DAVRANIŞ – DÜŞÜNCE PARALELLİĞİ VE DÜŞÜNCE TEMELİNDE KOMİTELEŞME..1960
DAVRANIŞ’TAN gelen “Alt rütbeli Subayların” benzer toparlanmaları, DÜŞÜNCE’DEN gelen “Üst rütbeli Kurmay subayların” toplantılarıyla paralellikler oluşturacaktı.
Süvari Yüzbaşı Nusret Kocabey:
Fethi Gürcan’la birlikte Vehbi Ersü’ye, huzursuzluktan kaynaklanan biçimde o günün koşulları içerisinde, bir müdahalenin yapılmasında görev alabileceğimizi belirttik.
Subaya takınılan tavır, ordunun aşağılanması, sosyal imkanların çok düşük olması, subayın, muvazzaf subayın böyle ikinci sınıf vatandaş gibi nerdeyse ele alınıyor olması, gençliğin bir tahakküm içerisinde belli bir istikamete istekleri dışında kanalize edilmesi, istekleri dışında bir yere zorlanması, genel bir huzursuzluk yaratmıştı bizde. Bu paramızın azlığından kaynaklanan olay değil, para şikayetimiz değildi. Biz öyle bir şekilde eğitilmiştik ki, para bizim için önemli değildi. Vatan, millet, bayrak, sancak, hizmet... Bunlar önemliydi bizim için. Parasızlıktan veya maddi imkansızlıklardan kaynaklı değil de onur ve tavır olarak yani subayın değersiz gibi görülmesi…
Sonra bunu arkadaşlar arasında da yaymak istediğimizde pek fazla taraftar bulduğumuzu sanmıyorum. Giderek bu tür atılıma katılmak isteyenlerin sayıca az olduğunu gördük. Fethi Gürcan, ben (Nusret Kocabey), Vehbi Ersü, Mehmet Ali (Hedili), Yılmaz Akkılıç. Birkaç arkadaşla, bu konu üzerinde fikren ve manen hazırlığa giriştik.
Hazırlığın başında Fethi Gürcan’la ben bulunuyordum. Gün konusunda beklentilerimiz vardı.
Biz Fethi’yle çok yakın arkadaşdık. Bu iş başlarken, bütün varlığımızla sonucu ne olursa olsun bu müdahalede dayanışma içerisinde olmayı ve birbirimizden ayrılmamayı kararlaştırmıştık. Belli yerlere cephanemizi gömmüştük. Hayatta kalırsak, ikimizden biri, kalan diğerinin aile bireylerine sahip çıkması için yemin etmiştik. Ve teslim olmamaya azmetmiştik. Mücadele edeceğimiz kişi kim olursa olsun, ne olursa olsun Askeri müdahalede bizim grup hakim oluncaya kadar adını siz ne koyarsanız koyun ölesiye bir mücadelenin içinde olmaya karar vermiştik.
Herkes mırıldanıyordu ama kurulu düzenini bozup kelleyi koltuğa alacak adam da bulmak kolay değildi.
Sv. Binbaşı Vehbi Ersü, “Kurmay subayların yaptığı çoğu ihtilal toplantılarına” katılmış bir subaydı. Dolayısıyla İhtilalin DÜŞÜNCE kanadı da bu gözü kara toparlanmadan haberdar olacak, mesafeli de olsa temaslarını sürdürecekti. Zaten Sv. Yzb.Fethi Gürcan tanınan, sözüne güvenilir, kararlı bir subaydı. 43. Süvari alayı ile temasa geçen bir başka Kurmay ise Albay Ekrem Acuner idi. Bu arada, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayına karşı güçlü hale getirmek için, 43. Süvari Alayı’nın bir birliği motorize hale getiriliyordu.
DÜŞÜNCE TEMELİNDE KOMİTELEŞME
Davranış ile düşüncenin birbirini bulduğu hareketli ama karmaşık sürece kısa bir ara vererek, Kurmay subayların “DÜŞÜNCE” temelindeki komiteleşme sürecine kısa bir göz atalım.
DP iktidarına karşı ihtilal yapmak için kurulan komitelerden bilinen en önemlisi, kuruluşunu Talat Aydemir’in yaptığı komitedir. Bu komite 1956 yılından itibaren bazı subayların evlerinde toplanarak çalışmalarına başlamıştı.
Kısa bir süre sonra da benzer şekilde kurulan bir başka komite ile birleşmişti.
Bu komitelerin toplantıları, birleşmeleri ve tartışmaları konusunda yazılı bir çok hatıra var. O nedenle detaylara fazla girmeye gerek yok. Ancak 27 Mayıs ve sonrası çalkantılar açısından yol gösterici bir kılavuz olarak bir noktanın vurgulanmasında yarar var. Bu nokta da, iki komitenin birleşmesi sırasında, hep anlatılan fakat üzerinde pek durulmayan: Aydemir’in açık sözlülüğü'dür. Orhan Kabibay ve Dündar Seyhan grubu kendi ilişkilerini saklamış, Aydemir ise hiç lafı uzatmadan doğrudan konuya girerek, güvendiği bu subaylara niyetini açıkça anlatmıştı.
Kurmay Albay Dündar Seyhan:
Aydemir, gizli kapaklı ve örtülü konuşmaya tenezzül etmeden, bana karşı tam bir güven içerisinde açıkça konuşmuştur. Ankara ve İstanbul'da bazı arkadaşlarla mutabakata vardığını, bir teşkilatın kurulması lazım geldiğini, teşkilatın gayesinin ihtilal yapmak olduğunu ve bu lüzumu memleketin mevcut şartlarının empoze ettiğini anlattı.
Talat Aydemir bu dürüst yanını öldürülünceye dek korumuş, fakat Dündar Seyhan ve Orhan Kabibay'ın daha baştan ahbap çavuş - hizip ilişkisi tüm ihtilal süreçlerinde kendini göstermiştir.
Gelelim bu ilk komiteye. Kurmay Okulu’ndaki arkadaş gruplarından oluşan bu birleşik komite Aydemir’in açık sözlü, ağır başlı ve toparlayıcı niteliklerine rağmen tepedeki DP iktidarını devirmek ve herkesin kafasında başka başka anlamlar ifade eden Atatürk ilkelerini hayata geçirmek ana prensiplerinden başka fikir beraberlikleri taşımaktan uzaktı. Arkadaş gruplarının ahbap çavuşluğu içinden çıkılamadığı için, komite başkanlığı seçimleri ve kimlere fikirlerini açabilecekleri tartışmalarından öteye geçemeyen toplantılarda, farkında olmadan kafalarında birbirleri hakkındaki soru işaretlerini de geliştiriyorlardı.
KOMİTE – İNÖNÜ - CHP
İhtilal teklifleri İnönü’ye kadar gitti. Ancak İnönü bu teklifleri reddetti ama ihbar da etmedi. Ordu ihtilal yapsa, aşağı yukarı hepsi CHP sempatizanı olan bu genç subaylar iktidarı ondan başkasına mı vereceklerdi? Böylece hem riske girmekten, hem de "demokrat"lığına gölge düşürmekten kurtulacaktı. Seçim gezilerinde DP’nin kışkırttığı gerici kalabalıklar tarafından taşlanmasına rağmen "büyük" (ikili) oynamaya devam etti. Bu karakter her olayda kendini gösterecektir. Hem vardır hem yoktur. Hem evetçidir hem hayırcıdır. Bu karakterini etkilediği tüm siyasetçi ve subaylara bulaştırmıştır. Bunları ilerde yaşanan tüm olaylarda göreceğiz.
Genç kurmayların, tanıdıkları bir kaç kişiye temkinli olarak açılmaktan ileri gidemeyen bu iyi niyetli ve saf çalışmaları “9 subay olayı “ diye adlandırılan ihbar patlak verince dağılıp gitti.
9 Subay Olayı’nda ilginçtir ki, ihtilal çalışmalarını ihbar eden Samet Kuşçu adındaki subaydan başka kimse ceza almamıştı. Aydemir ve diğer çekirdek kadro ise kıl payı yargılanmaktan kurtulmuştu.
Aydemir, kurtuluşlarını Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin'in Emir Subayı Adnan Çelikoğlu'nun etkileyici rolüne bağlar.
Talat Aydemir:
"İstanbul’dan ve Ankara’dan ferahlatıcı haberler geliyordu artık bizim komite için tehlike yavaş yavaş yok oluyordu. Çünkü tahkikatın seyri, tahmin ettiğim gibi çıkmıştı. Yalnız bu durumda kurtuluşumuzun başında Millî Savunma Bakanı Şemi Bey'in Emir Subayı Adnan Çelikoğlu'nun büyük rolü vardı. Adnan, Şemi Beye iyi tesir etmesini bilmişti.
Görevini tam hakkıyla yapmış Şemi Bey de bu uğurda kendisini feda etmişti. Yoksa tahkikat başka safhaya intikal etmiş olsaydı şimdi bizlerin hiç biri hayatta yoktu. Hepimiz kurşuna dizilmiştik. Çünkü hemen dokuz subayın tevkifinin akabinde ordudan birisi “meçhul”, Millî Savunma Bakanı Şemi Ergin Beye bir ihbar mektubu yazıyordu. Mektup eski Türkçe sol elle yazılmış olduğundan iyice okunmuyor yalnız üç kişi arasında neler yazılı olduğunun çözümlenmesine çalışılıyordu. Millî Savunma Bakanı Şemi Bey, Özel Kalem Müdürü Selami Bey, Emir Subayı Adnan Çelikoğlu. Bu mektupta hedef olan yarbay Faruk Güventürk için şöyle deniliyordu:
"O yalnız olamaz. Onun arkadaşları da şunlardır..."
Aşağı yukarı bizim komiteden sekiz on kişinin isimleri yazılıymış, fakat isimler çok güç okunuyor hatta bazıları hiç okunmuyormuş. En belli başlı olanı Suphi Gürsoytırak, Orhan Erkanlı isimleriymiş. Fakat Adnan sayesinde Şemi Bey ikna edilerek mektup dosyada kalıyordu.
Mektup ehemmiyetsiz bir muameleye tabi tutulmuştu. Zannedersem, tahkikat dosyasına da konulmak üzere verilmemişti. Adnan bizleri en büyük badireden kurtarmış oluyordu. Ben şahsen onun hakkını hiç bir zaman ödeyemem.
Şüphesiz Adnan Çelikoğlu’nun önemli payı olmuştur Aydemir ve diğer kurmayların tutuklanmaktan kurtulmalarında. Ancak, 9 subayı mahkemede kimlerin savunduğuna baktığımızda gerçeğin bir başka, fakat en kayda değer yüzü ile karşılaşırız.
Sanık subaylardan biri CHP İstanbul adayı ve İl İdare Kurulu azası emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım idi ve 9 subayı CHP’nin yolladığı 25 avukat savunuyordu.
“O gün, ... CHP’nin temin etmiş olduğu 25 avukattan yedisi mahkemede hazır bulundular. Bunlardan en fazla çalışanı ve devamlısı da tabii cefakar, vefakar İlhami Sancar’dı”
İnönü, ihtilal tekliflerini sözde kabul etmemişti ama, ihbar etmek ne kelime, tepkili genç subayların kendisine karşı duydukları sempatiyi daha da arttırmaya çalışmıştı. İnönü için “Demokrasi” maskeli politika oyunuydu.
9 Subay olayının verdiği panikle ihtilal komitesindeki subaylar uzun bir süre birbirlerini arayamaz hale geldiler. O sıralarda Siirt’te görevli bulunan Talat Aydemir Kore’ye tayinini istedi.
Bir süre sonra, Kurmay okulunda yetişmiş ilk komitecilerden bazıları Genelkurmay'a tayin oldular. Ve eski arkadaşlarını uygun gördükleri birliklere tayin ettiler. Bunların bir kısmı dağılan komitedeki arkadaşlarıydı. Gittikçe gerginleşen siyasi ortam onları tekrar ihtilal konuşmalarına, eski ve yeni arkadaşlarıyla toplantılara yöneltecekti.
DAVRANIŞ TEMELİNDE ÖRGÜTLENME
Ankara'da politik hava gittikçe daha da gerginleşiyordu. Subayların yaptığı bütün sohbetler dönüp dolaşıp siyasi ortama geliyordu.
Zaten 9 Subay Olayı’ndan da anlaşıldığı gibi ordu içinde DP iktidarına karşı kıpırtılar başlamıştı, Albay'ından Teğmen'ine kadar kimi arkadaş grupları yapılacak bir ihtilal için birbirleriyle haberleşiyorlardı.
Fethi Gürcan'ın da, hem binicilikte yarattığı şöhret hem de “mert, yiğit ve arkadaş canlısı” yapısının yarattığı karizmatik kişiliği kısa zamanda kendisini örnek subay olarak gören genç subayların etrafında toplanmasını sağlamıştı.
Bu genç subaylardan biri de ilerdeki yıllarda Fethi Gürcan’ın sağ kolu olacak ve ortak davalarına son güne kadar sahip çıkacak olan Teğmen Erol Dinçer'di.
1956 yılında genç, dinamik, idealist altı süvari asteğmenle birlikte binicilik temel kursu almak üzere İstanbul’a gelmişlerdi. Genç subaylar, Süvari Yüzbaşı Fethi Gürcan ile ilk kez orada karşılaştılar. Onun binicilik konusundaki ustalığını, yurt dışı yarışmalarda elde ettiği başarıları öğrenmeleri uzun sürmedi. Gazinoda karşılaştıkları Gürcan ile tanışmak ve konuşmak için can atıyorlardı.
Süvari Üsteğmeni Erol Dinçer:
“Biz genç subaylar, ekipteki subayları uzaktan izler kritiklerini yapardık. Fethi Gürcan, idealize ettiğimiz bir insandı. Fazla konuşmaz, işine bakardı. Tipini de beğenirdik. Hatta arkadaşlar beni ona benzetirlerdi. Öteki bazı subaylar bize hava atmaya kalkarlardı. Biz ekipte en çok Fethi Binbaşı’yı sevdik. Anladık ki, ciddi biniciyle, diğerleri arasında bir fark var. Birkaç kez Fethi Gürcan ile konuştuğumuzu hatırlıyorum.”
1958 yılında Erol Dinçer, Kars’ta görevliydi ve bu sırada, Başbakan Adnan Menderes’i çok sarsan bir olay yaşandı
Menderes’in Bağdat Paktı toplantısı için karşılamaya hazırlandığı Irak Kralı Faysal, ihtilalci subaylar ve halkın işbirliğiyle öldürülmüştü. Menderes, doğudaki birlikleri güneye intikal ettirdi, gerektiğinde Irak’a müdahale yapılacak şekilde yığınak yaptırıldı.
Kağızman’daki alay da bu çerçevede güneye intikal ettirilmişti. Kars’taki 5. Süvari Birliği’ne bağlı Bölük Komutanı Teğmen Erol Dinçer’e ise Kağızman’a gitmesi talimatı verildi. Erol Dinçer, Kağızman’da Fethi Gürcan’ın kendisini görmese de geride bıraktığı etkiyi gördü. Fethi Gürcan, 1952 yılında Kağızman'dan İstanbul'a tayin edilmişti, yani aradan 6-7 sene geçmişti.
Erol Dinçer:
“Kağızman kan ağlıyor. Alay gitmiş. Alay..
Öyle bir Kasabanın bütün yaşamı...
Oraya yerleşince, gördüm ki, Halk en çok Fethi Gürcan’ı konuşuyor.
Çok seviliyor. Kesinlikle O her yerde ortaya çıkıyordu.
Halka çok yakın olduğu belliydi. Kısacası, tam bir Halk adamıydı.”
1959 yılında; Teğmen Erol Dinçer, yeniden Kars’ta idi. Orduda motorize birlikler önem kazanınca, süvarilere aynı zamanda tank eğitimi de verilmesi kararlaştırılmıştı. Dinçer, bu çerçevede, Ankara Tank Okulu’na kursa gitti.
Tğm. Erol Dinçer ve kursa katılan diğer teğmenler de siyasi atmosferin içine boylu boyunca katılmakta gecikmediler.
Zaten, en kötülerinden seçilmiş Amerikan teçhizatıyla donatılmış olan birliklere yapılan denetimler, genç subayları çileden çıkarıyor; komutanlarının, Amerikalı düşük rütbeli subaylara hesap vermesini onurlarına yediremiyorlardı.
Tankçı ve süvari teğmenlerin bazıları, Ankara’daki kurs süresince yapılacak bir ihtilal doğrultusunda örgütlenmeye karar verdiler
“Orada bazı tankçı ve süvari arkadaşlarımızla 12 kişilik bir teğmenler cuntası kurduk. Resmen bir ihtilal yapılması gerektiği konusunda mutabık olduk.”
Ancak, üsteğmenler, bir ihtilal için rütbelerinin yeterli olmadığını, üst düzeyle bağlantı kurmak gerektiğini biliyorlardı. Kurs bittiğinde, Ankara’da kalacak olan Teğmen Yılmaz Akkılıç, üst rütbelilerle irtibat kurmakla görevlendirildi. Diğerleri de, görevli oldukları bölgelerde kendilerine bağlı halkalar oluşturma planını devreye sokacaklardı. Haberleşmeler şifreli mektuplar yoluyla yapılıyordu.
Artık, takvimler 1960’a dönmüş, nisan ayının ortalarına gelinmişti. Sonunda, Yılmaz Akkılıç’tan beklenen mektubu aldı Erol Dinçer. Mektupta Cemal Gürsel’in kendileriyle birlikte olduğu belirtiliyor ve “Derhal iznini al ve Ankara’ya gel” deniyordu.
Tğm. Yılmaz Akkılıç ve diğer bazı teğmenler Bnb. Vehbi Ersü tarafından Yzb. Fethi Gürcan’la irtibata geçirilmişti.
Fethi Gürcan, herhangi bir sohbet sırasında aleni olarak tabancasını çıkartıp masanın üzerine koyuyordu. Amacı, genç subayları cesaretlendirmek, Alay Komutanı ve yandaşlarına gözdağı vermekti O yıllara kadar silahla oynadığı görülmemişti, onun işi atlarlaydı. Silahın gerektiği yerde ve zamanda kullanılacağını bilirdi ve silahın kullanılabileceği günler yaklaşıyordu.
Kars’ta üç yıl boyunca izinsiz çalışan Erol Dinçer için izin almak zor olmadı. Bir solukta Ankara’ya, Yılmaz Akkılıç’ın bulunduğu 43. Süvari Alayı’na ulaştı. Aynı alayda bulunan Yüzbaşı Fethi Gürcan’la ikinci kez karşılaştı ama bu ilkinden çok farklıydı. Artık iki ihtilalci olarak alaydaki gece toplantılarına katılıyor, bire bir değerlendirmeler yapıyor, düğmeye basılacak gün için hazırlıklarını sürdürüyorlardı.
43. Süvari Alayı'nda yapılan toplantılarda aşağı yukarı bütün detaylar tartışılıyordu. Alay komutanı hükümetin emirlerini uygulayan bir subaydı.
“ Ne yapacağız? filan diye konuşuluyordu. Ben, onu marangozhaneye kilitleyelim, dedim. Harekat başladığında onu bir odada tutmamız gerekecekti. Biri ‘ayıp olur’ diyor. Ne ayıbı? Adam, eyyamcı. Hücreye atacak değiliz. Bir gece marangozhaneye kilitleyip sonra bırakacağız. Yoksa başımıza bela olabilir.”
TANSİYON YÜKSELİYOR
İşte tam bu sıralarda, DP hükümeti Meclis Tahkikat Encümeni adıyla bir komisyon kurmuş ve yasama yetkisini de eline almıştı
Artık DP'nin kendi sonunu da getirecek, yasaklar, baskılar ve tutuklamalar dönemi başlıyordu. Bu yasaklardan biri de 27 Nisan 1960'da çıkan, Millet Meclisi’ndeki konuşmaların yayınlanması yasağıydı. Fakat bu yasak CHP gençlik kolları tarafından delinerek ve İnönü'nün Meclisteki konuşmalarının altı çizilerek bildiri haline getirilmiş ve üniversite gençliğine ulaştırılmıştı.
İsmet İnönü bir yandan, Kore'deki gençlik olaylarına atıfta bulunup: "Türk gençliği, Kore gençliğinden aşağı değildir." diyerek CHP Gençlik Kolları yönetici ve üyelerini üniversitelerde yönlendirici olarak kullanıp 28-29 Nisan 1960 gençlik olaylarına yeşil ışık yakmanın ötesinde ilk ivmeyi veriyor, bir yandan da sokağa dökülen sivil ve asker gençliği koz olarak kullanıp "Sizi ben bile kurtaramam" diye Bayar-Menderes ikilisine aba altından sopa göstererek tehditler savuruyordu. Şu Menderes bir istifa etse ne güzel olurdu! Devlet tecrübesiyle biliyordu ki, ne kadar kendi kontrolünde olursa olsun, bir kere ayaklanan "İlmiye (Üniversite)" ve "Seyfiye (Ordu)"yi tekrar hizaya sokup maaşa talimli kapıkulları haline döndürmek oldukça zor ve zaman alıcı olacaktı.
Ancak zıtlaşma artmış, DP hükümeti gemi azıya almıştı. Toprak ağası Menderes'in temsil ettiği DP hükümeti, Vatan Cephesi altında toparladığı taraftarlarının adlarını her akşam radyoda inadına yayınlıyordu. DP, bir yandan da Meclis içinde kurduğu Tahkikat Komisyonu aracılığıyla, kendi iktidarlarını eleştiren gazetecileri tevkif ettirecek, uygulanan sansürler yüzünden gazete başlıkları boş çıkacaktı.
28 – 29 Nisan Olayları
Üniversite profesörleri DP iktidarı'na ateş püskürmeye, üniversite gençliği de sokağa dökülmeye başladı. Hükümet, 28 ve 29 Nisan günleri İstanbul ve Ankara'da miting düzenleyen üniversite gençliğinin üzerine önce polisi sürdü. Polis olayları bastırmada etkili olamayınca, Askeri Birlikler öğrencilerin üzerine gönderildi.
28 Nisan 1960 günü sabahı İstanbul Üniversitesi’nde başlayacağını öğrendikleri protesto gösterisini engellemek için Vali ve Emniyet Müdürü erken saatlerde polisi üniversite bahçesine tedbir almak için gönderdiler. Öğrenciler protesto gösterisini başlatır başlatmaz polis saldırıya geçti. Birçok öğrenci ve profesörün polis tarafından dövüldüğü bu olaylarda bir öğrenci de öldürüldü.
Askeri birliklerin olay yerine gelmesi üzerine öğrenciler “ordu – gençlik el ele” diye bağırmaya başladı. Asker ilk olarak, öğrencilerle polis arasına girdi, sonradan da gösteri yapanları gözaltına aldı. Öğrencilerin bir kısmı yolda, bir kısmı da Davut Paşa Kışla’sında subaylar tarafından salıverildi.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder