göre de çok kötü bir durum. Annan Planında bu 1/3'tü; Rumlara verilecek 1/3'üydü. Burada 2/3'ün de üzerine çıkacağı görülüyor. Bu yasa dikkatle incelenirse, komisyon Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin rolünü üslenecek. Hatta bir nevi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin alt mahkemesi gibi -yani onu bir üst mahkeme gibi görürsek- onun altındaki bir mahkeme, ona bağlı bir mahkeme gibi çalışacak. Çünkü burada herhangi bir olumsuzluk olursa, arzu ettiğini alamazsa bir üst mahkemeye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidebilecek bu insanlar. Louzidou Davasına emsal olarak karar vermek durumunda kalacak bir de. Çok büyük bir hatayla bunun zamanın hükümeti, Abdullah Gül'ün dönemindeki hükümet ödedi. Düşük tazminat vermesi durumundaysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidip bu tazminatı arttırmak da yine mümkün olacak. Sonuçta Louzidou'ya ödenen tazminat esas alınırsa karşımıza nasıl bir rakam çıkacağını tahayyül etmek bile gerçekten zor; 40-50 milyar dolar gibi rakamlar çıkıyor. Ki bu sadece kullanamamasının doğurduğu sonuç olarak çıkıyor. Malınızı veriyorsunuz bir de üstüne para veriyorsunuz; böyle bir durum var. Bu durumda da kaderimiz Annan Planında olduğu gibi Rumların eline kalmış olacak. Ancak Rumlar komisyona müracaat etmezlerse kurtulabileceğiz. Sayın Rauf Denktaş'ın daha önce Annan Planında "Allah Rumlarndan ve Ruslardan razı olsun" dediği bir konum çıkacak karşımıza. Aksi taktirde, yani Rumlar müracaat ederse bu komisyon eliyle KKTC'nin tarihe karışma yolu açılmış olacak. Ayrıca şimdiye kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'yi işgalci konumda değerlendirirken, bu komisyonun kurulmasıyla kendi kendimiz işgalci olduğumuzu onaylamış oluyoruz ve kendi kalemize gol atmış oluyoruz. Sanki 1974 öncesi Kıbrıs'ta hiçbir şey olmamış, biz Kıbrıs'ı işgal harekatını gerçekleştirmişiz. Bu Rumların "Kıbrıs sorunu 1974'te başlamıştır" teziyle örtüşüyor. Yani biz bir nevi Rumların tezini kabul etmiş oluyoruz. Bu herhalde dünya tarihinde ender görülen bir durumdur diye değerlendiriyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Louzidou ve Arestis Davalarına bakacak olursak, her bir davanın karar alma aşamasına 6-7 yıllık bir süreçte geldiğini görebiliyoruz. Yani Louzidou 96'da başlamıştı, öbürü 98'de. İşte 98'de başlayan 2005'te, öbürü 2003 diye bakarsak işte 6-7 yıllık bir sürede karar aşamasına gelebiliyor. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin önünde değişik konularda çok sayıda dava var; ciddi bir yığılma söz konusu. Tabii sadece Türkiye'yle ilgili değil, birçok ülkeyle ilgili var. Yani zaman kazanmak istiyorsak, olayları kendi mecrasına bırakarak da bunun mümkün olabileceğini de düşünüyorum. Halbuki komisyon sadece bu konuyla ilgilenecek; sadece Rumların müracaatlarını değerlendirecek. Sanki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin daha önce de ifade ettiğim gibi bir alt mahkemesi gibi çalışacak ve onun işini kolaylaştırarak süreci hızlandırmış olacak. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi iç hukuk yolunun açılması ve kendi arzu ettiği standartta bir komisyonun kurulmasını bizim hayrımıza istememektedir. Aksine Louzidou Davasında verdiği yanlış siyasi karar ve bu kararın Sayın Abdullah Gül Hükümetinin uygulaması sonucu artan davaların önümüzdeki süreçte Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliğini güç durumda bırakacak sonuçlarını bertaraf etmeye çalışmaktadır. Çünkü bunlar arttıkça tabii ki bir yerden sonra Türkiye'nin zaten bunları ödemesi mümkün olmayacak ve sonuçta Avrupa Konseyi de zorlanacak. Yani bunları nasıl uygulatacak? Sonu gelmeyecek; şu anda bin 400 civarında dava görülüyor. Bunun 95 tanesi için Türkiye'den görüş istenmiş, 35 tanesi kabul edilebilir pozisyona geçmiş bu davaların. 140 bin göçmen üzerinden hesap edildiği zaman sadece kullanamamasından dolayı 40-50 milyar dolar var. her ne kadar bugünkü koşullarda bunların komisyona müracaat etme olasılığı düşük gibi görünse de -işte bir yasa tasarısı hazırlandı "şu kadar yıl hapis verilecek" gibi- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu komisyonu Türkiye'nin bir iç hukuk yolu gibi göreceği, yani bunun KKTC'yi dolaylı tanıma anlamına gelmeyeceği şeklinden bir değerlendirme yapması durumunda -ki bu olasılık bana göre çok yüksek önümüzdeki süreçte- Rumların yeni bir değerlendirme yapmaları ve komisyona müracaat etme olasılığının da artacağını da gözardı etmemek gerekir diye düşünüyorum. Sonuç olarak KKTC Anayasasına aykırı olan -ki birazönce Emete Hamın belirtti 159 uncu madde- bu yasanın yüksek mahkeme tarafından geri çevrilmesini ve Anayasa değişikliği gerektiğini ortaya koymasının mevcut siyasi yapının bunu gerçekleştirmeye uygun olmaması da Türkiye'ye zaman kazandırabilecektir. Yani bu kozu kullanarak zaman kazanmak istiyorsak gene kazanabiliriz. Anayasa Mahkemesi bunun Anayasaya aykırı olduğunu ilan edecektir. Kıbrıs'taki mevcut siyasi yapı Anayasa değişikliğine şu anda elvermemektedir. Böyle bir şeyin arkasına sığınarak arzu edilen sadece zaman kazanmaksa, yine bir zaman kazanmak mümkün olacak.


MUSTAFA KÜÇÜKÇAKIR- Af edersin niye zaman kazanmak istiyoruz? Yani neyin zamanını kazanacağız?


ERTUĞRUL ÖZTOP- Hayır zaman kazanılmasını falan düşünmüyorum. Ben şunu söylüyorum: Daha önce tartıştığımız terör konusu neyse bu da o. AB süreci yürüdüğü sürece, biz bu şeyin kuyruğuna takıldığımız sürece bundan kurtuluşumuz yok her konuda. Daha önümüze neler çıkacak. Şu anda tabii karşımızda en ciddi 2 konu var: Birisi Kıbrıs, birisi terörle mücadele.

Benim şu andaki değerlendirmem bu kadar. Emete Hanımın söylediklerinin de hemen hepsine katılıyorum; yani ben de bütün hepsini okudum. Farklı düşünmüyorum diğer konularda ve benim değerlendirmem de bu şekildedir.


ÜMİT ÖZDAĞ- Sağ olun, teşekkür ederim. Armağan Paşam buyurun.


Em. Tümg. ARMAĞAN KULOĞLU- Ben hem birkaç konuya değinmek istiyorum, hem de Emete Hanıma konuya derinlemesine girmediği için bir de soru sormak istiyorum sonuçta.

Şimdi bu KKTC'de kabul edilen kanun Türkiye'nin arzusuyla ve isteğiyle, birnoktada da baskısıyla kabul edilmiş olduğu yolunda birtakım ifadeler var. Bunun sonucunda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde hukuki düzeyi tartışılır bir komisyon teşkil ediliyor ve bu komisyonun içerisinde de iki tane de yabancının bulunması öngörülüyor. Bu yabancıların da garantör ülkelerden olmaması şartı getiriliyor. Örnek verecek olursak mesela bir tanesinin Hollanda'dan, bir tanesinin de Danimarka'dan olduğunu düşünelim bu yabancıların. Bunların Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki toprakların güvenlikle ilgili olup olmadığı, karşı tarafın haklı olup olmadığı veya KKTC'de oturanların ne dereceye kadar bugün kullanma hakkının bulunduğu hususunda ne kadar bilgiye sahip olduğu meçhul. Tabii ki böyle yabancıların bulunduğu bir komisyondan da nasıl sonuçlar çıkacağı konusu da tamamen ortada kalıyor.

İkinci konu, burada her ne kadar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti içerisinde hukuki statüsü tartışmalı da olsa bir komisyonun varlığının kabul edilmesi, Kuzey Kıbrıs Tük Cumhuriyetinin dolaylı olarak kabul edilmese dahi varlığının bir noktada tescil edildiği konusunda iddialar var. Acaba böyle bir konuyusağlayabiliyor mu, sağlayamıyor mu? O kanun açısından burada bakmak gerekiyor. Ancak en önemli konu bizim çözümde ortaya koyabileceğimiz toprak hususunu baştan fazlasıyla kaybettiğimiz ve karşısında herhangi bir başka argümanımız olmadığından, karşı tarafla müzakere edebilecek bir hususumuzun tamamen ortadan kalktığı da hepimiz tarafından malum. İşin en kötü tarafı, biraz önce Ertuğrul Beyin de ifade ettiği gibi, o zaman 1974'de yapılan harekat tamamen haksız ve istinatsız; biz oraya tamamen işgal maksadıyla gittik, toprak kazanmak maksadıyla gittik; yeni bir devlet kurmak maksadıyla gittik. Bundan dolayı da bunun böyle olduğu ancak işte 31 sene sonra ortaya çıktığından, madem ki biz böyle gittik, oradaki insanlar mağdur oldu; bunlarınkullanma haklarından doğan tazminatlarını verelim ve bu toprakları, bu taşınmaz malları da kendilerine iade edelim diye bir durumla kendimizi karşı karşıya bırakıyoruz; uluslararası ortamda savunduğumuz bütün sağlam enstrümanları da karşı tarafın eline veriyoruz. En önemli konu bu.

Biraz önce Mustafa'da ifade etti; zaman kazanacağız. Peki, zaman kazanacağız. Ne zamana kadar zaman kazanacağız? Anlaşıldığı kadarıyla zaman, Kıbrıs'ta kapsamlı bir çözüm bulununcaya kadar zaman kazanmak; konu bu. Kapsamlı çözüm içerisinde toprak konusu nasıl çözülecekti bizim şeyimize göre; toplu takasa girmek. Yani karşı tarafta kalan mallar ve şeylerle, bu tarafta alanları global takasa girmek suretiyle bu kabul edilecekti. Şimdi Kıbrıs Davasının sonunda bu toplu ve global takasın kabul olduğun farzı kabul edelim; biraz zor olacak, ama olduğunu kabul edelim. Peki bu kabul oluncaya kadar ne kadar zaman geçecek? Belki bir 8 yıl, belki bir 9 yıl. 8-9 yıl içerisinde bu komisyonun aldığı kararlara istinaden çıkan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanması ne olacak; Siyasi yollardan çözüm bulunursa takasla mı, yoksa hukukla mı? Bu da son derece … olan bir konu. Yani zaman kazandığınız zaman sonundaki uygulamanın ne olduğunu da bilemiyorsunuz.

Şimdi gelelim soru olacak kısma: Biz niye bu işe bu kadar Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olarak heveslendiler ve KKTC'de bunu kabul etti? Neydi konu; Louzidou Davasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin çok yüksek miktarda bir tazminat talebinde bulunması ve Türkiye'nin bunu ödeme mecburiyetinde kalması; arkasından gelecek davalarda da bunları ödeye ödeye ödeyemeyecek duruma gelmesi söz konusu olduğunda, çözüm oluncaya kadar zaman kazanmaya yönelik bir politika izlenmeye çalışılıyor. Peki, ödemezsek ne olur? Bunun altını çizmemiz ve bunun üzerinde düşünmemiz lazım. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi neyin mahkemesi? Avrupa Birliğinin mahkemesi değil, Avrupa Konseyinin bir kuruluş olan bir mahkeme. Peki biz Avrupa Konseyinin kurucu üyelerindeniz 1950'deki ve burada üyeliğimiz de devam ediyor. Uygulamazsak ne olur; bizi ihraç ederler. Peki ihraç ederlerse ne olur; ihraç da edebilirler. Bunun da açıklığa kavuşması gerekiyor.

Yani benim sormak istediğim konu, Louzidou Davasında bu tazminatı ödemezsek neler olabilirdi? Bunu tam olarak açıklığa kavuşturabilirsek, o zaman bundan sonraki davaların söz konusu olmasından dolayı kabul edilen bu komisyon ve iç hukukdüzeninin de varlığı ortadan kalkabilir. Onun için bu konunun çok iyi açıklığa kavuşturulması lazım. Çünkü atıfta bulunulan yer o; göz korkusu verilen, "bu olmazsa böyle olur" diye gösterilen yer o. Acaba o gösterilen yerde biz o uygulamayı değil de başkabir uygulama yapsaydık veya bunları kabul etmeseydik Konseyden mi ihraç edileceğiz; bu parayı ödemezsek neler olacak? Avrupa Birliği konusunu ayrı tutuyorum. Çünkü Avrupa Birliği konusu 1 sene sonra biraz önce de görüştüğümüz gibi biraz biraz gündemden kalkacak gibi görünüyor ve mevcut Hükümet dahi oraya doğru bir diz çevirmeye doğru giden bir politikaya doğru gidebilecekmiş gibi görünüyor. Ama Avrupa Birliği konusundan vazgeçtiğimiz zaman bu dava hallolabilecek mi; ona da bakmamız lazım, yoksa Avrupa Konseyinin organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına uyum mecburiyetimizden dolayı Avrupa Birliği süreci olmasa dahi, bu süreç bizi ne kadar zor duruma düşürebilir, nelerden mahrum edebilir; karşısında ne tedbir almamız lazım? Bu konunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Yani bu teknik konu bir açıklığa kavuşturulursa belki önümüzdeki dönemdeki düşüncelerimiz de çok … olabilir.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Ben kendi görüşümü söyleyeyim bu konuda.

Bence Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu şekildeki kararına önceden etmememiz gerekirdi. Başta en büyük hatayı yaptık. Peki etmeseydik ne olurdu? O zaman dediğiniz gibi…


ARMAĞAN KULOĞLU- Hatta ikinci safhası da olabilir; bundan sonra etmesek ne olur?


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Bir ihraç konusunda baskı getirirlerdi bize. Yalnız şöyle bin durum var: Ben Türk Hükümetine baktığım zaman, bu siyasi etapta bu davayı kabul eden hükümet, kendisine gelen en ufak siyasi baskıları kabul… Yıllarca direnen, bu konuda taviz vermeyen şekilde adım atan hükümetlerden değildi karşımızdaki hükümet. Çok taviz veren, en ufak bir baskısında baş eğerek "tamam, gereğini yaparız" şeklinde davranan bir hükümet olduğu için bu ortamda bunun olması çok zordu. Siyasi blöf de yapabilirlerdi "ödemiyoruz" şeklinde, ama gene Avrupa onu çeker kolundan ve bunu ikna ederdi.

Şimdi Avrupa Parlamentosuna bakıyorum ben. Avrupa Parlamentosunun bile kendi çapında almış olduğu kararlar doğrultusu nedir işte; en büyük kararlarından birisi de adanın askersizleştirilmesi yolunda devamlı olarak Türkiye'ye yaptıkları baskı; ki bunu hiç gündeme getirmiyorlar, basında açıklanmıyor. 96-98'de çok önemli kararlar aldılar. Bu yönde zaten çalışıyorlar ve bu hükümetle bizim siyasi kararlılığımız olmadığı için, siyasi alanda biz yıllarca "devlet" dedik konfederasyonun siyasi şekli temelinde; mevcut hükümet de tamamen siyaset değiştirilerek birleşik Kıbrıs'a döndürülmüş. Birleşik Kıbrıs siyaseti olunca, hal böyle olunca tabii adadaki Türk askerinin varlığı bile gayri meşru duruma sokulmak istenmiş ve bu gerçekleştirilmiş. Türk hükümeti de bunun en büyük ortaklarından bir tanesi. Kendi kendimize bu konuda yıllardır Rum'un 89 Ulusal Konsey Kararlarından beri iddia ettiği "Adanın güneyi bizimdir, oradaki Türk askerini dışarı atacağız, Türkiye'yi dışarı atacağız, Türkler azınlıktır" şeklindeki hükümleri veya bu şekildeki talepleri adayı Yunan yapma şeklinde ve "Türk askeri işgalcidir" söylemlerini biz kabul ettik. Kıbrıs Davası bize göre 63 olaylarıyla başlar en belirgin haliyle; Rumlara göre 20 Temmuz 1974'te başlar. Bu 20 Temmuz 1974'ü Türk hükümeti kabul etmiş ve KKTC'deki kurulacak komisyonla da ödenecek rayiç bedellerini 20 Temmuz 1974'den itibaren almış. Bu çok sakıncalı bir durumdur. Anayasa Mahkemesi Başkanı Kıbrıs'ta bu konuda ciddi bir tutarlılık göstermiş ve "Anayasa aykırıdır bu yapacağınız değişiklik" derken hükümet bunu dikkate almadı ve komisyonu kurdurttular. Daha doğrusu Anayasa değişikliğine gittiler.

Şimdi bir noktaya daha değinmek istiyorum ben: Hukukistatünün varlığının kabulünden bahsettiniz ve bu hukuki statünün varlığıyla ilgili bazı söylentiler var: KKTC'deki böyle bir komisyonun kurulması en azından KKTC'deki bir statünün varlığının kabulü de olur.Ben buna aslında katılmıyorum; neden katılmıyorum? Çünkü Avrupa Birliği bugün Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini Türkiye'nin bir alt idaresi olarak görür ve hiçbir şekilde muhatap olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini almaz. Her yapacağı, muhatap bir konu olduğunda direkt Türkiye'yle görüşürler. Böyle bir durumda KKTC'de bu komisyon kurulmuş, toprak verecek, vermeyecek… Bu sadece Türkiye'ye yardımcı olacak olan bir şeydir. Yani Avrupa Birliği zaten 159 uncu maddeyi sakıncalı görüyordu. Çünkü Kuzey, Avrupa Birliğine göre de işgal edilen bir bölge, kontrol edilemeyen bir bölge. Avrupa Birliği bugün kontrol edilebilecek bir bölge haline getirmek istiyor kuzeyi. Dolayısıyla da oradaki tek engel Türk askerinin varlığı; Türkiye'nin oradaki varlığının devam etmesi; o devletin devamı. İşte bu 159 uncu maddeyle o devleti pasifize etmeyedoğru götürdükleri için, bunu gerçekleştirecekleri en büyük engel buydu. Anayasamızda bunu tasfiyeye doğru götürüyorlar şimdi; kuracakları komisyonda da bunu gerçekleştirmeye çalışacaklar. Avrupa Birliği şöyle bir bakacak, verilecek olan bölgelere olacak diyelim: Geldi, oturdu Rum. Askeri tesisler içerisinde alınan kararlarda Bakanlar Kurulu diyor ki: "Onlar hemen devredilmeyecek." Şimdi böyle bir durumda Rum ne yapacak?Tekrar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidecek ve diyecek ki: "Bak işte komşum gitti evine oturdu, ama ben daha ötedeki eve gidemiyorum. Gerçekten işgal var, bunu kanıtlıyoruz" şeklinde siyasi propagandalarla, başvurularla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "tamam, haklısın" diyecek. Türkiye'ye daha çok "sen işgali zaten kabul ettin, askerini çek" baskısı gelecek.

Zaten şu an adada yapılan bütün çalışmaların tek hedefi var, Türk askerinin adadan gitmesi. Tek engel devletti; devleti ortadan kaldırmak için bu hükmü değiştirdiler. Şu an ikici olarak da Türk askerinin gitmesi var. Yakovu'nun bu konuda Rum basınına verdiği 2004'te açıklaması vardır: "Biz adayı 2 aşamada Yunan yapacağız" şeklinde. Birinci aşamada bu ek protokol sürecinde limanların dayatılması, bunu Türkiye'ye kabul ettirme, tanınma ve ikinci aşamada Türk askerinin adadan varlığının gitmesi, Rum göçmenlerin evlerine dönmesi şeklinde. Politice'de çıkan Ekim 2004'teki bir yazıydı bu.

Şimdi hal böyleyken gerçekten bakıyoruz Rumlar hedeflerine adım adım gidiyorlar ve biz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde maalesef bir çalışma yapamıyoruz. Yani buna karşı duracak güç oluşturamıyoruz. Ben Ulusal Birlik Partisiyle görüştüm orada birkaç vekille bu konuyla ilgilenen. Dedim "Efendim, bakın altısında miting olacak, bir şeyler yapalım, sesimizi çıkaralım, Anayasa Mahkemesine gidilsin." Bana söylenen cevap şuydu: "Ulusal Birlik Partisi içinde de bu konuda olumlu düşünenler var. Maalesef orada bulunan vekiller de tam olarak halkın tepkilerini, duygularını dile getirmiyor, ama halk arasından ben aldığım tepkilere baktığım zaman görüştüğüm insanlar çok rahatsız ve bu rahatsızlık da CTP'de olan insanlar da vardır. DP'de de var. Yani vekillerin bu aldığı üstteki karar halk tabanında aynı değil.


ARMAĞAN KULOĞLU- Peki, tüm olarak değil, sadece bu case'le ilgili olarak sizin açınızdan çözüm nedir?


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Bana göre çözüm Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki Türk Halkının önce burada Türkiye'ye sesini duyuracak çalışmayı yaparak -miting konusundan bahsettim-bir şekilde sesimizi çıkarmalıyız. Sesimizi çıkardığımızda bu konunun Anayasa Mahkemesine gitmesi gerektiği konusunda ciddi kararlar alınabilir.


ARMAĞAN KULOĞLU- Anayasaya aykırılığı konusunun işlenmesi lazım.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Anayasa konusu mutlaka ele alınmalı, ama hangi vekillerle. Ben bireysel olarak dava açacağım galiba sonuçta.


ERTUĞRUL ÖZTOP - Var mı öyle bir yetki ben onu soracağım.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Öyle bir yetkimiz sanırım var. Bir avukat arkadaşım "eğer vekiller götürmüyorsa siz götürün" dedi. Adada şu an bir çözüm olmadan, hiçbir şekilde bir görüşme süreci olmadan, iki kesimi de ortadan kaldıracak, bizi tavsiye edecek bir anlaşmaya doğru gitmek veya bu yönde bir karar almak, Anayasamızı değiştirmek ciddi boyutta bir hatadır. Anayasa konusu çok önemli ve buradaki Türk kamuoyuna bizim sesimizi oradaki gerçek halkın duyurması lazım.


ERTUĞRUL ÖZTOP- Kendi ipimizi çekiyoruz bir yerde.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Kendi ipimizi çekiyoruz. Zaten bugüne kadar taviz süresince Türk, Türk'e düşürülerek ortadan kaldırmıştır bu Avrupalı. Bunu çok iyi biliyor.


Dr. KENAN KIRKPINAR- O zaman tüm konuşmalardan ortaya çıkan bir şey var. Bu argo deyimiyle söylenen "Verkurtul" politikasının pratiğe geçirilmiş halidir bu. Biraz da bu bir zihniyet meselesidir. Biz burada bile tartışırken Avrupa Konseyini farklı, Avrupa Birliğin farklı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini Farklı telakki ediyoruz. Oysa bunlar bir bütün; yani oralılar ve onlar. Yani aynı insanlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla onları kendimize zaman zaman hakem, zaman zaman ortak olarak gördüğümüzde; hakem olarak gördüğümüzde karşımıza Kıbrıs'ın tavsiyesi çıkıyor. Nasıl yapılacak bu? Kendi içimizden, yani hem Türkiye Cumhuriyeti Devletinden, hem KKTC'nin içinden insanların marifetiyle yaptırılacak bir şey. Bize kimsenin top, silah çektiği, ateş ettiği falan yok yani "bunu yapacaksın" diye. Kendi mahkememizden bir şekliyle kendi kendimizi, içimizi oyarak, kafamızı onlar gibi düşünmeye zorlayarak bir yere giriyoruz. Evet, burada teknik konuları tartışmalıyız muhakkak, neyi kaybettiğimiziteknik olarak bilmeliyiz, ama sanki bana öyle geliyor ki, bu teknik konuları tartışırken esastan bir şey kaybediyoruz; esastan uzaklaşıyoruz. Yani ben şimdi burada "bütün madde 159'un geçmişine, evveline bakayım" dediğim zaman -göndermişsiniz sağ olun, okuduk- düşündüm ki ben ne yapıyorum. Ben onların arzu ettiği mecraya girdim ve onların kurallarıyla bu oyunu oynamam lazım. Onların kurallarıyla oyunu oynamaya başladığımız zaman kaybettik demektir. Hani şu meşhur sarı öküz-testi hikayesinin bir noktasına geldik biz şimdi. "Çözümsüzlük çözüm değildir" diyorlar. Neyi çözeceksiniz? Çözülerek çözüleceğiz yani; vererek çözüleceğiz.

Başka bir şey daha var: Bu miting düzenleniyor cuma günü herhalde. Türkiye'den de insanlar çağırılacak mı oraya?


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Evet 6 Ocak'ta.


KENAN KIRKPINAR- Ama mesela onun tekniğini konuşmalıyız. Cuma olacağına cumartesi olmalıydı ki insanlar gelebilsin. Pratik bir şeydir bu.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Bayram, arife öncesi olduğu için cuma öğleden sonra tatildir.


KENAN KIRKPINAR- Her neyse çok basit, ama tekniktir. Çünkü insanlar memursam gidemem, iş adamıysam gidemem, ama cumartesi orada olabilirim pekala.

Bir de başka bir şey daha var: Bizim bu insanlarda, yani KKTC'deki Demokrat Parti ve Cumhuriyet Partisiyle, bizdeki şu mevcut hükümetimizle nasıl mücadele etmeliyiz konusunutartışmalıyız. Yani bu kanun zaten çıkmış ve inkar ediyorlar. Mesela biz Kıbrıs'a çıktığımızda garantörlük haklarıyla çıktık. Bunun savaş tazminatını istedik mi bu Rumlardan, aldık mı bunların paralarını. Ölen, şehit olan insanlarımızın hakkı eğer kanunsal hakkımızsa biz de bunları talep etmeliyiz. Geçmişe yönelik biraz evvel elime geldi bir e-mail: Maraş'ın yüzde 90'ının vakıflar arazisi olduğu söyleniyor ve tapusu ondaydı, ama senden evvel de bendeydi bu tapu ve vakıflar da bildiğiniz gibi çok özel bir durumdur. Yani bunları yapmalıyız. Biz dünyaya Kıbrıs'ın Türklüğünü, tamamının Türklüğünü bir şekilde anlatmamız lazım. Evet oradaRumlar da yaşıyor, onların nüfuslarıdır. Ondan hocamın dediği gibi 3'te 2'si mi kalacak bize, 3'te 1'i mi kalacağını o zaman tartışalım. Çünkü bu şartlarda tartıştığımız zaman onların mecrasına giriyoruz.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Ben burada bir şey eklemek istiyorum: Biz dünyaya Türklük varlığını ispatlamaya çalışıyoruz. Aslında dünya oradaki Türklerin varlığından haberlenli ve Türklerin ne olduğunu çok iyi biliyor.


KENAN KIRKPINAR- Biz kendimizi anlatmalıyız bundan önce ama, kendi insanımızı.


EMETE GÖZÜGÜZELLİ- Bakın kendi insanımızdan da öte, bugün dünya için Yunan Devleti veya Hıristiyan milleti için -ki Yunan mücadelesi çok güçlü olduğu için dolayısıyla ilişkilerde etkilidir- tek engel bugüne kadar Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devletinin varlığıydı. Psikolojik direnç noktası olan Kıbrıs Türkleri, devletimiz nasıl tasfiye edileceğini yıllarca düşündüler. Annan Planıyla bunu gerçekleştirebileceklerini gördüler. Hele ki Kıbrıs'taki Türk halkın birbirine kırılması sağlanması için çok psikolojik çalışma yaptılar, propagandalar yaptılar; yalan-yanlış, sinsice ve haince yapılan propagandalar var. Bundan etkilenen insanlar da oldu. Annan Planında yüzde 65 "evet" çıktığında buradaki Türk kamuoyunun birçoğu "yazıklar olsun, Kıbrıs Türkleri sattılar" dediler. Ancak biz Kıbrıs'ta bu konuda mücadele ederken ve insanlarla konuşurken sadece şu mesajı duyduk insanlardan ve devletini sevenlerden: "Türkiye bizi Avrupa uğruna koz olarak mı kullanıyor?" İnsanlar bunu düşündüler. Türkiye bugüne kadar Kıbrıs'ı sadece Avrupa Birliği için mi kullandı? Biz devletimizi istiyoruz; Biz Rum'la bir birliktelik istemiyoruz, devletin devamını istiyoruz. İnsanları kandırmak için neler yapmadılar? Amerikan Elçisinden tutun da Avrupalılara, Türk vekillere kadar köylerde gezildi; ki bugüne kadar Kıbrıs Türkleri, Türk hükümeti ne demişse onu yapmıştır; oradan çıkan mesaja bakmıştır bir kararı verirken. Bugün onların da yüzde 65'i evet dediğinde, her iki halk referandum sonrasında bir kırılma; Kıbrıslılar bizi sevmiyor, oradakiler de "Türkiye'dekiler bizi kullanıyor" diyorlar. Bunu yaratmak için bir oyun…


KENAN KIRKPINAR- Emete Hanım ben başka bir şeyden bahsediyorum: Kıbrıs Halkının günübirlik politikalara şu veya bu şekilde maniple edilmesinin dışında bizim karşı karşıya olduğumuz sadece Kıbrıs'taki Rumlar ya da Yunan değil. Türkler, 1699'dan günümüze kadar fethettikleri tek toprak Kıbrıs parçasıdır ve o bizim KKTC'dir. Bütün dünya, Hıristiyan alemi, haçlı -ne dersek diyelim oraya- zihniyet burada bu toprakların tekrar Türklerden geri alınmasıyla ilgili gizli ittifak halindedirler. Yani bunu böyle gizli kapaklı, arkasında söylemeye gerek yok; bu çok net bir şeydir. Adamlar hiç alakası olmayan bir konudan bahsederken karşıma şöyle şeyler çıkıyor. İsmini de vereyim Prof. William Heigh, Modern Turk Study'in başındadır Londra'daki üniversitede. "Siz o topraklardan çıkacaksınız" dedi. "Niye?" dedim. "Çünkü bu Hıristiyan dünya bunu hazmedemiyor. Yeniden bir Osmanlı'nın yaratılmasını hazmetmiyor. Fetih hareketinize karşı çıkacaktır" dedi. "Bana sorarsan ben de karşıyım" dedi; Türkofil bir adam.

Biz kiminle mücadele ettiğimizi önce bilmeliyiz. Oradaki 150 bin tane Türk vatandaşımızın bu şekilde maniple edilmesi çok kolay ve bu parayla da yapılan bir şey. Nihayet insanlar bir parayla şu veya bu şekilde bir parti de tutuyorlar. Türkiye'de bunun örneklerini gördük biz. Pilavdağıtılarak insanlar oy verdiler bir yeni partiye. Aslında bunun topyekûn bir mücadelesinin nasıl olması gerektiğini söyleyelim. "Ayrıntılara takılmayalım" derken onu demek istedim, yoksa elbette ayrıntılara girecek insanlar.


ARMAĞAN KULOĞLU- O olur; e Türkiye'de de böyle iktidar olur, böyle de partiler olur, böyle de zihniyet olur.O zaman bu iş gider. Treni kaçırmadan başkalarıyla da tek tek uğraşmamız gerekiyor.

…- Biz teknik detaydan çok sonuçta şeye bakıyoruz.

…- KKTC'nin yok edilme sürecinin başlatılması.


ÜMİT ÖZDAĞ- Sayın Büyükelçim esas konu sizde.


Dr. AHMET ZEKİ BULUNÇ- Şimdi aslında son cümleden başlamakta yarar var: Yok edilişin başlama süreci, ilk adımı gibi bir şey söylediniz ya; değil aslında. Gelinmiş olan aşamada son adıma yanaşan, sondan bir önceki veya son diye değerlendirmemiz gerekir. Ancak tabii maalesef özür dilerim ben bir başka toplantıda olduğum için geciktim ve başlangıçtaki açıklamaları pek izleyemedim, ama birkaç nokta not aldım katıldığım noktalar açısından.

Bir tanesi özünü, esasını kaybediyoruz. İşte 159 uncu madde midir sizin söylediniz husus? Bana göre gerçek o. Yani şu anda gelinen noktada o yasanın içeriği şöyleydi, böyle değişti, şu oldu, bu şekle dönüştü şeklinde tartışmalardan çok belki yapılmıştır, ama önce belli tespitleri yapmamız lazım. Bu yasa girişimiyle, daha doğrusu Türkiye'nin böyle bir durumu kabul etmesiyle ne çıkmıştır ortaya siyasi ve hukuki bağlamda. Ama yasanın içeriğiyle ilgili hukuki bağlamda değil, uluslararası hukuk ve siyaset açısından biz ne noktaya geldik veya nereye gittiğimize bir bakmak lazım.

Ondan önce ben Emete Hanımın miting meselesine değinmek istiyorum: Bir kere bunlar yanlış girişimlerdir; şu aşamada yanlış girişimlerdir. Annan Planı döneminde bile biz o miting ortamını, vesairesini yaratamadık; yaratılamadı. Çünkü ne koşullar itibariyle zemin vardır, ne yapı itibariyle zemin vardır, ne de psikolojik olarak insanlar ona hazırdır. Aksine farklı bir yere hazırlanmış durumdadırlar. Miting ve benzeri eylemlerle kendilerine verilen hedeflerden uzaklaşabilecekleri anlayışları maalesef daha ön plandadır şu anda. Yani bir Avrupa Birliği süreciydi, barış süreciydi vesaire. Hele buradan, Türkiye'den Kıbrıs'a miting için insanların götürülmesi veya gitmesi kadar da ciddi bir tehlike bana göre yoktur. Çünkübu kez oradakiler bize dıştan gelip birtakım yakıştırmalarla belli grupları şey etmek suretiyle suçlayıcı ve karşı tavır alıcı durumları da yaratabilir. Kıbrıs'ta miting nasıl düzenlenir veya nasıl düzenlenmesi lazım?

Orada büyük örgütler vardır ve özellikle siyasal partilerin yer almayacağı bir miting hiçbir zaman Kıbrıs'ta başarılı olmaz. Resmi otoritelerin dahil olmayacağı bir miting Kıbrıs'ta gene başarılı olmaz. Dolayısıyla bu boyutunu düşünmemiz lazımdır.

İkinci boyut, Türkiye gerçeğini ve bu Türkiye gerçeğinin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine yansıma gerçeğini de gözardı etmememiz lazım. Bugün biz Türkiye'ye rağmen Kıbrıs'ta farklı bir gelişimi sağlayamayız. Bir kere orada bu gibi şeyleri organize eden çeşitli birimler vardır ve onlar bir kere devre dışıdır. Büyükelçilik bir kere karşıt bir tavırdadır. Büyükelçilik hareketi desteklemektedir. Bütün bunlara karşı ordu devre dışıdır, ordunun yan kuruluşları devre dışıdır. Bunları teker teker söylemeye gerek yok, ama bu olgular var Kıbrıs'ta. Tabii bu olgular varken bizim bir noktaya gelmemiz sağlıklı olmaz. Onun için bunların dışında daha başka konuları, mücadele veya çalışma yöntemlerini almamız lazım. Onu daha sonra tartışmak üzere kapatıyorum şimdi parantezi.

Bir kere Barış Harekatını şu anda bugünkü yaklaşım ve Türkiye'nin temel tezlerini siyasal boyutuyla ortadan kaldıran bir yaklaşım haline gelmiştir. Böyle bir yasanın veya böyle bir önerinin bile -bırakınız yasayı- Türkiye'nin böyle bir öneriyi kabul etmesi temel tezlerden geriye dönmesi demektir. Bizim gerek 75 Nüfus Mübadelesi, gerek Doruk Antlaşmaları ve ondan sonra Birleşmiş Milletlerin gözetiminde sürdürülen çeşitli girişimlerle ortaya konan belgelerde -işte … Fikirler Dizisidir, Güven Yaratıcı Önlemler Paketidir, vesaire- Annan Planına gelinceye kadar genel yaklaşım ve eğilim toprak, mal-mülk konusun global ya da kapsamlı çözümün bir parçası ve ayrılmaz bir parçası olarak kabul ettirilmiş bir pozisyonumuz vardı; bizim temel pozisyonumuz buydu. Bir uzlaşı olmadan toprak meselesinin gündeme getirilmeyeceği veya ayrı olarak görüşülmeyeceği konusu vardır.

İkinci bir konu, toprak meselesinin toplu takas, toplu tazminat yoluyla olacağı ve kesinlikle mülkiyet iadesi konusunda bir yaklaşım da yoktu. Çünkü temelinde iki bölgeliliğin kabul ettirilmiş olduğu söz konusudur. İki bölgeliliği ortadan kaldıran bir gelişmeye biz kapı açmış oluyoruz.

Bunun dışında gerek Louizdou Davasının tazminatını ödemeyi kabul etmekle -zaten o noktada her şey çözülmüştür- gerekse yasasının bunun perçinleyen veya teyit eden yapısıyla şunu getirdik: Biz toprak da iade edebiliriz. Annan Planı zaten bunun zeminini de hazırlıyordu, ama o bir sistem içinde getiriyordu; sözde bir çözümün parçası olarak getiriyordu. Şimdi biz ondan da bunu koparmak suretiyle tamamen iade edebileceğimizin kabullenilmişliğinin teyidini de yasal yollarla yapar noktaya geldik. O nedenle ben işin esasında Batının, Rum ve Yunanlıların tezleri doğrultusunda Kıbrıs'ta belirlediği bir sonucu yaratmak için uyguladığı bir stratejinin söz konusu olduğunu tespit etmek durumundayız; zaten söylenenlerde onu gösteriyor. Buna da biz şu anda kendi elimizle, kendi hareketlerimizle hem çanak tutuyoruz hem de zeminini hazırlayarak geriye dönüşü engelleyecek birtakım ciddi adımlar da atıyoruz.

Hocam burada sizin söylediğiniz önemli bir husus vardır buTürkiye'nin araya girişiyle ilgili olarak: Aslında bu yaklaşım 74 Barış Harekatıyla başlayan bir yaklaşım değildir. Adaya Türkiye'nin gitmiş olmasına "Hıristiyan dünyası" diyeceğimiz veya "Batı dünyası" diyeceğimiz dünyanın karşı çıkışının temeli Zürich Anlaşmasıyla başlayan bir temeldir. Zaten bu da Yunan parlamentosunda çok açık bir şekilde Zürich Anlaşmalarına Averofu ve o günkü hükümeti eleştirirlerken açıkça söylenen sözleri. Üstelik de Papandreau tarafından: "Siz bu anlaşmayı imzalamakla Hıristiyan dünyasının Türklerin çıktıkları yere bir daha geri dönmeme ilkesini ortadan kaldırdınız; kararını deldiniz. Bu şekilde bir anlaşma yerine İngiliz Sömürge İdaresinin devam etmesi daha sağlıklıydı" yaklaşımını ortaya koyan bir anlayış var.

Biz Zürich'le de kalmadık 74 Barış Harekatına geldik ve üstelik orada bir de devlet ilan ettik. Dolayısıyla batının şu anki geldiğimiz noktadaki hedefi kesinlikle Türklerin girdiği yerden yeniden çıkartılması mücadelesinin bir parçası olarak görmek durumundayız. Bunu böyle gördüğümüz taktirde stratejimizi yeniden belirlemek durumundayız, ama bugünkü hükümetle bu strateji ne ölçüde belirlenebilir, onu da ayrıca tartışmak durumundayız. Bunun çözümü, en azından kesin çözümü herhalde bugünküsiyasal iktidardan kurtulmaktır. Yani şimdi bugün Talat İktidarının getirileceğini, Denktaş'ın değiştirileceğini biz elimizdeki bilgileri dikkate aldığımızda 2003 Ocak ayında karara varılmış, stratejisi belirlenmiş, tarihinin de ne zaman başlatılacağı tespit edilmiş ve hakikatten de o tarihte başlatılmış olan bir operasyonu yaşadık hep birlikte. Dolayısıyla gelinen noktada olay, buradaki siyasal iktidarın belirleyiciliğidir. Burada bizim açımızdan açıkça koymakta yarar vardır, aksi halde bazı gerçekleri göremeyebiliriz. Bizim açımızdan umut kırıcı ve bizi tamamen geriye düşürücü en önemli faktör Türk Silahlı Kuvvetlerinin son dönemdeki tavrıdır. Çünkü biz hep şunu söyledik, ben konferanslarımda da hep dile getirdim: Biz politikacıya, siyasal partilere hangi görüşte olsun, neyi savunursa savunsun güvenmiyoruz. Güvendiğimiz iki temel unsur vardı: Biri Türk Silahlı Kuvvetleriydi, biri de Türk Halkıydı. Türk Halkı, her şeyin üstündeydi fakat örgütlü bir güç olmamasından dolayı hemen harekete geçip tehlikeleri önleyebilecek bir konumda değildi. Ama Türk Silahlı Kuvvetleri, kurumsal bir yapı içindeydi ve anında çeşitli devlet mekanizmaları içindeki tavırlarıyla birtakım şeyleri önleyebilir, durdurabilir veya değiştirebilir düşüncemiz ve güvenimiz vardı. Bu güven de Nisan 2004'ün ortalarına kadar devam etti ve bu da ortadan kalktı. Sayın Genelkurmay Başkanımızın açıklamasından sonra her şey bitmiştir. Çünkü ben hemen ardından Kıbrıs'a gittiğim zaman havaalanına indim. Hemen beni tanıyanlar -gerek müsteşarlığım zamanından tanıyanlar, gerek buradaki büyükelçiliğim zamanından tanıyanlar- geldiler: "Büyükelçim, müsteşarım, ağabeyim; ne olacak, ne yapacağız şimdi?" diye. "Ne yapılacağı var mı, devlete sahip çıkacağız; Annan Planına hayır diyeceğiz" dediğim anda ilk soru: "Genelkurmay Başkanı başka söylüyor ağabey." Otele gittim eşyalarımı koymadan gelen karşılayanlar resepsiyonda olsun, komiler olsun aynı sorular ve aynı cevap. Köylere çıktım; tanıdığımız belediye başkanları vardı, muhtarlar vardı. Onlara gidip ikna edelim "hayır" desinler diye. Çünkü bizim umudumuz, benim umudum en azından biz Kıbrıs Türk Halkı olarak devlet geleneğinden yoksun bir halktık. Biz daima yönetildik; sömürge dönemi, Rum Dönemi falan olara, ama devlet olgumuz yoktu. Biz hükümetin yaptığı bütün icraatlara kızarken devlete kızıyorduk, "kahrolsun devlet, kahrolsun cumhurbaşkanı" diyorduk. Hükümet uyguluyor, biz devlete tavır koyuyorduk. Burada ben görüyorum; Türkiye'de hükümet ne yaparsa yapsın, ona karşı çıkışın karşılığında hiçbiri devlete karşı çıkmıyor. Dün akşam mesela Demirel ısrarla kendine sorulan sorularda "devlet yalancı değildir, devlet uygulama yapmaz, devlet yıpratılmaz; onun adına hareket edenler suçludur" vesaire şeyler söylüyor. Devlet önemli burada. Biliyorduk ki Türkiye'den gelenler de hakikatten o anlayış içindeydiler. Devlet her şeyin üzerinde oluyordu Türk Vatandaşı için, Türk İnsanı için. Devletine sahip çıkacak; bizimkiler günü geldiğinde zayıflık gösterebilir, gevşeme gösterebilir, ama Türkiye'den gelenler devlete sahip çıkacaklardır. Oradaki yanılgımız şu oldu: İnsanlar geldiler devlete sahip çıktılar, ama devlet olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini görmüyorlar, devlet olarak Türkiye'yi görüyorlar. Türkiye'den gelen mesajı, devletin kendisine verdiği mesaj olarak görüyor ve devlete sahip çıkıyor gene, amaTürkiye'nin istekleri doğrultusunda. Dolayısıyla bu olguları dikkate almak durumundayız. Kıbrıs'ta bugün yüzde 40-45 oranında seçmen nüfusun Türkiye'den gelen göçmen vatandaşlarımızdır. Kendi içlerinde Kürt, Alevi, Karadenizli, Hataylı, vesaire diye ayrılan kesimler vardır. Buradaki herkesin üzerinde ayrı ayrı etkin olan faktörler vardır. Aleviler ilk seçimlerde Ulusal Birlik Partisini desteklediler, son seçimlerde CTP'yi desteklediler. Çünkü 17 Aralık 2004 Zirve Kararıyla birlikte Alevilere gelen yeni açılımlar vardı; onlar Avrupa Birliğine yöneldiler.

Dolayısıyla bu gerçekleri bilerek bizim Kıbrıs'ta oyun alanımız oldukça dardır, o çerçevede görmek zorundayız. Ben bir benzetme yapayım; özür dilerim belki kötü bir benzetme olur ama: İngiltere'deyken kırsal alanları gezdiğimiz zaman şöyle bir gözlemde bulunmuştum. Hayvancılık yaygın, çitlerle alanlar kesilmiş, yemyeşil meralar veya alanlar; hayvanlar orada boş geziyorlar, yiyorlar, otlanıyorlar. Çiti geçtiği zaman derhal oradan bir bekçi alıp çitin içinden karşı taraftaki çite atıyorlar. Bizdeki demokrasiyi de ben o gözlemimden sonra, 80'lerin başından itibaren ona benzetiyordum. Bize bir alan çizdiler; orada istediğimiz gibi demokrasi oyununu oynuyoruz. Onun dışına çıktığımız zaman biri bizi çekip "Gel kardeşim, senin sınırın budur" diyor. Bunu yaşadık; bütün seçimlerde yaşadık, son dönemde de yaşadık. En son açık müdahaleleri de yaşadık.
2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder